insan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
insan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Temmuz 2020 Perşembe

Yalnızlık diyeti

Weight loss: Knowing your body type could help you shed pounds ...

Obez yalnız değildir, yalnız olan obezdir

Obezite bir yalnızlık hastalığıdır. Obez kişi, toplum ve aile tarafından bilinmeyen bir nedenle dışlanır ve sıkıntıyla alınan kilolarla oluşan obezite bu dışlanmanın geçici nedeni olarak kayıtlara geçer.

Kişi, obezliği yüzünden dışlandığını düşünerek bir bakıma oluşan suçu topluma atar ve kendini bu şekilde teselli eder.  Tesellisini kaybetmemek için öfkesinde direnir ve odağı kaybederek yalnızlığını kalıcı hale getirir. Artık o sadece obez değil asabi bir insandır da.

Yalnızlığı en çok edebiyat sömürür. Sonra emlakçılar ve felsefeciler. İnsanın sorunları olmasa bu kimlik ve meslekler hayatta kalamazlardı.


Yalnızlık ekonomisinin kapitalist uzmanları 

Obez için her şeyin sonu törenle aldığı kiloları, tek başına, dört duvar arasında, ezik ve kompleksli bir hayat yaşayarak vermeye çalışmasıdır.

Kilosunda ısrar eden obez aksine daha iyi karşılanırken, eski kilosuna ya da hiç ulaşamadığı bir ağırlığa inmek isteyen kişiye o geçiş hali boyunca her zamankinden daha acımasız davranılır.

Özellikle de yalnızlık ekonomisinin kapitalist uzmanları tarafından obez iyice aşağılanır.

Tek çare, çare olmamasında

Her zaman ve her yerde olduğu gibi bu yazının da konusu çözümler değil. Bu yazıyı okuyanın, obeziteye burada bir çare araması boşunadır. Ve hayatın en büyük gerçeği yine karşımıza çıkar bu durumda da: Çare aranmaz, bulunur. Çare yoksa, yoktur. Olmayan çare asla bulunamaz.

Bu yazı belki de yeni bir diyete, yalnızlık diyetine bir giriştir. Bir kişinin kalabalık bir masada ve yalnız bir masada eşit derecede beslense bile besinleri tüketme ve harcama kapasitesinin farklılık göstereceğinden hareket eden her kişi yalnızlık diyetinden doğal olarak faydalanabilir.

Belki de tek çare, reçete vermemektir.


23 Nisan 2020 Perşembe

Çocuk Partisi Artık Kurulsun !!!

Huckleberry Finn filminden (1974)

Bir çocuk kalbi unutur, ama asla affetmez. 
José Mauro de Vasconcelos, Şeker Portakalı

Çocuk partisi nedir?

Çocukken hep çocuk kalmakta kararlıydım. Şimdi nasıl yaşlılığı bilmiyorsam -ve yaşlılar da genç olmayı bilmiyorlarsa, ki unuttuklarını düşünüyorum hep, Orson Welles'in I know what it is to be young şarkısı ne derse desin- o zaman da yetişkinliği bilmiyordum.

Yetişkinlik, çocukluğun kapısını çalan kötü bir haberdir. Haber, onu alınca eskisi gibi olamayacağınıza dairdir. Yalandır. Buna inanın inanmayın, ama kapıyı açtıysanız haberin tuzağına düşmüşsünüzdür.

Bu yüzden yetişkinler hep çocuklara kapıları açtırırlar, çünkü onlar da bıkkınlıkla sabırsızca o kötü haberin bir gün bir an önce gelip çocukların hızla büyümesini isterler.

Çocukluğunuzu terk edemezsiniz, ama kurtulabilirsiniz ondan: Kaçarak.
Kaçanları hepimiz biliyoruz: Oyunun en güzel yerinde oyuncağını alıp gidenler, topunu alıp gidenler; toplarımızı kesilmesine neden olan ve hep dışlandığını düşünen kenar çocukları; zevkle sokakta oyun oynarken dışardan gelip kıskançlık içinde oyunlarımızı bozanlar, bilyelerimizi gasp edenler. Bu küçük yaşın yetişkinliğine çok erken teslim olmuş kaçaklar yetişkinlik safsatasını direğine bayrak çekip gölgelerini bir ömür boyu çocukluklarımızından eksik etmezler.

Çocuk partisi nasıl kurulur?

Çocukken, Çocuklar Partisi genel başkan adayı olarak -çünkü henüz seçimlere girmemiştim- bu gerçeklerin farkındaydım. Bunları unutabileceğimi de biliyordum, ama günün birinde, belki de şimdi, hatırlayacağımdan adım gibi emindim.

Bu konu hakkında bir gün yazmak, Çocuklar Partisi'ni kurmak ve iktidara gelmek ya da çember çevirmek  kadar önemli benim için. Gittiğim her seçim mitinginde, liderlere muzip bakışlar fırlatırken, günlerinin sayılı olduğunu, iktidarımıza çok az kaldığını söylerdim içimden, hınzırca. Ben küçükken, siyasi partilerin televizyonu, erişim ağı ve sosyal medyası seçim meydanlarıydı. Liderler mecburen gençlerden seçiliyordu, çünkü bütün ülkeyi hakkıyla gezmek için fazla yorulmamaları gerekiyordu. Öte yandan başkanı ve seçmenleri çocuk olan bir partide kim yorulabilirdi ki? Aksine gece gündüz demeden sürerdi kampanyalar; ağaçlarda, parklarda, futbol arsalarında, su birikintilerde, saçak altlarında, arka bahçelerde ve okul bahçelerinde. Eminim, milli eğitim bakanı rekabet amacıyla okul saatlerini uzatır, haftasonları da ders koydurturdu parti çalışmalarımızı engellemek için. Ya da içişleri bakanı çocuk polislerini, adalet bakanı ise çocuk mahkemeleri devreye sokarlar, bu mini devrimi önlemeye çalışırlardı "demokratik" ölçüler içerisinde. Asla kışkırtmalara ve casus faaliyetlerine kapılmaz, içimizdeki hainleri kırmızıya boyayarak ya da suyla ıslatarak deşifre ederdik. Oyunlarımızı bozanlar olasılıkla içimize sızarak çocuk rolü yapmak suretiyle gizli taktik ve tedbirlerimizi yetişkinlerin partilerine bildirmek isteyeceklerdi hiç kuşkusuz. Buna engel olmaya tenezzül bile etmezdik, zira her akşamı ve geceyi zaten ebeveynlerimiz olan ve doğduklarından beri aynı partiye oy veren yetişkinlerle yaşadığımızdan bize dair her türlü bilgiyi almaları her zaman an meselesiydi.

Çocuk partisi nasıl iktidara gelir?

Derken o yaş meselesi seçimlere birkaç gün kala gündeme gelir, yüksek seçim kuruluna yaptığımız itirazlar sonuç vermez ve o seçime de yine kabul edilmezdik. Ama yılmazdık hemen, çünkü yaşamak en büyük siyasetti ve çocuk kalmak da en modern ve sosyal siyasi rejimdi. Çocukluğun sadece başımızdan geçen bir hezeyan ya da bitmesi gereken bir dönem olmadığına inanan bizler bu gizli siyaseti içimizde yaşatmaya devam edecek ve çocukluk günün birinde yasaklansa bile onun özgürlüğümüzün en temel bileşeni olduğunda sürekli ısrar edecektik.

