şehir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şehir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ocak 2025 Salı

İstanbul'un Gece Yakası

Foto: Şevket ŞAHİNTAŞ
Gideceğim yerin adını bile hatırlamıyorum (ya da çağrıldığım yerin) ama o yeri bulamamak korkusu sarmıyor içimi; çünkü beni bekleyenlerin de gideceğim yerde olduklarını sanmıyorum.
Yakalarımı kaldırmış kış mevsiminin erken bir yaz sıcağı içine adamakıllı saklandığı bir havada Beyoğlu'nun girişine doğru yaklaşıyorum.
Az sonra, içinden bir günde ortalama dört yüz bin kişinin "geçtiği" bir atardamarın sadece ayak tozuyla tıkanmış cidarları içinde yuvarlanıyor olacağım. Bütün adreslerin tek bir semt adıyla anıldığı bu damarın içinde, aynı kalbin atışlarını ileten sosyal bir sıvının partikülleri arasında yuvarlanırken değil bir adres aramak, ya da bir adrese ait olmak, etrafa bakmak bile beyhude!
Burası bir bar önü. Bir cafe de olabilirdi. Ya da bir meyhane. Buraya her zaman uğrayıp uğramadığımı bile bilmiyorum. Genellikle bar, cafe ya da meyhane arasında kesin bir seçim yapmadığımdan olsa gerek, gezindiğim mekanlar arasında görüntüsü ya da çekiciliğiyle aklımda kalmış ya da "her zaman buradayım" dedirten bir yer hemen hemen yok gibi. Çok tuhaf. Bu tekdüze duyguya rağmen, bu semtteki bütün mekan adreslerinin tek bir isimle çağrılmasına rağmen, hiçbir zaman "homojen" bir yapının içinde asılı kaldığım gibi bir duyguya da kapılmadım.
Her zamanki masama oturuyorum; pencerenin önünde ya da duvarın yanında. Hava tam anlamıyla kararmış. Bunu ışıklardan anlıyorum.
Oturduğum yerden caddeyi izliyorum; ya da sokağı... Neredeyse on yıldan bu yana sivil trafiğe kapalı olan İstiklal Caddesi'ni dikey olarak taksiler, özel otomobiller keserken; cadde boyunca bir aşağı bir yukarı resmi arabalar gidip geliyor. Farları da beceremiyor orada, bizimle olduklarını kanıtlamaya. Oysa kanıtlamak yerine anlatmaları yeterliydi.
Tehlike kelimesini düşünürken aslında İstanbul'a "sonradan" geldiğimi hatırlıyorum. Ne yazık ki genellikle bazı kelimelerin geceleri oynadığı oyunlarla kafamı kurcalıyor bu aidiyet cümbüşü.
Karnaval kelimesini düşünmüyorum; ona bakıyorum. Caddeden gelip geçenlerin, metal para sandıklarından para çekenlerin; lotarya ve sinema kuyruklarının; köfte ve dönerci dumanlarının; kapanmış gazete bayilerinin; şekerlemecilerin ve tuhafiyecilerin; giyim mağazalarının oluşturduğu iki duvar arasında sokaklardan gelmeyen ama sokakları ve sokakların karanlığını besleyen bir kalabalık "aşağı" doğru, tünelin sonuna ve "girişine" doğru akıp gidiyor.
Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.

Heryerdelik (omnipresence) ve alibi; yani olay sırasında orada olmadığını kanıtlama durumu.
İstanbul'un bir başka ucu olan "gece yakası"nı bu iki kavramın kapsayıcılığı altında anlatmak için düşünmeye başlıyorum.
Gözümün önüne ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir"indeki yazısında İstanbul üzerine sözleri geliyor:
"Bir İstanbul'lunun gündelik hayatında bulunduğu yerden başka tarafı özlemesi çok tabiidir"
Eğlence ve yaşam imkanlarının heryerdeliği karşısında bir İstanbullunun bu imkanların her biri sırasında orada bulunmama durumunu kanıtlayan sözler bunlar.
Üç aşağı beş yukarı herkes anlaşmıştır İstanbul'un bir gece şehri olduğunda... Gündüzleri dişil ve kent'tir İstanbul. Aura'sı su ve topraktan oluşan her şehir gibi. Geceleri ise bir tepesinden diğer tepesine bakıldığında yatağına yatmak üzere usul usul soyunan bir kadın; ama az sonra yaramaz bir oğul gibi herkesin yatmasını bekledikten sonra pencereyi açacak ve kendini gecenin karanlığına salacaktır.
Sabaha kadar sürecek olan İstanbul gecesinin anatomisinde; denizin ve kıyıların; köprülerin ve iskelelerin; camilerin ve meyhanelerin olduğu kadar bunları yapan insanın da takvimi saklıdır. Tanpınar'ın deyimiyle eski günlerde bir "terkip"ten oluşan İstanbul yerini sürekli olarak bir başka terkibe bırakıyor. Bu karışımın rengi geceleri suda parıldayan bir kömür karası. Parıltıların arasından seçilebilen insan hikayeleri, İstanbul gecesinin edebi uzuvları arasında yol bulmaya ve şehrin bir parçası olmaya çalışıyor. Gelgelelim, kolektif zamandan başka bir değişim aracı tanımayan şehir, gündüzlerinde, bireysel takvimleri toptan reddediyor; çünkü İstanbul, günışığında endüstrinin, ticaretin, trafiğin ve denizin mekanı. Gece ise bireysel takvimler sahne alıyor; hiçbir el rehberinin tarif edemediği yokuşlarda, hiçbir krokinin çizemediği sokak kıvrımlarında ve hiçbir tarifin bulamadığı hanelerde İstanbul'un gece yakası soluk alıyor.
Beyoğlu'nda gezmek; eğlenmek için gezmek her zaman için Beyoğlu'nda olmanın bir adım gerisinde olmuştur; çünkü nasıl benzerlik aynılık değilse, Beyoğlu'nda olmak, bir süre sorunu olarak Beyoğlu'nda olmak değildir.
Sayıları değişmese de, açılan her mekan kapısında yeni ve bilinmeyen bir kart ortaya sürülür. Süreye bağlı olarak oyuncular ve oyun sürekli olarak değişir. Beyoğlu'nda gezerken eğlence denen oyunun da sürekli değişmesi Beyoğlu'nu farklılaştıran bir ritim ve yaşam vurgusudur.

Gideceğim yerin adını bile hatırlamıyorum (ya da çağrıldığım yerin) ama o yeri bulamamak korkusu sarmıyor içimi; çünkü beni bekleyenlerin de gideceğim yerde olduklarını sanmıyorum.
Gideceğim yerin ve orada kimlerin olduğun bir önemi yok. Çünkü ben İstanbul'da zamanı geçirmenin bir zorunluluğu olarak Beyoğlu'na eğlenmeye gidiyorum.

14 Aralık 2024 Cumartesi

Nuovo Cinema Paradiso: Çocukluğun hiç geri dönmeyen masumiyeti


20. yaşı için oğlum Can'a

Çocukluk en neşeli yalnızlığımız.
Uzun sürmez. Kış çabuk gelir. Sorumluluklar, kimlikler. Çabucak büyütülürüz. Bu acele yüzünden çocukluğun masumiyeti hemen bizden uzaklaşır.

Nuovo Cinema Paradiso'yu ilk izlediğimde farkında değildim. Benzeri bir daha asla gelmeyecekti. Tıpkı otuz yıl boyunca kasabasına geri dönmeyen küçük Salvatore (Toto) gibi.
Daha çok bilinen adıyla Cinema Paradiso'yu sineması olmayan bir şehirde ilk kez izlemiş olmalıyım. Televizyonda elbette. Orada gereğinden fazla yaşamıştım ve bana bahşettiği dönemin yoğunluğuyla yaptığım şeyler arasında neredeyse bir kitap boyutunda yazıları da katabilirim.
Yazılar elbette Cinema Paradiso ve dolayları hakkındaydı: Taşra, taşralılık, metropol, sanat ve dönüş kavramları üzerine. O zamanlar adeta Dönüş kavramının kıskacı altındaydım. Nereye gitsem hep dönüyordum bir yere, çünkü geldiğim bir yer, çıktığım bir tekvin yoktu. Memleketsizdim. Üstelik bu sorun bile değildi. Akrabalık yok sayılırdı. Hep göçmendik ve her gittiğimiz yere döndüğümüzü sanıyorduk, ama ortada ne gurbet ne de sıla vardı.

Cinema Paradiso içimdeki Dönüş kaderini anlamam ve ona bağlanmamam için çekilmişti adeta.
Bugün geri dönüp baktığımda filmin hikâyesinin zamana karşı yolculuğa çıkan bir başlangıç olduğunu kavrayabiliyorum. Filmle birlikte aslında kültürel tarihlerimizde doğduğumuz ama doyamadığımız yerleri terketme konusunda uzun ve zorlu bir anlatı çalışması da yola çıkmıştı. Bir ağacın dalları, bir deltanın kolları ölçüsünde bu hikâye filmden çok uzağa -ki enfes ve unutulmaz film müziklerinin de etkisiyle- ulaştı, yayıldı, çeşitlendi ve kendini çok aştı. Ve Cinema Paradiso sinema sanatının yüz yıllık eşdoğrultulu sanat arayışında da popülerlik ve estetik kaygıları arasında nitelikli bir şekilde durmaya devam ediyor.

Cinema Paradiso filmine çocukluk gözüyle baktığımızda acımasız yetişkinlik kaderini görürüz. Bu açıdır hepimizi doğduğumuz topraklardan ötelere gönderen; oralardan hiç gidemesek bile. Neden mi, çünkü yetişkinlik umutsuzdur ve direndiği tek şey yaşlılıktır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yetişkinlikle yaşlılık arasında sürekli olarak mesafe ve örtüşme bakımından bir düzensizlik hâkimdir. Anlayamadığımız ve göremediğimiz için görmez ve sorgulamayız, yaşlılık yetişkinliğin bir çeşidi midir yoksa her yetişkin yaşlı mıdır... bilemeyiz.

Cinema Paradiso masum çocukluğun yetişkinlerce öldürülmesidir. Sinema gibi muazzam bir olgu köyüne kasabana kadar gelir, ama egemenlerin eline geçer hemen; tıpkı matbaanın, gazetenin, televizyonun ve diğer bütün bilimsel yeniliklerin ele geçirilmesinde olduğu gibi. Sinema, sanki evlerimizin her yere açılan ikinci kapısıdır. Mimari kapı bizi dışarı çıkarırken, sinema kapısı her açıldığında başka bir mucizeye, felakete ya da unutuşa bizi yönlendirir. Küçük kasabanıza aniden giren sinema sizden hemen yeni bir mabed kapalılığı talep ederken kendine bir de isim arar. Bu isim taşra egemenlerinin egemen dillerinin en çok kullanılan birkaç kelimesinde yatmaktadır. Paradiso, yani cennet... İşte bulunmuştur sinemanın adı. Gerisi çok da önemli değildir, ama bugünden baktığımızda Cinema Paradiso sinema mabedlerinin ilk azizidir, hem film hem de düşsel bir mekan olarak.

