kent etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kent etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2024 Salı

Görünmez Kentler ve Renkler

villes invisibles ile ilgili görsel sonucu

"Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yanyana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli; sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."

Italo Calvino "Görünmez Kentler"


Kentlerin yaşamında sokakları, binaları ve meydanları oluşturan kavram köşeleriyle artık hiç kimsenin ilgilenmediği gün gibi ortada. Kentler rüzgara, zamana ve unutuşa doğru yaşlanırken bu köşelerin, Ortaçağ’ın 11 burçlu şehir kaleleri gibi kentin her yerine serpiştirildiğini, kentin kamu kütüphanelerinde, özel meskenlerin okuma/yazma odalarında bu köşelerin masa, dolap ve koridor sonlarında yaşadığını mırıldanıyor sokak taşları.

Kent bomboş.

Üzerinde insanlar, arabalar, sinemalar, reklamlar ve köprüler dolaşıyor, ama kent bomboş.

Bir Fellini Roma’sı ya da Solanas’ın Buenos Aires’i gibi… El Sur (Güney) taş sokakları yalıyor Tango zamanı.

Boş kentler renksiz görünür. Avrupa’nın kentlerinde öğle vakti ya da akşam yemeğinden sonar yer eden bu renksizlik deniz kenarındaki kentlerde yerini mavinin soluk tonlarına bırakır. Boş kent, kımıltısız bir deniz kadar sessizdir çünkü. Deniz için fırtına neyse kent için insanların kalabalığı odur.

Kentler kurulalı birkaç binyıl oldu olmasına ama kent hayatının neresindeyiz artık? Barbarların istilasından korkan kentlerden uygarlığın çöplüklerine dönüşen kentlere, at üstünde girilen kentlerden bir terör bombasının tehdidiyle kaçılan kentlere gelinceye kadar neredeyiz?

"Belki de kent yaşamının kriz noktasındayız,” diyor Italo Calvino “Görünmez Kentler” adlı kitabında. Ona göre “Görünmez Kentler” yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. “Metropollerin tamamını bloke ederek zincirleme zararlar doğurabilecek büyük teknolojik sistemlerin çekiciliğinden konuşulduğu kadar, doğal ortamın yıkımından da aynı süreklilikte konuşuluyor. Çok büyük kentlerin yaşadığı kriz doğanın yaşadığı krizin diğer yüzüdür."

“Görünmez Kentler”in bir başka meselesi de insan, doğa ve tarih uyumunun kentlerde yitmiş olması üzerinde yoğunlaşıyor. Eşyaların, nesnelerin insan yaşamı ve eylemleri üzerindeki kesin zaferi, insan tarafından kabul edilen bir egemenlik olarak yer etmiş durumda yaşamlarımızda. Dolayısıyla insan hem kendisine hem de dünyaya yabancılaştı. İnsan ürettiğinden daha fazla tüketiyor, çünkü artık insan adına makineler daha çok üretiyor. Makineler tüketemediğine göre insanın “bir makine kadar hızlı” tüketmesi gerekiyor. Bu kopuş, bu teslimiyet, insanın arzu ve isteklerindeki bu azalma kente de yansıyor. Ne var ki kentlerin bir belleği var ve bu bellek elektriksel hareketlerin de ötesinde ahşap, taş, boya, sıva, heykel ve duvar olarak yaşıyor. Onlara dokunuyor, görüyor ve işitiyoruz.

İşitmek mi? Ama nasıl?

Rüzgarın sayesinde.

Kentler kurmakla yanlış mı yaptık acaba? Issızlıktan, yalnızlıktan gelen insanların sosyal sorunlarını çözeceğimiz yerde onu teknolojinin, medeniyetin ve kalabalıkların içinde daha da mı yalnız bıraktık?

