yayıncılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yayıncılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Temmuz 2021 Perşembe
Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?
Kendime de soruyorum: Hayatım boyunca kaç kitap okuyabilirim?
Okumaya başladım başlayalı ilk meraklarımdan birisiydi bu ve geçtiğimiz zamanlarda bunu cidden anlamanın ve öğrenmenin peşine düştüğümde 27.000 ile 1200 arası rakamlarla karşılaşınca, pişman oldum demeyeceğim, ama gerçekten de hevesim çok azaldı. Zira bu araştırma merakının arkasından belki de hepimizin okuma alışkanlıklarımızı sorgulamamıza yol açacak, belki de verimli, keyifli okumalara, seçimlere yönelebileceğimiz çeşitli veriler ortaya çıkacaktı.
Kitap okumanın ya da genelde okuma pratiğinin kitap ya da sayfa sayısı olarak hesaplanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öyleyse bu sayı, az ya da çok, ve onu bilmemiz ne işe yarayacak her şeyden önce? Sanırım bu uyanış bizde ilkin bir rahatlamaya yol açacak ve en azından Türkçede 150.000'e yaklaşan tedarik edilebilir-okunabilir kitap sayısına daha sakin bakmamızı ve o yığını seçimlerimiz sayesinde doymuş olarak kabul edebilmemiz sağlamış olacak.
Hangi 4000 kitap / 1 Ömür?
Bu hesabı tam olarak yapmamızı engelleyen bir unsur da hayatımız boyunca okuyabileceğimiz kitap sayısının yaş, dönem, ihtiyaç ve sosyal-ekonomik koşullara göre sürekli olarak değişecek olmasıdır.
En sonunda şuna karar vermek zorunda hissettim kendimi: Sayılardan uzaklaşıp sayıları ne olursa olsun ne kadar yerine hangi kitapları -tabii zaman içinde onları neden- okuyacağımı öğrenmem daha doğru bir tutum olacaktı. Ve kafamdan gitmeyen rakamsa 4000 kitap / 1 Ömür'dü genellikle, ama HANGİ 4000 KİTAP?
Burada gerçekten de büyük bir kapsamdan söz ediyorum, henüz kitap ve yazar çeşitlerine girmeden. Kimse durduk yerde ömrünü 4000 kitap okumaya adamak zorunda değil; belki de hayatın yarısından sonra bu sayı 400'e de düşebilir tecrübeler ve yaşantılar arttıkça bilgi-sentez yolculuğunda bilinçliliklerimiz çoğaldığı sürece.
Sonuç olarak 4000 kitabın "varmam gereken değil", çıkmam gereken nokta olduğuna karar verdim. Ben ömrüm boyunca 4000 kitaplık bir okuma yolculuğu yapmış olmalı ve son noktada kaç kitap okumuş da olsan zihinsel hacim olarak yaptığım yol bu kadar kitaba denk düşen bir keyif, zevk ve giderilmiş-doyurulmuş merak ve dürtülerine sahip olmamı sağlamalıydı.
Bilmek, Anlamak ve Olmak-Yapmak
Bütün sıra işte bu. Eğer kitaplarınızla işiniz olacaksa ömrünüz boyunca, onları salt eğlence aracı olarak bile görmenizde bir sakınca yok... Bizler, bize bizi gösteren eşdeğer aynalar yaratarak kurduk uygarlığımızı. Sadece dil değil, kültür farklılıklarımızı bile kapatıp anlaşmaya, hayatı ve kendimizi anlamaya çalışırken bu eşdeğer aynaları, yani bize bakan aynalara, yani kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Eğlencelerimiz yorgunluklarımızı ve bıkkınlıklarımızı alarak hayatımıza kısa süreli ve sık yeniden dönüşlerimizi yumuşatırlar. Sıralaması çok önemli değilse de önce bilip, sonra anlayıp en sonunda da gereken neyse onu yapar ya da oluruz. Hiçbir ilerini alır onları şey bitmez, gene aynalardan görüntülerimizin bilgilerini alır ve yine onların uzantısında yine gerekenleri yapar ve oluruz. Kitap bu işlemler içinde en sessiz ve sadık rehberlerdir.