Cinema Paradiso'dan 20 yıl sonra, aradan geçen zamanın filmi nereye getirdiğinden çok bu zamanda sinemanın ulaştığı duyarlılık noktalarından bu filme bakmak sanırım çok daha önemli. Sinema, insanın modern yolculuğu, kültürel sonuçlar ve sosyal gelişmeler yönünden metropol-taşra ikiliği, artık bir ikilem olmanın uzağında, hem yer değiştirmiş olmaları hem de birbirlerine benzemenin ötesine geçmiş olmalarını da kavramamıza yaramıştır. Taşrada mabedden modernliğe, insanın ortak yaşamında başlayan bütün yapıların kentten kasabaya doğru akışında her zaman bir yanlış anlama, büyükkentten gelen yeniliği taşranın devamında sıva harcı olarak kullanma eğilimi, onu taşra yapan tek nedendir zira. Kasaba, sanıldığı gibi kent olmaya çalışmaz; aksine onunla çatışır ve bunu ondan yararlanmaya çalışarak yaptığına inanır. Birbirlerine benzemenin ötesine geçmeleri de taşra ile metropolün nüfus ve sosyal karmaşalar çoğaldıkça dejenere olmalarıyla açıklanabilir.

Sinema acaba Cinema Paradiso'dan beri başka ne gibi duyarlılık noktaları yaratarak kasabalar, kentler ve metropoller arasındaki bu hazımsız ve hiçbir yola çıkmayan kör ilişkileri en azından aydınlatmaya devam etti? Ya da sinema ne denli adına tersine dromomaninin (seyahat hastalığı)  yarattığı bu kördöğüşünün farkında?



12 Kasım 2024 Salı

Görünmez Kentler ve Renkler

villes invisibles ile ilgili görsel sonucu

"Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yanyana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli; sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."

Italo Calvino "Görünmez Kentler"


Kentlerin yaşamında sokakları, binaları ve meydanları oluşturan kavram köşeleriyle artık hiç kimsenin ilgilenmediği gün gibi ortada. Kentler rüzgara, zamana ve unutuşa doğru yaşlanırken bu köşelerin, Ortaçağ’ın 11 burçlu şehir kaleleri gibi kentin her yerine serpiştirildiğini, kentin kamu kütüphanelerinde, özel meskenlerin okuma/yazma odalarında bu köşelerin masa, dolap ve koridor sonlarında yaşadığını mırıldanıyor sokak taşları.

Kent bomboş.

Üzerinde insanlar, arabalar, sinemalar, reklamlar ve köprüler dolaşıyor, ama kent bomboş.

Bir Fellini Roma’sı ya da Solanas’ın Buenos Aires’i gibi… El Sur (Güney) taş sokakları yalıyor Tango zamanı.

Boş kentler renksiz görünür. Avrupa’nın kentlerinde öğle vakti ya da akşam yemeğinden sonar yer eden bu renksizlik deniz kenarındaki kentlerde yerini mavinin soluk tonlarına bırakır. Boş kent, kımıltısız bir deniz kadar sessizdir çünkü. Deniz için fırtına neyse kent için insanların kalabalığı odur.

Kentler kurulalı birkaç binyıl oldu olmasına ama kent hayatının neresindeyiz artık? Barbarların istilasından korkan kentlerden uygarlığın çöplüklerine dönüşen kentlere, at üstünde girilen kentlerden bir terör bombasının tehdidiyle kaçılan kentlere gelinceye kadar neredeyiz?

"Belki de kent yaşamının kriz noktasındayız,” diyor Italo Calvino “Görünmez Kentler” adlı kitabında. Ona göre “Görünmez Kentler” yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. “Metropollerin tamamını bloke ederek zincirleme zararlar doğurabilecek büyük teknolojik sistemlerin çekiciliğinden konuşulduğu kadar, doğal ortamın yıkımından da aynı süreklilikte konuşuluyor. Çok büyük kentlerin yaşadığı kriz doğanın yaşadığı krizin diğer yüzüdür."

“Görünmez Kentler”in bir başka meselesi de insan, doğa ve tarih uyumunun kentlerde yitmiş olması üzerinde yoğunlaşıyor. Eşyaların, nesnelerin insan yaşamı ve eylemleri üzerindeki kesin zaferi, insan tarafından kabul edilen bir egemenlik olarak yer etmiş durumda yaşamlarımızda. Dolayısıyla insan hem kendisine hem de dünyaya yabancılaştı. İnsan ürettiğinden daha fazla tüketiyor, çünkü artık insan adına makineler daha çok üretiyor. Makineler tüketemediğine göre insanın “bir makine kadar hızlı” tüketmesi gerekiyor. Bu kopuş, bu teslimiyet, insanın arzu ve isteklerindeki bu azalma kente de yansıyor. Ne var ki kentlerin bir belleği var ve bu bellek elektriksel hareketlerin de ötesinde ahşap, taş, boya, sıva, heykel ve duvar olarak yaşıyor. Onlara dokunuyor, görüyor ve işitiyoruz.

İşitmek mi? Ama nasıl?

Rüzgarın sayesinde.

Kentler kurmakla yanlış mı yaptık acaba? Issızlıktan, yalnızlıktan gelen insanların sosyal sorunlarını çözeceğimiz yerde onu teknolojinin, medeniyetin ve kalabalıkların içinde daha da mı yalnız bıraktık?

İşte Italo Calvino gibi daha birçok düşünür, mimar, şehir plancısı ve yazar bu sorunun cevapları üzerine düşünüyor, kalem oynatıyor. “Görünmez Kentler”de Kubilay Han ile Marco Polo'nun buluştuğu satranç partileri, söyleşiler ve kent masalları arasında okurun yolculuğu sürerken, modern kentlere belki de ilaç olabilecek doğu mistisizmi anlaşılmaya çalışılırken öte yandan modern kent yaşamının içinden çıkılmazlığı ve geleceği üzerine düşünceler etrafımızı sarıyor. Tektipleşmenin, ıssızlaşmanın labirentini aşmak, bu labirent içinde bir yol bulmak. Günümüz kent insanının bütün uğraşı neredeyse bu eylemler.
Labirent uzuyor, kıvrılıyor, büyüyor ve daralıyor.

İnsan küçülüyor. Yaya geçitleri de küçülüyor ve dağılıyor kentin her bir köşesine.

O beyaz çizgiler labirentlerin yol taşlarına dönüşüyor.

Görünmez Renkler

“Görünmez Kentler”de Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı her kent bir kadın adını taşıyor: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini.” “Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzular. İsidora’ya varır sonunda.” “Dorotea iki türlü anlatılabilir: Kenti, her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kat eden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinden yükselen dört alüminyum kaleden söz eder, her mahallenin gelinlik kızlarının öteki mahalleden gençlerle evlendiğini, ailelerin kendi tekelinde tuttuğu bergamut, havyar, usturlap, ametist gibi şeyleri aralarında takas ettiklerini göz önüne alarak bütün bu verilerden hareketle kentten geçmişte, şimdi ve gelecekte talep edeceğin şeylerin tümünü keşfedinceye dek hesaplar yapılabileceğini anlatabilirsin;...” “Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay.” “Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir.” “Yolculuğun sonunda Tamara vardır.” “Altı nehrin e üç sıradağın ötesinde, bir görenin bir daha unutamadığı kent, Zora yükselir.”

Bunlar dışında Maurilia, Eufemia, Zobeide, İpazia, Armilia gibi başka düşsel kentlere de seyahat eder Marco Polo. Kubilay Han, gözler, takaslar, gökyüzü ve ölüler arasında geçen bu kent sohbetlerinin arasında Marc o Polo’ya derin bir kuşkuyla sorar: “Bana anlattığın bütün bu ülkeleri ne zaman vakit buldun da gördün bilmiyorum. Bu bahçeden hiç ayrılmamışsın gibi geliyor bana.” Marco Polo ise bir hükümdarın huzurunda bulunuşun büyük dikkatiyle şöyle cevap verir: “Benim gördüğüm ve yaptığım her şey, kafamda, bu bahçedeki aynı sükûnetin, aynı alacakaranlığın, sadece yaprak hışırtılarının bozduğu aynı sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde anlam kazanıyor. Yaşamım timsahlarla yemyeşil bir nehrin akıntısına karşı boğuşmakla ya da gemi ambarlarına indirilen tuzlu balık fıçılarını saymakla geçse de, düşünmek için dikkatimi yoğunlaştırdığım an kendimi akşamın bu saatinde hep bu bahçede, senin yüce huzurunda buluyorum.”

Diyalog böyle devam ederken Kubilay Han Marco Polo ile kendisini çöplükleri karıştıran iki meczuba benzetir. Bunun üzerine Polo cüretini artırarak cevabı yapıştırır: “Belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer, bir de Yüce Han’ın sarayının asma bahçesi kaldı. Onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız, ama hangisi içerde hangisi dışarda belli değil.”

Görünen Renkler

Turuncu

Tatar imparatoru Kubilay Han, Marco Polo yolculuklarında gördüğü kentleri kendisine anlatırken ona inanıyor muydu? Ama şurası kesin ki Kubilay Han, diğer bütün ulak ve kaşiflerinden daha büyük bir merak ve dikkatle dinlemeyi sürdürdüğü Marco Polo’yu dinlerken zapt ettiği uçsuz bucaksız toprakların verdiği gurur duygusunu yitirmemek için bu “zahiri” yolcuya katlanıyordu besbelli. Bütün bu katlanmanın ötesinde Kubilay Han’ın hayatını saran turuncu kuşak, yaşadığımız kentlerin ötesinde başka hayatlar ve kentler olduğunu bize durmadan bildiren turuncu kuşaktır. Bizler buna kısaca haberci kuşak demeliyiz. Kentlerimizin sokaklarında bulamadığımız bir renktir turuncu. Salon ve odalarda, eşyalarda ona rastlarken kentdışı, mekandışı bir renk olarak acaba Marco Polo’ya Kubilay’ın duyduğu garip hayranlığı da taklit ediyor muyuzdur ister istemez?

Kubilay Han, yalnız Marco Polo'nun anlattıklarında yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin ötesine geçerken de karınca ağızlarından balkabakların içine, kabak çiçeklerinden olgun kayısılara kadar turuncu bir düş denizinin kıyılarında dolanıyordu. Hükümdarlık gururu ve gerçekleştirdiği fetih düşleri onun yeni düşlere dalmasına engel değildi ve Venedikli Marco Polo’yu sarayının asma bahçesine konuk etmesinin asıl nedeni buydu. Gri, yosun yeşili Venedik’ten gelen yolcunun bir hükümdarın turuncu düş bahçesine konuk oluşu… Biraz olsun kentten turuncuyla kaçmak anlamına gelmez mi bu?

Mavi

Melih Cevdet şöyle derdi: “Gökyüzü boş – Nereye bağlasam atımı?” Uzun süre at koşturan kimdir, mavi gökyüzünün altında? Bu ıssızlık yolcusu belli ki bir kente gelmiştir. Gökyüzü boştur, demek ki gündüzdür; yıldızlar görünmemektedir. Gökyüzü görünmediği zamanlarda mavi olduğu için denizler de mavi olabilir. Onca kumu, çakılı, kabukluyu ve balıkları gizlemek için.

Mavi renk, kalabalık bir canlı-cansız sürüsünün çok uzaktan bakıldığında seçilen rengi olabilir mi?

İsidora. Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzulayınca bu kente varır. “Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı helezoni merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır, bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar, ve horoz döğüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür.”

