sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Temmuz 2025 Perşembe

Unutulan Arzular Alfabesi


“Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın.” SHAKESPEARE

AŞK  

Buralara bir yere koymuştun. Aşk, nerdeydi, yoksa unuttun mu? Gök haritanda kaçıncı dünya yılındasın, bakmaya korkuyorsun. Ne var ki tüm yaşamın boyunca, daha güzel bir duygu ve varoluş biçimi tanımadığın için çok mutlusun. Neden yaşadığını artık daha iyi biliyorsun.

BARIŞ

Çöllerden yürütmen gerekse de gemilerini, temiz bir tuz kokusu alacaksın felaketleri ve kavgaları her durduruşunda. Bu yıl ayrımında durup bir kez daha düşün, kardeşliğe ve dayanışmalara daha kolay ikna edebilmek için tüm dünya dostlarını, daha ne kadar cesur ve akılcı olmalısın?

CENNET

Karşılığı ve zıttı olmayan her mutlak mutluluk mekânı düşlediğinde tüm yanılgıların, hata paylarının da başka bir dünyaya ait olduklarını göreceksin. Sen nerdeysen orası en mutlu olacaktır.

ÇABA

Çalışmak yoracak, saatler için ve zamanın içinde işlediğin sürece. Çabalarınınsa karşılığı geç, ama zamansız ve tükenmez olan çalışmalar olduğunu bilmelisin.

DEVRİM

Değiştiremediğinde, değiştirmeyi bir kez daha, hatta sonsuz dene. Ve değiştirmeyi de değiştir, tüm başlar karanlık çukurların içine çekildiğinde. Işığın olduğu her yerde aydınlık umudu var.

ESKİ

Geçmişi hatırlarsın, fakat unutursun eskiyi. Hatırladığın sürece her şey geçmiş ve yenidir.

FAZLA

Az olmayı nasıl öğrendin? Az daha. Az sonra. Az’ı en fazla olguları pekiştirmek ve çoğaltmak için kullanıyorsan, iyi bak, aslında az yoktur.

GEÇMİŞ

Zamanın geçmesini yaratmasaydın, düşün, nasıl düz ve sıkıcı bir yer olacaktı dünya, üzerine yıkılacaktı tüm yörüngeler.

HATIRA

Orada olduğuna dair bir hafıza gözkırpması. Yüzündeki zarfın içinde sık gülümsemeler, aralıklı soru işaretleri ve durmadan ünlemler.

IŞIK

Korkularının karanlıkla yıkandığını hayal et. Kurulanınca da etrafına neşe ve güzellik saçtığını. Ve aç gözlerini. O zaman göreceksin gerçek ışıklarını kalbinin. Işık görülmez, gösterilir.

İŞ

Her şeyi masa başında anlamak ve açıklamak ne zamandır bir iş olageldi.

JALUZİ

Onu görmeyenleri görmek, onu görmek mi demektir?

KARANLIK

Orada, ışık kulesi olmuş deniz fenerlerini yitiren tüm gemiler.

LEZZET

Balık ya da kıyıdan birkaç kilometre ötede bir düşler ağı. Aç çocuk iskeleden yine geri dönüyor tatlı yengeç sepetine.

MUTLULUK

M ile başlayan kelimelerin hiçbiri mutlu değil. O da. Sırf onu düşündüğü için belki.

NEDEN

Bitti. Neden. Başlamadı. Ben. Olmadı. Sen.

ORTALAMA

Kürenin yarıçapında oturuyoruz. Dairenin çevresinden tanışıyoruz. Silindir yüksekliği kadar komşuyuz. Ortak dostumuz Pi.

ÖZLEMEK

Seni unutsam seni özlemeyi unutmuyorum. Seni özlemesem seni unutuyorum.

PARAGRAF

Uzunluk birimleri olmasa belki de sonsuz yazacağım her kısa ânı.

RESİM

Çerçevede bir aşağı yukarı yürüyorum. Müze kapanış saatine daha çok var. Yalnızlığıma.

SES

Duyuyor, ama göremiyorum seni. Yağmur tıpırtıları, pencere kanatlarının rüzgârda vurması, saksı çiçeğinin sallanması senin yankılanmaların.

ŞİİR

Bütün son dizelerinin olduğu yerde, ölüm tarihleri de taşlara kazılı.

TUTKU

Ateş pantolonun tutmayan ütüsü. Güvercin desenli mavi gömlekten gök. İkisi birbirine karışınca sessizlik büyük bir çığlık isteği.

UYKU

Ayak uçlarıma kadar yaklaştı gecenin sessiz demeçleri. Rüyayı geciktirmek için mi onca kıpırdanma, sağa sola dönmeler.

ÜTOPYA

Ay’ın da dünyada olduğu bir ülkeydi sadece istediğim. Noktalıvirgül Cumhuriyeti.

VE

Ve zamansızlık kazandı.

YAZ

“Seni ve yazı seviyordum.  Yaz, seç dedi bana o mu bu mu yoksa geçen yaz mıyım
Senin adının geçmesi için bir yazın içinde serbest bıraktım seni ve bunu anlamadın”  *

ZAMAN

Geçti. Sondu. Yarındı, tüm ertelemelerin ortak adı.

*) Yaz

29 Nisan 2022 Cuma

Bu Kaçıncı Babil?



-Kaç dil biliyorsun?
-Beş. Tamamen.
-Ben bir tane biliyorum: 1-0 1-0 1-0 1-0.

Core filminden


Çevrilemeyen ölüm

"Thank You For Smoking" filminde sigara paketlerinin üzerine sigaranın zararlı ve öldürücü olduğuna dair İngilizce yazı konulup konulmamasının görüşüldüğü senato konseyinde çok dilli Amerikan yurttaşları için sadece yazı değil kurukafa görüntüsünün konulmasını savunan konsey üyesi şöyle sorar:

“İngilizce bilmeyen vatandaşlarımızı, sigara paketlerinin üzerine sadece yazı koyarak ölüme mi terk edeceğiz?”