Bu güzel ve anlamlı yolculukta gerçekten de hepimiz kendi 4000 kitabımızın neler olduklarını en azından simgesel düzeyde bilip anlamalıyız.
Bunca satırı neden yazdığıma gelince. Kitabone ve İDEAL KİTAPLIK ile başlayan okuma kültürünü geliştirme fikirlerimin yeni durağı bu "Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?" sorusu. Çok kısa zaman içinde bu sorunun somut cevaplarını proje, ürün ve hizmete dönüştürmeyi tasarlıyorum.
Meraklılarına daha verimli ve isabetli okuma yolculukları dileğiyle...
13 Haziran 2016 Pazartesi
Kitabın Gezi'si ya da 8. Kadıköy Kitap Günleri

1-5 Haziran 2016 günü Kadıköy Haydarpaşa Garı'nda güzel birşeyler oldu. Sanırım ilk kez okurlarla tanıştım hayatım boyunca. Hayır hiç imza günüm yoktu; son derece sınırlı sayıda kitabım vardı standımızda, çok azını da imzaladım; hatta bir arkadaş-okurum imzalamamı istemedi ve hayranlıkla şaşırdım ona yeni bir şey daha öğrenerek. Bu da sanırım olanların işaret fişeğiydi.
Tabii ben sadece bu arkasında durduğum 5.40 metreye 80 cm şeklinde dizilmiş birkaç bin kitabın içinden yazıyorum.
Bence kültür adına bu fuar Türkiye'de Kitabın Gezi'siydi. "Emniyetli" yayıncılar ve "güvenli" yazarlar bizi çevrelemişti iki ayrı peronda. Gaz maskeleri olarak sık sık tükettiğimiz kağıt bardaklar kullanıyorduk. Kitap standlarında ise elektrikler neredeyse kesilmişti. Pos cihazları ve kişisel taşınır bilgisayarlar dışında elektrik kullanmak yasaktı. Bunun, garın bir kez daha "yanabileceği" endişesi yüzünden yapılan dikkatli bir uygulama olduğunun farkındaydık. İyi ki mobil cihazlar şarj edilebildi orada ve Kitabın Gezi'sinin gerçek kareleri paylaşılabildi. İki gün aynı saatlerde yağan yağmur TOMA'larının karşısına gövdemizi siper edip kitaplarımızın üstüne kapandık, zira getirmediğimiz ama yarattığımız naylonlar kitapları örtmeye yetmemişti ve Gezici okurlar da bunu bir ritüel sanıp kapatılan naylonları yağmur altında açıp kafalarını içine sokarak kitaplarımızı incelemeye devam ettiler büyük bir olağanlık içinde. Buradan Avrupa yakasının daha az yağış aldığı sonucunu çıkardık ayrıca.
Hala kimse farkında değil aslında neler oldu. Bence resmen beklenen kesimden değil aynen Gezi'de olduğu gibi beklenmeyenlerden beklenmeyen tepkiler yağdı. Hem de sessizce, efendice.. Çünkü orada sadece kitaplar ve okurlar vardı. Olması gereken olduğundan kimse ne olduğunu anlamadı. Ve kitap kültürünün temaşa tarafının aslında ülkemizde saptırıldığı gibi danışıklı fuar yerleri olmadığı, ama tarihin ve talihin garip cilvelerinden birini bunun örneği olarak yaşadığımızı, bir daha olursa da aynısının olmayacağını iyice anladık. Aynı Gezi gibi 8. Kadıköy Kitap Günleri okurun yayıncıya, yazara, kitabevlerine, maniple hemcinslerine bir isyanıydı.
Anlayana.
Ben de kendime isyan ettim.