İsidora kesinlikle genç bir kadındı. Surları sarı çiçeklere bezenmiş, meydanında mavi bir kumaşa sarılmış çiçek tarhları barındıran dişi bir kent.

Güzel her kent gibi İsidora’nın da ortasında bir nehir geçer. Bu mavi nehrin adı neden Osiris olmasın? Osiris iyilikleriyle ünlü bir Mısır kralıdır. Ve Osiris duvar resimlerinde mavi bir tahtın üzerinde oturmaktadır. Yanında bulunan koruyucu kuşun başı da mavidir.

Marco Polo, düşlenen İsidora kentinin kendisini gençliğiyle içerdiğini söyler. Bu yüzden geç yaşta İsidora’ya gelir. “Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.”

Kırmızı

Ovada kurulu, ırmak kıyılarında konuşlanmış kentlerde evlerin çatıları kırmızı renktedir. Gökyüzünden gelen her etkiye açık olmaları yüzünden rüzgarın ters yönünde yosun bağlamış bu kiremitler kırmızı renginin her tonunu barındırır. Güneşin batışı, resmi binalardaki bayrakların üzerindeki kırmızı şeritler, otomobillerin güneşteki kırmızı ışıltıları ve içinden kırmızı geçen geçmeyen bütün renk sözleri… Hepsi de bizi kırmızının berisine çağırır bizi. Üzerinde maddenin değil de ışığın yansıdığı bu renk aslında kentli değildir; gökyüzünden, ışık tayflarının arasından gelen bir misafir gibi yerini alır insan mekanlarında.

”Görünmez Kentler”deki Dorotea kenti, gidenlere, yani okuyanlara kırmızı renginin bazı çağrışımlarını uyandırıyor. Marco Polo iki türlü anlatıyor bu kenti: “Her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kateden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinde yükselen dört alüminyum kule…”

Marco Polo bu kente ilkgençlik yıllarında bir sabah vakti gelmiş. Sokaklarda yığınla insan pazara doğru gidiyormuş. Kadınların güzel dişleri varmış ve gözlerinin içine içine bakıyorlarmış. Tahta bir set üzerinde üç asker klarnet çalıyormuş, dört bir yanda çemberler dönüyor, rengarenk pankartlar rüzgarda uçuşuyormuş.

Marco Polo’nun o ana dek hayatında gördüğü tek şey çöl ve kervan izleriydi. O sabah, Dorotea'da, yaşamdan umamayacağım hiçbir nimet yokmuş gibi geldi ona. Daha sonraki yıllarda gözleri, çölün bitimsiz kumlarını ve kervan izlerini seyretmeye döndü; oysa şimdi biliyor ki bu, o sabah Dorotea'da bana açılan bir sürü yoldan sadece birisiydi.

Yeşil

Yeryüzündeki ağaçların, sincapların toprağa sakladığı tohumların unutulmasıyla oluştuğunu okuduğumda fazla şaşırmadım. Hele bir Akdeniz bitkisi olarak bilinen zeytin ağacının bile 2-3 asır önce Akdeniz’e Hindistan’dan getirildiğini öğrenince de… Ama Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirini okuyunca şaşkınlığın ne olduğunu öğreniyorum. “Geceyi gündüzü biliyor/Dört mevsim, rüzgârı, karı/Ay ışığına bayılıyor/Ama kötülemiyor karanlığı; Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak için/Bir öğrenegörsün aşkı/Ağacı o vakit seyredin.”

Kentlerdeki yeşilliklerden öğreneceğimiz çok şey var. En az duvarlar, köprüler, pencereler ve kapılar kadar… Bir keresinde ormanların yer değiştirdiğine dair bir mitolojiyi tam anlamıyla uydurmak için saatlerce kalemim elde beklemiştim. Ormanlar kolayca, bilinçli olarak yer değiştirebilirlerdi ama bunun amacı ne olacaktı?

Mitoloji “masalları” insanın tarih ve kültürünün altında yatan büyük neden-sonuç ilişkilerinin mimarıdır. Buradan hareketle “hareket eden ormanlar” mitolojisi çok havada kalacaktı. Ama kentteki ağaçları, kentlerdeki -park, bahçe ve avlulardaki- parçalanmış ormanları düşününce “ormanların sürgünü” terimi aklıma geliyor ve bu kez yer değiştirme mitosu belirgin bir amaçla yükleniyor.

Kentlerdeki yeşilliklerin de surları yüksek, hendekleri derin bir mitolojisi var artık.

Beyaz

Mermerleri sıyırdığımız zaman kentlerden geriye ne kalır? Bir insanın belleğini almak gibi bir şeydir bu. Heykeller yok olur, sütunlar ve de hamamların kurnaları; bazı pencerelerin pervazları da…
Bir kentin soyunması, onun beyazlatılması mıdır gerçekten? Kentlerin üzerinden birçok şey atılabilir: Tarih tabakası, insan tabakası, ölüm tabakaları, doğumlar, mevsimler, olaylar ve anılar… Kent beyazlaşıncaya kadar daha birçok tabakanın atılması gerekir. İlk önce’ye, başlangıca dönmek için kente yapılan akınlar, fetihler, göçler ve istilalar kazınmalıdır. Ta ki bir bozkır kalıncaya ve o bozkırın öncesinde bir buz tabakasına ulaşıncaya kadar.

Üç gün hep güneye gidilince iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu Anastasia’da satılan eşyalar da tabaka tabakadır:Akik, oniks, zümrüt ve diğer kuartz çeşitleri; buralarda, bekletilmiş kiraz ağacından kesilen odun ateşinde, bol kekikle pişirilen nar gibi kızarmış sülün etini de övmek gerekir; bir bahçenin havuzunda yıkanırken Marco Polo’nun gördüğü ve -anlatılanlara göre- yoldan geçenleri, bazen kendileriyle birlikte soyunmaya ve suda şakalaşmaya davet eden kadınlardan da söz etmek gerekir. Marco Polo bütün bunlarla kentin gerçek özünü anlatamayacağını söyler Kubilay Han’a. Çünkü Anastasia'yı anlatmak sonradan boğmak zorunda kalınacak arzuları içinde bir bir uyandırmaktan öteye geçemezken, bir sabah kendisini Anastasia'nın orta yerinde buluveren birinde arzular hep birden ayaklanır ve kuşatıverir. Marco ekler: “Kent her arzunun mutlaka yaşanması gerektiği, senin de parçası olduğun bir bütünmüş gibi gelir sana, oysa o, senin keyif alamadığın her şeyin tadına varır, sana da bu arzuda yaşamak ve bununla yetinmek kalır.”

17 Kasım 2022 Perşembe

Bugün haber aldın birisi öldü


13.

Çağın perdesini yeniden aralıyorum
Şarap şişelerinin içinde böcekler var
Beyinler sızmış rakı kadehlerine
Kan akmış zamanın dudaklarından

Gelin görün beni
Böyle bağırıyor her yalnız kalan
Camdan ekrana bulaşan şeffaflık ertelenmiş
Az sonra
Diyor şehir hep bir ağızdan
Öleceğiz
Üç şarkıya sığacak yaşamayı ağırdan almamız

Bize bunları bıraktı her giden
Televizyon tarih defteri ve bakkal borçları
Topkapı Sarayı da her gün geç saatlere kadar ölülere açık
İşçiler hatıraları süpürüyor vezirlerin gizlice ağlamaları
Ziyaret saatlerinin sonuna karışmış


25 Ocak 2009, Eyüp


14.

Silmek istiyorsun yazılmış olanı
Şehir konuşunca ziyaretler susuyor
Sen ne zaman geldin kimse bilmek istemiyor
Geldin mi geldin. Daha neyin önemi var…
Surlar vardı eskiden ve şimdi yok, şimdi yerinde
Uydu antenleri var
Konsomatrisler, Rus kızlar, pet şişe gölgesinde
İmparatorluk çeşmesinin ölümü
Yerinde kımıldanıyor deniz solucanı
İki vapur birbirlerinin geçmemesini bekliyor
Ve büyük turistik gemi finansal olarak yalpalanıyor
Dolar düşüyor telefon çekmiyor kaldırıma düşüyor
Birisi ve herkesin gözü onu görmemekle düşmek arasında
Bir filmde.
İndirmiş yüreğimize korku dokümanını
Resim olarak ve video butonlarından sivilcelerle kaplı
Haliç’te

Seni unuttum seni görmedim uçaklar dalışa geçiyordu
Karşı köprüde annen ve baban el sallıyordu görmedim
Mezarlarını bırakıp gelmişlerdi ve yerlerini aldılar büyük yarıştan önce
Onların som altın gülümsemeleriydi
Senin kaybolduğun yarışın sonuçları


24 Mart 2009, Eyüp



15.

İşte sen
Kaçıyorsun başka bir şehre doğru
Ölümün onaylanmamış
Bütün masalardan, kule ve köprülerden geçtin
Ama geçit vermedi ölmene, acı içinde bıraktıkların
Yalnız koydukların
Her şehirde, bir şehrin içine
Öylece.

Kaçıyorsun.
Duruyormuşsun gibi gelse de kaçıyorsun
Sene 2006: Ankara
Sene 2007: İzmir
Ve hâlâ kovalıyor arkandan İstanbul
Sene ikibinonbir
Darmadağın ufuk, hafıza ve kollarında son kalan takat

Bacakların hatırlıyor
Gezdikleri her şehirde hatırlanan bir ağırlıktı
Ölmek bahsi…

Bugün haber aldın birisi daha öldü
Yarın, İstanbul’u hatırladıkça ağırlığın olmayacak…

23 Mart 2011, İzmir


(İstanbul 1998'den; 2000-2015)

10 Mayıs 2020 Pazar

Kanun Sokağı

Illustration of Street lamp set. Street lights retro collection. vector art, clipart and stock vectors. Image 31201885.


                                                    
Oğlum  Can’a...

Tahta Minare durağında otobüsten indiğimizde yağmur hafiften atıştırıyor. Pek acele etmeden yolun karşısına geçip bizi Eyüp’teki Kanun Sokağı’na götürecek olan Tahta Minare Bostan Sokağı’na giriyoruz. Bayıldım Çıkmazı hemen solumuzda görünüp kaybolurken avucumun içindeki minik elin hafifçe terlemiş olduğunu hissediyorum. Parmaklar serin havaya temas etmek için kımıldıyor.

Küçük beyaz parmaklar.

“Bak baba, bayır! En hızlı ben çıkarım!”

Hafifçe yükselen sokağın ortalarına doğru minik parmakları bırakıyorum. Düşen yağmur damlalarıyla birlikte ortalığa kesif bir kömür kokusu yayılıyor. Hemen yanımızdaki ilkokuldan küçük öğrenciler çıkıyor ve ıslanmamak için saçak altlarına doğru koşuşuyorlar.

Bayırın sonundaki cumbalı ahşap ev, oradan her “kestirme” geçişimizde, yolumuzu karanlık gövdesiyle uzatıyor. Kanun Sokağı’nı başlatan oldukça sarp toprak bayırın başına ulaşmak için bu evin ön cephesine yaklaşıp sola dönmek zorundayız.

Yer yer yarılmış asfaltın üzerindeki çatlaklar, tırmandıkça daha da belirginleşiyor ve sokağın dili haline geliyor adeta.