Vahiy: İlk çeviri dili

Günümüzde çeviri hanidir kelimelerle yapılmıyor. İster başına “meta” ya da “hiper” öntakılarını koyalım, istersek de klasik söylemleri bütün fotokopik olanakları kullanarak çeviri adına tek katmanlı olarak kullanalım bu gerçeği daha fazla değiştiremeyiz.

Yazı için söz gerekliydi. En temel anlamda vücudunun yarısı sudan oluşan insan bedeni ve su arasındaki ilişkiye benzetebiliriz yazı-söz ilişkisini. Ezeli “yazı, ses, görüntü” sıralaması bu üç ögenin birbirlerine ardıllık ya da öncüllük etmelerini de gerektirmiyor.

İlk büyük çeviriler kutsal kitaplardır. Hiç durmadan vahyeden sözlerden yazıldıklarından değil, tam tersine kökeni mutlak otorite arayışından başka bir şey olmayan çalışmalardı hepsi de.

Dünyevi mutlak otorite arayışını vahiyler haline getirdiler. Onları yani ilk çevirmenleri tanımıyoruz. Kimileri buna tanrı, oğul, baba, mesih ya da peygamber diyor. Diyebilirler. Bu çalışmanın içyüzünü değiştirmez. Daha ayrıntılı bakıldığında dinler yazının kaleleridir. Yazı eğer ilk teknolojiyse, din de bu teknolojiyi çok sevdi; okuma eylem alanı yaratan yazıyı çok sevdi. Zira okuma insanların zamanını durdurma, onların bütün dikkatlerine tek bir yer ve ana odaklamaları eylemidir. Kutsal kitap okumalarından söz ediyoruz. Dikkat edersek kitap ve okuma eylemleriyle kalınmamıştır. Kitabın aynı yer ve zamanda okunmasını gerçekleştirmek için tapınaklar icat edilmiştir. Pagan, yani kitapsız ve tanrısız dinlerde bu tapınak olgusunun yerini sunaklar alır. Kurban etme, yazının icadına kadar tapılana bir şükran yazısı yerine geçmiştir.

Geçmiş bir aynasızlıktır. Zaman geçtikçe aynalardan uzaklaşırız. Bu uzaklık arttıkça geçmişin ve daha sonra tarih olarak adlandırılacak olan geçmişin etkisi sonsuz derecede büyür, artar. Kutsal kitapların asıl etkisi tarihsel içeriklerden oluşmalarıdır.

Kutsal kitaplar yazıdan önce neden icat edilmedi? Sözün bulanıklığı ve kalıcı bir “kayıt” olmayışı mı? 4000 yıl önce yazı icat edildiğinde söz de böylelikle kırıldı. Musa’nın tabletleri yazının bulunuşundan sonrasına denk gelmektedir. Tabii ki Mısır hiyeroglif dillerini yazıdan saymazsak.

Yazı ile ses ve görüntü arasındaki sıralama aslında tarihsel bir sıralamayı da teslim eder. Fakat son ikisinin bulunuşları arasındaki yakınlıkla yazınınki arasındaki korkunç mesafe son derece kuşkuludur. İnsanın, teknolojik açıdan yazıdan sese ulaşması neredeyse 39 yüzyılı bulmuştur. Görüntü de aşağı yukarı aynı mesafe içindedir. Teknolojiyi insan erimi ve yeteneği dışında kalan olanaklar bütünü olarak tanımlarsak, bu 39 yüzyıl içinde insan bazlı olan ses ve görüntü teknoloji tarafına geçmiştir. Bu uzun bekleyiş gerçekten de kuşkulara yol açmaktadır. Yavaş evrim, yazının bulunuşundan sonraki mutedil ilerleme ve son yüzyıl içindeki ivmelenme patlaması…

Ses ve görüntünün insan bazlı ortamın dışına çıkması, dilini kullanan ve dolayısıyla yazı göndermeli bir etkinlik içinde olan insanı da dilin olmadığı dolaysıyla artık çevirinin de olmadığı ütopik bir ortama sürüklemiştir. Bu yeni ortam İnternet’tir. Burası, Nuh’un Gemisi değildir, ama sık sık Atlantis’e benzetilmektedir. Nasıl Atlantis’in A’sını büyük yazıyorsak İnternet’in İ’sini de büyük yazma eğiliminden yana olanlar ve benzer nüansları sürekli olarak kurcalayanlar bu ortamın içyapısını tam olarak el everen bir davranış içindedirler aslında. Zira İnternet, orada olmayanların orada olmamayı oraya “bağlanarak” ve çevrimiçinde (online) kalarak “orada oldukları” bir yerdir. Bu yüzden baş harfi daha büyük yazılmalıdır. İnternet neo-ütopik bir çağı başlatmakla kalmamış çevrimdışı çeviriyi de konumlandırmıştır. Ağlar, kullanıcılar, %100’e yaklaşan oranda Anglo-Sakson dilinin egemenliği, dolayısıyla aynı kültürün yadsınmayacak etkileri, çeviri temelli eski “çevrimiçi” dilsel anlam aktarımına deyim yerindeyse “stop” demiştir.

Çeviri çağı bitti mi?

Bu soruya çevirinin bağlamının neredeyse ölümsüz olduğunu söyleyerek cevap vermeye başlayabiliriz.

Biten şey belki de monologdur. Buradan şu doğruluk payı ortaya çıkar: Çeviri artık büsbütün bir diyalogdur.

Diyaloğun antikçağda adı felsefeydi. Akıl ile ve düşüncenin söyleştiği bu biçim zamanla korku (din, tanrı) ile sözün konuşmasına dönüştü. Yeni yüzüyle artık bir tek tarafı simgeleyen bu diyalog ortaçağa kadar sürdü. Ortaçağ’ın yarattığı Rönesans ise yayılma eğilimli bir yeni dindi. Bu da yeni bir diyalog ve diyaloglar anlamına geliyordu. Sanayi Devrimi 2. Babil anlamına geldi. Diyalog dev bir pazarda buldu kendini. O güne değin fetihlerle zenginleşen krallıkların kasası, dünya yuvarlaklığı son bulunca sömürgeci imparatorluklara devredilip bu kez buluş ve keşiflerle dolmaya devam etti. İdareden ekonomiye sürüklenen bu paradigma alanı İnternet zamanlarında yerini iletişim dalgasına bıraktı. Bu dalgaya kötücül bir dalgalanma adını koyarsak yanılmış olmayız, zira 2000 yılı sonrasında dünyayı saran finansal krizlerin temel nedeni de bilginin açılan otoyollarda sınırsız ve serbestçe akması ve ucuzlamasıdır.