İşte Italo Calvino gibi daha birçok düşünür, mimar, şehir plancısı ve yazar bu sorunun cevapları üzerine düşünüyor, kalem oynatıyor. “Görünmez Kentler”de Kubilay Han ile Marco Polo'nun buluştuğu satranç partileri, söyleşiler ve kent masalları arasında okurun yolculuğu sürerken, modern kentlere belki de ilaç olabilecek doğu mistisizmi anlaşılmaya çalışılırken öte yandan modern kent yaşamının içinden çıkılmazlığı ve geleceği üzerine düşünceler etrafımızı sarıyor. Tektipleşmenin, ıssızlaşmanın labirentini aşmak, bu labirent içinde bir yol bulmak. Günümüz kent insanının bütün uğraşı neredeyse bu eylemler.
Labirent uzuyor, kıvrılıyor, büyüyor ve daralıyor.

İnsan küçülüyor. Yaya geçitleri de küçülüyor ve dağılıyor kentin her bir köşesine.

O beyaz çizgiler labirentlerin yol taşlarına dönüşüyor.

Görünmez Renkler

“Görünmez Kentler”de Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı her kent bir kadın adını taşıyor: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini.” “Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzular. İsidora’ya varır sonunda.” “Dorotea iki türlü anlatılabilir: Kenti, her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kat eden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinden yükselen dört alüminyum kaleden söz eder, her mahallenin gelinlik kızlarının öteki mahalleden gençlerle evlendiğini, ailelerin kendi tekelinde tuttuğu bergamut, havyar, usturlap, ametist gibi şeyleri aralarında takas ettiklerini göz önüne alarak bütün bu verilerden hareketle kentten geçmişte, şimdi ve gelecekte talep edeceğin şeylerin tümünü keşfedinceye dek hesaplar yapılabileceğini anlatabilirsin;...” “Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay.” “Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir.” “Yolculuğun sonunda Tamara vardır.” “Altı nehrin e üç sıradağın ötesinde, bir görenin bir daha unutamadığı kent, Zora yükselir.”

Bunlar dışında Maurilia, Eufemia, Zobeide, İpazia, Armilia gibi başka düşsel kentlere de seyahat eder Marco Polo. Kubilay Han, gözler, takaslar, gökyüzü ve ölüler arasında geçen bu kent sohbetlerinin arasında Marc o Polo’ya derin bir kuşkuyla sorar: “Bana anlattığın bütün bu ülkeleri ne zaman vakit buldun da gördün bilmiyorum. Bu bahçeden hiç ayrılmamışsın gibi geliyor bana.” Marco Polo ise bir hükümdarın huzurunda bulunuşun büyük dikkatiyle şöyle cevap verir: “Benim gördüğüm ve yaptığım her şey, kafamda, bu bahçedeki aynı sükûnetin, aynı alacakaranlığın, sadece yaprak hışırtılarının bozduğu aynı sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde anlam kazanıyor. Yaşamım timsahlarla yemyeşil bir nehrin akıntısına karşı boğuşmakla ya da gemi ambarlarına indirilen tuzlu balık fıçılarını saymakla geçse de, düşünmek için dikkatimi yoğunlaştırdığım an kendimi akşamın bu saatinde hep bu bahçede, senin yüce huzurunda buluyorum.”

Diyalog böyle devam ederken Kubilay Han Marco Polo ile kendisini çöplükleri karıştıran iki meczuba benzetir. Bunun üzerine Polo cüretini artırarak cevabı yapıştırır: “Belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer, bir de Yüce Han’ın sarayının asma bahçesi kaldı. Onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız, ama hangisi içerde hangisi dışarda belli değil.”

Görünen Renkler

Turuncu

Tatar imparatoru Kubilay Han, Marco Polo yolculuklarında gördüğü kentleri kendisine anlatırken ona inanıyor muydu? Ama şurası kesin ki Kubilay Han, diğer bütün ulak ve kaşiflerinden daha büyük bir merak ve dikkatle dinlemeyi sürdürdüğü Marco Polo’yu dinlerken zapt ettiği uçsuz bucaksız toprakların verdiği gurur duygusunu yitirmemek için bu “zahiri” yolcuya katlanıyordu besbelli. Bütün bu katlanmanın ötesinde Kubilay Han’ın hayatını saran turuncu kuşak, yaşadığımız kentlerin ötesinde başka hayatlar ve kentler olduğunu bize durmadan bildiren turuncu kuşaktır. Bizler buna kısaca haberci kuşak demeliyiz. Kentlerimizin sokaklarında bulamadığımız bir renktir turuncu. Salon ve odalarda, eşyalarda ona rastlarken kentdışı, mekandışı bir renk olarak acaba Marco Polo’ya Kubilay’ın duyduğu garip hayranlığı da taklit ediyor muyuzdur ister istemez?