Ve solumuzda kalan, tepenin içine kısmen gömülmüş duvarlarıyla Meryem Ana Kilisesi.

Kapısında bizi bekleyen ağır sessizliği bozmak için hızlı hızlı küçük yumruklarla vuruyoruz kapıya.

Ama, içeriden yumruk seslerimizi işitenlerin -bir bekçi ya da bir iki görevli- gözünde birer küçük yaramaz sokak çocuğu olduğumuzdan eminiz artık.

Kanun Sokağı’nın tekrar alçalmasına ve ana caddelerin seviyesine düşmesine yirmi-otuz metrelik bir “S” geçişi kalmışken kilisenin duvarları sona erip şehrin “şimdiki” yani dökük duvarları başlıyor. Meskûn, ama bir savaş sonrası gibi terk edilmiş, eski ama her an yeni bir belediye kararıyla manzaranın içinde boy gösterebilecek kadar gizemli evler.

Ve Kanun Sokağı’nı İslambey Caddesi’ne bağlayan “L” dönüşü... Kat ettiğimiz birkaç yüz metreyi hemen unutmamızı sağlayan pürüzsüz bir düzlük. Bu düzlüğe zaman içinde muntazam olarak uyum sağlamış giriş katları ve sokağa kadar bitişik nizamı bozmayan üçer katlı evler.

İslambey’e çıktığımızda, ikimizi aceleyle caddeye iten rüzgarın esip kaybolduğunu anlıyoruz, çünkü o sırada Kanun Sokağı bütün noktalarıyla ilk kez aklımızda yer etmeye başlıyor.

Bunu elimi tutan küçük parmakların, avucumu daha çok sıkmasından anlıyorum.

Bugün ve bir zamanlar; mesire yeri, teferrüçgâh, sayfiye, kutsal ziyaret yeri ve hac merkezi olarak bilinen ve gelinen Eyüp’ten uzakta, kendi içinde bir labirent-sokak olan Kanun Sokağı, oğlumun küçük zaman anlayışında büyük bir geçmiş olarak duruyor şimdi.

İstanbul’u henüz tam olarak kaplayamayan Can’ın hafızasında en büyük evren Eyüp ve en uzun, tatlı yol Kanun Sokağı.

2001

İstanbul Sokakları - 101 yazardan 100 sokak kitabında yayınlandı, 2008. 

3 Ekim 2019 Perşembe

Kimsenin Bana Özgürlüğümü Vermesini İstemezdim

Worry is a total waste of time. It doesn’t change anything. All is does is steal your joy and keep you busy doing nothing.👀😣…
30 yaşımdayken başka bir hayata geçtiğimde tabii ki en büyük hayalim çalışırsam sevdiğim işi yapmaktı... Zaten buna gerek kalmayacağını düşünüyordum... Şimdikinin 10-20 katı çalışma tempom ve verimliliğimle zaten istediğimi yaparak hayatımı kazanacağımı hatta zengin olacağımı düşünüyordum.

İstediğin şeyi yapmanın sözlüklerdeki karşılığı hobiyken, insan hayatında buna özgürlük dendiğini elbette hepimiz biliyoruz.

Ben zaten 30'umda özgürlüğümü ilk kez elde etmişken bunu artık kimselere emanet edemezdim. buna her şey ve herkes dahildi...

O günlerden bugünlere hayatıma koyduğum bu temel özgürlük ilkesi beni giriştiğim her işte ve şeyde yönetti. Buna bir lüks diyemezdim. Bu bir ukdeydi, kimi zamansa kader gibi geldi bana. Zira özgürlük, uğrunda bedeller ödenmişse daha güzel.

Kimsenin bana özgürlüğümü vermesini istemezdim.

Böyle baktığımda tıpkı bir otomatik pilot gibi hayatımı bu uzantıda hep eş doğrultulu ilkeler yönetti: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, tutarlılık, çalışkanlık, verimlilik, gelişim, ilerleme, paylaşma, aktarma, paylaşım, kalıcılık...

Geriye baktığımda hayatımın üçüncü 15'inde (30-45 yaşlarım arası) bireysel özgürlüğümü sürekli olarak önde tuttuğumu gördüm ve dördüncü 15'e başladım artık: 45-60 ya da bu 15 kaç yıl sürerse...
45'imde sanırım bir kader izi gibi istediğimi yapacağım hayatı kurmamın gizemli sebebi de bu özgürlük olgusunu geliştirmem ve ona sosyal payesini de vermemdi.

Toplum için, yani insan tarihinin geçmişi bugünü ve geleceği için çok şeyler yapmak istiyorum. İlk seneler çok hızlı geçti... Acemiliklerle, hatalarla, öğretimle ve belki de kayıplarla.

Kendim için yaşadığımda hayranım akranım paylaşımcım ve takipçim çoktu. Renkliydi hayat. Şimdiyse yönümü (yolumu değil) değiştirdiğim ve iyileştirdiğim için daha yalnız gidiyorum kendi yolumda. Yolum da aslında artık tamamen benim değil: Öncekilerin, yarın geleceklerin yolu. Ortak bir yol...

Ve şimdi hala canımı yakan gözlerimi puslandıran ve beni alt üst eden sarsılmalarla sarsıntılarla dolu bu yol. Bunun sebebi her şeyin gerçek olması artık.

Güneşe, açıklığa, alanlara tek ve bir olarak çıkmamın heyecanı geçeli çok oldu. O bir şenlikti, şölendi törendi. Özgürlüğün ağıdını 15-30 yaşlarım arasında çok yakmıştım. Çok üzülmüştüm aramıştım uğraşmıştım ve hiçbir şey kolay olmamıştı.

45-60 gerçek anlamda o dönemde hayatımı kavuran acıların ve zorlukların bana döndüğü bir dönem olacak gibi görünüyor: Kendimi artık eskisi gibi kolay koruyamıyorum; sosyal olana topluma açıldığım için bireysel güçlerim tamamen geçersiz oldu. Ve bitimsiz gibi görünen gururlar kibirler egolarımla vedalaştım her anlamda. Bir çöl bitkisi gibi kupkuru hissediyorum içimi ve bütün sular çok derinlerde.

Bu dönem bir seçim miydi bilmiyorum.

Kendim olmaktan özgür olmaktan kalabalıklardan istenmekten arzulanmaktan ve istemekten vazgeçtim mi bilmiyorum.

Bu bir mevsim mi, hiç bilmiyorum...

Yeni bir şeyler mi öğreniyorum? Sanmıyorum. Yeniliğin olmadığı, ilkelerimin sertleşip bir heykel bedenine dönüştüğü kupkuru bir dönem. Hislerim önsezilerim ve heyecanlarımın işlemediği bir durgunluk zamanı bu tamamen. Anlamsız.

Bu yolda hiç kimseyi aramıyorum, anlatamıyorum ve duyamıyorum. Yoldan da çıkamıyorum. Yol sanki ayaklarım olmuş durumda. Yol  beni gidiyor, ben bir yere gitmiyorum belki de.

Birisi "bunları neden anlatıyorsun, anlamaya çalışıyorsun" dese "ben mi, ben bir şey mi anlatıyorum" derim belki de. Farkındayım, ama mantıken hiçbir şey yapmıyorum kendim için.

Hayatımın bir iş bir çalışma içinde olduğunu hiç düşünmedim. Ben önümde bir yol ve sapaklar buldum. Aşklar buldum ve kaybettim.

Gittiğimi düşünüyorum.


9 Aralık 2018 Pazar

Kırklareli: Taşra için bir Yurt



Ayçiçek tarlaları, tahıl ormanları ve “meşe selleri” arasından... Şeytan Deresi’nin kenarından... Bulgar hududuna doğru... Çataklardan ve kuru dere yataklarından... En çok da taşların arasında birdenbire patlak veren Kaynarca Deresi’nin kıyısından; suyun kenarında hayat bulan köylerin rehberliğinde... Karahıdırlı Halil Bey’in kelimeleriyle “Gurbet adlı bir gül”ün yaprakları kadar geniş ve “garip” bir yer, yeryüzünde... Kırklareli..

Şampiyon Hersekli seyahat şirketinin O 403 otobüsünün sunduğu “asri zamanlar”ın klimatize atmosferi içinde; ama her zamanki gibi ayakta üç-beş yolcuyla birlikte Kavaklı’da duruyoruz. On yılı aşkın bir süredir Balkanların Türk göçmenlerine misafirhanelik vazifesini üstlenen Kavaklı korusunu aştıktan sonra, otoyolu çaprazlamasına kesen köy yolu üzerinde bir yolcuyu da aldıktan sonra Kırklareli’ne kalan 7-8 kilometrelik yol, bitişiyle birlikte dikine bir tablo gibi duruyor karşımda.
Hiçbir yerde, “bir bakışta” başlayan ve bu kadar uzun görünerek bu kadar kısa sürüp biten bir yol daha görmedim. Daha kilometreler var ama şimdiden yassı tepeler üzerinde beliriyor Kırklareli. Ya da 1368’te Osmanlıların eline geçtiği zamanki Bizans adıyla Saranta Ecclesia: Kırkkilise.

Otobüs, şose yol üzerinde son hızla giderken aklıma, dört yıl önce yazdığım bir yazının girişi geldi: “Taşra için bir yurt seçmem istenseydi bu yurdun adı Kırklareli olurdu.”
Bu bir kitap yazısıydı. Kitabın adı “Efsaneden Gerçeğe Kırklareli”ydi. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü bitirmiş olan yazar ve gazeteci Nazif Karaçam’ın kitabıydı bu. Nazif Karaçam, kendisini neredeyse tamamen Kırklareli’nin yazmaya ve yaşamaya adamış bir bilinçli, memleketine karşı vefalı bir kent adamı. Yazdığım yazı şöyle devam ediyordu: “Taşralılığın bir sürgünlük olarak yaşandığı ülkemde taşra sözcüğünü bu talihsizlik girdabından çekip alıyorum. Anakentlere ve uygarlık dolaşımlarına giden yollar üzerinde ‘köprükent’ olarak teslim ediyorum taşranın öbür adını.”

Antoine de Saint-Exupéry’nin “İnsanların Dünyası” adlı kitabından hatırlıyorum, yeryüzünde her yeri birbirine bağlarmış gibi görünen yolların, aslında kralların, iktidarların ve paranın yolları olduğu düşüncesini. Bunu okuduğumda ne kadar ürpermiştim. Yoksulluğun, açlığın ve sefaletin kol gezdiği topraklara hiçbir kral yolunun gitmediğini söyleyen Exupéry, tayyarenin bu adaletsizliğe karşı duran bir insanlık aracı olduğunu da eklemeden duramıyordu. Gelgelelim, sınırlar ve karayolları içine hapsolduğumuz bu ülkede, Kırklareli’ne doğru giderken de kralların açmış olduğu bir yolda ilerliyorduk, ama bu yolun bu kadar düz oluşunda topografyanın da büyük katkısı vardı. Üzerinde bulunduğumuz yol, bütün ovalarda, düzlük alanlarda olduğu gibi demiryoluna paralel olarak ilerliyordu.