Dünya giderek 3. Babil çağına, belki de Babil’in ilk zamanlarına referans veren bir hale doğru akmaktadır. Mitolojiden hatırlanacağı üzere bu zamanlarda dil tektir. Bu dilin küresel karşılığı İngilizcedir. Karşılığın yananlamlarını bulmak için İngilizcenin başına ulusal dillerin mastarını koymak yeterlidir: Türkingilizce, Frengilizce gibi…

3. Babil’deki diyalog, felsefe yapmak için artık yetersizdir, çünkü felsefenin tek konusu bizzat diyalogsuzluk olmuştur.

2005


1 Temmuz 2021 Perşembe

Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?




Kendime de soruyorum: Hayatım boyunca kaç kitap okuyabilirim?

Okumaya başladım başlayalı ilk meraklarımdan birisiydi bu ve geçtiğimiz zamanlarda bunu cidden anlamanın ve öğrenmenin peşine düştüğümde 27.000 ile 1200 arası rakamlarla karşılaşınca, pişman oldum demeyeceğim, ama gerçekten de hevesim çok azaldı. Zira bu araştırma merakının arkasından belki de hepimizin okuma alışkanlıklarımızı sorgulamamıza yol açacak, belki de verimli, keyifli okumalara, seçimlere yönelebileceğimiz çeşitli veriler ortaya çıkacaktı.
Kitap okumanın ya da genelde okuma pratiğinin kitap ya da sayfa sayısı olarak hesaplanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öyleyse bu sayı, az ya da çok, ve onu bilmemiz ne işe yarayacak her şeyden önce? Sanırım bu uyanış bizde ilkin bir rahatlamaya yol açacak ve en azından Türkçede 150.000'e yaklaşan tedarik edilebilir-okunabilir kitap sayısına daha sakin bakmamızı ve o yığını seçimlerimiz sayesinde doymuş olarak kabul edebilmemiz sağlamış olacak.

Hangi 4000 kitap / 1 Ömür?

Bu hesabı tam olarak yapmamızı engelleyen bir unsur da hayatımız boyunca okuyabileceğimiz kitap sayısının yaş, dönem, ihtiyaç ve sosyal-ekonomik koşullara göre sürekli olarak değişecek olmasıdır.
En sonunda şuna karar vermek zorunda hissettim kendimi: Sayılardan uzaklaşıp sayıları ne olursa olsun ne kadar yerine hangi kitapları -tabii zaman içinde onları neden- okuyacağımı öğrenmem daha doğru bir tutum olacaktı. Ve kafamdan gitmeyen rakamsa 4000 kitap / 1 Ömür'dü genellikle, ama HANGİ 4000 KİTAP?
Burada gerçekten de büyük bir kapsamdan söz ediyorum, henüz kitap ve yazar çeşitlerine girmeden. Kimse durduk yerde ömrünü 4000 kitap okumaya adamak zorunda değil; belki de hayatın yarısından sonra bu sayı 400'e de düşebilir tecrübeler ve yaşantılar arttıkça bilgi-sentez yolculuğunda bilinçliliklerimiz çoğaldığı sürece.
Sonuç olarak 4000 kitabın "varmam gereken değil", çıkmam gereken nokta olduğuna karar verdim. Ben ömrüm boyunca 4000 kitaplık bir okuma yolculuğu yapmış olmalı ve son noktada kaç kitap okumuş da olsan zihinsel hacim olarak yaptığım yol bu kadar kitaba denk düşen bir keyif, zevk ve giderilmiş-doyurulmuş merak ve dürtülerine sahip olmamı sağlamalıydı.

Bilmek, Anlamak ve Olmak-Yapmak

Bütün sıra işte bu. Eğer kitaplarınızla işiniz olacaksa ömrünüz boyunca, onları salt eğlence aracı olarak bile görmenizde bir sakınca yok... Bizler, bize bizi gösteren eşdeğer aynalar yaratarak kurduk uygarlığımızı. Sadece dil değil, kültür farklılıklarımızı bile kapatıp anlaşmaya, hayatı ve kendimizi anlamaya çalışırken bu eşdeğer aynaları, yani bize bakan aynalara, yani kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Eğlencelerimiz yorgunluklarımızı ve bıkkınlıklarımızı alarak hayatımıza kısa süreli ve sık yeniden dönüşlerimizi yumuşatırlar. Sıralaması çok önemli değilse de önce bilip, sonra anlayıp en sonunda da gereken neyse onu yapar ya da oluruz. Hiçbir ilerini alır onları şey bitmez, gene aynalardan görüntülerimizin bilgilerini alır ve yine onların uzantısında yine gerekenleri yapar ve oluruz. Kitap bu işlemler içinde en sessiz ve sadık rehberlerdir.
Bu güzel ve anlamlı yolculukta gerçekten de hepimiz kendi 4000 kitabımızın neler olduklarını en azından simgesel düzeyde bilip anlamalıyız.
Bunca satırı neden yazdığıma gelince. Kitabone ve İDEAL KİTAPLIK ile başlayan okuma kültürünü geliştirme fikirlerimin yeni durağı bu "Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?" sorusu. Çok kısa zaman içinde bu sorunun somut cevaplarını proje, ürün ve hizmete dönüştürmeyi tasarlıyorum.

Meraklılarına daha verimli ve isabetli okuma yolculukları dileğiyle...


