zorba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zorba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Temmuz 2019 Pazartesi

Aleksi Zorba Zorda


1.


Her haneye, her sokağa, her mahalleye, özellikle de her adaya bir Aleksi Zorba...

Kaybolup gitmekte olan insanlık haritasının sağ üstköşesinde kuzey doğrultusu olarak parlayan tek bir sivrilik varsa o da AleksiZorba'nın "bu dünyayı yaşamaya ve anlamaya, üstelik gidilse de bu dünyada kalmaya" dair işareti. Ondan önce de çizilmiş miydi gerçekten geviş getirirken de düşünebilen, düşünürken de farkında olabilen, farkında oldukça raks eden, şarap içen ve ten yolculuğunu etinden, kemiğinden eksik etmeyen insanın haritası? Çizilmişse de bu denli yürekli, açık ve anlaşılır olmadığı kesin.

"Zorba" ile insan karakterinin ve sığasının zirvesini yeryüzü kültürüne oyarken tek bir kürek ya da delici kullanmadı Nikos Kazancakis. 

Marksizm, Hıristiyanlık, Budizm, Felsefe, Şiir, Yolculuk... Zorba'yı oluşturan çekiç, kalem ve şarap lekesi darbelerinin arkasında "insanlı tarihin" bu farklı elementleri de vardı. Afyon tiryakisi gibi kağıt ve kalemle yaşayan bir şair ve filozofun karşısına paralı asker, madenci, vatansever, çapkın ve ölümlü Aleksi Zorba'yı çıkartan Kazancakis, bu karşılaşmanın ortaya koyduğu şiddetin sonuçlarını şöyle açıklıyordu:

"İnsana hayatı sanat yaptıran o acıklı üstünlük,birçok et yiyen canlılarda yıkıntıya neden olur."

Kazancakis'in "Zorba" romanı boyunca asıl yıkılan; komitacı ve bir yaşama ustası olan Aleksi Zorba'nın yüreği, açık zihni, cesareti ve ölümle korkusuz mücadelesi karşısındaki "kağıtfaresi"dir. Zorba, bu fareye, yani yazara şöyle demektedir:

"Kusura bakma ama patron sen bir kağıt faresisin. Şu zavallı sen de hayatında bir kez olsun güzel bir yeşil taş görebilirdin.Vallahi işsizken bir yerde oturuyor ve kendi kendime düşünüyordum: "Cehennem var mı yok mu?" diye. Fakat dün mektubunu alınca şöyle dedim: 'Bazı kağıt fareleri için bir cehennem vardır.'"

Önsözünde açıkça "Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur," diyen bir yazardır bu. Kırılgan, küskün, yaratıcı oluşunun nezaketi altında bile ezilen, ama yine de Aleksi Zorba'nın karşısında "korkmamayı, yaşamı sevmeyi ve ayakta durabilmeyi" öğrenebileceğini hisseden bir yazar... Hatta bizzat Nikos Kazancakis'in kendisi! Şu cümleler, Zorba karşısındaki yazarın durumunu anlatmayı daha iyi başarıyor:

"Ama yüreklilik gösteremiyordum. Zorba gece yarısı raks ediyor ve benim de, usluluk ve alışkanlığın düzenli kabuğundan silkinip kurtulmamı, kendisiyle birlikte büyük yolculuklara çıkmamı haykırıyor, ben ise yerimden kımıldamayıp, titriyordum."

Yazar, "Zorba" boyunca kendisiyle giriştiği hesaplaşmadan -bir anlamda Kazancakis'in gizliden gizliye başlattığı yazar-halktan biri düellosu- okuru ve insanı bir yaşam kılavuzuna götürecek ani bir uyanışla çıkabiliyor ve şöyle diyor: "'Ruhum,' diyordum, 'şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun; şimdi seni tene götürüyorum.'"

Aleksi Zorba, yazarla yaptığı yolculuklarda, giriştiği maceralarda sürekli olarak onunla didişir, durur. Küçük hikayeler, meseller,anekdotlar ve Zorba'ca nükteler bu yolculuk boyunca peşlerini bırakmaz. Yazar hep bocalamaktadır: Yaşam, kadınlar, ölüm korkusu, düşünce; yakasını bırakmayan bu kelimeler karşısında Aleksi Zorba'nın iç rahatlatıcı, serinletici ve sağlam görüşleri, görüşten de öte tespitleri ve deneyimleri vardır. Yani Zorba "gerçek bir hayat kullanma kılavuzu"dur.