Kitap günlerinin her günü "bugün son yarın böyle olmaz" dediğim için. Bunu bildiğimi düşündüm böyle düşünürken, zira bildiklerim öğrendiklerimden ileri geldi hep şimdiye kadar ve şimdi anlamış bulunuyorum ki okur katında - ki aslında okurları hiç merak etmem onların devinimlerinin ölçülebileceğini düşünmediğimden ve bir yazar olarak da okurun kılıcını kafamın üzerinde değil de göğsümde saplı bulundurmayı tercih etmişimdir hep, çünkü hep kendimiz için yazarız, bu yazının temel iletim (iletişim değil) şansıdır, kendin için yazmadığın anlaşılırsa çok satarak ve en az okunarak ve zamanla da hiç satmayarak cezalandırılırsın, ey genç-yeni yazar kafana lütfen sok bunu, okuru düşünme, onun da seni düşündüğünü düşünme; bu işte iletişim diye bir şey yoktur; o kitap satıcılarının yazara müdahaleyle daha çok para kazanmayı düşlediği andır ve boz o anı - evet okur katında anlamış bulunuyorum ki okur tek başına vardır ve yazar vardır bir de gerisi başka alanların ürünüdür. Diyeceğim odur ki yazar ve okur - eğer bir araya gelmek istiyorlarsa, ki bunun pratik ve zihinsel değerlerini hiç anlamış değilim - asla bir araya gelemezler. Okur, imza seansında yazarını genellikle henüz okumadığı yeni kitabıyla büyülenmiş olarak bulur ve buna son derece üzülür, zira o, okuduğu kitabın filmini çekmiştir ve bunun hala bir gösterim cihazı keşfedilmediğinden, yazara bu filmi göstermek yerine anlatmak istemektedir. Araya giren imza ise tarihsel olarak bu imkansızlığın onayıdır.
8. Kadıköy Kitap Günleri'ne kadar neler oldu peki? Neler oldu da daha çok kitabın endüstriyel ilgililerine tokat atan bu isyan meydana geldi?
Efendim, kitap hala önemli bir modernist araçtır. Modern olmayan kitapların dünyayı ne hallere sürüklediğini gördük. Hala da görüyoruz. Kitap masumiyet tellallığı yapacaksa önce kendisi masum olmalıdır. Her kitap masum değildir. Buna hiç okunmamış, yayınlanmamış bir kitap da dahildir, çünkü her an patlayabilir... Şurası üzücü ki dünya yeniden sosyal medyalarla kitapları keşfetti ve sürekli manipülasyon, spekülasyon imkanları içinde bilmem kaç harflik, bilmem ne etiketlik cımbız ve büyüteçlerle onlara bakmayı, onları parçalamayı seçti deyim yerindeyse. Tam da bu satırları yazmadan önce bir arkadaşımdan gelen bir link beni iyiden iyiye çileden çıkardı. Sözkonusu linkin uzantısında yine şu 10-20-50'ci ve aslında yazı olmayan, aktarım değeri de taşımayan bir konu irdelenmişti: Şu Kadar Sayfadan Az Her Kayfede Okuyabileceğiniz Bilmemne Kadar Kitap.
Tabii ki inceledim. Kurucusu ve sahibi olduğum yayınevinin kitaplarından olmadığını anladıktan sonra derin bir oh çekerek sahifeyi kapattım. Ama şurama bir ok saplanmıştı resmen. Kitaplar arasında Albert Camus'nün Yabancı adlı romanı da vardı.