11 Aralık 2019 Çarşamba

Sanatçının Bir Âşık Olarak İntiharı?

cogito aşk sayısı ile ilgili görsel sonucu"

Sanat dili, üslubu ağdalı olan bir sanatçı, bile isteye ölmek, intihar etmek eyleminde bulunmayı göze aldığında, yaklaşan ölümünde yine bir üslup denemesine girişir. Tema hiçbir bakımdan çeşitli değil, tersine tektir. Tema ölümdür. Yatay olarak eksiden artıya, artı sonsuzdan eksi sonsuza Ölüm. O kadar. Gidilen bir boşluk. Eriyecek olan yatay bir gövde. Bu temayı diklemesine kesen doğru, üslup doğrusu (tavır doğrusu ya da tavrın niteliği) sanatçının ölümünü zamanın geçmiş düzlemine oturtan, saplayan doğrudur. Yani sanatçının ve sanatın geometri uzayında dikeyi temsil eder bu doğru... Ölüm, intihar olgusunun derinliğidir.

Sanatçı hangi nedenlerden dolayı intiharı seçer? Konularına göre intiharın çeşitleri nelerdir?

Yaşamın dikliği, sarp çelişkileri ve uçurum acıları yok olmayı önerirken gösterdiği eylemci el, sanatçının kendi elidir. Diklik, sarplık ve uçurumların karşısında, tırmanıcı ya da hamleci duyu kaslarını, algı kemiklerini, direnme eklemlerini yitirdiğini gören sanatçı, o hızla bir düşüş kazanırsa da, düşeceği yerden, metafizik konumdan çok, düşüş açısıyla uğraşır. Bu açı, verili ya da popüler intihar nedenlerinin açıortayından sapma gösteren alışılmadık bir durum açısıdır.

“Herkesin ölüme bir bakışı var. Ölüm gelir, senin gözlerinle bakar.” (Bu iki cümle, şair intiharlarının ağır toplarından biri olan Cesare Pavese’nin ünlü dizelerinden düzyazıya aktarıldı, kaynak yerine zorunlu olarak bellek kullanılınca) Pavese, ölümü, insanın dışında bir bakış eylemi olarak nitelerken, bir yandan da intihar düşüncesini ölüm özlemini giderme olarak algılamaktaydı. İnsanın dışında oluşan ve insana (canlıya) dönük yok olma yazgısının zamanca ve uzamca yerlemini ele geçirme (kendi ölüm ânını belirleme - bir tür oto-ötenazi) fırsatı olan ihtiharı, yani ölüm özlemini giderme eylemini bir otel odasında gerçekleştirdiğinde artık yazmıyordu. Öte yandan “Benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı” diyerek yoldaşlara, kardeşlerine, anacığına veda eden Mayakovski, kendini son ve tek çıkar yoluna teslim ederken intiharı da ayrı bir denklemin taraflarından biri yapıyordu...

Neye denk olursa olsun, hiç kimse Sylvia Plath kadar ölmek yükleminde kişiyi edilginlikten bu denli kurtaramadı, hem de yine bir-iki dizeyle: “Ölmek/bir sanattır, her şey gibi (...)” Ölümü bir kaza ânından ya da hastalık döneminin elinden alan Plath bu yüklemi birinci tekil şahısla çekme eylemini yerine getirmekle yetindi 30 yaşında.

Burada duralım. Başka intihar, ölüm özlemini giderme eylemleri ya da her neyse, başka birçok örnekte, sanatçı intiharlarında ölümü bir mitos olarak bulacağız karşımızda. Sanatçının yaratıcı niteliği nasıl olsa ölümün gerisinde, son yapıttan bir önce yaratılan dizeler ya da yazılar bırakacaktır. Yazı bırakmamış da olsa sanatçının yapıtlarında asgari bir ölüme bakış bulmak her zaman olası. Zira, düşünülmemiş intihar ancak bir kaza olabilir.

Burada bir kez daha duralım: Sanatçının intiharı ancak bir başka sanatçının intiharına benzer. Şairler ressamlardan daha çok intihar etmiş; müzisyenler romancılardan daha az intihara kalkışmış olabilirler... Ama nereden bakılırsa bakılsın, sanatçı intiharı, gerekçesinden biçimine kadar birçok ontolojik bulguyla sarılıdır. Hatta bu intiharı kuşatan felsefe alanı az çok varoluşçudur. Ölümüyle işleyen bir varoluş. Babasına kızıp kendini öldüren genç kızla Sylvia Plath’ın, Hitler ile Stefan Zweig’ın intiharlarını birbirlerinden ancak varoluşsal bir uçurum ayırabilir.

Son kez: Sanatçı intiharı, açtığı mitos alanı ve gösterdiği estetik, işlevsel planla vardır, Topluca genellemenin bilinen öznesini kullanırsak, herkes sanatçı gibi intihar edemez. Sanatçı, vardığı toplumsal, yaşamsal bilgi, yorum ve düşlem birikiminin ürünü olabilecek bir tema ve tavır içinde ölüm özlemini giderir (Pavese), ya da yine sanat icra eder (Plath).

Sevginin özel bir biçimi olan aşkın pençesindeki sanatçıların intihar tarihi ya da sanatçıların bir âşık olarak intihar tarihi bilinenden daha da yoksul ve eğer bu bir tarih kitabıysa sayfaları sanırım çok az. Ulaşılabilen bir genelleme olmasa da galiba sanatçılar, özellikle intihar eden sanatçılar gizli aşk intiharlarıyla gizli sayfalar açmışlar bu kitapta. Ya da aşk, karşılıksız aşk, kara sevda, sevgiliye gününü gösterme, terkedilme gibi nedenlerle yaşamına kendi eliyle son veren ve böylelikle ölüm özlemini gideren şair, yazar, sanatçı hemen hemen hiç yok gibidir. Neden mi? Belki de elimizdeki “sanatçıların intihar tarihi”, bilinçli olarak öznel davranıyor. Bir anlamda kolluyor sanatçıyı. Zira, genelgeçer intiharların çoğunda aşk intiharı başı çeker görünmekte. Yazardan (auteur) sıyrılıp kahramanlarına baktığımızda aşk intiharlarının sıklığı dikkat çekici. “Yaratının yarattığına yakıştırdığını genellikle yapmaması durumu” denilebilecek bir olguyla açıklanabilir sanatçının bir âşık olarak intiharı. Gerekçesi bilinmeyen ya da hiç anlaşılmayan intiharların ardından, onların içimize saldığı kuşku durumunu serinkanlılıkla karşılamak gerekir. İzlenmesi gereken daha çok, müntehin bu intihara sürükleyen kuşkulardır.