Şimdi etrafıma baktığımda çocukluğumdan başka bir şey göremiyorum. Tam da çocukken anladığım gibi. Aynı zaman bir manyetik alan da olan çocukluğum, bu alana giren ve burada olan her şeyi, yaydıkları renk ve ışımaya göre tanımamı da sağlıyor. Bu durumda hiç kimsenin süslü kelimeler etmesine, yalan söylemesine, rol yapmasına gerek yok. Bu alana ancak çocukluğunuzla gelir ve ağırlanırsınız.




26 Eylül 2019 Perşembe

Herkesin Unutmak İstediği Şehir


İstanbul'da tek umutla yaşıyorum. Sabah uyanıyorsun ve şehir bomboş. Herkes gitmiş.

Unutmak eylemi eğer kalkıp gitmeye yetecek kadar bir güce sahip olsaydı, İstanbul'da kimseler kalmazdı. Yazık ki unutmanın kendisi için bile kuvveti yok.

İstanbul, herkesin unutmak istediği bir şehirdir. Birşeyleri unutmak için yer değiştiren ve muhtemelen içinden kaybolacağı türden büyük şehirlere doğru yer değiştiren kişi, geldiği yeri en çok unutmayı istediği yerde, o yeri de hatırlamak istemeyecektir. Şehirleri hem unutup hem hatırlayamayız. Ayrıca bir şehri unutmuşsak başka bir şehri ve şehirleri asla hatırlayamayız.

Bu sıkıntılarla bir sabah İstanbul'da uyanıyorum. Söz vermişim. Bu şehri anlatacağım. Belki beş yüz belki birkaç bin kitapla. Şehrin hafızası sürekli direniyor. Başkaları da yaptı, başaramadı; başarmak yok burada, burada unutulmak var. Hatırlamadığını... diyerek.

Şehir konuşmaz, uyanır. Ben uyandığımda insan değil şehirim. Parçası değil kendisiyim.

İstanbul'da bir unutuş cetvelim ya da takvimim yok. Burada herkesi gördükçe ve kişileri de unuttukça buna alışıyorum.
İstanbul'da bir sabah ile her sabah sıfatlar alıp vermeden birbirlerine yabancıdırlar. Bu şehrin sabahının ve akşamının kötü şairlerine arkalarından bakarsanız siluetlerindeki şişkinliği fark ederseniz. Sadece karaciğerlerinin büyümesinden ileri gelmez bu fazlalık. Unuttukça hatıralarınız azalır, ama şişerler. En önemsiz günbatımı nostalji olur, en köhne kasaba kaçış yeri ve bir sabahtan her sabaha o müthiş tutulmayı yaşarsınız: Bu şehir, siz terk edip başka yere giderken aynı zamanda size arkanızdan da bakabilir.

Bu şehirde çok az numara hatırlayabiliyorum. Eskiden gittiğim her şehirde telefon ve kapı numaraları farklıydı. Sokaklara da tanınmayan, bilinmeyen kişi isimlerinin verilmesi belki de onların da unutulmamaları içindi. En doğru çözüm: Unutmak ve unutulmamak için İstanbul'a gel, saklan ve kazan.

İstanbul'a kötü sözler söylemek onu övmekle başlıyor. Ona bakmadan, bir sabahına uyanmadan, onu dinlemeden ona sırt çeviremezsiniz. Övgücüler ve yaygaracılara sorsanız nereden geldiklerini bilmezler; çok acil şekilde İstanbul'un tarihini kendi köylerine göre yeniden yazma ve inanılmaz bağlantılar uydurma peşindedirler.

Son olarak bir hayat kadını da şehrin soylu mahallelerinden kalkıp sonradan ucuzlayan bir semtine büyük alkışlar altında göç etti. Zengin bir koca bulmuştu kendine. Sadece renk uyumunun artık bir önemi vardı şehirde. Para, şehvetin kızı olmuştu ve sonra da karılık etti o bedene.

Ve bir sabah kocasının annesi olarak uyandı. Ve bunların hepsini unutmak, köyüne dönmek istediğinde İstanbul'a girdiği kapıyı bulamadı. Bu şehri kuranlar, özellikle çıkış kapılarını yapmayı bilerek unutmuşlardı. Herkes kolaylıkla gelsin ve ölsün ve başkaları da hep gelsin diye.

11 Temmuz 2019 Perşembe

12 Eylül'de Aslında Neler Oldu?


Ve bir sabah uyanamadım

12 Eylül'ü o gün olmaktan çıkarmanız için ona 40 kere adını söylemenize bile gerek yok. 12 Eylül 1980'de ve sonrasında olanlar, o güne kadar olanları eğer 11 Eylül olarak adlandıracak olursak, ortaya şöyle bir denklemin çıkmasını sağladı:

11 Eylül + X = 12 Eylül.

Yaralarınızdan ve süren acılarınız üzerinden tarihe bakarsanız eğer (X), şimdiki zaman bile geçmez. Tarihe bakmadan tarihi konuşmak da o yara ve acıların sesinden başka bir şey olmaz.

Ya biz ne yapmak istiyoruz? Devam etmek mi yoksa kazdığımız çukuru isimsiz ıssız bir mezar yapmak için oraya devrilmek mi?

Ölümümüzden kazma ve küreği suçlayamayız. Ama 11 Eylül de kazma ve kürek değildir. Mezarcıyı 30 sene sonra müebbet hapse mahkum etmek ve hapse atmakla cinayetin suçlusunu yargılamış olmayız. Mezarcılar mezarlıktaki ölülerden sorumludur, onların başına gelen ölümlerden değil.

Bu bir faili meçhul faizi meşru bir darbedir

Müntehirin katili kimdir? İntihar eden kişinin ölümünün sorumlusunu tayin edebilir miyiz?

İntiharın sebeplerini araştırmak, onları saymak dökmek ve kişisel ölümü tamamen dışlamak, o dramı kullanmaktan öte bir şey değildir.

12 Eylül'de bütün Türkiye intiharın eşiğindeydi. Kurumlar toplumlar toplu olarak intihar etmek yerine iflas ederler, yani işlev bozukluklarının gereği olarak artık çalışmazlar, işlemeyi bırakırlar.

Kazayı, doğal felaketi yargılamak hiç ortada yokken o kaza ve felaketlerin gizli faili ve iştirakçisi konumuna sokar. Bir suçu işleyenle, olmayan bir suçu yargılayan arasındaki fark adaletin hangi karanlık yöresine götürür ki bizi?

12 Eylül'ü benzerlerinden ayıran tek şey travma yerine hastalığa dönüşmesiydi, içimizdeki durdurma eyleminin. Olacakları önceden göremezsiniz, olacaklara yenilirsiniz. Ve olacak olan, sizin kaderiniz olur. Tek sorun doğru yapmak değil doğru görmektir. Eylem ile bakış birbirini tamamlar, birbirinin yerine geçmez.

11 Eylül'de hepimiz neredeydik?

Şimdi neredeysek oradaydık. İçimizdeki bu durdurma hastalığı korkularımızla yüzleşemedi bir türlü.

