eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2023 Cuma

Bazı Kitaplarımı Yazmamalıydım ve Bazı Kitapları Okumamalıydım


Aslını ve ustanı unutma

Bu yerde yazmaya başlarken kısa ve öz bir mesajı nasıl vermem gerektiğini düşündüğüm zaman bu sözü yazmıştım. Önemli bir söz, ama bunu ben yazdığım için ve henüz tarihteki haklı yerimi almadığım için henüz değerli bir söz değil. İnandığım şu ki usta ile köken arasında bir tercih sorunu asla yaşanmaz. Kimse ustasını seçemez kökünü seçemediği gibi. Bu benzeşme kimseyi usta ya da çırak yapmaz.

Bazı kitaplarımı uzun süren öfkelerin etkisinde yazdım. Bazı kişilerin yazar olup olmaması gerektiğine inandıktan ve bunun için sınırsızca uğraştıktan sonra bu durumu taşıyamayacaklarını anladığımda uzun öfkelere kapıldım. Bu işlerde savaşa asker seçercesine, salt görünen özelliklere göre karar veremezsiniz. Aynı zamanda tarihin ve koşullu bir tarih olan geleceğin de içinde yer alacak fikir çivilerini en uygun yerlere çakmak zorundasınızdır. Gelecek öyle çoğunun bilinmezliğinden yararlanageldiği bir bahane değildir. Gelecek çok açıktır. Sadece hataya  karşı çok açık ve duyarlıdır. İşte ben de geleceklerini elimde tuttuğum, kendim de dahil olmak üzere birçok sanat erbabının seçimlerine karışırken ve yönlendirirken bazı hatalar yaptım.

İtiraf ve itham ediyorum

Burası bir mahkeme olsaydı iftira da edebilirdim. İftira atılmaz, edilir. Yargının konusu olan iftira, ortaya konmuş ve yerleşmiş olan sözü etkilemez, ona gidişi geciktirir, engeller sadece. Söz, gerçeğin en güçlü bileşenidir. İtiraf da etsem itham da etsem, sözünü ettiğim sanat erbaplarının gerçeklerine de müdahale ettiğim için pişmanım aslında. Uğruna savaştığım birkaç kavramdan birisi olan iyilik adına önemli deneyimlere, derslere açılan bir kapıyı da aralamış oldu bu pişmanlık aslında bende. Kendimi çok suçlamasam da derinden derine kırılmış olduklarını hissettim bazı kişilerin, yaptıklarım yüzünden. Zamanın akışı üzerinde bir etkim yoktu, ama geçiş sıralarını bilerek-bilmeden değiştirdiğim kişilerden belki de geride kalmış olanları küstürmüş olabilirim. Başarıları geri çevirmek istemediğimiz gibi hataları da geri çevirmek, geri göndermek isteseydik bu çok şey değiştirir miydi acaba? Başarılara bir imza, hatalara ise leke muamelesi yaptığımız için bir şeyleri değiştirme gücünden uzakta olamaz mıyız? İtham edici bu soruların cevaplarının gayet güzel itiraflarım olabilme olasılığını saklı tutuyorum tam da burada.

Esinlenme bir yetenek midir yoksa gerçekleşmemiş bir şike teşebbüsü mü?

Bu ara başlığın bir yazı konusu olduğunu düşünürken birdenbire bu yazının içinde kendi yerini bulmuş olduğunu görüyorum. Bundan sıkılmıyorum, çünkü artık yazı yazmakta değil bitirmekte zorlanıyorum. Zira yazı başlıkları, yazı hızımdan daha fazla beni yoracak derecede oluşuyorlar ve deyim yerindeyse bir depo gibi birikiyorlar.
Depo demişken, yeteneği sonsuz, sınırsız bir depo olarak da tanımlamak istiyorum. Yetenek, belki de ne olduğunu tam olarak saptamadan en üst derecede kutsadığımız parlak ifadelerden biri hayatımızda. Yetenekli çocuk, kabiliyetli kız, üstün zeka... Kökeni, kaynağı nereden gelirse gelsin bağını asla sormayız. Bu yüzden de sıralamanın en başında yer alıyor yetenek. Bir tür batıl inanç olarak...

Esinlenmeyi "ilham perisi" kültüyle adlandıranlar ve buna halen devam edenlerin yetenek tanımları elbette farklı olsa gerek. Yetenek onlar için dış kaynaklı bir şey olmalı. Nörologlar başta olmak üzere bilimden yana olanlar ise içten yanan bir boya küpünde ısrarlılar. Eğer gerçekten de periler varsa, desteklediğim ve desteklemeye devam ettiğim sanat erbapları için ben bir peri terbiyecisi ya da avcısı olmalıydım. Yok eğer bu yazarlar sürekli içten yanıyorlarsa ben de ateşe kömür atan ter içinde bir işçi olabilirim.
Her iki durumda da adres ve ona göre benim duruşum aynı. Her durumda sorgulanan ya da çekim merkezi olan yetenek, obje ve süje olarak "yazar arkadaş"ımızda yerini alıyor zaten.

Öyleyse benim derdim ne?

Aslında kimseyle bir derdim yok. Tek sorun zaman. Zamanın yargısı daha çok. En az konuştuğumuz kadar sustuğumuz için de değerli, önemli ve suçlu olabiliriz. Ben susarak görüşlerimi ifade etmek yerine konuşarak eylemde bulunmayı ve çoğunlukla da pişman olmayı seçtim. Birisi pişman oldukça kimse kariyerinde yükselmez, fakat zamanın yargısı olgunlaşır ve daha isabetli hale gelir. Sık sık hataya düşmekten, birilerinin yazarlık kariyeri hakkında yanılmaktan, yanlış ata ve kazaya oynamaktan, dolayısıyla durmadan pişman olmaktan korkmuyorum. Belki de gelişim dediğimiz şey, ancak ilerledikçe bulabildiğimiz doğrularla gerçekleştirdiğimiz bir olgudur.
Artık hiçbir şey okumuyorum. Sadece bakıyorum. Okuma gözlüğüme yeni ayarları eklemedimse de bakışlarımı geliştirdim. Yeni ve daha fazla kitap ve yazarla ilerlediğini ve kendi doğrularına yaklaştığını düşünenlerin aksine artık ne söylediğim yerine hala konuşup konuşmadığıma bakanların karşısında zamanla alkıştan tahlile onaydan muhalefete birçok konumu anlatan bakışlar üzerine çalışıp onların gerçek eylemlerim olduğunu düşünmeye başladım.

Doğru şekilde, yönde ve önemlisi sürekli olarak gelişmenin tek derdim olduğunu düşünüyorum şimdilerde.



18 Kasım 2021 Perşembe

Ekonomi Kaça Ayrılır?


richness ile ilgili görsel sonucu

Yoksulların kaleleri olmaz, onların küçük evleri vardır, çünkü annelerini hatırlarlar, büyükannelerini ya da onları büyüten bir teyzeyi. Kalenin surları vardır, hafızası yoktur.

JOHN BERGER

Ekonomi hocamız yılın ilk dersine şöyle başlamıştı:

“Öğrencilerim, birazdan size on dakika içinde ilk iktisat dersini vereceğim. Bu on dakika yeterli olacak. Geri kalan zamanda yani bütün bir yıl boyunca zenginlerin yazdırdığı müfredatı okuyacağız.”

“Arkadaşlarım. İktisat üçe ayrılır: Ticaret, siyaset, savaş. Bir milyon dolara kadar para kazanmak isteyenler ticaret, bir milyar dolara kadar para kazanmak isteyenler siyaset, daha çok kazanmak isteyenlerse savaş yaparlar.”

Sınıftaki sessizlik yıl sonuna kadar sürmüştü. Diyebilirim ki ders yapıldığı halde, bütün dersler içinde o yıl en sessiz geçen iktisat dersimiz oldu.

***

İlk sömestrenin sonlarına doğru, gıpta ile baktığımız ve hep başka bir anekdot, bir kıssadan hisse beklediğimiz hocamızdan büyük bir cesaret örneği olarak bize iktisat hakkında müfredat dışı bir şeyler daha anlatmasını istedik.

“Para cinayet gibidir öğrencilerim,” diyerek söze başladığında çalan teneffüs sesini duymadık bile. “Para dünyanın herhangi bir noktasında toplandığında ortada artık üç sorun vardır: Bir, paylaşım; yani Suç. İki, faiz; yani katil. Üç, borç; yani maktul. Bu üç soruna neden olan paranın kendisi asla işe bulaşmaz. Gerçek suç ve katil odur. Dünya üzerindeki her türlü sermaye ve cinayette asıl katil bu cinayetten en çok çıkarı olan, yani en çok parası olandır.”