Aşk intiharlarının, bilgi ve deneyimler sonucunda, sanatçının harcı olmadığına karar verilebilir.

(cogito, 1995)

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Yazmanın ve Yaşamanın Gizli Formülleri



Şimdi burada birtakım formüllerden söz edeceğiz. Hem de olmamalarına rağmen.

Genellikle hemen formüllere sarılırız. Onların bizi hiç bırakmadıklarını, değişmediklerini düşünmemiz buna yol açar genellikle. Formüller aynı ortamlar oluştuğunda değişmez. Dostoyevski ya da Tolstoy, Jack London ya da Jean-Paul Sartre koşulları içinde olduğumuzda aynı formülleri deneyebiliriz. Formülden sonuç olmak için onları okumak yetmez tam anlamıyla. Onlar gibi yazmak da yetmez. O çağda yaşamak, solumak, var olmak gerekir. O halde formüller neden vardır? Bir esinlenme için… Bir etkiye yol açmak için: Taklit.

Taklit et

Formüllerden başka tarifler de vardır. Tariflere ulaşmak için ortamları taklit etmek gerekir. Genellikle üslup ve biçimlerin taklit edildiğinde formülün iş göreceğini düşünürüz. Formül iş görür görmesine, ama aynı etkiler elde edilemez.

Formüllerin işimizi kolaylaştıracağını düşündüğümüze göre şu iki şeyden birini ya da her ikisini birden düşünüyoruz demektir: Bu işi çok ciddiye alıyoruz (yazı sanatı) ve/veya yazmak çok zor bir şey. Acaba hep altı çizilen bu zorluk bahsinin kendisi olmaz mı; örneğin her 3 Fransız’ın 4’ünü yazar olmaya iten neden. Fransızlar zoru severler. Dünyayı dönüştüren 4 büyük keşif ve icat onlara aittir: Sinema, otomobil, uçak ve sanat.

Ne gurur verici bir durum. O halde yazmanın da sosyal bir ortak paydadan açıkça etkilendiği ortaya çıkıyor demek ki.

Taklit etme!

Oldu, taklit etmiyoruz. Formüller de işin sonucuna götürüyordu zaten bizi. Nedenleri ve hedefleri belirlemeden kendimizi bir hevesle yazma işine atmıştık. Karşımıza anlaşılmaz, kapalı metinler çıktı, karanlık yazılar, mistik yazarlar ve gizem dolu bir ortam. Bu sizi adeta korkuttu.

Adına edebiyat ortamı dedikleri ve sayıları az da olsa etkilerinin bu sayının üzerindeymiş gibi görünen bir topluluk sanki bu işi çekip çeviriyor. Sıra numaralarını veriyor, sağdan soldan sayıyor ve damgalıyorlar. Kendi güçlü yayınları ve yayıncıları var. Sağlam kalelerinin içinde burunlarından kıl aldırmadan duruyorlar ve herkes onlardan nefret ediyor, öfke duyuyor, çünkü iktidar onlarda. Nedir bu iktidar? Ona sahip olunca daha mı iyi yazılıyor yoksa herkes iyi yazıyor da iktidara yakın olan mı kollanıyor?

Bakın daha konuya inemedik. Genelde bununla bütün meslek gruplarında karşılaşırsınız. Mesleki bilgi ve deneyimler daha doğrusu meslek ahlakını ilgilendiren konular bu yumağın en içinde, merkezinde, kırılgan bir alanda yer alırken dışa doğru da aynı meslekle ilgili şüphe, korku ve önyargıların sert kabuğu katman katman sıralanır. Genellikle meslekten çok meslek magazini duruma hâkimdir.

Biz de şu bu fırtınalı alana girmiş bulunuyoruz ve işin özüne ulaşıncaya kadar başımıza ne gelecek bilinmez. Belki de hevesimiz o sert kabuğa çarpa çarpa tuz buz olacaktır.

Bütün meslekler ve işler kendilerini böyle koruduklarını düşünürler. Ve bundan asla kaçınılamaz. Yapacağımız en doğru şey kulak tıkamak ya da kendi tutkunuzun yüzeyde mi derinde mi olduğunu daha iyi kavramaya çalışmakta yatar. Sağlam bir istek her türlü önyargıyı yenecek güçtedir. Yazar olacaksanız veya yazacaksanız her şeye hazırlıklı olacaksınız.

(Scriptomax)

29 Aralık 2016 Perşembe

Felsefenin Çöküşü

 Rembrandt, Filozof, 1632
Gerçek bir yolculuk filozofu olan kardeşime...

Felsefe çok yakın bir süre önce başıma çöktü kaldı. Hem de 100 ton ağırlığında. *
Atmosfer kadar düşüncelerin ve kavramların beynimize olan basıncını kestiremiyorum, ne var ki düşünceler üzerine düşünmek -ki buna hala felsefe deniyor mu emin değilim- şimdilerde zor bir uğraş.

Bunun dışında felsefenin, dinin başaramadığı şeyi de yapması imkansız görünüyor: Çok eleştiri toplayan ve uzmanlarca çabuk eğilip bükülen "halka inmek-popülerlik-anlaşılırlık" iddialarının tersine, ki bunların da aslında felsefe mabedinin bekçilerince ortaya çıkarıldığına ve ötekilerin üzerine bir suç gibi atıldığına inanıyorum; başarılması gereken şeyin sadece yürümeye, ilerlemeye ve uzlaşmaya devam etmek olduğunu düşünüyorum.