Tarih devamlı olarak sorguluyor bizi. Dersten çok dershaneyi andıran tarih baba, müfredat yerine vicdanımızı, olayların akışı yerine tercihlerimizi kullanıyor.
11 Eylül'de hepimiz 12 Eylül'e bakarken bir şey yaptığımızı ya da yapmadığımızı sandık. Oysa ortada eylem falan yoktu. Eylemsizliğin devrimi başımızı döndürmüştü. Bu başdönmesine karşı  koyanlar da aynı dönme dolaptaydı, atlı karıncadaydı. Lunapark görevlileri, başka bir parka gitmişlerdi ve alabildiğince başıboştuk.

Görevliler gittikleri yerden dönmediler ve tarihimizde ilk kez yalnız bırakıldık. Kurucu atalarımızın hayaletleri de dönmediler gittikleri yerden. Tarihin hızına ve başdönmelerimize yenilmişlerdi belki ya da son treni kaçırmışlardı. Ne var ki uzaktan uzağa gülümseyerek, tek başımıza kalışımızın büyümemize delalet ettiğinin farkında, el sallıyorlardı.

X

Yolcu yolunda gerek.

13 Haziran 2019 Perşembe

"Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse ölmek istemiyor."

Ölüm Orjisi


"Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse ölmek istemiyor."
(Bir kitap adından)



Hoş geldin ölüm. Nasıl geçti yolculuğun. Yönleri dışında aynı bedene doğru, ben sonuna sense belki de başına yol aldık ömür boyu. Şimdi  buradayız. Bundan sonra ne olacak? Yolculuk hep bu soruyla geçti. Bir de korkular: Nerede, nasıl, ne zaman?

Dün çok ünlü bir sanatçı öldü. Hepimiz bu cümleyi "o öldü" olarak tınıladık aynı anda. Korkunun tınısı kendi ses perdesini allegrodan andanteye doğru sürüklercesine uzaklaştırdı aklımızdan. Onun yerini adeta büyük kutlamaları andıran anmalar aldı. Korkular azalmıştı. Her ölümde bir beliren aynı korku sorularıyla başbaşa onun adını resimlerini çoğalttık durduk: Nerede, nasıl, ne zaman?

Bir hastane odasında.
Şuurunu kaybetti, kalbi durdu, sonra yeniden hayata döndü, ama kaybettik onu.
17 .... 20.. günü geceyarısını az geçe.

Burada, böylece, bu anda.

Ölçmeyi isteyebildiğimiz en kısa sürede, en kısa cümlelerle onu uğurlarken, bunun bir yolculuğa çıkış değil de yolun bitişi olduğunu elbette bildiğimizi sanıyoruz. Bir yandan da hala ölümün bir yolculuk olmasını umuyoruz. Daha görkemli, uzun, mümkünse sonsuz; zira bir daha korku ve kuşkularla dolu bir ömrü çekemeyecek kadar çok erkenden teslim olduk ölümün çaresizlik çekimine.

Ölüme ölüm demekten vazgeçebilirdik. Yoldan yolculuklardan, kırışıklarımıza takılmaktan ve kemiklerimizi kırmaktan vazgeçebilirdik. Ve ölüm o zaman bir diriliş olabilirdi. Ve belki de hiçliğin ta kendisi. Hiç  yaşamamıştık, çünkü adını çağırmadık ölümün.

Ölüm en çok kendisini söylediğimiz, çoğalttığımız yalanlarda gösterir. Sürekli onu unutur, ölümsüzmüş gibi yaparız. Unutmak da bir ölümdür, yalan söylemekse küçük ölüm. Fransızların orgazma küçük ölüm (la petite morte) demelerindeki tek haklılığı onun için söylenen yalanlarda aramak gerekir. Yalan, gerçekleri yok eder; gerçeksizlikler de hepimizi.

Kişisel karşılamadan sosyal yayılıma kadar ölüm, toplu bir vazgeçiş, bütün delik ve uçurumlardan yuvarlanıştır. Toplu ölümdür de her ölüm. Ölüm bir orjidir eğer yokolmanın hazzını bilseydik tam olarak.

Hiç ölçemeyeceğimiz uzunlukları tarif ederken, içinde son, sınır ve ölüm geçmeyen yeni kelimeler kullanabilseydik acaba bu orjinin bir sonu olur muydu?





16 Şubat 2019 Cumartesi

OĞLUMA...




20. 01. 1996

tüm adları veriyorum sana
üstüne örtülenin buğday olduğu haberini
bu yüzden şimdi veriyorum çünkü adın yok daha
iki nokta arasındaki uzaklığı
sesli ile sessiz arasındaki açıklığı görmek uğruna
göz olabilecek bir ad için bütün adları

bilmek zorundasın
önceden hazırlanmış yaşam ve şiir yoktur
suyun
bulunmadığı zamanlarda açılmış bir kuyudan
düşen ufku,
senin gözlerinin seviyesinde
oturunca gök olan dörtgen kubbeyi veriyorum ad olarak


16. 02. 1996 (doğduğun gün)

şairler bu dünyadan yana olurlar
bir günde dört güneş ile örtünmeye hakları vardır
taş ve bulutla yıkanmaya

bu yüzden soluyorum senin şair gelişini
kolluyorum her yerde

her yere ayaklarını basıyorum
her yere ayaklarını koyuyorum


14. 03.1996

bugün şiir olan şeyler nedir
göz, gökyüzünü okuyunca nereye çıkmalı
ya bir kitabın yüksekliği nedir
yazılanların sonundan aşağı bakınca

henüz artıklarla yürüyen
bir sokak görüyorum
herkesin konuşmadığı, ağzında kalan artıklarla

“bitmiş olan bir şey varsa”
“yeniden yol almalı”
“yine akşam”
“ateşler içinde”
“yara izidir yaşam”
“bir sürünün ortasıdır gece”



7 Ekim 2018 Pazar

Her yangın gelir geçer yangın yeri kalır.



Sevgili Genç Yazar

Aynı yerde olduğunu bildiğim halde sana tavsiyelerimin giderek mektup halini alması, diyaloglarımızın uzaklaşmasından kaynaklanıyor mudur sence?
Sen yaşadıkça, bildikçe, öğrendikçe ve unuttukça belleğin salt bir amaca doğru kaçınılmaz olarak ilerliyor ki çok tehlikeli buluyorum bu durumu:
Hatırlamak.

Aramızdaki fiziksel mesafe, yani daktilomuz, yazı aracımız zihinsel mesafemizin açılmasına engel olamıyor. Bir türlü kendimi bu akıştan koparamıyorum.
Ne yapalım? Konuşmayalım, anlaşmayalım mı?
Aslında birbirimize hiç ihtiyacımız yok. Zaman zaman monologa düşen diyalogumuzun da ne bizi okuyanlara ne de bütün okurlara bir yararı yok.
Sana kendin için bile hiçbir şey beklememeni öneriyorum bu yaptıklarımızdan.

Sana arada önemli bulduğum anekdotlardan birini anlatmayı çok istiyorum.
Hangisiyle başlayacağıma karara veremeyişim yüzünden buna bir türlü başlayabilmiş değilim.
Sana başlangıçlar hakkında uzun söylevler verebilirim: Başlangıcın doğurganlığı, her şeyi belirleme gücü, artık geridönülmezliğiyle hepimizin üzerinde sadece noktaları birleştirerek ilerlediğimiz bir yola mahkum etmesi...
Daha birçok şey sayabilirim başlangıç hakkında.