Efendime söyleyeyim iyi yazarlar, her yayıncının sadece tek başına yayıncısı olmayı düşlediği yazarlardır. Bir düşü nasıl paylaşabilir ki insan? Salt veraset süresi bitti diye bütün yayıncıların koro halinde bir yazarın hem de onun popüler kitabını intikam alırcasına yayınlamaları kusura bakmayın ama ticari orji gibi geliyor. Talihin cilvesi yayınlamakla övündüğüm yazarlar arasında veraseti tükenen yazarlar da vardır. Ama ben kesinlikle onları kitap piyasasındaki yaygın kullanım şekliyle değil hiç işlenmemiş ya da ilk kez işlenmiş haliyle yayınlamayı seviyorum. Bir kültür yayıncısı olarak benim ilk ödevimdir bu. Aynı zamanda bir zamanlar düzgün giden bu sektördeki iyi yayıncılardan uzak ve yakın mesafelerde gönüllü/gönülsüz aldığım derslerin görgüsüdür de bu.
Bu inanışla inandığım sevdiğim yazarların zamanla genç ölümlerle aramızdan ayrıldığı gibi ortak bir özelliğin üzerine yayınevimi kısmen inşa ettiğim sonucuna vardım bu kitap günleri sırasında. İrkilmedim bu acı gerçekle, tabii hemen savunmaya geçtim. İyi ünlü çağdaş ve yabancı yazarlar bütçe olarak çok meşakkatliydiler; üstelik çoğunun zaten yıllardır iyi yerli yayncıları vardı. Ama ben genç ölen yazarların yayıncısı mı kalacaktım hep? Böyle başlamamıştım ki zaten. İyi yeni yazarları bulmak, yeni ve iyi yazarlara yol açmaktı başından beri tek ve genel amacım. Falan filan... Ki bu fikrin hep peşindeyim henüz kendim de dahil başarılı olamasam da... Evet cidden çok zor ünlü ölümsüz ve ünsüz ölümlü yazarları arasında milyonlarca seçeneğe ve yeni müdahaleye açık bu bir yayıncı olmak.
Ve bu yazdan itibaren yazarlığıma yeniden dönmeye onu ve ona sımsıkı tutmaya/tutunmaya karar verdim. Bu tuhaf yayıncılık macerası benim için zihnen Kitabın Gezi'siyle bitti ve yazarlığım başladı. (Yayınevini kapatmıyorum bu arada, soranlara; aktif yazarlığımın yayınevine katacağı olağanüstü yeni sonuçlarla ilgilenen herkes şimdiden hazır olsun:)
Demem o ki bu minik fuar hem beş günde ülkenin en iyi kitap fuarı olma yolunda rekorlarla işe yeniden soyundu ve hem de bu konuda yeni rekor ve şaşırtıcı sonuçları oluşturma konusunda aktif ve tecrübeli yerel yönetim ve candan ekibiyle şu önemli işe ilk kez kendi çapında imza attı: Kitabın gerçek ilgilileri olan yazar ile okuru bir araya hem zihniyet hem de gerçek olarak bir araya getirmiş olmak. Tek dileğim bizde yanlış anlaşılan ve aslında dünyada sadece profesyonel olarak uygulanan, okurların hiç de ilgi göstermediği kitap fuarlarının adını ta ilk baştan Kitap Günleri olarak koyan Kadıköy Kitap Günleri yönetimi ve tüm çalışanları bizi yine Haydarpaşa Garı ambiyansıyla şaşırttı ve eminim buna yeni sürpriz ve başarılarla daha da fazlasıyla devam edecekler.
09.06.2016/Ankara
Not. Dikkat edilirse yazımı bitirmedim, sadece sonlandırdım. Bunu yaparken bu fuar için kaleme alınan yazıların birinde rastladığım uzun ömürlü olsun temennisine ayrıca hiç katılmıyorum, çünkü iyi şeyler ve Gezi'ler bir kere olur. Fuar benim için bitti ve ben uyandım. Başka şeyler yapmak ve olmak zamanı.
Etiketler:
devrim,
eylem,
fuar,
gar,
gezi,
Haydarpaşa,
Kadıköy,
kitabevi,
kitap,
kitap fuarı,
kitapgünleri,
okur,
tren,
yayıncılık,
yazar
9 Eylül 2014 Salı
Genç bir yazara öğütler 2
– YENİ YAZARLAR NASIL KURTULUR? olsun mu adı yazının sevgili genç yazar arkadaşım. Siz tavsiye değil tadilat kuşağısınız yani siz onaracaksınız her şeyi.