***

Yaz gelmişti artık. Yılı bitirmenin ve tatilin yakınlaşmasının verdiği neşeyle kâğıt uçak uçurmak dışında her türlü zıpırlık içindeyken hocamızın dönem başlarını beklemeden emekli olduğunu öğrendik. Doğrusu çok üzülmüştük. Hocamızın okuldan ayrılmadan son bir kez veda konuşması yapacağını tahmin ediyorduk.

Çok geçmeden beklediğimiz veda gerçekleşti. Yerini bir başkasına devrettikten sonra okuldan ayrıldığı gün yarım dersliğine de olsa bizlerle konuşmak için derse girmesi bizi çok mutlu etmişti. Bu sürenin yarısı sessizlikle geçiyordu neredeyse. O ünlü hisse’lerinden anlatmasını beklerken tek tek hepimizi tahtaya kaldırıp gelecekte neler yapacağımızı soruyordu. Fakat kaçınılmaz son konuşma da yaklaşıyordu. Bu konuşma için daha az vakit ayırmak ve bir an önce gitmek istercesine tahtaya kaldırdığı öğrencileri lafa tutuyor, sözü uzattıkça uzatıyordu.

Veda konuşmasının içinde akademi hayatının en vurucu anekdotunun saklı olduğundan adımız gibi emindik ve heyecanla bu anı bekliyorduk. Tam bu sırada kapı çaldı ve içeri giren bir başka hoca, hocamızı tebrik etmek için geldiğini söylerken ağzı kulaklarına vararak “A Holding finans danışmanlığı olan yeni görevinde” başarılar dilemeyi de eklemeyi unutmadı.

1 Temmuz 2021 Perşembe

Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?




Kendime de soruyorum: Hayatım boyunca kaç kitap okuyabilirim?

Okumaya başladım başlayalı ilk meraklarımdan birisiydi bu ve geçtiğimiz zamanlarda bunu cidden anlamanın ve öğrenmenin peşine düştüğümde 27.000 ile 1200 arası rakamlarla karşılaşınca, pişman oldum demeyeceğim, ama gerçekten de hevesim çok azaldı. Zira bu araştırma merakının arkasından belki de hepimizin okuma alışkanlıklarımızı sorgulamamıza yol açacak, belki de verimli, keyifli okumalara, seçimlere yönelebileceğimiz çeşitli veriler ortaya çıkacaktı.
Kitap okumanın ya da genelde okuma pratiğinin kitap ya da sayfa sayısı olarak hesaplanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öyleyse bu sayı, az ya da çok, ve onu bilmemiz ne işe yarayacak her şeyden önce? Sanırım bu uyanış bizde ilkin bir rahatlamaya yol açacak ve en azından Türkçede 150.000'e yaklaşan tedarik edilebilir-okunabilir kitap sayısına daha sakin bakmamızı ve o yığını seçimlerimiz sayesinde doymuş olarak kabul edebilmemiz sağlamış olacak.

Hangi 4000 kitap / 1 Ömür?

Bu hesabı tam olarak yapmamızı engelleyen bir unsur da hayatımız boyunca okuyabileceğimiz kitap sayısının yaş, dönem, ihtiyaç ve sosyal-ekonomik koşullara göre sürekli olarak değişecek olmasıdır.
En sonunda şuna karar vermek zorunda hissettim kendimi: Sayılardan uzaklaşıp sayıları ne olursa olsun ne kadar yerine hangi kitapları -tabii zaman içinde onları neden- okuyacağımı öğrenmem daha doğru bir tutum olacaktı. Ve kafamdan gitmeyen rakamsa 4000 kitap / 1 Ömür'dü genellikle, ama HANGİ 4000 KİTAP?
Burada gerçekten de büyük bir kapsamdan söz ediyorum, henüz kitap ve yazar çeşitlerine girmeden. Kimse durduk yerde ömrünü 4000 kitap okumaya adamak zorunda değil; belki de hayatın yarısından sonra bu sayı 400'e de düşebilir tecrübeler ve yaşantılar arttıkça bilgi-sentez yolculuğunda bilinçliliklerimiz çoğaldığı sürece.
Sonuç olarak 4000 kitabın "varmam gereken değil", çıkmam gereken nokta olduğuna karar verdim. Ben ömrüm boyunca 4000 kitaplık bir okuma yolculuğu yapmış olmalı ve son noktada kaç kitap okumuş da olsan zihinsel hacim olarak yaptığım yol bu kadar kitaba denk düşen bir keyif, zevk ve giderilmiş-doyurulmuş merak ve dürtülerine sahip olmamı sağlamalıydı.

Bilmek, Anlamak ve Olmak-Yapmak

Bütün sıra işte bu. Eğer kitaplarınızla işiniz olacaksa ömrünüz boyunca, onları salt eğlence aracı olarak bile görmenizde bir sakınca yok... Bizler, bize bizi gösteren eşdeğer aynalar yaratarak kurduk uygarlığımızı. Sadece dil değil, kültür farklılıklarımızı bile kapatıp anlaşmaya, hayatı ve kendimizi anlamaya çalışırken bu eşdeğer aynaları, yani bize bakan aynalara, yani kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Eğlencelerimiz yorgunluklarımızı ve bıkkınlıklarımızı alarak hayatımıza kısa süreli ve sık yeniden dönüşlerimizi yumuşatırlar. Sıralaması çok önemli değilse de önce bilip, sonra anlayıp en sonunda da gereken neyse onu yapar ya da oluruz. Hiçbir ilerini alır onları şey bitmez, gene aynalardan görüntülerimizin bilgilerini alır ve yine onların uzantısında yine gerekenleri yapar ve oluruz. Kitap bu işlemler içinde en sessiz ve sadık rehberlerdir.
Bu güzel ve anlamlı yolculukta gerçekten de hepimiz kendi 4000 kitabımızın neler olduklarını en azından simgesel düzeyde bilip anlamalıyız.
Bunca satırı neden yazdığıma gelince. Kitabone ve İDEAL KİTAPLIK ile başlayan okuma kültürünü geliştirme fikirlerimin yeni durağı bu "Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?" sorusu. Çok kısa zaman içinde bu sorunun somut cevaplarını proje, ürün ve hizmete dönüştürmeyi tasarlıyorum.

Meraklılarına daha verimli ve isabetli okuma yolculukları dileğiyle...


20 Eylül 2019 Cuma

Kirli Güzellik


Güzel olan şey hiçbir zaman devinmez. Buradan "güzellik hareketsizdir" önyargısını çıkarmamalıyız. Güzel olan, güzelliğin eylemidir. Çünkü güzellik cismen yoktur.

Aynaların bize bildirdiği her şey simetriktir. Yazılı güzelliğin yansıma alanı olan yazı da düşünce ve fantezi dünyasının asimetrisinin boyunduruğu altındadır. Yazdıkça düşünceler kendi etraflarında dönerler; geometrik olarak büzüşür, genleşirler. Fantezilerse yazı dilinde aynı etkileri yaratırlar. Yazı alanının köşeliliklerine sığdıkları söylenemez; bu darlaşma yazı dilini bir öforiye dönüştürür. Yazı tam da burada söylenmeyenleri, bağışlanmayan ve anlaşılmayanları içine almaya ve onları sıradanlaşmış bir sözdizimi kalıbına sokarak sunmaya başlar.

Güzellik biçimlerle var olur. Sınırsız bir serbestlik alanında güzellik elde edilemez. Yazı da güzelliğe sınırlı ve verimli bir bakış yargısı alanı verir. Her ikisinin de bu uyumlu görünen işbirliğinin son sınır çizgilerinden birisi etik olabilir. Bir diğeri de saydamlık.

Güzelliğin insan -özellikle de kadın- bedenine tıkıştırıldığı 20. yüzyıl sonlarında sanat ve bedenin de ayrışması yaşanır: Utanma çağının sonu demektir bu. Yaşamın, dünyanın ve insan bedeninin fazlasıyla görüntülerine ihtiyaç duyulduğu bu dönem, yaşamsal, dünyasal ve insansal bedenleri de cinsiyet kategorilerine kodlar: Dünya için ülke sınırları (büyük siyasi kutuplaşmalar), yaşam için ekonomik sınıflandırmalar, insan içinse özgürlük ve demokrasi kalıplaşmalarının da yardımıyla sayıları 6'yı bulan cinsel kategoriler.

Kapı (sınır kapısı), para (ekonomi) ve seks (cinsel kategoriler)… 21. yüzyılın başında güzelliğin normalleri bunlardır.