Bir keresinde şair Rilke'nin genç bir şaire yazdığı mektuplarında bulduğum mesafeli samimiyeti ne denli kıskandığımı, böyle mektuplar almış olmamın hayatımdaki kaçınılmaz derin etkilerine duyduğum açlığın beni ne kadar çok tutkulu yapacağını düşündüğümü hatırlıyorum.
Rilke o mektuplara belki de hiç başlamadı. Genç şairse belki hiç olmadı. Bazen senin de gerçekten var olup olmadığını düşünmüyor değilim.
Yoksa bu yaptığım geç kalmış bir öykünme mi?

Hayatımda o mektupların etkilerini çok aradım. O arayışa tutku dedim.
Tutkularımın bitmesinden asla ve asla korkmadım. Onlar ne birer ateş ne de her gün bir yaprağı sökülen birer takvimdi.
Tutkular zamanı göstermez; zamanı görmemizi sağlar. Onca derinlik içinde neyle karşılaştığımızı belirlememize yol açar. Biz istedikçe düşündüklerimiz, arzu ettiklerimiz bir heykel sergisi gibi önümüze çıkarlar. Sadece onların sırasını bilmeyişimize rastlantı diyoruz.
O kadar.

Günün birinde seninle karşılaşacağımızı çok iyi biliyorum, ama seni henüz tanımıyorum. Bu belki asla gerçekleşmeyecek. En az senin kadar ben de bir kurgu olabilirim ya da tersi. Buna şaşırmak ya da birdenbire kabullenmek yerine bu diyaloğun ya da söyleşinin hiç geçmemesini, akılda kalacak izleri bulunmamasını diliyorum.

Genç olduğunu unutman gerektiği kadar sanan söylenenleri de unutmak zorundasın. Yoksa kişisel tarihin başlamadan sönebilir. Sana yangınında kurtulmamanı salık veriyorum. En azından kazazede olmanı; fikirlerin anlamlara diz çöktürmemesini sağlamanı; kendi yangınında imdat çağrılarını bir yana bırakıp olgunlaşmaya odaklanmanı.

Her yangın gelir geçer yangın yeri kalır. Belki de tiyatronun alanına giriyoruz böyle demekle. Hayat tiyatro mu? Hiç sanmam. Hayat daha çok yazılışı bitmeyecek ve asla oynanmayacak bir oyun. Aklımız da hep o oyunda. Bir türlü perdeler ile sahne bir araya gelemiyor. Sözlerle gerdiğimiz bir perdenin canlı gölgeleri olmak için yalan da söylemek zorunda kalıyoruz çoğunlukla.

Sana söylemekten, seninle konuşmaktan uzakta kaldığımı sanmıyorum. Koordinatlarımız öyle yazmasa da konuştukça noktaların ortaya çıktığını, onları birleştiren ağ hareketlerinin donuklaşarak bir karar verdiklerini, sonra da unutarak tekrar ve tekrar aynı soruyu sorduklarını görüyorum: Neredeyim?



29 Aralık 2016 Perşembe

Felsefenin Çöküşü

 Rembrandt, Filozof, 1632
Gerçek bir yolculuk filozofu olan kardeşime...

Felsefe çok yakın bir süre önce başıma çöktü kaldı. Hem de 100 ton ağırlığında. *
Atmosfer kadar düşüncelerin ve kavramların beynimize olan basıncını kestiremiyorum, ne var ki düşünceler üzerine düşünmek -ki buna hala felsefe deniyor mu emin değilim- şimdilerde zor bir uğraş.

Bunun dışında felsefenin, dinin başaramadığı şeyi de yapması imkansız görünüyor: Çok eleştiri toplayan ve uzmanlarca çabuk eğilip bükülen "halka inmek-popülerlik-anlaşılırlık" iddialarının tersine, ki bunların da aslında felsefe mabedinin bekçilerince ortaya çıkarıldığına ve ötekilerin üzerine bir suç gibi atıldığına inanıyorum; başarılması gereken şeyin sadece yürümeye, ilerlemeye ve uzlaşmaya devam etmek olduğunu düşünüyorum.

İnsan için yola çıkan bütün disiplin, ideoloji ve savaşların en sonunda insandan başka her yere vardıklarını; totalitarizmler, despotluklar yarattıklarını ve erklerini onların korunup kollanmasına harcadıklarını ve insanlık düşmanı haline geldiklerini çok iyi biliyoruz. Gücün bir tanımı da -kısa hafızasının yanı sıra- A noktasından yine A'ya gelmek olmalıdır ki güç, doğuşundan bu yana hep B'ye gideceğini bildirmiştir.

Fiziğin olayların nedenlerinin değişmez özellikleri üzerine düşünmesini eksik bulmuş olmalı ki filozoflar da -ki öncülleri tıpçılardır- olgular üzerine düşünmeye felsefe diyerek iki tarafa ayırdılar dünyayı ve evreni: Somut ile soyut. İlk başlarda insan kendi bedeni üzerine düşünmeye koyuldu; ne var ki "içini" açtıkça ve açtıkça bedenin tam olarak fiziksel bir şey olmadığını görmüş olmalılar ki tıptan felsefeye geçiş o kadar da zor olmadı.

Yerçekimini ilk hissettiği andan beri fizik kavramı dünyada hep varoldu, şu soruyla: Neden? Felsefe işte son birkaç bin yılda bu soruya talip oldu ve deyim yerindeyse bu soruyu dünyadan çaldı. Sakladı. Bulunmaması için kavramları yeniden üretti, karmaşıklaştırdı "çalılaştırdı" ve amacına ulaştı. Şimdi bütün bu düşünsel karmaşıklığımız; anlarken ve ifade ederkenki yaşadığımız zorluklar, kekemelikler tam anlamıyla felsefenin eseridir.

Ne var ki felsefe, insanın hep anlamaya çalışacağını, dünya-yaşam-insan üçgeni gizemlerinin üstüne hep gidileceğini, en az bir din ya da tıp kadar elit bir filozof kesiminin sürekli saygın olacağı düşüncesi üzerine düşünmekten başka bir şey yapamadı. Bir dala tutunmaya çalışma önerisinde bile bulunmadan insanın yaptığı patinaj üzerine değil de balçık hakkında temrinlere girişti ve böylelikle kendi evrensel patinajını ustalıkla gizledi.

Gizlenmekten gözlemeye, susmaktan konuşmaya vakit bulamadı felsefe. Ve insanın düşünsel geleceği üzerine harika bir fırsat daha kaçmış oldu.

Şimdi ne yapacağız, demiyorum; hâlâ birşeyler yapıyoruz zaten. Belki dille, anlatımla, hafızayla daha çok uğraşmaya kaçarak şimdilik felsefi kurtuluşumuzu geciktirmeyi kabullendik, ama ondan vazgeçmedik.

İnsan için gerçek bir kurtuluş var mı, eğer ki 125 milyar galaksilik bir evrende bu gezegende hiçbir şeyden habersiz ve cahil şekilde "uyanmış olmak" bir kurtuluşu gerektiriyorsa? Varsa bu kurtuluş zihinsel mi olacak yoksa bedensel mi? Akıl yoluyla mı şimdiye değin oluşmuş olandan hoşnut olmadığımız biz'den kurtulacağız yoksa hayal ya da onun sapkın rakibi inançla veya inanmaya inanmamakla mı?