Kubilay Han, yalnız Marco Polo'nun anlattıklarında yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin ötesine geçerken de karınca ağızlarından balkabakların içine, kabak çiçeklerinden olgun kayısılara kadar turuncu bir düş denizinin kıyılarında dolanıyordu. Hükümdarlık gururu ve gerçekleştirdiği fetih düşleri onun yeni düşlere dalmasına engel değildi ve Venedikli Marco Polo’yu sarayının asma bahçesine konuk etmesinin asıl nedeni buydu. Gri, yosun yeşili Venedik’ten gelen yolcunun bir hükümdarın turuncu düş bahçesine konuk oluşu… Biraz olsun kentten turuncuyla kaçmak anlamına gelmez mi bu?

Mavi

Melih Cevdet şöyle derdi: “Gökyüzü boş – Nereye bağlasam atımı?” Uzun süre at koşturan kimdir, mavi gökyüzünün altında? Bu ıssızlık yolcusu belli ki bir kente gelmiştir. Gökyüzü boştur, demek ki gündüzdür; yıldızlar görünmemektedir. Gökyüzü görünmediği zamanlarda mavi olduğu için denizler de mavi olabilir. Onca kumu, çakılı, kabukluyu ve balıkları gizlemek için.

Mavi renk, kalabalık bir canlı-cansız sürüsünün çok uzaktan bakıldığında seçilen rengi olabilir mi?

İsidora. Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzulayınca bu kente varır. “Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı helezoni merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır, bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar, ve horoz döğüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür.”

İsidora kesinlikle genç bir kadındı. Surları sarı çiçeklere bezenmiş, meydanında mavi bir kumaşa sarılmış çiçek tarhları barındıran dişi bir kent.

Güzel her kent gibi İsidora’nın da ortasında bir nehir geçer. Bu mavi nehrin adı neden Osiris olmasın? Osiris iyilikleriyle ünlü bir Mısır kralıdır. Ve Osiris duvar resimlerinde mavi bir tahtın üzerinde oturmaktadır. Yanında bulunan koruyucu kuşun başı da mavidir.

Marco Polo, düşlenen İsidora kentinin kendisini gençliğiyle içerdiğini söyler. Bu yüzden geç yaşta İsidora’ya gelir. “Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.”

Kırmızı

Ovada kurulu, ırmak kıyılarında konuşlanmış kentlerde evlerin çatıları kırmızı renktedir. Gökyüzünden gelen her etkiye açık olmaları yüzünden rüzgarın ters yönünde yosun bağlamış bu kiremitler kırmızı renginin her tonunu barındırır. Güneşin batışı, resmi binalardaki bayrakların üzerindeki kırmızı şeritler, otomobillerin güneşteki kırmızı ışıltıları ve içinden kırmızı geçen geçmeyen bütün renk sözleri… Hepsi de bizi kırmızının berisine çağırır bizi. Üzerinde maddenin değil de ışığın yansıdığı bu renk aslında kentli değildir; gökyüzünden, ışık tayflarının arasından gelen bir misafir gibi yerini alır insan mekanlarında.