İnsan için yola çıkan bütün disiplin, ideoloji ve savaşların en sonunda insandan başka her yere vardıklarını; totalitarizmler, despotluklar yarattıklarını ve erklerini onların korunup kollanmasına harcadıklarını ve insanlık düşmanı haline geldiklerini çok iyi biliyoruz. Gücün bir tanımı da -kısa hafızasının yanı sıra- A noktasından yine A'ya gelmek olmalıdır ki güç, doğuşundan bu yana hep B'ye gideceğini bildirmiştir.

Fiziğin olayların nedenlerinin değişmez özellikleri üzerine düşünmesini eksik bulmuş olmalı ki filozoflar da -ki öncülleri tıpçılardır- olgular üzerine düşünmeye felsefe diyerek iki tarafa ayırdılar dünyayı ve evreni: Somut ile soyut. İlk başlarda insan kendi bedeni üzerine düşünmeye koyuldu; ne var ki "içini" açtıkça ve açtıkça bedenin tam olarak fiziksel bir şey olmadığını görmüş olmalılar ki tıptan felsefeye geçiş o kadar da zor olmadı.

Yerçekimini ilk hissettiği andan beri fizik kavramı dünyada hep varoldu, şu soruyla: Neden? Felsefe işte son birkaç bin yılda bu soruya talip oldu ve deyim yerindeyse bu soruyu dünyadan çaldı. Sakladı. Bulunmaması için kavramları yeniden üretti, karmaşıklaştırdı "çalılaştırdı" ve amacına ulaştı. Şimdi bütün bu düşünsel karmaşıklığımız; anlarken ve ifade ederkenki yaşadığımız zorluklar, kekemelikler tam anlamıyla felsefenin eseridir.

Ne var ki felsefe, insanın hep anlamaya çalışacağını, dünya-yaşam-insan üçgeni gizemlerinin üstüne hep gidileceğini, en az bir din ya da tıp kadar elit bir filozof kesiminin sürekli saygın olacağı düşüncesi üzerine düşünmekten başka bir şey yapamadı. Bir dala tutunmaya çalışma önerisinde bile bulunmadan insanın yaptığı patinaj üzerine değil de balçık hakkında temrinlere girişti ve böylelikle kendi evrensel patinajını ustalıkla gizledi.

Gizlenmekten gözlemeye, susmaktan konuşmaya vakit bulamadı felsefe. Ve insanın düşünsel geleceği üzerine harika bir fırsat daha kaçmış oldu.

Şimdi ne yapacağız, demiyorum; hâlâ birşeyler yapıyoruz zaten. Belki dille, anlatımla, hafızayla daha çok uğraşmaya kaçarak şimdilik felsefi kurtuluşumuzu geciktirmeyi kabullendik, ama ondan vazgeçmedik.

İnsan için gerçek bir kurtuluş var mı, eğer ki 125 milyar galaksilik bir evrende bu gezegende hiçbir şeyden habersiz ve cahil şekilde "uyanmış olmak" bir kurtuluşu gerektiriyorsa? Varsa bu kurtuluş zihinsel mi olacak yoksa bedensel mi? Akıl yoluyla mı şimdiye değin oluşmuş olandan hoşnut olmadığımız biz'den kurtulacağız yoksa hayal ya da onun sapkın rakibi inançla veya inanmaya inanmamakla mı?

Soru olarak görünseler de bu cevapları çok merak ediyorum gerçekten de.

* 100 Terimde Bütün Felsefe, yeni baskı, 2017, Halil Gökhan, Kafekültür Yayıncılık




3 Mayıs 2012 Perşembe

Tefrika mı e-kitap mı ö-reke mi?

Sorunsal, soru ya da sorun


Şimdi size dosya türü, program adı, marka ve yazılım isimleri vermeden bir e-kitap yazısı yazmaya çalışacağım. Çalışacağım diyorum, zira buna daha önce hiç çalışmadım. Yazılarımda genellikle çok az referans olsa da yeni teknolojilerle burun buruna olduğumuz son yıllarda belki de 45 yaşa yaklaşmanın huzuruyla ciddi bir adaptasyon sorunuyla karşı karşıya olduğumu görüyorum.
Kırk yaşımdan bugüne kadar hayatımın üçüncü büyük, ama bu kez gönüllü eğitim-öğrenim dönemimi geride bıraktım. Dörder yıllık bu üç çevrimin sonuncusunun farkı, ondan önceki geri teptiğim kişisel eğitim fırsatlarını reddetmemdi. Hayır, teknolojiyle asla onu reddederek flörtleşmedim. Tavrım biraz da bitmekte olan konvansiyonel bir dönemin araçsal üretim tarzlarının kayboluşuna dair bir yastı.
İlk kez bir yastan sonra kaybımı geri kazandığımı gördüm ve bu kez eğitime hayır demedim. Onu kabul ve buyur ettim, ağırladım ve işte bu dönem boyunca asıl ustanın bende gizlenmekte olduğunu gördüm. Usta ilk kez çırak kabul etmiyordu ve ustalar arası bir alışverişle bu son çevrimi de tamamlamış oldum.
Çevrimin iki ucunda çok garip ama hala iki insan duruyor. Birisi, çevrimin başındaki, hala yanı başımda duran adam. Öteki, çevrim sonundaki ben ise yanı başımda duran az meraklı kişiyle bir diyaloğu kesinlikle onaylıyor; ondan kopmayı, bırakmayı asla düşünmüyor, aksine ondan beslendiğini gizlemiyor. Ve biliyor ki teknolojik ilerleme, merakları mideye indirerek, onları azaltarak çalışıyor. Tarihinde ilk kez alet ve araç nesne durumundan çıkıp özne olduğunu iddia ediyor. Buna itirazımız yok, zira özne olarak tarihin en zayıf anımızdayız nesneler karşısında.