Soru olarak görünseler de bu cevapları çok merak ediyorum gerçekten de.

* 100 Terimde Bütün Felsefe, yeni baskı, 2017, Halil Gökhan, Kafekültür Yayıncılık




17 Kasım 2015 Salı

Kıyamet geliyor!


Kıyamet geliyor,
Birazdan son bombalar da patlayacak üzerimizde. Çölde bilinmeyen bir benzin istasyonunda tek katlı her yeri ahşap ve kağıttan yapılmış lejyona doluşup toz fırtınalarının geçmesini bekleyeceğiz.

Kıyamet geliyor,
Orda daha güvenli olacak her şey. Geçmişi asla hatırlamayacağız ve bu yüzden korkmayacağız hiçbir şeyden. Ne kadar çok şey görmüş ve biliyorsak o kadar korkaktık.
Bütün bunlar yazılıydı bileceğiz ve bütün bunları bildiğimiz yazmıştık bir kitaba; bütün çölde o kitabı ararken unutmuş olacağız bütün sözleri ezberlemiş olduğumuzu.

Kıyamet geliyor,
Bu kendine durup bakma ve basit ahlakımızı sürdürme oyunu olmayacak. İyilikler uğruna dünyayı ne hale koyduğunu mu görmezden geleceksin şimdi o sıkıştırılmış kağıttan kalende?
Kendini daha iyi hissedince basit ahlak korunmuş mu olacak ve geçmiş olacak çıkardığın savaşın casus belli'si?

Bunu hep söylemek istedin aslında. Kıyamet geliyor,
O gelmeden önce. İlk bomba atılmadan önce. Bunun bir yazgı olduğunu söyleyen bir kutsal kitap bulmuştun ve orada yazıyordu: "Gün gelir ve ışıktan ordular yağar yere inen savaşa."
Tam olarak böyle yazıyordu, ama sen bunu yanlış çevirdin bilerek.

Kıyamet geliyor.
Hiçbir zaman güneşin daha sıcak olmayacağı bu kıyamet en uzun ateş gününü de getirecek beraberinde.

Temmuz 2015

9 Eylül 2014 Salı

Çok satanlar kitaplar çok okunuyor mu?


Bizi hayvanlardan ayıran şeyin okumak olduğunu öğrendiğim gün okumayı bıraktım. Bunu bugün anlıyorum.
Hayvanların da okuduğunu anladım: Koku, tat... Belki daha az renk, ışık, ama evrimlerindeki tesadüflere bayılmamak elde değil onların. En dengesiz ve değişken çevreleri olarak onların gerçek evrimi biz insanlarız.
Yazarken böyle haritanın rasgele başka bir ucundan konuya girmelere de bayılıyorum. Yüzbinlerce kitapla tıklım tıklım dolu olan bir kütüphaneden bir kitap seçip alır gibi. Belki de öyle bir kütüphanem olmazsa bir daha asla okumam. Yazarları, kütüphanecileri, belediye başkanlarını ve kültür bakanlarını tehdit ediyorum açıkça. Bana o okuyacağım kitapların gömülü olduğu büyük kütüphaneyi bulun getirin.

Aynı soruyu birçok fiil için sorabiliriz.
Ya Bunlar Gerçekten ......... mu? olarak bir şablon koyalım hatta ortaya.
Peki buradan varacağımız sorun ne?
Hiçbir sonuca neden artık eskisi kadar güvenmiyoruz? Neydi araya giren? Eskiden de güvenmiyorduk, varsayıyorduk.

Okumayı, istediğimiz cevaba uygun şekilde tarif edersek -biraz akıl karışılığı yaratarak- olur bu iş. Yani sevmediğimiz içeriklerin aslında okunmadığına herkesi ikna edebilirim öyle değil mi?

Bir içeriği bazı nedenlerle sevmeyiz: Konular, türler ve yazarlar bizi açıkça çekmez. Geçerli, mantıklı nedenler de olmayabilir bunlar. Açıkçası ya yıldızlarımız uyuşmuyordur ya da bir noktada kesişmiyoruzdur.
Bu, o tür ve yazarların kötü oldukları anlamına gelmez. Aksine bir de bol tüketiliyorlarsa başlar çalmaya çanlar. Daha çok sinir olur ve öfkeleniriz onlara, onları okuyanlara ve gözümüzün içine bakıp "bugün bunlar okunuyor" diyenlere, demek isteyenlere...

Geriye tek bir silah kalıyor: "Ya Bunlar Gerçekten Okunuyor mu?" diye sormak. Şimdi geldik mi o kavşağa? Yerine göre okurun, işimize göre yazarın, kimine göre de zamanın beğenilmediği, burun kıvırıldığı ana...
Bir dakika... Biz niçin okuyoruz ki? Başkalarının ölçülerini neden karıştırıyoruz işin içine? Biz sakin sakin ....'mizi, .......'müzü, .....'muzu okurken (yazar isimleri özellikle vermedim ama anlayanlar anladılar bence) A'nın B'nin, C'nin çok tüketilmesi bizi neden rahatsız ediyor. Bence ediyor, şu sebeplerden:

-İyi okur olduğumuza dair düşüncemizde sarsılma olma tehlikesi
-İyi okurun sayıca çok ve iyi kitabın sayıca fazla olduğuna inanmama eğilimi
-Kültürel bir ortam içinde kitap, yazar ve içerik soluduğumuzu düşünen, sosyo-kültürel ayrıntılara, ayrımlara dikkat eden bir takıntılılık içinde olma
-Vasat ve sıradanı kültür alanından kovma isteği
-Gelişime, çağdaş, etik, estetik ve modern yaşama; daha iyi ve güzel olan inanca bağlılıklarımızın kalıcı bir ilişki olduğuna dair derin arzu

A, B ve C gerçekten okunmasın istiyoruz. Yalandan, imrentilerle ve markacılık histerisiyle... Onlarda düşünsel derinlik ve aydınlatıcı unsurlar bulunmasın istiyoruz. Bir tür okumadan "onları biliyoruz"... Sanatsız sözler ve sözsüz bir yazı sanatıyla devşirilmiş başı-boş kitaplar hepsi de öyle değil mi?
Bir trenle giderken yerin ve rayların durup trenin hareket etme kuralının geçerli olmasını istiyoruz değil mi?
Ama yakışıyor mu bunca kültürel entelektüel amaca ve arzuya bu kuralcılık? Asker gibi ne o, soldan sağa okunacaaak oku!
Kültür dediğin ya büyük bir boşluksa savrulmaksa, kaybolmaksa?
Eskiden sorardı yazarlar hep bir ağızdan "Ey okur neredesin?"
Şimdi hep bir ağızdan soruyoruz: "Ey yazar neredesin?"

Arkakapak.com



Genç bir yazara öğütler 2


– YENİ YAZARLAR NASIL KURTULUR? olsun mu adı yazının sevgili genç yazar arkadaşım. Siz tavsiye değil tadilat kuşağısınız yani siz onaracaksınız her şeyi.
– Maalesef…

– Neden mi böyle düşündüm? Enkazın dibindesiniz de ondan; ve ellerindeki morluklar yumruk değil moloz parçaları
– Sanki her yerden yumruk yiyorum şu an.