– Maalesef…
– Neden mi böyle düşündüm? Enkazın dibindesiniz de ondan; ve ellerindeki morluklar yumruk değil moloz parçaları
– Sanki her yerden yumruk yiyorum şu an.
– Bugünlerde kendini öğrenci sanan yazarı uyandırmam gerekiyor… Bunun için bir şeyler hatırlamalıyım. Ben hala 23 yaşında Pipo&Sakal Yayınları’na öykü dosyasını gönderip olumlu haber bekleyen o genç yazarı yaşatıyorum içimde. Red mektubu gelmiş olsa da onu açmamış mesajı almamış gibi yapıyorum… Bekliyorum belki hala benim için bile, iyi ve güzel olduğunu hissettiğim bir dünya ve orada benim okurlarıma da sıra gelecek.
– Red mektubu gerçekten de aldınız mı?
– Red mektubu almış da olsam o tümden bir red değildi. Yaptığım işin, yani yazarlığın öğretilebilir bir şey olduğunu kimsenin düşünmediği bir zamandı. Kimse talebe ya da hoca değildi. Ortada ciddi bir sınav endişesi de yoktu. Doğrular ve yanlışlar da…
– Demek o kadar az sayıda kişi yazıyordu…
– Haklı olabilirsin. Adaylar çoğalınca mı bilgi aranılan bir kriter olur? Bunu böyle düşünmemiştim… Az olduğumuzu düşünmüyorum. Belki toplandığımız, seyrettiğimiz ve görüldüğümüz yerler azdı. Azlık bir kriterdi. Az bulunan şeylerde yer almanın iyi olduğu düşünülüyordu.
– Az kişinin yaptığı şeyi yapmam gurur verici olmalı…
– Yapanlardan çok kalanlar üzerine düşünmeyi tercih ediyorum burada genç arkadaşım. Kalanların başka bir dilde yazdıklarını da açıkça söylemek gerekiyor şimdi, büyük bir itiraf gibi. Geleceğin dilidir bu. Her dilde bulunan bir zaman kipinden çok bir dilbilgisi ve sözdizini karışımıdır. Öncelikle bunu anlamalısın.
– O dili öğrenmek isterdim, ama nedense öğrenme yerine anlamayı tercih ettiğinizi düşündürmeyi seviyorsunuz.
– Yazarlar bir tek o dilde yazarlar. Söylemek istediğim bu.
– Çok masalsı geldi şimdi bana. O dili bulmalıyım sanki, bunu anlıyorum. Ya da bende o dil ya var ya yoktur’u… Hiçbir seçimimin kar etmeyeceği bir durum sözkonusu.
– O dilin nereden eseceğini, yağacağını, duracağını bilmemiz zor görünüyor. Ateş, su, toprak, hava ya da sıvı katı gaz halinde de bulunabilir.
– Doğa demek istiyorsunuz.
– Demek istemiyorum, diyorum.
– Yani ben yaşamaya devam edeyim o gelir beni bulur, bunun gibi bir tevekkül hali… Anlamaya başlıyorum galiba.
– Ben asla bunu demek istemedim. Aramakla beklemekle bulunabilecek bir yer ya da bir formül etrafında döndükçe zaman kaybediyoruz. Belki de en anlamlı cevap şimdilik bu. Keza yazar terennümleri, kitap adları, bilgelik sözleri bunlar da bizi daima uzaklara fırlatan şeyler… Sakınmalı mı uzak mı durmalı, bu daha çok onların sende bulduğu çekimlere dair konular. Çekim alanlarına girmeye hazırsan girersin. Şu an hala bir açıklama yapmış bir şey göstermiş gibi görünmekten son derece korkuyorum. Gençlik iksiri mi zehiri mi demeli bilemiyorum….