Nesne imparatorluğunun nesnesi olan özne


E-kitap'tan hala bahsetmedimse de ben su yatağından konuşmayı seviyorum konu nehir olduğu zamanlarda. Şu günlerde ilgililerinden epeyi beğeni ve merak toplayan tefrika.net çalışması, halen e-kitap'ın içinde bulunduğu ve şimdiki zamanımızla çakıştığı yeri tarif etmeye başladı, kanımca. Acaba ilk tefrikaların gazetelerde yayımlanmaya başladığı zamanlarda, şimdi kitap/e-kitap arasında birtakım tahterevallicilerin yapmayı çok sevdikleri giden kalan oyunu da oynanmaya başlamış mıydı. O devirlerde dünyadaki yazar, okur ve matbaa verilerinin kendi içlerindeki oranları, hiç kuşkusuz bugünkü oranlarla farklılık göstermiyordu. Gazetelerin yaygınlığının giderek artması, şimdiki internet ortamının daha dinamik hale gelişine benzediği kesin. Tefrikaların, okur ve yazarlarda yarattığı korku, imrenti ya da dehşet, insanın eskiyen aracı unutup yenisine gözünü diktiği trajik ana ilişkin olduğu açık.19 yüzyılın ortalarında büyümeye başlayan tefrika türünün başarısı karşısında elbette tepkiler hemen yerini aldı. Bazı eleştirmenler tefrika yayınlarını bir halk ve sanayi edebiyatı, kitle kültürünün değeri düşük bir özelliği olarak gördüler. Kimi asilzadeler meclis kürsüsünde söz alarak bu tür romanlar yüzünden hayal gücünün mantığı bozduğu tehlikesinden bile bahsettiler.

Tefrika/ahlak, e-kitap/modern ilişkisi

Tefrika.net'te bulunan ayrıntılı tefrika edebiyatı tarihinden okumaya devam edelim: "Sadece maddi çıkar taşıyan bu romanların okuyucuyu ahlak çöküntüsüne uğratacağı ve buna bağlı olarak yazarların da yeteneklerini kötü amaçlara alet edebileceğinden korkulduğunu belirtmiştir. Alfred Nettement ise tefrika romanların taşıdığı ticari kaygının bütün edebiyata yayıldığını belirtmiştir. Bu romanlar sadece içeriksel değil, biçimsel olarak da eleştirilmişlerdir. Okurun ilgisini ayakta tutmak zorunda olan tefrika yazarları ise bir bildirge yayınlayarak eleştirilere cevap vermişlerdir. Ayrıca, bu edebiyat türünün işçi sınıfına kolaylıkla okuma yazma öğreteceğini de savunmuşlardır."
Geçmişte edebiyata daha açık ve kesin görevler, hizmetler atfedildiği son derece aşikar. Bugünkü dolaylı durumunu da kötüye yormaktan ziyade insanın kuşkuları, korkuları ve sezgileri arasındaki bir meydan savaşı olarak görmekte çok yarar olacaktır.
Aşağıdaki son cümlelerden sonra da e-kitap'ın nasıl bir dar kapı ya da tünelden geçeceği, oradan da nereye gideceği daha iyi öngörülebilir sanıyorum:
"Bu roman türünün ilk çıktığı çağda kamuoyunun beğenisine göre ve hızlı yazılması yüzünden kötü eserler verdiği sıkça söylenmekteydi ama bugün bu düşünce geri tepmiştir çünkü birçok tefrikacının adı belleklerde kalmıştır. Günümüzdeyse, iki dünya savaşından sonra ve yeni medya araçlarının keşfedilmesiyle (sinema, radyo ve daha sonra televizyon) tefrika roman yavaş yavaş düşüşe geçmiş ve yok olmuştur."

Bu yazı için Küçük SANDIĞIN GİBİ DEĞİLSözlüğü
Tefrika.net:  www.tefrika.net adresindeki bir tefrika roman yarışması.
E-kitap (eBook ing.): E-okuyucu ya da tablet bilgisayar ve akıllı cep telefonlarından okunabilen elektronik kitap.
Öreke: Yünden ip yapmayı sağlayan bir düzenek.

10 Nisan 2012 Salı

Festivallerin sonu mu geldi?


Sanat için sanattan kurum içi(n) sanata

Geçenlerde gecenin epeyi de ileri bir saatinde, ahlak ve erdemine çok inandığım esaslı bir arkadaşım benden yardım istedi: Sinema festivali için gittiği bir seansta önde oturan bir hanımın film başlamasına rağmen olanca inatla akıllı cep telefonundan sosyal medya profillerinden kopmamakta gösterdiği ısrar arkadaşımı deliye çevirmişti. Saygısız izleyiciyi uyarmış, bu uyarıyı yanındakiler de desteklemiş, ama genç kadın onların kanını donduran ve orada, bir film festivalinin özel seansında neden bulunduğuyla ilgili gerekçelere çok ters mantıkta bir cevap vermişti:

-Sana ne!

Burada filmi donduralım ve biraz geriye gidelim. İnsanlık için çok kısa, ama sinema tarihi için uzunca bir süre geriye; kırk seneye yakın bir zaman öncesine. İstanbul'da bir kültür sanat vakfı kuruluyor. Saygın bir işadamı ve sanatsever ailenin önderliğindeki bu festival günümüze kadar birçok sanat etkinliğine imza atıyor ve ölümsüz İstanbul film festivalleri de bu vakfın himayesinde serpiliyor boy atıyor gelişiyor. İstanbul'un ölümsüz ve ezeli kültür semti Beyoğlu, bu etkinlikler sayesinde eski batılı tarzını sürdürebiliyor. Şehir kültürü bu vakfın duyarlılığı sayesinde çağdaş dokusuna kavuşuyor bir anlamda.

Peki o kız orada n'arıyor?