Sarı taçyapraklar aralanınca çekirdeklerin yeşil zarları içine hapsolmuş yarı saydam bir çekirdek kozası ortaya çıkıyor. Asma yaprakları açıldığı zaman güneşin sıcaklığında olgunluğu bekleyen üzüm taneleri... Ama mısır fazla uğramıyor buralara; sebzeler de, meyvecilik de... Çünkü yeterince su yok... Su gibi, aşırı kentleşme de, aşırı nüfus da pek fazla uğramıyor Kırklareli’ne. İstanbul’dan başlayıp Çorlu, Lüleburgaz’dan geçerek Babaeski’ye uzanan ve Edirne’de sonlanan “medeniyeti ve 20. yüzyılın bütün nimetlerini taşıyıcı” E-5 karayolundan neredeyse kırk kilometre içeride kalan, nimetlerden uzakta, kendi nimetlerini kendi topraklarında kuran bir şehir. Kırklareli.

Otogarda bizi Ünal Başkur bekliyor. Bu kez misafir ve yabancı olduğumuzu hiç hissettirmeyen gülümsemesi ve yakınlığıyla duruyor, garajın ortasındaki küçük büfenin yanı başında. Ondan birer çay içmeyi ihmal etmiyoruz. Kırklareli’nde çay içmek ilk kez bu kadar değişik duygulara sürüklüyor beni. Bir yandan sıla özlemi içinde yanarken diğer yandan da kendi geleceğinin, hedeflerinin yolundaki ışığa gülümseyen bir hasret içinde kuru ve sıcak havayı içime çekiyorum. Diken tohumları ve saman kokusu, henüz ıslatılmış beton zeminden yükselen rutubet kokusuna karışıyor. Bu son koku, büyümekte hiç acele etmeyen; durağan bir zamanın içinde devinirken kalıcı dostluklara, kahve ve dükkân sohbetlerine, ev gezmelerine ve mahalle huzuruna her şeyin öncesinde önem veren Trakya tarzı şehirlerde, kasabalarda yoğun olarak rastlanan bir dinginliğin içine sinmiş bir kokudur. Ekseriyetle vefa taşır bu koku: İnsan sevgisi, yurt sevgisi, derin samimiyet, hatıralara saygı ve tabiat aşkı... İçine daldığınızda zamanınızı, çağınızı şaşırabilirsiniz.

İşte böyle bir şehrin merkezinde fazla beklemiyoruz. Çünkü fazla fazla zamanımız var. Her şey için. Merkez dediğimiz yer vilayet binaları, okullar, orduevi ve istasyona uzanan ağaçlı bir yoldan oluşan bir “centrum” karışımından ibaret. Mustafa Kemal’in şehre ilk ayak bastığı tren istasyonuna açılan Atatürk Bulvarı -halkın dilindeki adıyla İstasyon Caddesi- Atatürk Meydanı ve Atatürk Stadı isimleri, Kırklareli’nin cumhuriyetin simgesi bir şehir haline getiriyor hemen. Şehre buradan bakılınca, çok değil, 20-30 yıllık bir yerleşim yeri olduğu duygusuna kapılıyor insan. Fakat burası şehrin yeni ve modern meydanı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki zamanlarda vilayet binası bu meydana taşınmış ve Atatürk Meydanı zamanla şimdiki belirgin görüntüsünü kazanmış.

Araç değiştiriyoruz. Ve alanı hızla geçerek Kofçaz kasabasına kadar uzanan yola düşüyoruz. Devlet hastanesinin önünden geçiyoruz, ve sepetçiler mahallesinden. Kısa  süre içinde şehir bitiyor; bütün Trakya illeri gibi. Anlaşılmaz biçimde beliriverir Trakya’da kasabalar, şehirler. Bir bozkır topoğrafyasında, ama meşe ormanlarının giderek modernleşen insanın elinde tahıl havzalarına dönüşmesiyle  sadece verimliliğini sunan topraklar... Hava fazlasıyla sıcak, ama rutubetten uzak bir atmosfer hâkim yol boyunca, Topçular Köyü’ne yaklaşırken yüzümüzü yalayan rüzgâr serinletici bir etki yaratıyor otomobilin içinde. Buğdaylar çoktan sararmış, günebakanlar başlarını dikmişler ve yol kenarındaki tarlaların sarı örtüsü sıcak havanın etkisiyle yalpalanıyor.

Havada, sanki “yedi krallık yerde nam ve şan sahibi” olmuş Sarı Saltuk’un sesi var. Ölümünden sonra kırk yerde makam ve yedi yerde mezarı bulunduğu var sayılan Sarı Saltuk’un Trakya ve Balkanlar’da 13. asırda kurduğu ve Hacı Bektaş Veli geleneklerine bağlı Türk derviş tekkelerinin nefesleri duyuluyor. Bu ses ve nefeslere karışırken Topçu Baba türbesinin önünde duruyoruz. Başı örtülü kadınlar, küçük çocuklar, alçak damlı bir evden oluşan türbenin küçük kapısı önünde sıra durmuşlar. Türbenin içine ayakkabılarını çıkararak girenler getirdikleri hediyeleri bırakıyorlar, secdeye varıp dualar içindeki dudaklarını yatırın yeşil kumaşına değdiriyorlar. Çoğunun yakarak bıraktığı mumlar, türbenin içini aydınlatan tek insan eli ışığı meydana getiriyor.

Her yıl Topçular Köyü’nde yapılan ve Trakya’dan, İstanbul’dan ve Kırklareli civarından gelen binlerce insanın katıldığı Topçu Baba kurban törenlerinin yapıldığı gün gelmişim Kırklareli’ne. Tesadüf. Aynı gün, 12 yıldır Kırklareli’nde düzenlenen Sabahattin Ali Kültür Günleri etkinliklerinin de sondan bir önceki günü aynı zamanda... Çağdaş olmasalar da iki halk evliyası, inançların ve modernizmin Türkiye’sinde, aynı gün içinde buluşabiliyor ve halkı etkilemeyi, hatıralarını yaşatmayı başarıyorlar. Bu ilginç kesişmeye sanırım çok az yerde rastlanabilir.

Binlerce kişi, bir çatağın dere yatağına doğru inen tepenin yamaçlarına oturmuş. Getirdikleri çıkınları ve yer bezlerini yaymışlar. Bir traktörün kasasından imal edilmiş otantik sahnede, İstanbul’dan gelmiş bir ozan türküsünü söylüyor. Kazanlar kaynıyor. Yamaçlara oturmuş insanlar da öyle... Meşe ağaçlarından bir palamut düşse yere değmeyecek sanki. Görevliler, ellerinde kovalar herkese yemek dağıtıyor. Öte yanda Topçu Baba’da bütünleşmiş inancın uğruna kesilen kurban etleri dinsel bir ayin ortamında yeniliyor. Ağaçlar arasında giderek ağırlaşan ve yoğunlaşan havanın içinde tuhaf bir şey dikkatimi çekiyor. Görünürde herkes konuşuyor, türküler söyleniyor, oyunlar oynanıyor, kazanlardan buharlar yükseliyor, çocuklar koşuşuyor; ama sanki büyük bir sessizlik bulutu dolaşıyor ortalıkta. İnançların buluştuğu bu kutsal orman çanağında sesler akis bulmuyor, sadece kalpler konuşuyor; ve cümle hüzünlerin, kötülüklerin çiçekleri uzak duruyor.

Mitolojilerde şarap tanrısı Bakhus'a tahsis edilmiş yerler olarak ifade edilen; Bulgaristan, Edirne, Tekirdağ ve İstanbul ile çevrili olan Kırklareli'nin topraklarının yarısına yakını dağlık. Yıldız Dağları (Istrancalar) ilin kuzeydoğusunda yer alan en büyük yükseltiler. Ilıman bir iklim kuşağı altındaki bitki örtüsünün çoğunluğunu ormanlar oluşturuyor. Topraklarının yarısına yakını tarım arazisi. Türkiye'de kalkınmış iller arasında onuncu sırada olan Kırklareli en zengin iller arasında ise beşinci. Kırklareli geçmişte önemli bir bağ memleketiymiş. Bu iş daha çok azınlıklar tarafından yapılırmış. Geçmişte düzenlenen bağ bozumu şenlikleri döneminde yörede yüksek bir şarap kültürü hâkimmiş. Yüzyıllar öncesinden gelen bu kültür, günümüze kadar gelen bilgi ve ilgisizliğin neticesinde o eski görkemini ve şöhretini yitirmiş. Üzümün, şarabın ve bağcılığın açık bir uygarlık göstergesi olduğu gerçeği karşısında bu kültürün Kırklareli adına sadece hatıralarda kalan bir miras olduğu da tartışılmaz bir tespit olarak kalıyor.

Cumhuriyet dönemine kadar Kırklareli’nin adı Kırkkilise olarak kalmış. Şehrin peşini hiçbir zaman bırakmayan “Kırklar” mastarının etimolojisinde yörede hüküm seren çeşişti uygarlık ve kültürlerin birbirleri ardına “kırk” mitosunu zenginleştiren olaylara ve efsanelere sahne oluşu yatıyor. Konstantinus döneminde Hıristiyanlığın resmi din olması ve serbest bırakılması sonucunda Kırklareli bir piskoposluk merkezi haline gelmiş ve burada bir dindarlar birliği oluşmuş. Bu nedenle kilise yapımına hız verilmiş. Roma valileri de keşişler için manastırlar yaptırmaya başlamışlar. Bu bölges, o devirde Hıristiyan azizlerin gidip geldiği, tarikatların birbirleriyle mücadele ettikleri yermiş.

Kırklareli'nde Mayıs ayının ilk günlerinde kutlanan Hıdrellez bayramı yerine yapılan Kakava kutlamalarına 16. yüzyılda başlanmış. Kakava'nın anlamı Tencere Bayramı demek. Bu bayram genellikle Şeytan Deresi kıyısında kutlanıyor ve Kakava Ateşi yakılıyor. Bu ateşin yakılmasından bir gün önce, kırlardan toplanan kırk bir çeşit ot ve yüzük, düğme gibi şeyler, içinde su bulunan toprak çömleğe konuyor. Bu çömlek geceden, bir gül ağacı veya fidanın dibine bırakılıyor. Hıdrellez sabahı erkenden gül fidanı dibindeki bu toprak çömlek alınıyor; içindeki su ile yüzler yıkanıyor. Sonra çömleğin başına geçmiş bulunan bir genç kız, diğer kızların söyledikleri manilerle niyet küpünden, niyetleri çekmeye başlıyor. Küpten niyet çekmek hüner isteyen bir iş. Çünkü niyetten çıkan her mani çekilen kişi için bir talih, bir haber, geleceğe dair bir bilgi değerini taşıyor.

“Güzelliğin sevgilim
  Bulunmaz Hint’te Çin’de
  Hele bir eşin yoktur
  Kırkkilise içinde.”

“Edirne eyaletine vergi veren başlıca sancaktır. Bayındır köyleri vardır. Kalesi yoktur. Şehrin dört tarafında karataşlık, kırmızı topraklı bağ ve bahçeleri var ki, insan içinde kaybolur. Şehir kat kat kiremit örtülü, bayındır, yüksek saraylarla süslü sevimli bir kasabadır. Halkı zevk sahibidir. Yirmi bin kadar bağı vardır. Sulu üzümler olur. İçkisi, pekmezi gayet güzeldir.”