– Bugünlerde kendini öğrenci sanan yazarı uyandırmam gerekiyor… Bunun için bir şeyler hatırlamalıyım. Ben hala 23 yaşında Pipo&Sakal Yayınları’na öykü dosyasını gönderip olumlu haber bekleyen o genç yazarı yaşatıyorum içimde. Red mektubu gelmiş olsa da onu açmamış mesajı almamış gibi yapıyorum… Bekliyorum belki hala benim için bile, iyi ve güzel olduğunu hissettiğim bir dünya ve orada benim okurlarıma da sıra gelecek.
– Red mektubu gerçekten de aldınız mı?

– Red mektubu almış da olsam o tümden bir red değildi. Yaptığım işin, yani yazarlığın öğretilebilir bir şey olduğunu kimsenin düşünmediği bir zamandı. Kimse talebe ya da hoca değildi. Ortada ciddi bir sınav endişesi de yoktu. Doğrular ve yanlışlar da…
– Demek o kadar az sayıda kişi yazıyordu…

– Haklı olabilirsin. Adaylar çoğalınca mı bilgi aranılan bir kriter olur? Bunu böyle düşünmemiştim… Az olduğumuzu düşünmüyorum. Belki toplandığımız, seyrettiğimiz ve görüldüğümüz yerler azdı. Azlık bir kriterdi. Az bulunan şeylerde yer almanın iyi olduğu düşünülüyordu.
– Az kişinin yaptığı şeyi yapmam gurur verici olmalı…

– Yapanlardan çok kalanlar üzerine düşünmeyi tercih ediyorum burada genç arkadaşım. Kalanların başka bir dilde yazdıklarını da açıkça söylemek gerekiyor şimdi, büyük bir itiraf gibi. Geleceğin dilidir bu. Her dilde bulunan bir zaman kipinden çok bir dilbilgisi ve sözdizini karışımıdır. Öncelikle bunu anlamalısın.
– O dili öğrenmek isterdim, ama nedense öğrenme yerine anlamayı tercih ettiğinizi düşündürmeyi seviyorsunuz.

– Yazarlar bir tek o dilde yazarlar. Söylemek istediğim bu.
– Çok masalsı geldi şimdi bana. O dili bulmalıyım sanki, bunu anlıyorum. Ya da bende o dil ya var ya yoktur’u… Hiçbir seçimimin kar etmeyeceği bir durum sözkonusu.

– O dilin nereden eseceğini, yağacağını, duracağını bilmemiz zor görünüyor. Ateş, su, toprak, hava ya da sıvı katı gaz halinde de bulunabilir.
– Doğa demek istiyorsunuz.

– Demek istemiyorum, diyorum.
– Yani ben yaşamaya devam edeyim o gelir beni bulur, bunun gibi bir tevekkül hali… Anlamaya başlıyorum galiba.

– Ben asla bunu demek istemedim. Aramakla beklemekle bulunabilecek bir yer ya da bir formül etrafında döndükçe zaman kaybediyoruz. Belki de en anlamlı cevap şimdilik bu. Keza yazar terennümleri, kitap adları, bilgelik sözleri bunlar da bizi daima uzaklara fırlatan şeyler… Sakınmalı mı uzak mı durmalı, bu daha çok onların sende bulduğu çekimlere dair konular. Çekim alanlarına girmeye hazırsan girersin. Şu an hala bir açıklama yapmış bir şey göstermiş gibi görünmekten son derece korkuyorum. Gençlik iksiri mi zehiri mi demeli bilemiyorum….
– Genç yazarların işi zor diyorsunuz. Bunu anlıyorum.

– Merak ettiğim bundan sonra ne yapacaksın?
– Bu andan sonra… Hmmm… Bilmem ne yapmalı… Sanırım daha çok soru sormaya çalışacağım. Altın aradığımı fark etmeme yol açtınız ya da bunun dışında bir şey yaptığıma. Yazma eyleminin bir alegori yazınınsa bir metafor olduğunu bilmek, sadece bunun doğru olduğunu bilmek beni çok rahatlatırdı. Sanırım önümde birçok yol ve seçenek var. Ne yaptığımı, yaptığımın ne olduğunu sormak onları anlamama, bilmeme yol açmıyor ve sanıyorum ki yazdıkça sorular daha da cevapsız kalıyor. Bu karmaşıklığı sevmem gerekiyor bir yandan da. Öte yandan doğru yolda olduğumu birisi neden söylemesin bunu anlamakta zorlanıyorum ve neden bu yolda gitmenin bir anahtarı ve geçerli bir nedeni olmasın? Çok mu zor?

– Genç arkadaşım şunu bil ki bu yaşlı kalem, birkaç beylik yazar, kitap, akım ya da yöntem adı söyleyip karanlıkta bırakmaya devam etmekten daha çok önemsiyor seni. Seni tanımıyorum ve bu da en büyük nedenim. Sen yabancı kaldıkça daha çok özgürleşeceksin ve belki de yansıtman gereken en büyük güneş ışığı da bu olmalı. Özgürleş genç yazar arkadaşım, artacak, artakalacaksın…
* Meraklısı için Genç Bir Yazara Öğütler  1

2 Haziran 2013 Pazar

Ağaç Etkisi: Bir ağaç isterse orman olabilir


Uzayan Mayıs

Bu mayıs ayı son derece ilginçti. Daha nisandan birçok hazırlıklar yapmıştık. Ne zamandır bitirmeyi tasarladığımız 1968 DEVRİM PLAJI kitabının iyiden iyiye mayıs sonlarına sarkması çileden çıkarıyordu. Fakat hep o kitabı erteliyorduk. 29 Mayıs'ta basıma giden kitabın kargo ihmaline uğrayıp elimize ulaşması 1 Haziran'ı yani bugünü bulunca dün ve bugün kafamızda adeta birleşti ve 48 saatlik bir 31 Mayıs'ımız oldu. Mayıs'ın hiç bitmemesi tek dileğimiz...

Ağaç Etkisi

Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Edward N. Lorenz'in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir. Daha sonralarda hava durumuyla ile ilgili verdiği şu örnek ile ünlenmiştir. "Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, Dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir."

Hepimizin yakından bildiği duyduğu bu tanımlar, bazıları için planlı bir etkiden ibaret. Ne var ki ağaç imgesi, 31 Mayıs - 2 Haziran günleri arasında kalan zaman ülkede olup bitenlere daha çok uyuyor. Köklerinden utanmaya zorlanan bir dünya görüşünün bu ezilmeyi özgürlük talebiyle aşmak istemesi, her otoriteyi rahatsız edecektir.

Özgürlüğün azı zarar

Yetmedi, yetmiyor, yetmeyecek.

Türkiye insan hakları ve özgürlükler bakımından gelişime açık bir ülke ve bu duyarlılık otoriteseverler tarafından her zaman sömürülegeldi. Hiç kimse tutucu ya da özgürlükçü olduğu için susturulamaz; yaşam ve ölüm hakkı kadar kutsal olan bir insani değer de, insanın yaşam denen mucizeye aldığını geri verme yükümlülüğüdür. Bunu da ancak özgür olarak ve kalarak yapabilir. Kalan ise az özgürlüktür yani yaşamın her şeyinden az yararlanmadır ki bu da akla ve her şeye zarardır. Özgür olmayan bir insandan, insan olmak dışında her şey beklenebilir. Tutsak ve mecbur bir insan her şeyi yapabilir. Eylemlerinin sorumluluğundan da özgür kalarak kurtulabilir.