”Görünmez Kentler”deki Dorotea kenti, gidenlere, yani okuyanlara kırmızı renginin bazı çağrışımlarını uyandırıyor. Marco Polo iki türlü anlatıyor bu kenti: “Her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kateden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinde yükselen dört alüminyum kule…”

Marco Polo bu kente ilkgençlik yıllarında bir sabah vakti gelmiş. Sokaklarda yığınla insan pazara doğru gidiyormuş. Kadınların güzel dişleri varmış ve gözlerinin içine içine bakıyorlarmış. Tahta bir set üzerinde üç asker klarnet çalıyormuş, dört bir yanda çemberler dönüyor, rengarenk pankartlar rüzgarda uçuşuyormuş.

Marco Polo’nun o ana dek hayatında gördüğü tek şey çöl ve kervan izleriydi. O sabah, Dorotea'da, yaşamdan umamayacağım hiçbir nimet yokmuş gibi geldi ona. Daha sonraki yıllarda gözleri, çölün bitimsiz kumlarını ve kervan izlerini seyretmeye döndü; oysa şimdi biliyor ki bu, o sabah Dorotea'da bana açılan bir sürü yoldan sadece birisiydi.

Yeşil

Yeryüzündeki ağaçların, sincapların toprağa sakladığı tohumların unutulmasıyla oluştuğunu okuduğumda fazla şaşırmadım. Hele bir Akdeniz bitkisi olarak bilinen zeytin ağacının bile 2-3 asır önce Akdeniz’e Hindistan’dan getirildiğini öğrenince de… Ama Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirini okuyunca şaşkınlığın ne olduğunu öğreniyorum. “Geceyi gündüzü biliyor/Dört mevsim, rüzgârı, karı/Ay ışığına bayılıyor/Ama kötülemiyor karanlığı; Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak için/Bir öğrenegörsün aşkı/Ağacı o vakit seyredin.”

Kentlerdeki yeşilliklerden öğreneceğimiz çok şey var. En az duvarlar, köprüler, pencereler ve kapılar kadar… Bir keresinde ormanların yer değiştirdiğine dair bir mitolojiyi tam anlamıyla uydurmak için saatlerce kalemim elde beklemiştim. Ormanlar kolayca, bilinçli olarak yer değiştirebilirlerdi ama bunun amacı ne olacaktı?

Mitoloji “masalları” insanın tarih ve kültürünün altında yatan büyük neden-sonuç ilişkilerinin mimarıdır. Buradan hareketle “hareket eden ormanlar” mitolojisi çok havada kalacaktı. Ama kentteki ağaçları, kentlerdeki -park, bahçe ve avlulardaki- parçalanmış ormanları düşününce “ormanların sürgünü” terimi aklıma geliyor ve bu kez yer değiştirme mitosu belirgin bir amaçla yükleniyor.

Kentlerdeki yeşilliklerin de surları yüksek, hendekleri derin bir mitolojisi var artık.

Beyaz

Mermerleri sıyırdığımız zaman kentlerden geriye ne kalır? Bir insanın belleğini almak gibi bir şeydir bu. Heykeller yok olur, sütunlar ve de hamamların kurnaları; bazı pencerelerin pervazları da…
Bir kentin soyunması, onun beyazlatılması mıdır gerçekten? Kentlerin üzerinden birçok şey atılabilir: Tarih tabakası, insan tabakası, ölüm tabakaları, doğumlar, mevsimler, olaylar ve anılar… Kent beyazlaşıncaya kadar daha birçok tabakanın atılması gerekir. İlk önce’ye, başlangıca dönmek için kente yapılan akınlar, fetihler, göçler ve istilalar kazınmalıdır. Ta ki bir bozkır kalıncaya ve o bozkırın öncesinde bir buz tabakasına ulaşıncaya kadar.