"Güzelin kendisini, sade, saf, katıksız, insan teninin, renklerin ve daha birçok süprüntünün kirine buluşmamış güzeli, kendi olduğu gibi görebilen, formunun biricikliği içinde temaşa edebilen bir insan neler duyar acaba?" Platon, Şölen

Ekran, perde, monitör ve silisyum alaşımı taşıyan bütün diğer eşyalar. Bunların tümüne birden "kir göstermeyen" göstergeler diyebiliyoruz. Yazıdan görüntüye hakikat, içinde doğrulardan başka özneler de barındırmaya başlanılan bir sürece girmiş bulunuyor. Bu sürecin çıkışı, siber toplulukların dörtlü yazı sistemine (hiperyazı: ses, yazı, görüntü ve link) tam olarak uyum sağlamaları ve yazının bu dört element içinde bir bütünleşik olarak son halini almasıyla gerçekleşebilir.

Bu kesin durum karşısında güzelliğin klasik anlamıyla ne yapacağız? Onu hâlâ saflık, sadelik ve katıksızlık filtreleriyle aramaya çalışmamız bizi tanımsız bir labirente terk etmez mi?

Eskizden vektöre, fotoğraftan dijital sanata, çizgi romandan anime filmlere geçerek bunları yaşamaya başladık bile. Hazırlık olarak mı? Belki. Belki değil. İçinde kaybolacağımız yeni bir dünyada klasik dünyanın sonuna hazırlanıyoruzdur mutlaka.

Ya bedenler? Bedenler sanallığa direniyor. Haz, arzu ve tatmin arayışları bu direnci kırmaya koşullanıyor kredi kartları tarafından.

Güzellik bankası. Güzel para makineleri. Müşteri temsilcileri. Sigorta poliçeleri. Yalan ve kandırma kusan güleç yüzler. Akşamın altısına kadar alabildiğine sahte ve rahatsızlık vermeyen bir günlük koşuşturma. Kansız bir dolaşım. Tüm bunların içinde sahici, gerçek, hakiki ne olabilir. Gerçeklik, bir üst akıl adına dolandırılmıştır. İnsan, demokrasi, sosyal düzen, şehirleşme, kirlilik, temizlik, küreselleşme. Katil öldürürken kendi adını bilerek söylüyor ve bütün ipuçlarını ortalıkta bırakıyor.

Katilin kartviziti haline gelmiş maktulün özgür iradesi.

13 Mart 2019 Çarşamba

Genç bir yazara öğütler



Bookmarks – Page 4 – Scribble & Stitch


Öldürmeyeceksin der baştan itibaren bütün kutsal kitaplar. Öldürmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeden nasıl öldürmeyeceksin?
Bir yolu var. O da ölmekten geçer.

Bütün yasalar, kurallar, dersler ve öğütler bazı şeyleri deneyimlemeden yapmanı söyler. Söyleyenlerin yaptığı ve deneyimlediği ortadayken, onlar bunları yapmışken nasıl onlara güvenebilirsin?

Herkes senin ne yaptığını yaşadığını merak ederken kime ne senin dünyaya bakışından.

Herkes aynı dünyaya bakar aynı şeyleri görür, belki senden daha iyi görür ve yorumlar, ama bunu anlamak için sana ihtiyacı vardır.

Her gün bir mektup yaz. Zarfa ne yazarsan yaz mektuplarının hiçbir yere ulaşmadıklarını, gönderen adresi olmadığı halde bütün mektupların sana döndüğünü ve açamadığını göreceksin.

Çocukluğunu ara, kaybolduğunu anlamak için. Bunu anladıktan sonra kaybolmuş olmak seni rahatsız etmeyecek. İhtiyacın olan cesaret değil, anladığın korkularınla yaşama gücü.

Dışarı çıkarken şiirden ve kendinden uzak dur. İçeride zaten her şey şiirden ibarettir. Günahlarını kendine sakla.

Her salgını düşünce sanma, her düşünceni de salma; bırak sıralarını zamanlarını beklesinler veya bir ömür boyu sussunlar.

Hayatını toparlayıp bir aynaya hapsederek ona karşıdan bak ya da kabul et yalnızlığını, kaybolduğunu.

Çölünün rüzgarından yön bekleme. Kuma suyu sorma. Suya geldiği yeri söylet.


Genç bir yazara öğütler 2

24 Şubat 2019 Pazar

Devrim, Ecstasy, Viagra, İnternet


Önce Devrim.

Ardından Ecstasy; Viagra ve İnternet.

Her ne kadar değişim histerisinin tarihsel çözünürlüğü içindeki parlak kıtaları olarak görülse de bu basamaklar,yazıyı değişim coğrafyasına bağlayan küçük ama önemli harita ölçekleri.

Haritanın gösterdiği yer ve alanları yazının nesneleri olarak kabul edecek olursak, bu kronolojik dörtlünün aslında birer yazı alanı oldukları ve insan ruhunun değişmeyle arasındaki mesafeyi sürekli olarak taze tuttukları kaçınılmaz bir tespit.

Devrim,sokaklara değişmenin değişmez harflerini yazmak istedi. Ve daha çok sokakları evlere kapatmayı ve evler içinde bir sokak fotografı kurgulamayı başardı.

Ecstasy,arzu ve esrime (vecd) üzerine değişmenin harflerini yazdı.

İnsanruhu, maddeler yoluyla bulutlarda yeni bir üstdevrim kıtasının varlığınınfarkına vardı böylece.
Viagra,devrimcilerin tensel yazısını üstlendi ve onları ellili-altmışlı yaşlarında 20.yüzyılın talihlileri olarak kucakladı.

İnternet,yazıyı "hyper" derecesinde yakaladı ve büyük olanaklar vaat etmeyiunuttu; büyük olanak dereceleri taşıdığı halde.

Değişiminyazı basamakları, basamakları hızla çıkan ayak sesleri olarak algılandığısürece bu merdivenin hiçbir yere çıkacağı yok.

7 Ekim 2018 Pazar

Her yangın gelir geçer yangın yeri kalır.



Sevgili Genç Yazar

Aynı yerde olduğunu bildiğim halde sana tavsiyelerimin giderek mektup halini alması, diyaloglarımızın uzaklaşmasından kaynaklanıyor mudur sence?
Sen yaşadıkça, bildikçe, öğrendikçe ve unuttukça belleğin salt bir amaca doğru kaçınılmaz olarak ilerliyor ki çok tehlikeli buluyorum bu durumu:
Hatırlamak.

Aramızdaki fiziksel mesafe, yani daktilomuz, yazı aracımız zihinsel mesafemizin açılmasına engel olamıyor. Bir türlü kendimi bu akıştan koparamıyorum.
Ne yapalım? Konuşmayalım, anlaşmayalım mı?
Aslında birbirimize hiç ihtiyacımız yok. Zaman zaman monologa düşen diyalogumuzun da ne bizi okuyanlara ne de bütün okurlara bir yararı yok.
Sana kendin için bile hiçbir şey beklememeni öneriyorum bu yaptıklarımızdan.

Sana arada önemli bulduğum anekdotlardan birini anlatmayı çok istiyorum.
Hangisiyle başlayacağıma karara veremeyişim yüzünden buna bir türlü başlayabilmiş değilim.
Sana başlangıçlar hakkında uzun söylevler verebilirim: Başlangıcın doğurganlığı, her şeyi belirleme gücü, artık geridönülmezliğiyle hepimizin üzerinde sadece noktaları birleştirerek ilerlediğimiz bir yola mahkum etmesi...
Daha birçok şey sayabilirim başlangıç hakkında.

Bir keresinde şair Rilke'nin genç bir şaire yazdığı mektuplarında bulduğum mesafeli samimiyeti ne denli kıskandığımı, böyle mektuplar almış olmamın hayatımdaki kaçınılmaz derin etkilerine duyduğum açlığın beni ne kadar çok tutkulu yapacağını düşündüğümü hatırlıyorum.
Rilke o mektuplara belki de hiç başlamadı. Genç şairse belki hiç olmadı. Bazen senin de gerçekten var olup olmadığını düşünmüyor değilim.
Yoksa bu yaptığım geç kalmış bir öykünme mi?

Hayatımda o mektupların etkilerini çok aradım. O arayışa tutku dedim.
Tutkularımın bitmesinden asla ve asla korkmadım. Onlar ne birer ateş ne de her gün bir yaprağı sökülen birer takvimdi.
Tutkular zamanı göstermez; zamanı görmemizi sağlar. Onca derinlik içinde neyle karşılaştığımızı belirlememize yol açar. Biz istedikçe düşündüklerimiz, arzu ettiklerimiz bir heykel sergisi gibi önümüze çıkarlar. Sadece onların sırasını bilmeyişimize rastlantı diyoruz.
O kadar.

Günün birinde seninle karşılaşacağımızı çok iyi biliyorum, ama seni henüz tanımıyorum. Bu belki asla gerçekleşmeyecek. En az senin kadar ben de bir kurgu olabilirim ya da tersi. Buna şaşırmak ya da birdenbire kabullenmek yerine bu diyaloğun ya da söyleşinin hiç geçmemesini, akılda kalacak izleri bulunmamasını diliyorum.