2 Mayıs 2013 Perşembe

Annem artık haberleri ve dizileri izlemiyor

TRT gibi kadın

İnsanın okul öğretmeni annesi olursa ona hiç şüphesiz hayatı boyunca farklı bakıyor. Şefkat ile güven ilişkisi içinde gidip gelen anne-çocuk bedeni arasında bilgiye dayalı bir kanal da açılıyor.
Bu sebepten annem, hayatım boyunca benim tek medyam olmuştur. Ben hep onu izledim. Başka yerlere de baktım: Başka kanallara, programlara, reklamlara, ama sadece bakmakla yetindim. Eskilerin tabiriiyle annem "TRT gibi" kadındı...
Burada 70-80 ve 90'lı yılların TRT'sine gönderme yaptığımı bu yazıyı okuyan herkes kesinlikle bilecektir. Annemin de uzun zamandır devlet kanallarına bakmadığı bilinen ayrı bir gerçek.

Bir yıldız olarak annem

Ondan ayrılalı tam 45 yıl 9 ay 14 gün oldu ve 15. güne saatler var. Biyolojik olarak annemle aramızdaki hayat saati, belki yaşadığımız toprakların acı kaderinden olacak artık çalışmıyor. Bir öğretmen olan annem devletçi ve devlet gibi bir kadındır. Her şeyi devletten bekleyenlerin aksine, devleti bile beklemez o. Her şeyi kendisi yaptı. Yaptıklarının kalıcı olmasının ancak devleti var edebileceğinin farkında olan cumhuriyetçi bir kadın olarak annem asla jakoben olmadı. Nihilist de değildi. Anarşist? Asla... Onun karşı koyduğu tek şey zamandır. Zamanın bütün hızı ve ağırlığıyla birlikte, başkalarını aksine çok daha güzelleşti, harika bir kadın oldu.

Annem 1 ay 10 gün önce henüz bu yazımı yayınlanmadan "kaldır onu bakayım" dedi

Bana hiçbir şey olduğumu annem öğretti. Bu yıldızlar, bulutlar ve insan hikayeleri altında hiçbirisi olmak, bu dünyaya gelmenin ve gitmenin görkemli tanıklarından birisi olmakla eş anlamlıdır; tam olarak demek istediği buydu annemin. Bütün bunları şimdi anlamışsam ve yazabiliyorsam; bu transfer annemden bana, asla bilinen ve kullanımdaki bir dil ya da alfabe yoluyla olmadı. Annemden bana doğumumla geçen her şeyin ötesinde aramızdaki manyetik anlam transferi alanıyla benim cenin olarak onun karnında yüzdüğüm plasenta suyu aynı molekül ve fotonlardan yapılmıştır.

Annemin dediklerini ve yaptıklarını hala yapmadığım için en başta Amerikan dizilerini ve tabii haberleri de izliyorum bu aralar.



26 Nisan 2013 Cuma

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği


Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şeyi bir gün yazabilirsem kendimi çok mutlu sayacağım. Şimdi sadece bu beni ilgilendirmiyor tabii, ne var ki eskiden hiçbir şey düşünmezdim, sadece bir ayna gibi bakardım olanlara. Hayatın madde tarafındaydım. Cismim ve kokum vardı. Duyularımla yüzüyordum, her şeyi hissedebiliyordum. Ta ki... Geçmişten gelip geleceğe giden ok, gövdemi ikiye ayırıncaya kadar.
Sonra ne okuyabildim ne de yazdıklarımı anlayabildim. Madde önce saydamlaşmış, sonra zerrelere ayrılarak buharlaşmıştı. Madde olarak kaybolmuştum ve ne katı ne sıvı, aradığım hiçbir halde kendimi bulamadım.
Bir gün geri dönecek olursam yolum yeniden bulabileyim diye arkamda aralıklarla bıraktığım kelimeleri aradım yol kenarlarında. Onları toplayıp geri dönüş yoluna yeniden baktım; seçmeye çalıştım altın sarısı başak tarlaları arasından geçmişimin kurtarıcılığına...

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şey yok aslında, bunu iyi biliyorum. Madde de ruhtan, manadan önce yoktu. Madde, mananın belki de zarı ya da tesadüfen bulunmuş bir hali. Anlamlarımızla yan yana durduğumuzda bütün evren bir biçim kazanıyor ve buna tayf diyoruz ya da ışık hızında bile yanılmadan sıralarını bekleyen söylenmemiş sözler zinciri.
Neden tutuklandım bilmiyorum, oysa geçmişime doğru, sırf gelecekten kurtulmak için bıraktığım kelimelerden anlamlı cümleler ve kararlar kurarken başımın döndüğünü en son hatırlıyorum ve uyandığımda ayaklarımda hatalarımdan bir pranga, en çok olmayı istediğim o kutlu kişiye nasıl erişebileceğime dair küçük bir kullanma kılavuzuyla bu odaya atılmışım, tüm hatırladığım bu...

Davacı olmadığı için mahkeme bir türlü yapılamıyordu. Derken elimdeki kılavuzun bütün yasaların kitabı, yargıcınsa rüyalarım olduğu tebliğ edildi bana. Suçsuz olduğumu ispatlamak için uyumalıydım ve bol rüya görmeliydim, duruşmaların hiçbirini kaçırmamak için. Yargıç elinde bir maddeyle mahkemenin bütün psişik duvarlarını dövüyor ama geçmişim bir türlü susmak bilmiyordu. Anlamıştım, bu adalet gecikecekti ve bir an önce bu durumdan kurtulmalıydım. Mahkeme duvarındaki kirli aynaya baktığımda aslında yıllardır yalancı bir tanık olduğumu gördüm ve bu bana cesaret verdi ve hemen oradan ayrıldım.

Caddeye çıktığımda nöbetçinin sesi giderek yükseldi: "Koğuş, kalk!"




2 Şubat 2013 Cumartesi

İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu


Yeni buzul çağı ekranlardan mı gelecek?

Aynaya bakarken bazen ağlamak istiyorum. Bir kuşağın insanı  bu kadar da yalnız bırakılmaz ki, tarih ve felsefe tarafından. Yaşıtların dışında, ebeveyn ve yetişkin kuşakların tanık olmadığı olay ve olgularla yüklü bulunduğumuz bu muhteşem yalnız çağı ilk kez biz mi yaşıyoruz bu kadar yalnızcasına böyle?
Hepsi çok hızlı geçti. 1789. 1917. 1939. 1945. 1984. 1995. Ve 2009: Facebook yükseliş yılı. Daha geriye gittiğimizde sürekli medya araçlarının çağı ve insanları değiştirdiğini görüyoruz, gelgelelim 2009'dan bu yana bir program bu işi yapıyor tek başına, zira hala interneti hayatımızda koyacak yer bulamadık, belki de gereğinden fazla, fazladan fazla yayının içinde (online) olduğumuzdan bu böyle. Olguların değişimini haber vermeye bırakın onların değiştiklerini sonradan anlamaya yetecek kadar bile zamanımız yok.
O halde kendi zamanımızla ne yapıyoruz? Belki artık daha az açıklayarak, anlam arayarak, bulmaya çalışarak yaşıyoruz. Konvansiyonel araçlı dünyanın arama-bulma, öğrenme-anlama vs gibi ikili alışkanlıklarının yerini tekliler aldı. Sadece arıyoruz ve anlıyoruz. Arama ve öğrenme çabaları rafa kalktı. Sonrakiler kullansın diye mi tam emin değilim, ama bazen dünyanın olası kıyametlerine dayalı post-apokaliptik filmler, diziler izleyince gelecek tasarımımızın hiç de "ilerici-gelişmeci" çizgide olmayacağına dair fikirler ön sıraları alıyor kafamda.
Yoksa yeni buz çağı gökten değil de ekranlardan mı gelecek?