Üç gün hep güneye gidilince iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu Anastasia’da satılan eşyalar da tabaka tabakadır:Akik, oniks, zümrüt ve diğer kuartz çeşitleri; buralarda, bekletilmiş kiraz ağacından kesilen odun ateşinde, bol kekikle pişirilen nar gibi kızarmış sülün etini de övmek gerekir; bir bahçenin havuzunda yıkanırken Marco Polo’nun gördüğü ve -anlatılanlara göre- yoldan geçenleri, bazen kendileriyle birlikte soyunmaya ve suda şakalaşmaya davet eden kadınlardan da söz etmek gerekir. Marco Polo bütün bunlarla kentin gerçek özünü anlatamayacağını söyler Kubilay Han’a. Çünkü Anastasia'yı anlatmak sonradan boğmak zorunda kalınacak arzuları içinde bir bir uyandırmaktan öteye geçemezken, bir sabah kendisini Anastasia'nın orta yerinde buluveren birinde arzular hep birden ayaklanır ve kuşatıverir. Marco ekler: “Kent her arzunun mutlaka yaşanması gerektiği, senin de parçası olduğun bir bütünmüş gibi gelir sana, oysa o, senin keyif alamadığın her şeyin tadına varır, sana da bu arzuda yaşamak ve bununla yetinmek kalır.”

17 Kasım 2022 Perşembe

Bugün haber aldın birisi öldü


13.

Çağın perdesini yeniden aralıyorum
Şarap şişelerinin içinde böcekler var
Beyinler sızmış rakı kadehlerine
Kan akmış zamanın dudaklarından

Gelin görün beni
Böyle bağırıyor her yalnız kalan
Camdan ekrana bulaşan şeffaflık ertelenmiş
Az sonra
Diyor şehir hep bir ağızdan
Öleceğiz
Üç şarkıya sığacak yaşamayı ağırdan almamız

Bize bunları bıraktı her giden
Televizyon tarih defteri ve bakkal borçları
Topkapı Sarayı da her gün geç saatlere kadar ölülere açık
İşçiler hatıraları süpürüyor vezirlerin gizlice ağlamaları
Ziyaret saatlerinin sonuna karışmış


25 Ocak 2009, Eyüp


14.

Silmek istiyorsun yazılmış olanı
Şehir konuşunca ziyaretler susuyor
Sen ne zaman geldin kimse bilmek istemiyor
Geldin mi geldin. Daha neyin önemi var…
Surlar vardı eskiden ve şimdi yok, şimdi yerinde
Uydu antenleri var
Konsomatrisler, Rus kızlar, pet şişe gölgesinde
İmparatorluk çeşmesinin ölümü
Yerinde kımıldanıyor deniz solucanı
İki vapur birbirlerinin geçmemesini bekliyor
Ve büyük turistik gemi finansal olarak yalpalanıyor
Dolar düşüyor telefon çekmiyor kaldırıma düşüyor
Birisi ve herkesin gözü onu görmemekle düşmek arasında
Bir filmde.
İndirmiş yüreğimize korku dokümanını
Resim olarak ve video butonlarından sivilcelerle kaplı
Haliç’te

Seni unuttum seni görmedim uçaklar dalışa geçiyordu
Karşı köprüde annen ve baban el sallıyordu görmedim
Mezarlarını bırakıp gelmişlerdi ve yerlerini aldılar büyük yarıştan önce
Onların som altın gülümsemeleriydi
Senin kaybolduğun yarışın sonuçları


24 Mart 2009, Eyüp



15.

İşte sen
Kaçıyorsun başka bir şehre doğru
Ölümün onaylanmamış
Bütün masalardan, kule ve köprülerden geçtin
Ama geçit vermedi ölmene, acı içinde bıraktıkların
Yalnız koydukların
Her şehirde, bir şehrin içine
Öylece.

Kaçıyorsun.
Duruyormuşsun gibi gelse de kaçıyorsun
Sene 2006: Ankara
Sene 2007: İzmir
Ve hâlâ kovalıyor arkandan İstanbul
Sene ikibinonbir
Darmadağın ufuk, hafıza ve kollarında son kalan takat

Bacakların hatırlıyor
Gezdikleri her şehirde hatırlanan bir ağırlıktı
Ölmek bahsi…

Bugün haber aldın birisi daha öldü
Yarın, İstanbul’u hatırladıkça ağırlığın olmayacak…

23 Mart 2011, İzmir


(İstanbul 1998'den; 2000-2015)

20 Ağustos 2022 Cumartesi

İstanbul'a İlk Mektup


Çağırdın.