Genç olduğunu unutman gerektiği kadar sanan söylenenleri de unutmak zorundasın. Yoksa kişisel tarihin başlamadan sönebilir. Sana yangınında kurtulmamanı salık veriyorum. En azından kazazede olmanı; fikirlerin anlamlara diz çöktürmemesini sağlamanı; kendi yangınında imdat çağrılarını bir yana bırakıp olgunlaşmaya odaklanmanı.

Her yangın gelir geçer yangın yeri kalır. Belki de tiyatronun alanına giriyoruz böyle demekle. Hayat tiyatro mu? Hiç sanmam. Hayat daha çok yazılışı bitmeyecek ve asla oynanmayacak bir oyun. Aklımız da hep o oyunda. Bir türlü perdeler ile sahne bir araya gelemiyor. Sözlerle gerdiğimiz bir perdenin canlı gölgeleri olmak için yalan da söylemek zorunda kalıyoruz çoğunlukla.

Sana söylemekten, seninle konuşmaktan uzakta kaldığımı sanmıyorum. Koordinatlarımız öyle yazmasa da konuştukça noktaların ortaya çıktığını, onları birleştiren ağ hareketlerinin donuklaşarak bir karar verdiklerini, sonra da unutarak tekrar ve tekrar aynı soruyu sorduklarını görüyorum: Neredeyim?



26 Eylül 2018 Çarşamba

B.A.A.B.Y.D (Bitişikleri Ayrı Ayrıları Bitişik Yazma Derneği)



Siz bu satırları okurken dünyada bir günde atılan 30 milyar kısa cep telefonu mesajında kaç de, kaç mi, mu, musun, misin bitişik ve kaç de, şey, bilir ayrı yazıldı biliyormusunuz?

Nerden bileceksiniz? Ne malum bunları sizinde yapmadığınız?

"Bitişikleri Ayrı Ayrıları Bitişik Yazma" olgusu tıpkı sakarlığa, yön duygusu eksikliğine benzer. Buna ya yeteneklisinizdir yada değilsinizdir. İmla olgusu içinde durum hemen hemen aynı gibidir. O daha büyük bir cesaret ister.

Çevrenizde, sanki hayat neredeyse imladan, ayrılık ve bitişiklik kurallarından oluşuyormuş, başkada birşey yokmuş, hatta H2O gibi formüllüymüşcesine yaşayanlar, bu yaşadıklarını dayatanlar mutlaka vardır. Yalanmı söylüyorlar? Hayır. Bitişikler bitişik, ayrılar ayrı yazılır. Doğru. Peki bu kadar beceriksizi, yeteneksizi ne yapacağız? Hem kural esnetme yok hemde bunun bir okulu  yok. Dedik ya bu sakarlık, yönsüzlük gibi bir nevi hastalık. Hastalıklara karşı hasta olunmaz kuralı varmı peki?
Hayır.

Tamam o halde sondan bir önceki noktayı koyuyoruz. Dil ve yazım kuralları kimsenin tekelinde olmasada gençlik güzellik gibi dünden bugüne gelip geçen şeyler olmadığından; öğrenmesi, bilinmesi ve sorgulanması bedava. Çiçekleri ezen, yere tükürenden farkı varmı ayrı-bitişik katillerinin? Çevreye zarar vermiyorlarmı? Dil eğer sosyal bir kurallar dizisiyse, evet. Onlar çevremizi katlediyorlar. Grip olanın virüsünü yayması gibi zarar veriyorlar sosyogörsel hijyene.

Çare?

Kılavuzlar, rehberler, kitapçıklar, sözlükler. Belkide. Ama başvurudan önce bilinçvuru yani işi bilinçte bitirme gerekir. Yönsüz olana harita, sakara çay saati... Uğraşmak gerek.


28 Ekim 2016 Cuma

Genç bir yazara öğütler 5


Zamanın var mı?
Ya da zaman kaldı mı...
Birşeyler yapmalı diyerek mi çıkılırdı yola eskiden?

Eskiler, eskiyenlere ait olmamalı sadece genç yazar. Eskiyenler, eskilerin değerini düşürür yoksa. Zamanın varsa geçmişin önemlidir senin için. Yarın için birşeyler yapacak bir saniyen bile yoksa düş geçmişin  yakasından.

Evet bir zaman çizelgesi yapmalı, iyiliğin hatırı için.

İyilik kördür. Zamanca. Hiçbir zaman vakitlice gelmez, arandığında orada değildir.

Tesadüflerin belki daha çok yararı dokunur iyiliğe. İyilik ona bir harita sunulduğunda kör olduğunu unutur ve bakmaya çalışır gideceği yola.

Birisi ona kim olduğunu söylemeli ya da hatırlatmalı: Zaman, verilmiş sözleri olmayanlarla sözlerini unutanlar için lükstür.

Saati unuttuğumda birşeyler okurum zamanı yitirmekten korkmamak için. Satırlarda ararım gerçeğin saatini. Hepsini aynı kavşakta beklerken bulurum: Zaman, vakit, saat, an... Aynı noktada olmaları onların aynı olmaktan korur. Ve bu dört kız kardeş uzaklaşırlar birşeyler okunduğunda.
Okumak senin kavşağın olsun, kayboluşun yerine.

Ozanlardan uzak durma; zaten yaklaşamazsın. Şairleri geç bir kalemde, yoksa hayatın boyunca düşersin. Ve şiiri hep özle, asla yakanı kaptırma ona. Şiir, tanrının bile elinde değil hanidir.

Sana öğüt verenlerden kendini sakın. Öğüt vermediklerinde neler derler onları işit sessizce. En çok susarken birşeyler söyler bu kendini beğenmiş ustalar. Onların sadece ustalıklarını beğenmeye çalış. Boşver kendilerini, bütün kendi ve efendileri.

Sana bir şey sorulduğunda kendi sorularını hatırla: Hani uzun zamandır soramıyordun. Artık soru işaretlerinin kalmadığı bir dünyada nasıl bazı yalanların bile cevapların olabileceğini anlayabileceksin? Bazı sözlerini kapalı söyle, anlaşılmasın; anlaşılmaz olduğunu söylesinler ve hayatlarının kaçınılmaz işlerinden kaçmak için suçlasınlar seni, aldırmadan onlara yeni soruların işaretsiz geleceklerini söyle, uzun süre karanlıkta sınanmayan sözlerin soru olamayacağını da sözlerine ekle.


17 Kasım 2015 Salı

Kıyamet geliyor!


Kıyamet geliyor,
Birazdan son bombalar da patlayacak üzerimizde. Çölde bilinmeyen bir benzin istasyonunda tek katlı her yeri ahşap ve kağıttan yapılmış lejyona doluşup toz fırtınalarının geçmesini bekleyeceğiz.

Kıyamet geliyor,
Orda daha güvenli olacak her şey. Geçmişi asla hatırlamayacağız ve bu yüzden korkmayacağız hiçbir şeyden. Ne kadar çok şey görmüş ve biliyorsak o kadar korkaktık.
Bütün bunlar yazılıydı bileceğiz ve bütün bunları bildiğimiz yazmıştık bir kitaba; bütün çölde o kitabı ararken unutmuş olacağız bütün sözleri ezberlemiş olduğumuzu.

Kıyamet geliyor,
Bu kendine durup bakma ve basit ahlakımızı sürdürme oyunu olmayacak. İyilikler uğruna dünyayı ne hale koyduğunu mu görmezden geleceksin şimdi o sıkıştırılmış kağıttan kalende?
Kendini daha iyi hissedince basit ahlak korunmuş mu olacak ve geçmiş olacak çıkardığın savaşın casus belli'si?

Bunu hep söylemek istedin aslında. Kıyamet geliyor,
O gelmeden önce. İlk bomba atılmadan önce. Bunun bir yazgı olduğunu söyleyen bir kutsal kitap bulmuştun ve orada yazıyordu: "Gün gelir ve ışıktan ordular yağar yere inen savaşa."
Tam olarak böyle yazıyordu, ama sen bunu yanlış çevirdin bilerek.

Kıyamet geliyor.
Hiçbir zaman güneşin daha sıcak olmayacağı bu kıyamet en uzun ateş gününü de getirecek beraberinde.

Temmuz 2015

9 Eylül 2014 Salı

Çok satanlar kitaplar çok okunuyor mu?