– Genç yazarların işi zor diyorsunuz. Bunu anlıyorum.
– Merak ettiğim bundan sonra ne yapacaksın?
– Bu andan sonra… Hmmm… Bilmem ne yapmalı… Sanırım daha çok soru sormaya çalışacağım. Altın aradığımı fark etmeme yol açtınız ya da bunun dışında bir şey yaptığıma. Yazma eyleminin bir alegori yazınınsa bir metafor olduğunu bilmek, sadece bunun doğru olduğunu bilmek beni çok rahatlatırdı. Sanırım önümde birçok yol ve seçenek var. Ne yaptığımı, yaptığımın ne olduğunu sormak onları anlamama, bilmeme yol açmıyor ve sanıyorum ki yazdıkça sorular daha da cevapsız kalıyor. Bu karmaşıklığı sevmem gerekiyor bir yandan da. Öte yandan doğru yolda olduğumu birisi neden söylemesin bunu anlamakta zorlanıyorum ve neden bu yolda gitmenin bir anahtarı ve geçerli bir nedeni olmasın? Çok mu zor?
– Genç arkadaşım şunu bil ki bu yaşlı kalem, birkaç beylik yazar, kitap, akım ya da yöntem adı söyleyip karanlıkta bırakmaya devam etmekten daha çok önemsiyor seni. Seni tanımıyorum ve bu da en büyük nedenim. Sen yabancı kaldıkça daha çok özgürleşeceksin ve belki de yansıtman gereken en büyük güneş ışığı da bu olmalı. Özgürleş genç yazar arkadaşım, artacak, artakalacaksın…
* Meraklısı için Genç Bir Yazara Öğütler 1
Etiketler:
çocukluk,
eleştiri,
Genç bir yazara öğütler,
insan,
karanlık,
roman,
şehir,
yalnızlık,
yayıncılık,
yazar,
yazı
15 Aralık 2011 Perşembe
Korsan hırsız değilse ben neyim?
Korsanların Özgür Olduğu Tek Ülke
Siz hiç, bir bankanın web sitesinde BANKA HIRSIZLIĞINA HAYIR şeklinde bir yazı ya da bir banka müdürünün "soygunlara karşıyız" şeklinde bir demecine rastladınız mı?
Peki siz hiç Bankalar Birliği'nin soyulan banka müdürlerini, yaralanan güvenlik görevlilerini de yanlarına alarak basın toplantıları düzenleyip hırsızlığı kınadıklarını, her yıl soygun raporlarını kendi işleriymiş gibi açıkladıklarını gördünüz mü?
Ben görmedim.
Ama gördüklerimi anlatayım.
* Hırsızların, yumuşatılmış ifadelerle "korsan" diye adlandırıldığı bir ülke var. Halbuki uygulama böyle görünse de korsan hem mala hem cana hem de ırza kastetmektedir. Siz bakmayın Karayip Korsanları filmlerine. Hırsızın korsanı, Robin Hood'u, Arsene Lupin'i, Türk'ü, Cezayirlisi olmaz.
*Korsanların mal ve mülk sahipleriyle karşı karşıya bırakılıp aradan herkesin kaçıp gittiği ikiyüzlü bu ülkede iş pazara dair böbürlenmelere gelince, hadiseyi şişirmek için hırsızla mülk sahibinin "servetleri" aritmetik olarak bile toplanır.
*Bu ülkede kitap yazardan başka herkese aittir.
*Bu ülkede kitabın bütün entelektüel sorumluları -yazar, editör, çevirmen, okur- paradan anlamazdan gelmelerinin cezasını 100 üzerinden 3,5 kazanarak çekerler.
*Bu ülkede birileri 3,5 kazanmaya gönülden razıysa geri kalanlar -matbaa, yayıncı, dağıtımcı, kitabevi- da milli servet boşa gitmesin diye 96,5'u hemen koruma altına alırlar. Öyle bir alırlar ki bu konuda hala aralarında anlaşamamışlardır ve 100 yıl savaşları devam etmektedir.