En son sen çağırdığın için işte bak çıkıp geldim.

Buraya gelmeyi hiç istemezken aslında neden gelmem gerektiğini de geçici olarak unutmuş olmam, unuttuğum şeyin önemsiz olduğunu göstermez değil mi hayatımda?

Madem hayatlarımızı veriyorsak ve sonunda tabii ki geri de alamıyorsak şehirler neden birer özne olmasınlar?

Kim sorusu sorulur özneyi bulmak için. Ama özneyi gerçekten de arıyor muydum ki?

Sen zarftın. Edat. Zamir. Tümleç. Tamlama. Zarf tümleci. Belirtisiz isim tamlaması. Hatta Nesne.

Her şeyin nesnesi. Tesadüflerin, kaderlerin, yalanların, aşkların...

Beni buraya kadar bile okuman bir mucize. Demek ki artık daha sabır dolusun bana karşı. Uzun suskunluğumun anlamını düşünmüşsün ya da beni tamamen unuttun ve ilk cümlelerimden kim olduğumu çıkarmaya çalışıyorsun.

Mektup yazmanın, hele hele konuşmanın, görüşmenin tamamen sıfırlandığı bir çağda sana bu ilk mektubumu yazıyorum. Bunun bir anlamı yok. Sadece ne yazacağımı ve ne zaman konuşacağımı hiçbir zaman bilememle ilgili bir durum bu.

Yaklaşık iki sene sonra seni yeniden hissediyorum. Bunun için bazı aşılar olmam gerekti: Aşı karşıtlarını işitmeme aşısı. Ani ölümlerden korkmama aşısı. Anksiyete, korku, panik, gerginlik aşıları.

Sen dediğin için ciddiye almıştım ve bir Korku Günlüğü tutuyordum ya da hanidir onu yayımlamaya karar verdim, fakat aramıza bir otel girdi: Adı Sen. O otel, bu "şirin" kasabaya yıllar sonra yine "ilk" geldiğimde karşıma ilk kez çıkıverdiğinde onu algılamaya ve anmaya bu kez hazırdım. Korku filmlerinden çıkma, onlara layık bir oteldi burası. Yıkılacakmış gibi duran, hatta anacaddeye doğru hafif bel vermiş, idarelerce artık kaybolmaya yüz tutmuş avlusunun zamanımızın dev oyuncakları olan arabalara otopark vazifesi yapmasına karar verilmiş.

Uzaktan. Uzak. Senin çok uzağından. Bu "hoş" kasabada çocukken geçirdiğim seneler boyunca seni henüz görmemiştim bile. Bir sefer hariç: Babamla, kitap poşetlerini sırtlanıp inip çıktığımız yokuşların ve ziyaret ettiğimiz yayınevlerinin, baba dostlarının çokça bulunduğu Cağaloğlu semtindeki o yaz günlerini hiç unutamıyorum. Babamın aklımda babam olarak kalmasının, belki de şu an olduğum ve yaptığım şeylerin yazıcısı ve kazıcısı olan o birkaç gün. Tam hatırlamasam da bir gece kaldığımız bir başka otel. Otel Tarlan. Yeşil havlusu daha düne kadar o yıllardan kalma en açık hatıralardan biriydi.

Çağırdın geldim ve gürültüler... Betondan sesler, ağlayan hurda sessizlikler... Her yerde "Miras" yazıları. Bu şehir kime miras kalmış ki. 

Çağırdın. Susturamadın beni. Hala soruyorum: Nasıl yaşıyorlar sende hala? Günlük 25 milyon.. Toplamda yüz milyonu geçmiş bu eserlerinin kaderi ülke.

Yeniden yeniden yıkılacağın günler çok yakın. Herkes bunu diyor. Ve yeniden yapılacağın günler daha yakın. Son birkaç ayın ya da haftan dışında hiçbir şeyin hatırlanmadığı için çok sevileceksin yine.