İnternette nasıl hayatta kalınır?

Cevaplar kesinlikle tek başlarına aşağıdakiler değil, ama şurası kesin ki internetteki kara deliklerimiz, kümeslerimiz ve kimliklerimiz aşağıdakiler üzerinden dönüyor.

Sosyal Medya, Kişisel Web Sitesi, E-mail, Üyelik, Tarayıcılar, Programlar, Tasarım-Grafik, Alışveriş, E-Ticaret
İnternette hayatta kalmanın emin yollarından birisi kesinlikle çok korkmak. Karşımdaki sadece bir ekran demeyin, karşınızda şimdiye kadar hiçbir şey yoktu, bunu da düşünmek lazım. Üstelik şimdiye kadar asla yan yana gelmemiş ve bilhassa ayrı tutularak totalitarize edilmiş birçok kavram, kural, istek ve eğilim aynı ekranda. Üzerinde binlerce düğmesi bulunan  büyük bir düğmeye bakıyorsunuz şu an.

Düğmelere aynı anda basabilir misin?


Sosyal Medya: Daha medyaları anlamadan kendinizi sosyal medya sorumluluklarının içinde bulmuş olabilirsiniz. Bu durumda yapacağınız tek şey ekran önünde ciddiye almayı ciddiye almamak. Ciddiyet bir sınırdır. O sınıra kadar ironi, vesvese ve şüphe yok, karar vardır, ama kararlar seçenek değil, uygulama seçenekleri çokluğunda dağılırlar.

Kişisel Web Sitesi: Çoğumuza göre artık hayatımızda yer yok. Bence en azından internette ve hayatta doğru bilgilerle kalmak için en uygun referans kaynağı. Yıllık yenilemesi 5 Dolar'dan başlasa da. Doğru adam olmak için o kadar masraflara yol açıp okullar okuduk veya kendi yollarımızı dokuduk, doğru kalmak için de az çaba lütfen...

E-mail: İlk icatlardan da olsa resmiyetten yavaşlık arayışına kadar bir şapka gibi insan iletişim bedeninin temel ihtiyacı. İmza koymaya her zaman ihtiyaç var, imzanızın size nasıl yarayacağını söyleyenlere kulak tıkamak kaydıyla...

Üyelik: Üye olduktan sonra başınıza gelenlerden anlayabilirsiniz ancak üyeliğin ne olduğunu... Ayrıca istatistiklere göre 3 ya da 4 üyelikten sonraki üyelik bilgilerinizi mutlaka kaydetmeniz gerekir, unutma tehlikesi var.

Tarayıcılar: Kaçımız hayalet, fake, nick ve çakma profillerdeyiz öyle değil mi? Artık ahlaki bile sayılmıyor, bütün paralel kimlikler eğlence sektörüne dahil edildi... O bakımdan en az 3 tarayıcı program (Google Chrome, Mozilla Firefox, Internet Explorer vs) kullanmak Sanal-lah'ın emri...

Programlar: Yenisi daha kurulmadan benzeri ya da üstünü çıkıyor. Ne istediğini bilen kişiler arama motorlarına kesinlikle isteklerini açıkça yazabilmeliler ve forumlar en büyük kurtarıcı hangi programa ihtiyacınız olduğu konusunda.

Tasarım-Grafik: İşlevcilerle boyutçuların bir türlü yenişemediği bir alandır tasarım. İnternet tasarım size benzer. Ne istersiniz o vardır. İstemekten değil aramamaktan korkun...

Alışveriş: Birşeyler aldığınızı düşünürsünüz. Malların ihtiyaçlardan az olduğu dönemlerde ihtiyaçlarımızı, eksiklerimizi iyi bilirdik. Şimdi sayısı artan mallar ihtiyaçları belirliyor. Kasa yanı, yani son dakika mağaza satışlarını yüzde % 8-10 olduğunuzu biliyor musunuz? Süpermarketler gibi internette alşverişe de zihnen tok girmenizde her zaman fayda var yoksa at eyerinden posta uçağı sırığına kadar (PO2) her şeyi alabildiğinizi aldıktan sonra fark edebilirsiniz.

E-Ticaret: Elektronik ticaret a-ticareti yani analog ticareti ne zaman geçecek -perakende için konuşuyoruz sadece- bilemeyiz. Bizce geçemeze benziyor, dünyanın ayın etrafında dönmeye başlaması ve ayın karanlık yüzünün yüzümüz olması gibi bir şey bu, ama olursa dediğimiz sonuçlarla olur zaten. İnternette kullanılan en iyi deyiş "internette birşeyler satmak" olduğuna göre niyeti bozuk bu adamların, aman dikkat diyerek İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu'na başlıyoruz.




11 Kasım 2012 Pazar

Engelsizsinizlikleştiremediklerimizdenmisinizliksizlik

Empati

Pazardan domates alır gibi yap. Bunu yapmadan sakın konuşma. Durumlara ve kısıtlara isim takma. Önce yap, sonra düşün ve konuş.
Şimdi başla. Domates alır gibi. Koklaya koklaya, dokuna dokuna, eze eze. Tezgaha geri koyma. İçinde o anı bir mücevher gibi sakla.
Ellerini ya da ayaklarını bağla. Hareketsiz on dakika bekle.
Yataktan düş. Kaslarını hareketsizleştir. Hiç kımıldama. Kımıldayamamayı düşün.
Gözlerini kapat. Kulaklarını. Ağzını. 10 dakika. Çok değil.

Enerji

Bunları yaparken neler hissettin.
Hissettin mi? İçindeki o bilmem hangi vitrindeki auratik yerleştirmeden ya da bambu kaplı pahalı el çantasından ya da cilt kürlerinden, şifa seanslarından ve bitki özlerinden, kılcal feng-shui damarlarından ve reiki kolbastılarının erken saatlerinden fışkıran sessiz durgun sakin potansiyel derin serin enerjiyi aldın mı?
Kahve kokusundan bile çıkıp gelebilen bu ne idüğü belirsiz bir farkındalık mıydı tanrım o?

Engelsizsinizlikleştiremediklerimizdenmisinizliksizlik

Dil her şeyi yapamaz. Tarif edemediğin bir "olumluluğu" olumsuz ifadeyle anlatmaya çalışmak, o eksik ya da yetersiz durumu anladığın anda içinde beliren korkunç kaçma isteğini gizlemekten başka bir şey değildir.
Katilden -Beni öldür! diyerek kaçamayacağın gibi "olumluluğu" olumlu ifadeyle anlatmaktan da ancak -Beni öldürme! yani BANA DOKUNMA, BANA ENGEL OLMA diyerek kaçabilirsin. Bu oyunu nasıl dilin sana oynamış olabilir.
Onu sen yazdın.