"Hey bee!" diye haykırır Zorba. "İnsanlar ne hale girdi... Tuuh kahrolasıcalar! Vücutlarını bırakıp körlettiler ve yalnızca ağızlarıyla konuşuyorlar. Ama ne söylesin ağız? Ağız ne söyleyebilir?"

Bir yolculuk sırasında Zorba, bir Rus kadınına raksederek yolculuklarını, çektiklerini, kaç kez evlendiğini, kaç sanata girdiğini anlatır: Taşçı, madenci; seyyar satıcı, çömlekçi, komitacı, santurcu, leblebiyi, çingene, kaçakçı...

Kadın ve aile konularında da yazar için iç rahatlatıcı olmaktan uzaktır Aleksi Zorba. Onun kaçarak içinden çıkmaya çalıştığı bu çetrefil konular Zorba'da kesin, hoyrat ve eril karşılıklarla yerini bulmaktadır:

"Kadın anlaşılmaz bir şeydir patron. Neden,diyeceksin. Hatırlamıyor da ondan işte..."

"Yalnızca çalınmış etin tadı vardır. İnsanın kendi karısı, çalınmış et değildir."

Günümüzde "yaşasaydı", Aleksi Zorba yine insanlığın, tüm yazarların ve korkakların yanında olurdu, ama eğer saflığıyla durumu kurtarır görünse de kadınlarla ilgili peşin cahilliklerine bir kadının acı şekilde son vermesini beklemez, bunu Yazar'dan ona öğretmesini mutlaka isterdi.

Yoksa çok ama çok Zorda kalırdı Zorba.

11 Temmuz 2019 Perşembe

12 Eylül'de Aslında Neler Oldu?


Ve bir sabah uyanamadım

12 Eylül'ü o gün olmaktan çıkarmanız için ona 40 kere adını söylemenize bile gerek yok. 12 Eylül 1980'de ve sonrasında olanlar, o güne kadar olanları eğer 11 Eylül olarak adlandıracak olursak, ortaya şöyle bir denklemin çıkmasını sağladı:

11 Eylül + X = 12 Eylül.

Yaralarınızdan ve süren acılarınız üzerinden tarihe bakarsanız eğer (X), şimdiki zaman bile geçmez. Tarihe bakmadan tarihi konuşmak da o yara ve acıların sesinden başka bir şey olmaz.

Ya biz ne yapmak istiyoruz? Devam etmek mi yoksa kazdığımız çukuru isimsiz ıssız bir mezar yapmak için oraya devrilmek mi?

Ölümümüzden kazma ve küreği suçlayamayız. Ama 11 Eylül de kazma ve kürek değildir. Mezarcıyı 30 sene sonra müebbet hapse mahkum etmek ve hapse atmakla cinayetin suçlusunu yargılamış olmayız. Mezarcılar mezarlıktaki ölülerden sorumludur, onların başına gelen ölümlerden değil.

Bu bir faili meçhul faizi meşru bir darbedir

Müntehirin katili kimdir? İntihar eden kişinin ölümünün sorumlusunu tayin edebilir miyiz?

İntiharın sebeplerini araştırmak, onları saymak dökmek ve kişisel ölümü tamamen dışlamak, o dramı kullanmaktan öte bir şey değildir.

12 Eylül'de bütün Türkiye intiharın eşiğindeydi. Kurumlar toplumlar toplu olarak intihar etmek yerine iflas ederler, yani işlev bozukluklarının gereği olarak artık çalışmazlar, işlemeyi bırakırlar.

Kazayı, doğal felaketi yargılamak hiç ortada yokken o kaza ve felaketlerin gizli faili ve iştirakçisi konumuna sokar. Bir suçu işleyenle, olmayan bir suçu yargılayan arasındaki fark adaletin hangi karanlık yöresine götürür ki bizi?

12 Eylül'ü benzerlerinden ayıran tek şey travma yerine hastalığa dönüşmesiydi, içimizdeki durdurma eyleminin. Olacakları önceden göremezsiniz, olacaklara yenilirsiniz. Ve olacak olan, sizin kaderiniz olur. Tek sorun doğru yapmak değil doğru görmektir. Eylem ile bakış birbirini tamamlar, birbirinin yerine geçmez.