Bizi hayvanlardan ayıran şeyin okumak olduğunu öğrendiğim gün okumayı bıraktım. Bunu bugün anlıyorum.
Hayvanların da okuduğunu anladım: Koku, tat... Belki daha az renk, ışık, ama evrimlerindeki tesadüflere bayılmamak elde değil onların. En dengesiz ve değişken çevreleri olarak onların gerçek evrimi biz insanlarız.
Yazarken böyle haritanın rasgele başka bir ucundan konuya girmelere de bayılıyorum. Yüzbinlerce kitapla tıklım tıklım dolu olan bir kütüphaneden bir kitap seçip alır gibi. Belki de öyle bir kütüphanem olmazsa bir daha asla okumam. Yazarları, kütüphanecileri, belediye başkanlarını ve kültür bakanlarını tehdit ediyorum açıkça. Bana o okuyacağım kitapların gömülü olduğu büyük kütüphaneyi bulun getirin.

Aynı soruyu birçok fiil için sorabiliriz.
Ya Bunlar Gerçekten ......... mu? olarak bir şablon koyalım hatta ortaya.
Peki buradan varacağımız sorun ne?
Hiçbir sonuca neden artık eskisi kadar güvenmiyoruz? Neydi araya giren? Eskiden de güvenmiyorduk, varsayıyorduk.

Okumayı, istediğimiz cevaba uygun şekilde tarif edersek -biraz akıl karışılığı yaratarak- olur bu iş. Yani sevmediğimiz içeriklerin aslında okunmadığına herkesi ikna edebilirim öyle değil mi?

Bir içeriği bazı nedenlerle sevmeyiz: Konular, türler ve yazarlar bizi açıkça çekmez. Geçerli, mantıklı nedenler de olmayabilir bunlar. Açıkçası ya yıldızlarımız uyuşmuyordur ya da bir noktada kesişmiyoruzdur.
Bu, o tür ve yazarların kötü oldukları anlamına gelmez. Aksine bir de bol tüketiliyorlarsa başlar çalmaya çanlar. Daha çok sinir olur ve öfkeleniriz onlara, onları okuyanlara ve gözümüzün içine bakıp "bugün bunlar okunuyor" diyenlere, demek isteyenlere...

Geriye tek bir silah kalıyor: "Ya Bunlar Gerçekten Okunuyor mu?" diye sormak. Şimdi geldik mi o kavşağa? Yerine göre okurun, işimize göre yazarın, kimine göre de zamanın beğenilmediği, burun kıvırıldığı ana...
Bir dakika... Biz niçin okuyoruz ki? Başkalarının ölçülerini neden karıştırıyoruz işin içine? Biz sakin sakin ....'mizi, .......'müzü, .....'muzu okurken (yazar isimleri özellikle vermedim ama anlayanlar anladılar bence) A'nın B'nin, C'nin çok tüketilmesi bizi neden rahatsız ediyor. Bence ediyor, şu sebeplerden:

-İyi okur olduğumuza dair düşüncemizde sarsılma olma tehlikesi
-İyi okurun sayıca çok ve iyi kitabın sayıca fazla olduğuna inanmama eğilimi
-Kültürel bir ortam içinde kitap, yazar ve içerik soluduğumuzu düşünen, sosyo-kültürel ayrıntılara, ayrımlara dikkat eden bir takıntılılık içinde olma
-Vasat ve sıradanı kültür alanından kovma isteği
-Gelişime, çağdaş, etik, estetik ve modern yaşama; daha iyi ve güzel olan inanca bağlılıklarımızın kalıcı bir ilişki olduğuna dair derin arzu

A, B ve C gerçekten okunmasın istiyoruz. Yalandan, imrentilerle ve markacılık histerisiyle... Onlarda düşünsel derinlik ve aydınlatıcı unsurlar bulunmasın istiyoruz. Bir tür okumadan "onları biliyoruz"... Sanatsız sözler ve sözsüz bir yazı sanatıyla devşirilmiş başı-boş kitaplar hepsi de öyle değil mi?
Bir trenle giderken yerin ve rayların durup trenin hareket etme kuralının geçerli olmasını istiyoruz değil mi?
Ama yakışıyor mu bunca kültürel entelektüel amaca ve arzuya bu kuralcılık? Asker gibi ne o, soldan sağa okunacaaak oku!
Kültür dediğin ya büyük bir boşluksa savrulmaksa, kaybolmaksa?
Eskiden sorardı yazarlar hep bir ağızdan "Ey okur neredesin?"
Şimdi hep bir ağızdan soruyoruz: "Ey yazar neredesin?"

Arkakapak.com



Genç bir yazara öğütler 2


– YENİ YAZARLAR NASIL KURTULUR? olsun mu adı yazının sevgili genç yazar arkadaşım. Siz tavsiye değil tadilat kuşağısınız yani siz onaracaksınız her şeyi.
– Maalesef…

– Neden mi böyle düşündüm? Enkazın dibindesiniz de ondan; ve ellerindeki morluklar yumruk değil moloz parçaları
– Sanki her yerden yumruk yiyorum şu an.

– Bugünlerde kendini öğrenci sanan yazarı uyandırmam gerekiyor… Bunun için bir şeyler hatırlamalıyım. Ben hala 23 yaşında Pipo&Sakal Yayınları’na öykü dosyasını gönderip olumlu haber bekleyen o genç yazarı yaşatıyorum içimde. Red mektubu gelmiş olsa da onu açmamış mesajı almamış gibi yapıyorum… Bekliyorum belki hala benim için bile, iyi ve güzel olduğunu hissettiğim bir dünya ve orada benim okurlarıma da sıra gelecek.
– Red mektubu gerçekten de aldınız mı?

– Red mektubu almış da olsam o tümden bir red değildi. Yaptığım işin, yani yazarlığın öğretilebilir bir şey olduğunu kimsenin düşünmediği bir zamandı. Kimse talebe ya da hoca değildi. Ortada ciddi bir sınav endişesi de yoktu. Doğrular ve yanlışlar da…
– Demek o kadar az sayıda kişi yazıyordu…

– Haklı olabilirsin. Adaylar çoğalınca mı bilgi aranılan bir kriter olur? Bunu böyle düşünmemiştim… Az olduğumuzu düşünmüyorum. Belki toplandığımız, seyrettiğimiz ve görüldüğümüz yerler azdı. Azlık bir kriterdi. Az bulunan şeylerde yer almanın iyi olduğu düşünülüyordu.
– Az kişinin yaptığı şeyi yapmam gurur verici olmalı…

– Yapanlardan çok kalanlar üzerine düşünmeyi tercih ediyorum burada genç arkadaşım. Kalanların başka bir dilde yazdıklarını da açıkça söylemek gerekiyor şimdi, büyük bir itiraf gibi. Geleceğin dilidir bu. Her dilde bulunan bir zaman kipinden çok bir dilbilgisi ve sözdizini karışımıdır. Öncelikle bunu anlamalısın.
– O dili öğrenmek isterdim, ama nedense öğrenme yerine anlamayı tercih ettiğinizi düşündürmeyi seviyorsunuz.

– Yazarlar bir tek o dilde yazarlar. Söylemek istediğim bu.
– Çok masalsı geldi şimdi bana. O dili bulmalıyım sanki, bunu anlıyorum. Ya da bende o dil ya var ya yoktur’u… Hiçbir seçimimin kar etmeyeceği bir durum sözkonusu.

– O dilin nereden eseceğini, yağacağını, duracağını bilmemiz zor görünüyor. Ateş, su, toprak, hava ya da sıvı katı gaz halinde de bulunabilir.
– Doğa demek istiyorsunuz.

– Demek istemiyorum, diyorum.
– Yani ben yaşamaya devam edeyim o gelir beni bulur, bunun gibi bir tevekkül hali… Anlamaya başlıyorum galiba.

– Ben asla bunu demek istemedim. Aramakla beklemekle bulunabilecek bir yer ya da bir formül etrafında döndükçe zaman kaybediyoruz. Belki de en anlamlı cevap şimdilik bu. Keza yazar terennümleri, kitap adları, bilgelik sözleri bunlar da bizi daima uzaklara fırlatan şeyler… Sakınmalı mı uzak mı durmalı, bu daha çok onların sende bulduğu çekimlere dair konular. Çekim alanlarına girmeye hazırsan girersin. Şu an hala bir açıklama yapmış bir şey göstermiş gibi görünmekten son derece korkuyorum. Gençlik iksiri mi zehiri mi demeli bilemiyorum….
– Genç yazarların işi zor diyorsunuz. Bunu anlıyorum.

– Merak ettiğim bundan sonra ne yapacaksın?
– Bu andan sonra… Hmmm… Bilmem ne yapmalı… Sanırım daha çok soru sormaya çalışacağım. Altın aradığımı fark etmeme yol açtınız ya da bunun dışında bir şey yaptığıma. Yazma eyleminin bir alegori yazınınsa bir metafor olduğunu bilmek, sadece bunun doğru olduğunu bilmek beni çok rahatlatırdı. Sanırım önümde birçok yol ve seçenek var. Ne yaptığımı, yaptığımın ne olduğunu sormak onları anlamama, bilmeme yol açmıyor ve sanıyorum ki yazdıkça sorular daha da cevapsız kalıyor. Bu karmaşıklığı sevmem gerekiyor bir yandan da. Öte yandan doğru yolda olduğumu birisi neden söylemesin bunu anlamakta zorlanıyorum ve neden bu yolda gitmenin bir anahtarı ve geçerli bir nedeni olmasın? Çok mu zor?