Bu soruyu arkadaşıma sorduğumda onu birkaç film seansında daha gördüğünü ve o ters cevabıyla bu durumun çeliştiğini söyledi. Biraz ara verip festivalizmden bahsetmeliyim. Senelerdir duyduğum ve bana amansız imrenti veren bir gelenektir artık bu İstanbul'da: Salonlar tıklım tıklım dolmasa da ellerinde koçan koçan biletler, başta hanımlar olmak üzere festival süresince o filmden bu salona, şu yönetmenden bu aktöre koşturulur durulur artık. Tarifsiz bir heyecandır bu. Yıllar içinde yavaş yavaş dünya çapında festivallerde yaşayan bir sinema tadı ve geleneği yer eder. Macaristan'da geçen sene "sanatsal" bir film mi çekildi? Onun ülkende vizyona girmeyeceğinden eminsen de bir gün mutlaka film festivaline geleceğini adın gibi bilirsin. İşte böyle bir şeydir festival. Entelektüel bir gusto yaratır kültürlü sanat gurmelerinin dimağında ve damağında. Gerçekten ciddiyim, buna inanıyor ve altını özellikle çiziyorum: Sanat yaşanabilir bir şeydir. İyi ki sinema var. Tabii ki diğer perde, sahne ve temsil sanatları da. Sinemasız bir opera, tiyatrosuz bir bale düşünülebilir mi aynı sanatsal çanakta. Hepsi birbirini etkiler, besler, anlamlandırır.

Arkamda oturan üç bayana anlatamadığım şey 

Gecenin o saatlerinde arkadaşıma hak verip, onun twitter mesajlarını başkalarına da yönlendirip dayanışmayı sürdürdükten sonra bir hayal kurdum: Bir arkadaşımı arıyorum. Beyoğlu'na çok inmez. Kültürle sanatla çok ilgisi yoktur. O sene bir yerden başlamaya karar verdiğini biliyorum. Bir şey olduğunu hissetmek, tahsillerinin karşılığını vermek, yüzeysel bulduğu yakın çevresinden uzaklaşıp, farklı ve farkındalıklı olmak adına geçerli nedenler aramak ve bulmak istediği her halinden belliydi. Derken film festivali programı geçiyor eline birden. İnternetten on tane film bileti satın alınıyor hemen. Saatlerin çakışmamasına özenle dikkat ediliyor. Mekanların da. İlk kez gittiği için de yeni şeylere tanık olacağını, yeni kişilerle belki karşılaşacağını hayal ediyor. İçi ısınıyor. Yüzeysel dostluklar, içi boş ortamlardan öteden beri sıkılıyordu. Başka bir şey arıyordu o.
Hayal bu ya. O arkadaşım festival esnasında tam film başlarken facebook veya twitter'dan heyecan içinde takipçilerine ya da arkadaşlarına gittiği filmin bilgilerini, o ortamın elitizmini, insanların şahaneliğini yeni yakaladığı farkındalıkla anlatırken arka koltuktan ciddi bir sesle uyarı alıyor. O anda başından aşağı inen kaynar sular, o gün takındığı günlük kültürel kimliğini de silip süpürüyor ve eller havaya ruhu kabarmış olan arkadaşım dönüp mahvediyor yeni kimliğini:

-Sana ne!



25 Aralık 2011 Pazar

Sanallığa Veda Günleri Başlıyor
















Sanallığa Veda Partisi

1.

Kaybetmektense bulamamayı tercih edenlerdenim. Bu sözü Picasso'dan da çalmış olabilirim gri beyin hücrelerimden de.
Ne demişti Picasso?
"Ben aramam, bulurum."
Neden bu kadar çok söze ihtiyaç duyuyoruz ve mutlak bir söz her şeyi açıklamıyor?
Arayışlarımızın ve bulamayışlarımızın akranı mı eksiklik duygumuz?
Bir de anlam karanlıkçıları var. Kapalı oldukları kadar karanlık olmalarıyla da övünen.
Ben karanlık oldum ama karanlıkta kalmadım. Geçtim gittim ordan.
Bana kalan sadece karanlığın içindeki anti-maddeydi. Bu yeni maddeyi günlük hayata tuttuğumda anlamların ve kavramların üzerindeki o kolay örtüler birdenbire değişti. Tek bir örtünün olmadığını, her şeyin aslında bir gökkuşağı olarak göründüğünü gördüm o anti söz maddesi sayesinde. Bunun adını bulamayınca şiirsellik dedim ve geçtim. Kalamazdım.
Beni aydınlığa, ışığa çeken neydi peki? Kukuletalarını başlarına geçirmiş, nuh nebiden kalma defterlerine mum ışıkları altında kapanmış ve karanlığı, anlaşılmazlığı durmadan terennüm eden ve buyuran bu kör meclise bir zamanlar neden dahil olmayı çok istemiştim? İşte hepsi bu anti söz maddesiyle ilgili. Bugün bunu anlayabiliyorum.
Latincede var mı yok mu bilmiyorum, ama ben bu duruma "copypastus human" demek isterdim, eğer ki saçmalamak ciddi bir şey olsaydı.
Şimdi kendime sorabiliyorum: Bilgiyi neden sakındım hep yazarken. Gerçi içine tıkış tıkış bilgi doldurulmuş, ilk başta sıkıcı gelen sipariş yazılar da yazdım ve hepsinin de salt parayla ilgisi vardı. Ve bir gün şunu gördüm ki en leziz yazılarım onlardı. Benim için değil okur için. Ne felaket!
Bakın görüyor musunuz, okur hep orada sözün kendisine gelmesini, pasın kendisine atılmasını sürekli bekliyor ve bu da yapılınca basıyor kalayı: Benim işim var bu yazıda? Beni hem gözetmeyeceksin hem de göz kırpmadan bakacaksın bana?
Okurun istediği sadece bu mu? Okur ne istiyor? Acaba ne istediğini biliyor mu?
Okur ne olduğunu öğrenmekten başka bir şey istemiyor.
Bense artık bunu yapmak için bir şey okumaya izlemeye ihtiyacının kalmadığını söylerken bir başkası kalkıp bunun geçici bir körleşme ya da sağırlaşma olduğunu savunabilir tabii. İnsanın kendine karşı körleşmesi, sağırlaşması yazının icadından sonra başlayıp başlamadığını sorgularken okumanın icadına hiç bakmıyoruz. Dikkatimiz devamlı olarak hep sunulanda. Aktörde. Sahnede. İzleyici eden bu kadar kendini saklıyor, bir koltuğa, sandalyeye, masaya ve gözlüklerin ardına hapsediyor.
Bu tuhaf tevazu mu onun en büyük bilgeliği?