Yukarıdaki satırların yazarı Evliya Çelebi'nin Seyahatname’sine göre Türk Halk kültürü kahramanlarının en şenlikli siması “mir-i sahib-kelam” Karagöz Kırklareli'lidir. Çelebi’ye göre, Karagöz, İstanbul tekfuru Konstantin’in saisi (habercisi) idi. Edirne yakınlarındaki Kırklareli’nde söz sahibi ve ayyar-ı cihan idi. Ve adına Sofyozlu Bali Çelebi derlerdi. Bu bilgilerden de anlaşıldığı üzere Karagöz, bir Osmanlı romanı olmasına karşın devlet nazarında itibarlı birisidir.

Kırklareli otogarının hemen çıkışında, küçük bir parkın ortasında  yükselen bronz Karagöz anıtının önünden geçiyorum. Karagöz’ün kambur siluetine gizlice göz kırptıktan sonra yutkunuyorum. Boğazımda birikmiş olan dibek kahvesinin acı tad yoğunluğu biraz daha azalıyor. Kendi kendime “iyi ki üzerine su içmemişim” derken, İkizler pasajının dibindeki, Ali Şeref Saka’nın işlettiği kahvehaneyi hatırlıyorum. Az önce oradan son bir Kırklareli gezintisi için çıkmıştım. Ali Şeref’in kahvesi ve kahvehanesi Salah Birsel’in “Kahveler” kitabına giremedi ama çoktan gönlümdeki kahve kitabında yerini aldı. Hem de üç kuşaktır babadan oğula, ondan da toruna geçen dibek de Lüleburgazlı Aşık Hasan’ın deyişiyle “manada arife irfan” bir mevki kazanıyor aynı yerde.

Belki kim bilir ne zaman gelirim, diye İstasyon Caddesi’ne doğru ilerliyorum. Caddenin sonuna, istasyona kadar varmadan, şöyle kısa bir tur. Kırklarelililerin doğup, büyüyüp yaşlandıkları bu ağaçlar altındaki açık hava beşiğinde...

ATLAS dergisi, 2003

9 Eylül 2014 Salı

Genç bir yazara öğütler 2


– YENİ YAZARLAR NASIL KURTULUR? olsun mu adı yazının sevgili genç yazar arkadaşım. Siz tavsiye değil tadilat kuşağısınız yani siz onaracaksınız her şeyi.
– Maalesef…

– Neden mi böyle düşündüm? Enkazın dibindesiniz de ondan; ve ellerindeki morluklar yumruk değil moloz parçaları
– Sanki her yerden yumruk yiyorum şu an.

– Bugünlerde kendini öğrenci sanan yazarı uyandırmam gerekiyor… Bunun için bir şeyler hatırlamalıyım. Ben hala 23 yaşında Pipo&Sakal Yayınları’na öykü dosyasını gönderip olumlu haber bekleyen o genç yazarı yaşatıyorum içimde. Red mektubu gelmiş olsa da onu açmamış mesajı almamış gibi yapıyorum… Bekliyorum belki hala benim için bile, iyi ve güzel olduğunu hissettiğim bir dünya ve orada benim okurlarıma da sıra gelecek.
– Red mektubu gerçekten de aldınız mı?

– Red mektubu almış da olsam o tümden bir red değildi. Yaptığım işin, yani yazarlığın öğretilebilir bir şey olduğunu kimsenin düşünmediği bir zamandı. Kimse talebe ya da hoca değildi. Ortada ciddi bir sınav endişesi de yoktu. Doğrular ve yanlışlar da…
– Demek o kadar az sayıda kişi yazıyordu…

– Haklı olabilirsin. Adaylar çoğalınca mı bilgi aranılan bir kriter olur? Bunu böyle düşünmemiştim… Az olduğumuzu düşünmüyorum. Belki toplandığımız, seyrettiğimiz ve görüldüğümüz yerler azdı. Azlık bir kriterdi. Az bulunan şeylerde yer almanın iyi olduğu düşünülüyordu.
– Az kişinin yaptığı şeyi yapmam gurur verici olmalı…

– Yapanlardan çok kalanlar üzerine düşünmeyi tercih ediyorum burada genç arkadaşım. Kalanların başka bir dilde yazdıklarını da açıkça söylemek gerekiyor şimdi, büyük bir itiraf gibi. Geleceğin dilidir bu. Her dilde bulunan bir zaman kipinden çok bir dilbilgisi ve sözdizini karışımıdır. Öncelikle bunu anlamalısın.
– O dili öğrenmek isterdim, ama nedense öğrenme yerine anlamayı tercih ettiğinizi düşündürmeyi seviyorsunuz.

– Yazarlar bir tek o dilde yazarlar. Söylemek istediğim bu.
– Çok masalsı geldi şimdi bana. O dili bulmalıyım sanki, bunu anlıyorum. Ya da bende o dil ya var ya yoktur’u… Hiçbir seçimimin kar etmeyeceği bir durum sözkonusu.

– O dilin nereden eseceğini, yağacağını, duracağını bilmemiz zor görünüyor. Ateş, su, toprak, hava ya da sıvı katı gaz halinde de bulunabilir.
– Doğa demek istiyorsunuz.

– Demek istemiyorum, diyorum.
– Yani ben yaşamaya devam edeyim o gelir beni bulur, bunun gibi bir tevekkül hali… Anlamaya başlıyorum galiba.

– Ben asla bunu demek istemedim. Aramakla beklemekle bulunabilecek bir yer ya da bir formül etrafında döndükçe zaman kaybediyoruz. Belki de en anlamlı cevap şimdilik bu. Keza yazar terennümleri, kitap adları, bilgelik sözleri bunlar da bizi daima uzaklara fırlatan şeyler… Sakınmalı mı uzak mı durmalı, bu daha çok onların sende bulduğu çekimlere dair konular. Çekim alanlarına girmeye hazırsan girersin. Şu an hala bir açıklama yapmış bir şey göstermiş gibi görünmekten son derece korkuyorum. Gençlik iksiri mi zehiri mi demeli bilemiyorum….
– Genç yazarların işi zor diyorsunuz. Bunu anlıyorum.

– Merak ettiğim bundan sonra ne yapacaksın?
– Bu andan sonra… Hmmm… Bilmem ne yapmalı… Sanırım daha çok soru sormaya çalışacağım. Altın aradığımı fark etmeme yol açtınız ya da bunun dışında bir şey yaptığıma. Yazma eyleminin bir alegori yazınınsa bir metafor olduğunu bilmek, sadece bunun doğru olduğunu bilmek beni çok rahatlatırdı. Sanırım önümde birçok yol ve seçenek var. Ne yaptığımı, yaptığımın ne olduğunu sormak onları anlamama, bilmeme yol açmıyor ve sanıyorum ki yazdıkça sorular daha da cevapsız kalıyor. Bu karmaşıklığı sevmem gerekiyor bir yandan da. Öte yandan doğru yolda olduğumu birisi neden söylemesin bunu anlamakta zorlanıyorum ve neden bu yolda gitmenin bir anahtarı ve geçerli bir nedeni olmasın? Çok mu zor?

– Genç arkadaşım şunu bil ki bu yaşlı kalem, birkaç beylik yazar, kitap, akım ya da yöntem adı söyleyip karanlıkta bırakmaya devam etmekten daha çok önemsiyor seni. Seni tanımıyorum ve bu da en büyük nedenim. Sen yabancı kaldıkça daha çok özgürleşeceksin ve belki de yansıtman gereken en büyük güneş ışığı da bu olmalı. Özgürleş genç yazar arkadaşım, artacak, artakalacaksın…
* Meraklısı için Genç Bir Yazara Öğütler  1

5 Haziran 2014 Perşembe

Ben neden bu Türk dizilerini sevemiyorum?


Bu yazıya girmeden biraz önce kendime kibarlık sözü vermiştim hayatımın her alanında.
Yapamadım.
Ya da beni en çok sıkan konulardan birine hemen daldım kibarlık budalası olur olmaz.
İnanıyorum her şeyin kibarca çözümü olduğuna hatta her sorunun böyle çözüleceğine; ve hatta yargı yasalar bile ağır kalıyor bir şeyin sorun olarak kalmasını istemiyorsan.
Kibarca bir söz verince insan kendini dışarı atıp hemen kırlara mı çıkmalıdır? Hazır Nisan olmuşken her yer... Çiçekler duraksıyorlar topraklarımda.
Burada da ben duraksıyorum. Nerden benim oluyormuş bu topraklar. Bu bir balkancılık ve 20. yüzyılda ömrünü tamamlayan ulus-devlet yalanı değil mi?
Hazır bütün televizyonlar çokmaksatlı kimlik kartı, internet gereçleri pasaport, evler bayrak ve asfalt sokaklar toprak olmuşken.
Damarlarımın içinde değil tenimde atan kalbim vardı bir zamanlar, belki bütün kavgalarımı bırakıp onu yeniden aramalıydım.
Şimdi öfkelerin tamtamlarına gerilmiş bir kalbim var. Atıyor mu çok da önemli değil. Çok önceden kalplerimizin atışlarına göre uyanırdı dünya ve karanlığa gömülürdü sonraki gündoğumu umuduyla.
Şimdi öfkelerimizin güneşleri her yerde sabrımızı ısıtıyor.

Daha çok şey anlatmak için çok şey söylemeye hiç gerek yok, dediğin anda hatırlayacaksın aslında hiçbir şey söylememiş olduğunu.
Her sözünden sorumlu olduğunu durmadan sana bildiren sesin de düzensiz bir kayıp fiil çekimi olduğunu...
Türk dizilerinin aslında bu dünyada ciddiye alınacak tek bir gerçek hikayeye bile sahip olmamışlığımızın son derece yavaşlatılmış hikayesi olduğunu...
Giderken ağladığımızı, ama gülerken ağlayamadığımızı...
Birkaç eski siyah-beyaz fotoğrafın tarihimizden daha çok şey anlattığını ve bir gramafon iğnesinin bütün bilgisayarlarımızdan daha çok kullanılmış belleğe sahip olduğunu...
İş hatırlamaya gelince belleğimizin olmadığını unuttuğumuzu...
Belleksiz yaşayabildiğimizi, ama taklitsiz, imrentisiz, özentisiz, öçsüz ve kansız yaşayamadığımızı...

Çok şey söylemeye hiç gerek yok.



5 Haziran 2013 Çarşamba

Kim Bunlar?


Önce cisimlerini yerleştirdiler bazı isimleri kullanarak. İsimlerinin cisimleri bile yoktu. Ortalığa çıkamayacak kadar cahil ve korkaktılar.
Sonra ortada kimse kalmayınca hamamböcekleri gibi ortaya çıktılar. Başkanından kıçkanına kadar artık sadece onlar vardı.
Zemin beyaz ve temizdi. Ayaklarını silmeden onu da değiştirdiler.
Başkalarının kanıyla, özgürlüğüyle, haklarıyla yıkanıyorlar şimdi.
Utanmadan. Hiçbir şeyi hak etmeden. Her şeyi yıkmış, talan etmiş olmanın sarhoşluğunun alacakaranlığında hiçbir şey yapamamanın, beceriksiz, eksik ve yeteneksiz olmanın ezikliğiyle.

***

Memleketin bütün bayağı adamları bir araya geldi ve aynı anda konuşmaya başladılar.
Kendi aralarında kendi eksikliklerinin kural olacağı günleri, kötü yüzlerinin kral olacağı günlerden konuştular.