– Genç arkadaşım şunu bil ki bu yaşlı kalem, birkaç beylik yazar, kitap, akım ya da yöntem adı söyleyip karanlıkta bırakmaya devam etmekten daha çok önemsiyor seni. Seni tanımıyorum ve bu da en büyük nedenim. Sen yabancı kaldıkça daha çok özgürleşeceksin ve belki de yansıtman gereken en büyük güneş ışığı da bu olmalı. Özgürleş genç yazar arkadaşım, artacak, artakalacaksın…
* Meraklısı için Genç Bir Yazara Öğütler  1

5 Haziran 2014 Perşembe

Ben neden bu Türk dizilerini sevemiyorum?


Bu yazıya girmeden biraz önce kendime kibarlık sözü vermiştim hayatımın her alanında.
Yapamadım.
Ya da beni en çok sıkan konulardan birine hemen daldım kibarlık budalası olur olmaz.
İnanıyorum her şeyin kibarca çözümü olduğuna hatta her sorunun böyle çözüleceğine; ve hatta yargı yasalar bile ağır kalıyor bir şeyin sorun olarak kalmasını istemiyorsan.
Kibarca bir söz verince insan kendini dışarı atıp hemen kırlara mı çıkmalıdır? Hazır Nisan olmuşken her yer... Çiçekler duraksıyorlar topraklarımda.
Burada da ben duraksıyorum. Nerden benim oluyormuş bu topraklar. Bu bir balkancılık ve 20. yüzyılda ömrünü tamamlayan ulus-devlet yalanı değil mi?
Hazır bütün televizyonlar çokmaksatlı kimlik kartı, internet gereçleri pasaport, evler bayrak ve asfalt sokaklar toprak olmuşken.
Damarlarımın içinde değil tenimde atan kalbim vardı bir zamanlar, belki bütün kavgalarımı bırakıp onu yeniden aramalıydım.
Şimdi öfkelerin tamtamlarına gerilmiş bir kalbim var. Atıyor mu çok da önemli değil. Çok önceden kalplerimizin atışlarına göre uyanırdı dünya ve karanlığa gömülürdü sonraki gündoğumu umuduyla.
Şimdi öfkelerimizin güneşleri her yerde sabrımızı ısıtıyor.

Daha çok şey anlatmak için çok şey söylemeye hiç gerek yok, dediğin anda hatırlayacaksın aslında hiçbir şey söylememiş olduğunu.
Her sözünden sorumlu olduğunu durmadan sana bildiren sesin de düzensiz bir kayıp fiil çekimi olduğunu...
Türk dizilerinin aslında bu dünyada ciddiye alınacak tek bir gerçek hikayeye bile sahip olmamışlığımızın son derece yavaşlatılmış hikayesi olduğunu...
Giderken ağladığımızı, ama gülerken ağlayamadığımızı...
Birkaç eski siyah-beyaz fotoğrafın tarihimizden daha çok şey anlattığını ve bir gramafon iğnesinin bütün bilgisayarlarımızdan daha çok kullanılmış belleğe sahip olduğunu...
İş hatırlamaya gelince belleğimizin olmadığını unuttuğumuzu...
Belleksiz yaşayabildiğimizi, ama taklitsiz, imrentisiz, özentisiz, öçsüz ve kansız yaşayamadığımızı...

Çok şey söylemeye hiç gerek yok.



3 Mayıs 2012 Perşembe

Tefrika mı e-kitap mı ö-reke mi?

Sorunsal, soru ya da sorun


Şimdi size dosya türü, program adı, marka ve yazılım isimleri vermeden bir e-kitap yazısı yazmaya çalışacağım. Çalışacağım diyorum, zira buna daha önce hiç çalışmadım. Yazılarımda genellikle çok az referans olsa da yeni teknolojilerle burun buruna olduğumuz son yıllarda belki de 45 yaşa yaklaşmanın huzuruyla ciddi bir adaptasyon sorunuyla karşı karşıya olduğumu görüyorum.
Kırk yaşımdan bugüne kadar hayatımın üçüncü büyük, ama bu kez gönüllü eğitim-öğrenim dönemimi geride bıraktım. Dörder yıllık bu üç çevrimin sonuncusunun farkı, ondan önceki geri teptiğim kişisel eğitim fırsatlarını reddetmemdi. Hayır, teknolojiyle asla onu reddederek flörtleşmedim. Tavrım biraz da bitmekte olan konvansiyonel bir dönemin araçsal üretim tarzlarının kayboluşuna dair bir yastı.
İlk kez bir yastan sonra kaybımı geri kazandığımı gördüm ve bu kez eğitime hayır demedim. Onu kabul ve buyur ettim, ağırladım ve işte bu dönem boyunca asıl ustanın bende gizlenmekte olduğunu gördüm. Usta ilk kez çırak kabul etmiyordu ve ustalar arası bir alışverişle bu son çevrimi de tamamlamış oldum.
Çevrimin iki ucunda çok garip ama hala iki insan duruyor. Birisi, çevrimin başındaki, hala yanı başımda duran adam. Öteki, çevrim sonundaki ben ise yanı başımda duran az meraklı kişiyle bir diyaloğu kesinlikle onaylıyor; ondan kopmayı, bırakmayı asla düşünmüyor, aksine ondan beslendiğini gizlemiyor. Ve biliyor ki teknolojik ilerleme, merakları mideye indirerek, onları azaltarak çalışıyor. Tarihinde ilk kez alet ve araç nesne durumundan çıkıp özne olduğunu iddia ediyor. Buna itirazımız yok, zira özne olarak tarihin en zayıf anımızdayız nesneler karşısında.

Nesne imparatorluğunun nesnesi olan özne


E-kitap'tan hala bahsetmedimse de ben su yatağından konuşmayı seviyorum konu nehir olduğu zamanlarda. Şu günlerde ilgililerinden epeyi beğeni ve merak toplayan tefrika.net çalışması, halen e-kitap'ın içinde bulunduğu ve şimdiki zamanımızla çakıştığı yeri tarif etmeye başladı, kanımca. Acaba ilk tefrikaların gazetelerde yayımlanmaya başladığı zamanlarda, şimdi kitap/e-kitap arasında birtakım tahterevallicilerin yapmayı çok sevdikleri giden kalan oyunu da oynanmaya başlamış mıydı. O devirlerde dünyadaki yazar, okur ve matbaa verilerinin kendi içlerindeki oranları, hiç kuşkusuz bugünkü oranlarla farklılık göstermiyordu. Gazetelerin yaygınlığının giderek artması, şimdiki internet ortamının daha dinamik hale gelişine benzediği kesin. Tefrikaların, okur ve yazarlarda yarattığı korku, imrenti ya da dehşet, insanın eskiyen aracı unutup yenisine gözünü diktiği trajik ana ilişkin olduğu açık.19 yüzyılın ortalarında büyümeye başlayan tefrika türünün başarısı karşısında elbette tepkiler hemen yerini aldı. Bazı eleştirmenler tefrika yayınlarını bir halk ve sanayi edebiyatı, kitle kültürünün değeri düşük bir özelliği olarak gördüler. Kimi asilzadeler meclis kürsüsünde söz alarak bu tür romanlar yüzünden hayal gücünün mantığı bozduğu tehlikesinden bile bahsettiler.

Tefrika/ahlak, e-kitap/modern ilişkisi

Tefrika.net'te bulunan ayrıntılı tefrika edebiyatı tarihinden okumaya devam edelim: "Sadece maddi çıkar taşıyan bu romanların okuyucuyu ahlak çöküntüsüne uğratacağı ve buna bağlı olarak yazarların da yeteneklerini kötü amaçlara alet edebileceğinden korkulduğunu belirtmiştir. Alfred Nettement ise tefrika romanların taşıdığı ticari kaygının bütün edebiyata yayıldığını belirtmiştir. Bu romanlar sadece içeriksel değil, biçimsel olarak da eleştirilmişlerdir. Okurun ilgisini ayakta tutmak zorunda olan tefrika yazarları ise bir bildirge yayınlayarak eleştirilere cevap vermişlerdir. Ayrıca, bu edebiyat türünün işçi sınıfına kolaylıkla okuma yazma öğreteceğini de savunmuşlardır."
Geçmişte edebiyata daha açık ve kesin görevler, hizmetler atfedildiği son derece aşikar. Bugünkü dolaylı durumunu da kötüye yormaktan ziyade insanın kuşkuları, korkuları ve sezgileri arasındaki bir meydan savaşı olarak görmekte çok yarar olacaktır.
Aşağıdaki son cümlelerden sonra da e-kitap'ın nasıl bir dar kapı ya da tünelden geçeceği, oradan da nereye gideceği daha iyi öngörülebilir sanıyorum:
"Bu roman türünün ilk çıktığı çağda kamuoyunun beğenisine göre ve hızlı yazılması yüzünden kötü eserler verdiği sıkça söylenmekteydi ama bugün bu düşünce geri tepmiştir çünkü birçok tefrikacının adı belleklerde kalmıştır. Günümüzdeyse, iki dünya savaşından sonra ve yeni medya araçlarının keşfedilmesiyle (sinema, radyo ve daha sonra televizyon) tefrika roman yavaş yavaş düşüşe geçmiş ve yok olmuştur."