*Bu ülkede kitap yazarına ait olmadığı için hele bir de yabancıysa, o kitap yasaklandığında çevirmeni mahkemeye çıkarılır. Çünkü çevirmen eser sahibi olarak görülmektedir ve aynı yasayla kendini yayıncı gibi gören hırsızlar da izinsiz eser yayınlamanın keyfini çatarlar ve aynı suçu önlerindeki 5 yıl boyunca işleyemeyeceklerinden ötürü zevkten mahvolurlar.
*Bu ülkede, en polisiye tarz olan iyi-kötü polis oyunu gibi kendi haklarına kasti olarak sahip çıkmayıp birçok "mesleki" çabaya gölge düşüren yazar (iyi hırsız) - korsan (kötü hırsız) oyunu çok yakında bir lige dönüştürülerek koruma altına alınacaktır.
Mutlaka izleyin.
Siz hiç, bir bankanın web sitesinde BANKA HIRSIZLIĞINA HAYIR şeklinde bir yazı ya da bir banka müdürünün "soygunlara karşıyız" şeklinde bir demecine rastladınız mı?
Peki siz hiç Bankalar Birliği'nin soyulan banka müdürlerini, yaralanan güvenlik görevlilerini de yanlarına alarak basın toplantıları düzenleyip hırsızlığı kınadıklarını, her yıl soygun raporlarını kendi işleriymiş gibi açıkladıklarını gördünüz mü?
Ben görmedim.
Ama gördüklerimi anlatayım.
* Hırsızların, yumuşatılmış ifadelerle "korsan" diye adlandırıldığı bir ülke var. Halbuki uygulama böyle görünse de korsan hem mala hem cana hem de ırza kastetmektedir. Siz bakmayın Karayip Korsanları filmlerine. Hırsızın korsanı, Robin Hood'u, Arsene Lupin'i, Türk'ü, Cezayirlisi olmaz.
*Korsanların mal ve mülk sahipleriyle karşı karşıya bırakılıp aradan herkesin kaçıp gittiği ikiyüzlü bu ülkede iş pazara dair böbürlenmelere gelince, hadiseyi şişirmek için hırsızla mülk sahibinin "servetleri" aritmetik olarak bile toplanır.
*Bu ülkede kitap yazardan başka herkese aittir.
*Bu ülkede kitabın bütün entelektüel sorumluları -yazar, editör, çevirmen, okur- paradan anlamazdan gelmelerinin cezasını 100 üzerinden 3,5 kazanarak çekerler.
*Bu ülkede birileri 3,5 kazanmaya gönülden razıysa geri kalanlar -matbaa, yayıncı, dağıtımcı, kitabevi- da milli servet boşa gitmesin diye 96,5'u hemen koruma altına alırlar. Öyle bir alırlar ki bu konuda hala aralarında anlaşamamışlardır ve 100 yıl savaşları devam etmektedir.
*Bu ülkede kitap yazarına ait olmadığı için hele bir de yabancıysa, o kitap yasaklandığında çevirmeni mahkemeye çıkarılır. Çünkü çevirmen eser sahibi olarak görülmektedir ve aynı yasayla kendini yayıncı gibi gören hırsızlar da izinsiz eser yayınlamanın keyfini çatarlar ve aynı suçu önlerindeki 5 yıl boyunca işleyemeyeceklerinden ötürü zevkten mahvolurlar.
*Bu ülkede, en polisiye tarz olan iyi-kötü polis oyunu gibi kendi haklarına kasti olarak sahip çıkmayıp birçok "mesleki" çabaya gölge düşüren yazar (iyi hırsız) - korsan (kötü hırsız) oyunu çok yakında bir lige dönüştürülerek koruma altına alınacaktır.
Mutlaka izleyin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)