11 Eylül'de hepimiz neredeydik?

Şimdi neredeysek oradaydık. İçimizdeki bu durdurma hastalığı korkularımızla yüzleşemedi bir türlü.

Tarih devamlı olarak sorguluyor bizi. Dersten çok dershaneyi andıran tarih baba, müfredat yerine vicdanımızı, olayların akışı yerine tercihlerimizi kullanıyor.
11 Eylül'de hepimiz 12 Eylül'e bakarken bir şey yaptığımızı ya da yapmadığımızı sandık. Oysa ortada eylem falan yoktu. Eylemsizliğin devrimi başımızı döndürmüştü. Bu başdönmesine karşı  koyanlar da aynı dönme dolaptaydı, atlı karıncadaydı. Lunapark görevlileri, başka bir parka gitmişlerdi ve alabildiğince başıboştuk.

Görevliler gittikleri yerden dönmediler ve tarihimizde ilk kez yalnız bırakıldık. Kurucu atalarımızın hayaletleri de dönmediler gittikleri yerden. Tarihin hızına ve başdönmelerimize yenilmişlerdi belki ya da son treni kaçırmışlardı. Ne var ki uzaktan uzağa gülümseyerek, tek başımıza kalışımızın büyümemize delalet ettiğinin farkında, el sallıyorlardı.

X

Yolcu yolunda gerek.

5 Haziran 2013 Çarşamba

Kim Bunlar?


Önce cisimlerini yerleştirdiler bazı isimleri kullanarak. İsimlerinin cisimleri bile yoktu. Ortalığa çıkamayacak kadar cahil ve korkaktılar.
Sonra ortada kimse kalmayınca hamamböcekleri gibi ortaya çıktılar. Başkanından kıçkanına kadar artık sadece onlar vardı.
Zemin beyaz ve temizdi. Ayaklarını silmeden onu da değiştirdiler.
Başkalarının kanıyla, özgürlüğüyle, haklarıyla yıkanıyorlar şimdi.
Utanmadan. Hiçbir şeyi hak etmeden. Her şeyi yıkmış, talan etmiş olmanın sarhoşluğunun alacakaranlığında hiçbir şey yapamamanın, beceriksiz, eksik ve yeteneksiz olmanın ezikliğiyle.

***

Memleketin bütün bayağı adamları bir araya geldi ve aynı anda konuşmaya başladılar.
Kendi aralarında kendi eksikliklerinin kural olacağı günleri, kötü yüzlerinin kral olacağı günlerden konuştular.

Kenarken merkez olmaktan konuştular. Çemberken, daire... Kul iken tanrı ve hiç iken her şey.
Görgü vardı. Ölçü vardı ve ayar. Hiza, istikamet ve duruş.
Bütün haritalar, kılavuz rehberler ve yasalar çalındı. Bütün koruyuculardan korundular, koyucu oldular.
Kuzey kriter, güney bayağılık; beyaz görgü ve siyah görgüsüzlük.... Memleketi kutuplaştırırken kutupları değiştirdiler.
Sakladılar bütün pusulaları. Diplomalar, ancak onlar satın aldıkları zaman kimlik belgesi oldu ve kimlikler de onlara çalışmadıkları zaman sadece mahkemelerde sorulduğunda okunabildi. İçlerinden birisinin bile memleketini, ailesini, okulunu bilmedik. Her yerdendiler ve hiçbir şeydiler.
Cevaplarından hoşlanmadıkları soruları kaldırdılar ve sadece istedikleri cevapları sorusuz ortaya koydular.

***

Kimse bilmiyor kim bunlar.
En başta kendileri.
Kim olduklarının sorulmasını yasakladılar. Kim olduklarını unuttular.
Ve hepimiz biliyoruz ki tarih onların çöplüğü bile değil artık.
Yoklar.

Bunlar "siz" değil.
Bunlar "onlar" bile olamazlar.
Bunlara 1923'ten beri biz dedik bizden bildik.
Meğer hep sızlanmışlar, siz'lenmişler. Kahır ağrısı gibi bilenmişler.