Bu yazı için Küçük SANDIĞIN GİBİ DEĞİLSözlüğü
Tefrika.net:  www.tefrika.net adresindeki bir tefrika roman yarışması.
E-kitap (eBook ing.): E-okuyucu ya da tablet bilgisayar ve akıllı cep telefonlarından okunabilen elektronik kitap.
Öreke: Yünden ip yapmayı sağlayan bir düzenek.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?





Rüyada Ayşe Arman görmek

Rüya tabirlerinin en iyi tarafı sembollerin kullanılmasıdır. Semboller, rüyaları sınıflandırırlar. En iyi tarafları da rüyalarda her şeyin iyiye yorulmasıdır. Gerçek hayat ve dünya zaten acımasız ve adaletsizdir. Bizler de kurtarıcılığı sembollere yükleyip her rüyadan bir kurtuluş umudu yaratırız. Anlayacağınız rüya tabirleri kitapları tam olarak "yardımcı" kitaplardır.
Gazetesinin rüyada ve rüya gören köşelerinin yazarı olan Ayşe Arman, bu rüyadan hiç uyanmayacağa benziyor. Hatta gazetesinde çok yakında uyanık düş gören kimse kalmayacak ve bunları görmezden gelen Ayşe Arman, hiçbir şey yokmuş gibi rüyalarına devam ediyor. Yakında bir hayaller alemine dönüşecek olan gazetesinin rüyası olarak sarı kaküllerini yüzüne döküp gene konuğundan rol çalan ve kendisini ön planda gösteren açılış resimlerini vermeye devam edecek.
Ayşe Arman'ın o gazeteden en son gidecek olması onu kendi rüyası içinde nasıl birisi yapar? Rüyasında Ayşe Arman'dan başka bir şey görmeyen Ayşe Arman, pek yakında gazetesini nasıl bir halde bulacak? Piyanonun torpilli pembe tuşu olan Ayşe Arman'ın karşı-notasına basılması için 20 senelik bir yayın yönetmeninin siyah tuşundan sonra bir beyaz aralığı verilmişti ve şimdi sıra bu pembe tuşa geldi.

Onun adından başka bir şey hatırlamamamız gerekiyor

Ayşe Arman sarı kakülleriyle çok yanlış yapıyor. Bu hatalı imaj çalışması ileride başına dertler açacak. O güneş gözlüklü ve tombul yanaklı fotografına kısılıp kalmıştı ilk yıllarda, sonra anoreksik bir yüzle, dikine, yüksek topukluları, mini etekleri ve çıkma dişleriyle halk arasında da endam etti. Ayşe Arman'ın TV'ye çıkmaktan kaçınması, birkaç kötü deneme dışında çok doğruydu, ama gelgelelim gazetesinde ona ayrılmış rüya köşelerini TV gibi kullanması son derece trajik bir yanılgı, bizden söylemesi.
Yirminci yılına muhakkak hızla yaklaşıyordur kendileri, ama yine de gazeteyi televizyonlaştırma çabaları tamamen boşa çıktı. Gazetesi amiraldi, ama neticede bir gemiydi ve bilirsiniz karaaşırı yerlerde telefonlar ve televizyonlar iyi çekmez.
Şu da var: İnterneti ve kitabı iyi kullanamadı Ayşe Arman. Sonradan bunlara çok hayıflanacaktır, eminiz. Hız sırasıyla işlemek kaydıyla bütün medyaları kullanabilirsiniz, sakınca yok; yeter ki yavaşla hızlıyı desteklemeye, hızlıyla yavaşı yarıştırmaya kalkmayın.
Ayşe Arman'ın adından başka bir şey geriye kalmayacak, öyle görünüyor ve bu durum "ee ne var başardı işte kadın, isim oldu marka oldu" diyenler açısından en az Ayşe Arman için olduğu kadar vahim. Müşterisi (ürün) ya da alıcısı (hizmet) olmayan bir çalışma (gazetecilik) ise sözkonusu olan, siz bunu gerçekten anlamamışsınız Ayşe Hanım.

Abyssus abyssum invoc

Son dersimiz olan Latince deyimlere gelmiş bulunuyoruz. Yukardaki ukala dümbeleği söz yumağı özetle şu anlama gelir: "Uçurum uçurumu çağırır." Veya hiç düşünmeden yorumlarsak felaket felaketi çağırır (doğurur). Sarı kaküllerden, gazeteyi televizyonlaştırmaya kadar Ayşe Arman'ın kendisi için hazırladığı kariyerde hızlıca tırmandığını çok iyi gözlemliyoruz.
Yazımızın başlığını tekrarlayalım şimdi: "Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?"
Şu ana kadar yazdıklarımızla artık bir bağ oluşmuştur sanıyorum. Başından beri veya değil, ama Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni olarak hazırlandı. Hiçbir kriz, yönetici, hükümet ve mesleki türbülanstan etkilenmemesini başka neye bağlayabiliriz?*
Ayşe Arman çizgisi -çizgi demek zorundayım zira ona eklenmiş bir takipçi henüz görünürde yok ya da o vagonsuz bir tren hala- abyssus'lardan yani felaketlerden ve uçurumlardan, ama sadece bu dramatik seviyelerin yüzeysel duruşlarından beslendi yıllarca. Ayşe Arman hayatı boyunca sadece haber değerleriyle söyleşti, gazetecilik şadırvanının etrafında dolandı durdu, bir türlü abdeste ve imana durmadı. Hiçbir mabede girmeden bir mabed tarif etti ve şu günlerde ona hazırlanan amiral tersanesinde -deniz de bitti gemiler de- birkaç metreküp su içinde, sanal gerçeklik oyuncaklarıyla bu mabedin ilk ve son mümini olarak mutlaklığını ilan edecek.
Çünkü gazetede ondan başkası kalmadı.


*Ertuğrul Özkök'ün gazete yönetimini bırakmasından sonra onun devam eden etkisini soğuracak yeni bir pasif yönetim işi devraldı ki yeni ve esas genel yayın yönetmenine görev sert bir geçişle değil, uygun bir ortamda sunulsun, diye düşünüyoruz.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Deva mıdır Çamaşır Suyu



Tetraklörür. Kloroform.

Kadınlardan yükselen kokular arasında yeni kimyalar. Elleri lastik eldivenli, ciğerleri her türlü kimyasal gaz taarruzuna açık.

Dünyanın en büyük savaşı kadınlar ile kirlilik arasındadır. Bunu kanserojen olduğu çok açık tetraklorür ve kloroform maddeleri yayan çamaşır suları bile engelleyemez. 

Dünya kirlenir ve buna en çok kadınlar üzülür. Kadınların kendi kendilerine yarattığı ya da insani sunumun onlara pay biçtiği estetik düzende kadın etrafını "temiz" tutmak zorundadır. 

Kadının hijyeni onun kutsal kitabı mıdır? Bunan inanmak istemiyorum.

Genzim yanıyor bağırıyorum, boğazım yanıyor anlatamıyorum. 

Yirmi dakika bilemedin yarım saatlik bir ömrü var bakterilere karşı çamaşır suyunun. Bir erkek karşısında ya da baba oğul arkadaş daha fazla vaktin var mı? Hijyenini ne kadar derin olarak devam ettirebilirsin?

Sıradan bir çamaşır suyuyla yıkanmış bir çamaşıra dokunduğunuzda elleriniz hep kızarıyor mu? 