Kenarken merkez olmaktan konuştular. Çemberken, daire... Kul iken tanrı ve hiç iken her şey.
Görgü vardı. Ölçü vardı ve ayar. Hiza, istikamet ve duruş.
Bütün haritalar, kılavuz rehberler ve yasalar çalındı. Bütün koruyuculardan korundular, koyucu oldular.
Kuzey kriter, güney bayağılık; beyaz görgü ve siyah görgüsüzlük.... Memleketi kutuplaştırırken kutupları değiştirdiler.
Sakladılar bütün pusulaları. Diplomalar, ancak onlar satın aldıkları zaman kimlik belgesi oldu ve kimlikler de onlara çalışmadıkları zaman sadece mahkemelerde sorulduğunda okunabildi. İçlerinden birisinin bile memleketini, ailesini, okulunu bilmedik. Her yerdendiler ve hiçbir şeydiler.
Cevaplarından hoşlanmadıkları soruları kaldırdılar ve sadece istedikleri cevapları sorusuz ortaya koydular.

***

Kimse bilmiyor kim bunlar.
En başta kendileri.
Kim olduklarının sorulmasını yasakladılar. Kim olduklarını unuttular.
Ve hepimiz biliyoruz ki tarih onların çöplüğü bile değil artık.
Yoklar.

Bunlar "siz" değil.
Bunlar "onlar" bile olamazlar.
Bunlara 1923'ten beri biz dedik bizden bildik.
Meğer hep sızlanmışlar, siz'lenmişler. Kahır ağrısı gibi bilenmişler.

Bir şiir. Beş ay hapis ve 9 yıllık zulüm.
Hani eşitti azapla gazap? Hani kolun, gözün ayarı vardı?
Hiç ilgisi yok.
Bütün bunlar hep tuzaktı.

Bunları bilmedik, seslerini duymadık, gölgelerini görmedik.
Ve memleketim çok gördü kirlinin, adinin, çürüğün yalpasını.
Ve bir gün çıkaracağız emin olsunlar, kuşku duymasınlar
Kırar gibi yapıp arkamıza sakladığımız hak sopasını...

21.08.2011

23 Mart 2012 Cuma

Adamlar Yalnız Olmaz 2

Yalnız adamlara iyi davran

2.

Yalnız adamdım. Dertlerin tam ortası. Unutulmakların mezarlığı.
Taşlara çarpa çarpa bitti tören. 22 pare mermi atıldı, kimse bilmiyordu nerde öldü bu cenazeler ve neden madalyalarıyla gömülmediler.

Yalnız adam, kefen ticareti yapmaz.
Yalnız adam, bakakalır, uyuyakalır, Galata Kulesi onun yıkılmaz mezartaşıdır.
Cenevizliler en yalnız adamlardı, kimse görmedi mezarlarını.
Ve İstanbul batarken ufukta sakaları gördüm, güneşi söndürmekten geliyorlardı, sarsılan kuyularla dipten sarnıçlar yaklaşıyordu il idare meclisine.

Camdan kefen yaraşır hiç batmayan şehre.
Yalnız adamlar aranıyor, pişmanlıklardan bıktık artık. Onlar gitmeden anlayamadık, bu şehirde nerelerden neler var?

Adamlar Yalnız Olmaz 1


4 Ocak 2012 Çarşamba

AVeMe Gazeteciliği

AVeMe Gazeteciliği Nasıl AVM Örgütü Oldu?

Sit-Com'du Stand-Up'tı derken gazetecilik terimlerine AVM (aveme okunur, ama gene siz yakın zamanda eyviem diyenlere hazırlıklı olun) gazeteciliği eklendi. Az önce.
AVet. AVeMe Gazeteciliği bunun adı.
Gökkubbenin en sessiz ve azami irtifadaki çatısının altında sosyal dünyanın keşfedilen son halidir AVM.
AlışVeriş Merkezi.
Türkçe kısaltma kurallarını hiçe sayarak verişi alış statüsüne çıkaran özde bir çaba.
Sözde olan bu çabanın görünmez muhalifleri. Ya bu kurallara uyup iki kelimenin başharflerini kullansaydık...
Sen sit-com'sun ben stand-up'ım derken gazeteciler az uz gidip AVM'ye kadar vardırdılar işi.
En iyi örnek günümüzde gazeteciliğin sosyal, ekonomik ve sosyetik planlarda zirvede olması. Milletvekili olabiliyor ya da istediklerini vekil yapabiliyorlar. Davetlerin en krallarına çağırılıyorlar. Dünyayı artık dolaşabiliyorlar. Patronları bu seyahatleri yüksek maaşlar vererek gizliden finanse edebiliyor. Ücretsiz, salt araştırma ve inceleme amaçlı yabancı gezilere, konserlere, festivallere gazeteciler gönderiliyor. Eskiden akademisyenler, uzmanlar "adam"lar tercih edilirdi, şimdiyse içi yerine şekline bakılarak ve majörden minöre sağdan sayılarak cumhurbaşkanı uçağından Orient Express trenine gazeteciler hayatın en "içinde" en iyi "gözlem"lerini halkla paylaşıyorlar.
AVM'de ne var? TV'de (sit-com) ve sahnede (stand-up) olan ve olmayan her şey. En iyi barlar, en iyi yabancı moda markaları, şık yeme içme yerleri, süpermarketler, afili kültür sanat dükkanları, takıdan kuyuma sağırdan duyuma kadar para dolu her keseye, herkese değil, özel bir "mekan"... Asıl tabirle ultra modern camiler, inançların tüketimle soğutulduğu, zamanın durduğu ve alışverişin en zirvede kutsandığı mabetlerdir AVM'ler.
Gazetecilerin çoğu değil hepsi buralarda. Oralarda yedikleri yemeklerin güzel restoranlarını, alışveriş dükkanlarını, ünlülerini en az ünsüz harflerle köşelerinde ve sayfalarında arzı endam ediyorlar.
Diyelim sosyal bir acıdan mı söz edilecek, bu konu şu AVM'deki o mekanda akla geliyor ya da orda bu acıyı derinlemesine irdelemeye başlıyor. Diyelim çok ciddi bir devlet adamıyla mı görüşecek. O günün sabahından itibaren yapılan edilen her şeyi belli bir sunuş dahilinde anlatıp sonra yer kalırsa sadede ve son satırlara geliyor.
Be kardeşim falan ülkenin falanca başkanı filan yabancı konukla içine düştükleri durumu bize naklederken neden fonda o gün gidilen yerin de adı oluyor? Peki bu işi gerçekten meslek olarak yapan magazinciler vs var. Onların işini sen neden yapıyorsun? Sen zaten falan filan ünlü bir adamsın. O yer senin mi ya da o yerin rakibine bizim anlamayacağımız bir şekilde mesaj mı gönderiyorsun? Daha önce hiç bar, kafe, dükkan görmedin mi yahu?
Yoksa AVM bütün bu yapılanların bir arada kotarıldığı gizli bir örgüt mü?
Aman ha sakın virüslü dosyalar, gizli tanıklarla AVM'lere gitmek de bir gün örgüt suçu muamelesi görmesin...
AVM'leri koru rabbim cümle şerlerden kem gözlerden ve görmemişliklerden, sonradan görmeklerden...
Amin.


13 Aralık 2011 Salı

Adamlar Yalnız Olmaz

Yalnız Adam Hastalıkları

1.

Martılara simit atma kuyruğundan geliyorum.
Hepsiyle de tanıştım kuyruktakilerin. Yalnız adamlar kimsesiz adamlar ve hiçbiri işsiz değil.

Balıkları doyurma köprülerine çıkamadım bugün. Yalnızdım hastaydım ve kimselere diyemiyordum.
Benim için benim adımla kurulmuş bu şehirden kovulduğumdan beri.

Birisi İstanbul mu dedi? Ve birisi bunu bir tedavi mi sandı? Vay o şerefsize alçağa!.. Bulmuş da paylaşmıyor boş şehri bizimle...

Arkadaşlarla gezmeyi, sokakları arşınlamayı bilmiyorum. Tanımamışım kimseyi. Bir yalnızlık bir ölüm. Sırdaşım ve soyadım. Bu yüzden saklıyorum herkesten sırlarımı, adımlarımı.

Martılara simit atma kuyruğunda kürek çekiyorum kürek çekiyorum. Herkes gitti ve bana bu denizi kucaklama mesaisi arta kaldı.

4 Aralık 2011 Pazar

TÜRK EDEBİYATINDA PARİS YOLCULUĞU


Türk Edebiyatında Paris, Halil Gökhan-Timour Muhidine,
2000, Yapı Kredi Yayınları
TÜRK EDEBİYATINDA PARİS YOLCULUĞU

Halil Gökhan


Çağımızın Türk yazarının şehirlerle ilişkiler tarihi ve bu tarihin yazınsal deneyimleri, yirminci yüzyılın başkenti ile aynı yüzyılın Osmanlı başkenti arasında kurulan bir okulun oluşturduğu köprüde oturuyor. Yeni  Osmanlılar, Jön Türkler, Osmanlı aydınları ve Cumhuriyet yazarlarının çoğu Paris üzerine düşünmek yerine gitmeyi tercih etmek zorunda kaldılar. Tesadüflerden başı bozuk güncelere kadar, adına Abbas da denilen Paris yolcusundan Paris sevdasına akan toprak seyrelmesi ve çatlakları aslında, değişmenin, farklılaşmanın, çoğunluğun mekanı olan kente karşı duyulan gitme gereksiniminde uyanan bir beşikti. Cumhuriyet yazarının açık bir zorunluluk olarak algıladığı batılı sızma, özlemlerini oluşturan değerleri batılı olarak kabul etmesine yol açtı. Paris ise, kentlere, kenti sevmeye dayalı özlemlerin hep ortasında durdu.
Peki Paris yolculuğu, yazınsal bir deneyim okulu olmanın dışında nelerden oluşuyor? Ahmet Haşim bu soruyu sorduktan sonra tatlı bir havayla açıklıyor ten yanıt olanağını: Bakır rengi bulutlar, kalabalıklar, evler ve mağazalar değil, eşsiz Paris kadınını cıvıltısı ve yaydığı tarif edilemeyen koku.
Paris yolculuğunun bir yazınsal deneyimi içermesi, Yirmisekiz Mehmet Çelebi’den  Nedim Gürsel’e kadar, kendi manzaramıza batıdan bakmayı öğrenmeyi ve bu karışık düzeyde bir parça da bir nostalji öğretimini kapsıyor. İlhan Berk’e “Yalnız Paris’te kendinizi unutursunuz, oralı oluverirsiniz “  dedirten o dişi şehir, Ahmet Haşim’de o bilinen ‘delaleti’ çıkarıyor ortaya.
Paris, içinde yolculuğun bir yalnızlık okulu olduğu öğretiyi Paris Tesadüfleri’nde Ahmet Hamdi Tanpınar’a yazdırıyor. Tanpınar’a göre, Paris’te kendi manzaramız daha ilgi çekicidir. Gerçekse şudur: “Edebiyatımızın bugünkü manzarası, merkezi bilinmeyen bir vilayet manzarasıdır. Bundan kurtulmaya bakmalı. “
Peyami Safa’da Paris yolculuğu bir iç yaşantı olarak kabul görüyor. Paris’e yirmi dakika kala Peyami Safa’yı şehirden ayıran yirmi dakikanın onu bütün yolculuktan daha çok yoracağı kanısına ancak Paris’ten önce kurulan bir iç yaşantıdan varılabilir. Nitekim Safa bunu şöyle açıklıyor:
“On beş yaşımdan beri benim iç yaşantımın önemli bir bölümü Paris’te geçti. Bir kez bile ayağımı atmadığım bu kentin kıyısını bucağını bile az çok bilirim. Hayalen onun içinde çok yaşadım. Fakir ve daha beteri arkasız bir halk çocuğu olmanın belâsıyle kırıp sararak ve borçlanarak bu geziyi yapıncaya dek büyük Avrupa okulun eşiğine adımımı atmadığım halde, kitap dedikleri ucuz ve soylu kılavuzun onun kürsülerine güçüm ölçüsünde yaklaşmayı biraz başarmıştım.”