Bir şiir. Beş ay hapis ve 9 yıllık zulüm.
Hani eşitti azapla gazap? Hani kolun, gözün ayarı vardı?
Hiç ilgisi yok.
Bütün bunlar hep tuzaktı.

Bunları bilmedik, seslerini duymadık, gölgelerini görmedik.
Ve memleketim çok gördü kirlinin, adinin, çürüğün yalpasını.
Ve bir gün çıkaracağız emin olsunlar, kuşku duymasınlar
Kırar gibi yapıp arkamıza sakladığımız hak sopasını...

21.08.2011

8 Ekim 2012 Pazartesi

Alex de Zorba

Sadece kasanın başına geçtim

Futbolun ölümünün para olduğunu söyleyip duranlara, paranın öldürdüğü ilk şeyin futbol olmadığını söyleyerek söze başlayalım.
Bir süredir işlerim sebebiyle bu sanal "yalan" dünyaya dönemedim. Aslında hep burdaydım, sadece kasanın başına geçtim.
Kasa başında her şey daha yalandı ve gerçekti.
Sanal dünyaya sızmanız için gereken tek yalan söyleme gerekliliği, yalanlar artınca sanaldan yalana dönmeyi gerektiriyor.
Şimdi bunları yazarken parmak uçlarımda biriken antrenman fazlalığı ve maç eksikliği duyguları birbirine hiç karışmıyor. Hayatımda antrenman olan şeyleri hep öne aldım ve maç gününü ise hep erteledim. Bununla övünmedimse de kendimden bahsetmeden öleceğimi sanırken bu yalan dünya beni son anda ego pişmanlıklarından kurtardı ve kendimi okurummuş gibi de hissettiğim bu devranda çalakalem girişiyorum gündelik hayata...

Ben yokken bir ben yoktum yani

Ben buralarda yokken, öyle şeyler oldu ki, onları bilenlere, gören ve duyanlara onlardan bahsetmekle gerçekleşecek haberciliğe girişmemem onları unutmamı da gerektirmezdi. Ben yokken bir ben yoktu yani maaşallah. Bunda emeği olan herkesin allah cezasını versin, diyorum başka şey demiyorum. Herkes ve her şey üst üste geldi; gündem dev bir balona dönüşmenin ötesine geçince balon havalanamayarak bir zeplin edasıyla patladı.
Gerçek hayat patladığında ilk önce kelimeler düşer vitrinden. Söz kaybolur ve söyleyemezsiniz söylenmesi gerekeni. Buna ben daha çok sözün ele geçirilmesi diyorum. Geçici bir süre ya da kalıcı bir sağırlıkta...
İşte böyle bir şey oldu. Zorbaca ya da çelebice gerçek hayat elimizde patladı.
Geçtiğimiz yılı güzide bir futbol kulübümüzün şike davasıyla geçirmemiz sırasında, o kulübün taraftarları ve diğerlerinin elinde alından kelimeler serbest kalınca, yazı makinesinin işleme alışkanlığını yitirmesinden olacak futbol megafonunun ağzından yanlış kelimeler döküldü ve neticede sorumlu bulundu. Alexander de Souza.

Zorba bir taverna adı değildir

Her şey yunan olabilir, ama herkes Yunan olamaz. Taverna ahlakını tercih ederseniz adınız Zorba da olsa Aleksi Zorba ruhuna zerre yaklaşamazsınız, zira Zorba damıtılmıştan çok mayalı içkileri sever. Yunanlılar, yunan kültürünü günümüz turizmiyle birleştirip maliyetine satarken, Yunanlı Aleksi Zorba'nın çok ötesinden bile geçemezler. O halde ruh olarak Zorba, Akdeniz denen iç okyanusun her yerinde ve deminde gezer. Ona bir solukla bile ulaşmanız mümkündür. Aslen de tek yolu odur Zorba olmanın.
Alexander de Souza, aramızdan ayrılıyor. Sekiz yıl boyunca yunan tarzı tüketilirken bile Zorba ruhunu yaşayan bu büyük topçu, kader olarak da ona çok yaklaşmanın arefesinde, Alex de Zorba olup öldürülerek memleketine gönderiliyor.
Sarı-lacivert renklerin hakim olduğu bu cenazede ince yeşil bir kan sızıntısı var, ama ne yazık ki göze bile çarpmıyor.