Ben sana mı geldim sahiden. Yeniden bir oku beni ya da kendini sorgula: Sen İstanbul değilsin. 

O, sensin. Sen sensin.

Sana geldim. Çağırabilirsin her zaman beni.


Ağustos, 2022

26 Eylül 2019 Perşembe

Herkesin Unutmak İstediği Şehir


İstanbul'da tek umutla yaşıyorum. Sabah uyanıyorsun ve şehir bomboş. Herkes gitmiş.

Unutmak eylemi eğer kalkıp gitmeye yetecek kadar bir güce sahip olsaydı, İstanbul'da kimseler kalmazdı. Yazık ki unutmanın kendisi için bile kuvveti yok.

İstanbul, herkesin unutmak istediği bir şehirdir. Birşeyleri unutmak için yer değiştiren ve muhtemelen içinden kaybolacağı türden büyük şehirlere doğru yer değiştiren kişi, geldiği yeri en çok unutmayı istediği yerde, o yeri de hatırlamak istemeyecektir. Şehirleri hem unutup hem hatırlayamayız. Ayrıca bir şehri unutmuşsak başka bir şehri ve şehirleri asla hatırlayamayız.

Bu sıkıntılarla bir sabah İstanbul'da uyanıyorum. Söz vermişim. Bu şehri anlatacağım. Belki beş yüz belki birkaç bin kitapla. Şehrin hafızası sürekli direniyor. Başkaları da yaptı, başaramadı; başarmak yok burada, burada unutulmak var. Hatırlamadığını... diyerek.

Şehir konuşmaz, uyanır. Ben uyandığımda insan değil şehirim. Parçası değil kendisiyim.

İstanbul'da bir unutuş cetvelim ya da takvimim yok. Burada herkesi gördükçe ve kişileri de unuttukça buna alışıyorum.
İstanbul'da bir sabah ile her sabah sıfatlar alıp vermeden birbirlerine yabancıdırlar. Bu şehrin sabahının ve akşamının kötü şairlerine arkalarından bakarsanız siluetlerindeki şişkinliği fark ederseniz. Sadece karaciğerlerinin büyümesinden ileri gelmez bu fazlalık. Unuttukça hatıralarınız azalır, ama şişerler. En önemsiz günbatımı nostalji olur, en köhne kasaba kaçış yeri ve bir sabahtan her sabaha o müthiş tutulmayı yaşarsınız: Bu şehir, siz terk edip başka yere giderken aynı zamanda size arkanızdan da bakabilir.

Bu şehirde çok az numara hatırlayabiliyorum. Eskiden gittiğim her şehirde telefon ve kapı numaraları farklıydı. Sokaklara da tanınmayan, bilinmeyen kişi isimlerinin verilmesi belki de onların da unutulmamaları içindi. En doğru çözüm: Unutmak ve unutulmamak için İstanbul'a gel, saklan ve kazan.

İstanbul'a kötü sözler söylemek onu övmekle başlıyor. Ona bakmadan, bir sabahına uyanmadan, onu dinlemeden ona sırt çeviremezsiniz. Övgücüler ve yaygaracılara sorsanız nereden geldiklerini bilmezler; çok acil şekilde İstanbul'un tarihini kendi köylerine göre yeniden yazma ve inanılmaz bağlantılar uydurma peşindedirler.

Son olarak bir hayat kadını da şehrin soylu mahallelerinden kalkıp sonradan ucuzlayan bir semtine büyük alkışlar altında göç etti. Zengin bir koca bulmuştu kendine. Sadece renk uyumunun artık bir önemi vardı şehirde. Para, şehvetin kızı olmuştu ve sonra da karılık etti o bedene.

Ve bir sabah kocasının annesi olarak uyandı. Ve bunların hepsini unutmak, köyüne dönmek istediğinde İstanbul'a girdiği kapıyı bulamadı. Bu şehri kuranlar, özellikle çıkış kapılarını yapmayı bilerek unutmuşlardı. Herkes kolaylıkla gelsin ve ölsün ve başkaları da hep gelsin diye.