Ve her kentte birbirimizi yeniden buluyoruz

4 Ekim 1979’da, Paris’te seyir defterine koyduğu son cümle Nedim Gürsel’i birçok kente taşıyan Seine’in bulanık sularında yansıyor. Türk yazarının Tanzimat’tan Cumhuriyet dönemine kadarki bozbulanık Paris serüveni de kendini bir başka kentte yeniden bulma ile, sözcüklerle bir kentin yeniden inşası arasında bir yerde açıklanabilir. Fakat son söze yakın bir şeyi, Ahmet Haşim’in çok yakınında bir yerde Enis Batur söylüyor:

Bu şehir kadar hiçbir kadın heyecan vermedi bana.

Paris-İstanbul gelgit eksenine oturtabileceğimiz bu deneyimler okulunun yazınsal anlamda ilk penceresini aralayan Yirmisekiz Mehmet çelebi oldu. III. Ahmet devrinde, çocuk kral 15. Louis’ye tebrikname ve hediyelerle Fransa’ya fevkâlade bir elçinin gönderilmesine karar verilmesi üzerine rasgele biri olmadığı kanısını uyandıran ve orduda defterdarlık payesine erişmiş, ikinci murahhas olarak Osmanlı’yı Pasarofça görüşmelerinde temsil etmiş olan Yirmisekiz Mehmet çelebi görevlendirildi. Reşat Tarihi,bu seçimin odak noktasındaki kişiyi “ ..konuşma ve usûl taktiğine aşinâ ve ayrıca hıristiyan desiselerine vakıf “ biri olarak nitelendiriyordu.
Kırka yakın maiyeti ile birlikte deniz yoluyla Toulon limanına, oradan da Paris’e giden; şehirde mareşal ve bir alay askerle karşılanan Yirmisekiz Mehmet Çelebi, 1721 Mart’ı başından aynı yılın Temmuz ayına kadar süren bu Paris yolculuğunu canlı bir üslupla kitaplaştırdı ve bu kitap Türkçe ve Fransızca olmak üzere ayrı tarihlerde yayımlandı.
Yirmisekiz’in ardından Paris, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin bir kaçış şehri olarak 1867’de yeniden kurulur. Paris’e kaçan Ziya Paşa ve Namık Kemal buradan Londra’ya geçerler. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümü üzerine affedilen Yeani Osmanlılar 1871’de yurda dönerler. Aynı yıl, bir Paris kılavuzu ve Paris’te yaşayan gazeteci Teodor Kasap’ın ilk el bilgileri ile Paris’e gitmeden yazılan bir roman ortaya çıkar: Paris’te Bir Türk. Romanın yazarı Ahmet Mithat, romanındaki gözlemlerini doğrulama olanağını ancak 1890’da bulabilir.
1904-1912 yıllarını Paris’te geçiren Yahya Kemal’in yaşadıkları bir şiir uyanışı ve siyasi özgürlük arasında kalmıştır:

Yaşamış olmayan bilir mi bunu:
Eski Paris’te bir ömür geçti
İdeal rüzgârlarıyle hür geçti.

Paristanbul, Timour Muhidine-Halil Gökhan
Editions Esprit des Péninsules, 2000, Paris
1939 yılının başında Paris’e giden Cahit   Sıtkı, aynı yıl içinde savaşın başlaması üzerine yurda geri dönmek zorunda kaldı. Hatta onun bombalar altında bisikletle Paris’ten ayrıldığı söylenir. 1 Şubat 1939 günü Ziya Osman’a yazdığı mektupta, Avrupa’yı yalnız kitaplarla, dergi resimleriyle tanımanın tanımak sayılmadığını yazarken, gelecek mektuplara konu kalasın diye, gözlemlerini döşek altı eder Cahit Sıtkı. Ne yazık ki bu döşeği kaldırmaya pek vakti kalmamıştır.
İkinci Dünya savaşı sonrasında Türk Edebiyatında Abbas Yolcu (1959), Hangi Batı (1972) başlıklı kitapları ve Zenciler Birbirine Benzemez (1954) romanıyla Attilâ İlhan, Paris yükünü çekenlerin başında gelmiştir. Attilâ İlhan yağmurun altında ıslanan bir öfkeyle Abbas Yolcu’nun sesini  Paris’ten duyurur. Yolculuk serüveni ve şehir arasına sıkışmış bir doğulu sestir bu:
“Anlı şanlı Paris! İhtiyar dünyanın ortası Paris! Kız oğlan kız! Apaş! Orospu! Komünist! De Gaulle’cü XXnci asırlı ve kahraman Paris! Ulaaaaan Paris!"
Demir Özlü, Ataol Behramoğlu ve  Nedim Gürsel de doksanlı yıllara kadar Paris yolculuğunun yükünü çekenlerin başında gelmektedir.
Nedim Gürsel’in Paris Yazıları 1995 yılında bir kitap altında toparlanmıştır. 1973-1994 dönemini kapsayan bu yazılar, hem güncel hem de kalıcı bir nabız alma çabasıyla dokunmuşlardır Paris’e ve çevrenine. Yazarın yaşadığı yirmi yılın gerçek ağırlığını yazıyla ödediği, üstüne bir de yeniden okuma borcu eklediği ve tarih gözetmeden konularına göre düzenlediği yazılardır bunlar. Nedim Gürsel bu yazılarda Paris’i yeniden inşa etmiştir.

Paris gerçek anlamıyla çoğuldur. Birçok Paris vardır. Edebiyatımızda Paris yolculuğu, yazarın büyük oranda yaşam kaynağı demek olan yalnızlık ve sürgün bağımlılığını belgelemesi bakımından bir hastalığa işaret eder. Gitmek ve gelmekle yakalanılan bu hastalık yazarı bağımlılığının yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlarken Paris yolunun tam ortasında durur.
Paris yolculuğu bir anlamda soyun ve köklerin bozulmadığı, ama başka topraklarda ne olduğunu araştıran ve hep geriye gelen bir bozkırdan çıkma ve geri gelme çabasının ortasıdır.


PARİS KİTABI


PARİS KİTABI 

Paris’i yazmak daha çok resimsiz, fotoğrafsız kitaplarda mümkünmüş gibi geliyor bana. Sanki fotoğraflara - belki de Paris turizminin sıradanlaştırdığı görüntüler yüzünden -  Paris’in taşıdığı düşünsel yük sığmıyor; görüntüler Paris’i taşımıyor. Paris’in her bakımdan birçok imgeye taşındığını; üstelik birçok imgenin de metaforlar yardımıyla Paris’e yüklendiğini unutmamak gerek.
Nedim Gürsel’in Paris Kitabı Paris’i Yazmak olgusunu daha içtenlikli ve sıcak bir konuma sokuyor. Paris’in üzerine çevrilmiş bir yazarlar turizmi olduğu,
(Burada ‘turizm’i bir gezginlik pratiği olarak alıyorum) bu turizmden geriye, büyük oranda edebiyatın kapsamına giren bir yapıt toplamı bulunduğu apayrı bir gerçek. Bunun ötesinde Paris’i, edebiyatın ve düşünsel kıvraklığın izin verdiği ölçülerde keşfetmek, yazarlık serüveninin kentlere dönük yüzünde önemli bir çaba.
Nedim Gürsel, kişisel coğrafyasında bir keşif alanı olarak var ettiği Paris dünyasına neredeyse en açık yaklaşan dünya yazarlarından birisi. Yaşamınının büyük bölümünü geçirdiği Paris, onun yaşamsal konularının arasında adeta bir ikon durumunda. Kent ve kadın Nedim Gürsel’in yaşamının önemli gerçeklik ikonları arasında neredeyse birbirini sürükleyerek ilerleyen olgular. Nedim Gürsel, Paris deyince yirmi beş yıldır oturduğu kentten çok güzel Helen’i kaçırdığı için Troya Savaşı’na yol açan yakışıklı delikanlıyı düşünürken bile şehir Paris’in hamurunda çekici, güzel bir kadın gövdesinden izler buluyor. Hatta daha da öteye giderek, Boğazkesen’de İstanbul için yazdığını Paris için de tekrarlama cüretini gösteriyor:
“Kentin harcına bir kadın gövdesi karıştığından, iklimi yumuşak, suyu saydam, güneşi göz kamaştırıcı, ırmağı yeşildir. Özlemi ateşten daha yakıcıdır, vuslatı en derin uykudan daha tatlı. Ve yokluğu, paslı bir hançer gibi saplanır gövdeye. “
Bir şehirde kadınsı izler bulma çabası aslında o şehirde yaşayan ölümlü ama çok güzel kadınlar bulma çabasından asla uzak düşmüyor.
Paris Kitabı gerçekte Nedim Gürsel’in Paris’i olarak adlandırabileceğimiz bir kitap. Bu bakımdan bir kent monografisinden çok çağımız yazarının çok çehreli dünyasının sadece bir yüzünü oluşturan şehir-yazar ilişkisinin sonucu olarak bizimle buluşuyor. Mimarların, şehir planlamacılarının, belediyecilerin, postacıların ve memurların Paris’inde ortak yönler, daha doğrusu ortak ve anonim bir Paris bulmak üç aşağı beş yukarı mümkün. Ancak Nedim Gürsel’in Paris’i yapıların, çizimlerin, hizmetlerin, mektup adreslerinin ve mesailerin çok ötesinde bir yerde; örneğin Paris öykülerinde temel izlek olarak kullandığı ve tasarladığı nice kitabın yazıya dönüştüğü mekan olan Hôtel de Sens’ın avlusunda...
Paris kimindir?
Paris Kitabı bu soruya bir yanıt arama çabasının ortasında durmamasına karşın kendi varlık nedeninden ötürü yanıtlardan biri konumuna geliyor: Çoğul Paris. Paris çok değil, çoğuldur. Bir şehir bazen içinde birden çok kent barındırır. Şehir-kent ayrımının uçlarında durulduğunda, bir şehrin mekân boyutu dendiğinde kent adını aldığı; insanlarına (özellikle de kadınlarına) ve yaşama kültürüne girildiğinde şehir adına yerleştiği söylenecektir. Bu ayrımdan hareketle Nedim Gürsel’in şehri ve kenti Paris’tir. Paris onun için öyküleri, çatı odaları, üniversite kitaplıkları ve yazarlığın kendisi demektir. Kırk yıl önce sadece bir sözcükten ibaret olan Paris.
“Güzel Paris... Yalnızca bir başkent gibi değil, yabancı bir kadın gövdesi gibi hâlâ keşfedilmeyi bekleyen...”