İşte size hayatınızı zorlaştırmadan bu sorunu çözmenizi sağlayacak bir öneri; çamaşırlarınızı her zamanki gibi yıkayın ve sıkın. Sonra onları mesela küvetinizde, yarım gün süreyle on litre suya iki litre beyaz sirkeye batırın. Sonra sıkmadan asın. Kurudukları zaman hem sirke kokmayacaklar hem de size bir daha rahatsızlık vermeyeceklerdir.  
(Bir kitaptan)

Yaşasaydı Ahmet Haşim o meşhur şiirini şöyle değiştirirdi:


Kana kuvvet, göze fer, batna ciladır çamaşır suyu
İlleticua deva, mahzı gıdadır çamaşır suyu
Alemin sevgilisi dense sezadır çamaşır suyu
Ağrıya dost, muhhibi fukaradır çamaşır suyu






4 Aralık 2011 Pazar

TÜRK EDEBİYATINDA PARİS YOLCULUĞU


Türk Edebiyatında Paris, Halil Gökhan-Timour Muhidine,
2000, Yapı Kredi Yayınları
TÜRK EDEBİYATINDA PARİS YOLCULUĞU

Halil Gökhan


Çağımızın Türk yazarının şehirlerle ilişkiler tarihi ve bu tarihin yazınsal deneyimleri, yirminci yüzyılın başkenti ile aynı yüzyılın Osmanlı başkenti arasında kurulan bir okulun oluşturduğu köprüde oturuyor. Yeni  Osmanlılar, Jön Türkler, Osmanlı aydınları ve Cumhuriyet yazarlarının çoğu Paris üzerine düşünmek yerine gitmeyi tercih etmek zorunda kaldılar. Tesadüflerden başı bozuk güncelere kadar, adına Abbas da denilen Paris yolcusundan Paris sevdasına akan toprak seyrelmesi ve çatlakları aslında, değişmenin, farklılaşmanın, çoğunluğun mekanı olan kente karşı duyulan gitme gereksiniminde uyanan bir beşikti. Cumhuriyet yazarının açık bir zorunluluk olarak algıladığı batılı sızma, özlemlerini oluşturan değerleri batılı olarak kabul etmesine yol açtı. Paris ise, kentlere, kenti sevmeye dayalı özlemlerin hep ortasında durdu.
Peki Paris yolculuğu, yazınsal bir deneyim okulu olmanın dışında nelerden oluşuyor? Ahmet Haşim bu soruyu sorduktan sonra tatlı bir havayla açıklıyor ten yanıt olanağını: Bakır rengi bulutlar, kalabalıklar, evler ve mağazalar değil, eşsiz Paris kadınını cıvıltısı ve yaydığı tarif edilemeyen koku.
Paris yolculuğunun bir yazınsal deneyimi içermesi, Yirmisekiz Mehmet Çelebi’den  Nedim Gürsel’e kadar, kendi manzaramıza batıdan bakmayı öğrenmeyi ve bu karışık düzeyde bir parça da bir nostalji öğretimini kapsıyor. İlhan Berk’e “Yalnız Paris’te kendinizi unutursunuz, oralı oluverirsiniz “  dedirten o dişi şehir, Ahmet Haşim’de o bilinen ‘delaleti’ çıkarıyor ortaya.
Paris, içinde yolculuğun bir yalnızlık okulu olduğu öğretiyi Paris Tesadüfleri’nde Ahmet Hamdi Tanpınar’a yazdırıyor. Tanpınar’a göre, Paris’te kendi manzaramız daha ilgi çekicidir. Gerçekse şudur: “Edebiyatımızın bugünkü manzarası, merkezi bilinmeyen bir vilayet manzarasıdır. Bundan kurtulmaya bakmalı. “
Peyami Safa’da Paris yolculuğu bir iç yaşantı olarak kabul görüyor. Paris’e yirmi dakika kala Peyami Safa’yı şehirden ayıran yirmi dakikanın onu bütün yolculuktan daha çok yoracağı kanısına ancak Paris’ten önce kurulan bir iç yaşantıdan varılabilir. Nitekim Safa bunu şöyle açıklıyor:
“On beş yaşımdan beri benim iç yaşantımın önemli bir bölümü Paris’te geçti. Bir kez bile ayağımı atmadığım bu kentin kıyısını bucağını bile az çok bilirim. Hayalen onun içinde çok yaşadım. Fakir ve daha beteri arkasız bir halk çocuğu olmanın belâsıyle kırıp sararak ve borçlanarak bu geziyi yapıncaya dek büyük Avrupa okulun eşiğine adımımı atmadığım halde, kitap dedikleri ucuz ve soylu kılavuzun onun kürsülerine güçüm ölçüsünde yaklaşmayı biraz başarmıştım.”

Ve her kentte birbirimizi yeniden buluyoruz

4 Ekim 1979’da, Paris’te seyir defterine koyduğu son cümle Nedim Gürsel’i birçok kente taşıyan Seine’in bulanık sularında yansıyor. Türk yazarının Tanzimat’tan Cumhuriyet dönemine kadarki bozbulanık Paris serüveni de kendini bir başka kentte yeniden bulma ile, sözcüklerle bir kentin yeniden inşası arasında bir yerde açıklanabilir. Fakat son söze yakın bir şeyi, Ahmet Haşim’in çok yakınında bir yerde Enis Batur söylüyor:

Bu şehir kadar hiçbir kadın heyecan vermedi bana.

Paris-İstanbul gelgit eksenine oturtabileceğimiz bu deneyimler okulunun yazınsal anlamda ilk penceresini aralayan Yirmisekiz Mehmet çelebi oldu. III. Ahmet devrinde, çocuk kral 15. Louis’ye tebrikname ve hediyelerle Fransa’ya fevkâlade bir elçinin gönderilmesine karar verilmesi üzerine rasgele biri olmadığı kanısını uyandıran ve orduda defterdarlık payesine erişmiş, ikinci murahhas olarak Osmanlı’yı Pasarofça görüşmelerinde temsil etmiş olan Yirmisekiz Mehmet çelebi görevlendirildi. Reşat Tarihi,bu seçimin odak noktasındaki kişiyi “ ..konuşma ve usûl taktiğine aşinâ ve ayrıca hıristiyan desiselerine vakıf “ biri olarak nitelendiriyordu.
Kırka yakın maiyeti ile birlikte deniz yoluyla Toulon limanına, oradan da Paris’e giden; şehirde mareşal ve bir alay askerle karşılanan Yirmisekiz Mehmet Çelebi, 1721 Mart’ı başından aynı yılın Temmuz ayına kadar süren bu Paris yolculuğunu canlı bir üslupla kitaplaştırdı ve bu kitap Türkçe ve Fransızca olmak üzere ayrı tarihlerde yayımlandı.
Yirmisekiz’in ardından Paris, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin bir kaçış şehri olarak 1867’de yeniden kurulur. Paris’e kaçan Ziya Paşa ve Namık Kemal buradan Londra’ya geçerler. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümü üzerine affedilen Yeani Osmanlılar 1871’de yurda dönerler. Aynı yıl, bir Paris kılavuzu ve Paris’te yaşayan gazeteci Teodor Kasap’ın ilk el bilgileri ile Paris’e gitmeden yazılan bir roman ortaya çıkar: Paris’te Bir Türk. Romanın yazarı Ahmet Mithat, romanındaki gözlemlerini doğrulama olanağını ancak 1890’da bulabilir.
1904-1912 yıllarını Paris’te geçiren Yahya Kemal’in yaşadıkları bir şiir uyanışı ve siyasi özgürlük arasında kalmıştır:

Yaşamış olmayan bilir mi bunu:
Eski Paris’te bir ömür geçti
İdeal rüzgârlarıyle hür geçti.

Paristanbul, Timour Muhidine-Halil Gökhan
Editions Esprit des Péninsules, 2000, Paris
1939 yılının başında Paris’e giden Cahit   Sıtkı, aynı yıl içinde savaşın başlaması üzerine yurda geri dönmek zorunda kaldı. Hatta onun bombalar altında bisikletle Paris’ten ayrıldığı söylenir. 1 Şubat 1939 günü Ziya Osman’a yazdığı mektupta, Avrupa’yı yalnız kitaplarla, dergi resimleriyle tanımanın tanımak sayılmadığını yazarken, gelecek mektuplara konu kalasın diye, gözlemlerini döşek altı eder Cahit Sıtkı. Ne yazık ki bu döşeği kaldırmaya pek vakti kalmamıştır.
İkinci Dünya savaşı sonrasında Türk Edebiyatında Abbas Yolcu (1959), Hangi Batı (1972) başlıklı kitapları ve Zenciler Birbirine Benzemez (1954) romanıyla Attilâ İlhan, Paris yükünü çekenlerin başında gelmiştir. Attilâ İlhan yağmurun altında ıslanan bir öfkeyle Abbas Yolcu’nun sesini  Paris’ten duyurur. Yolculuk serüveni ve şehir arasına sıkışmış bir doğulu sestir bu:
“Anlı şanlı Paris! İhtiyar dünyanın ortası Paris! Kız oğlan kız! Apaş! Orospu! Komünist! De Gaulle’cü XXnci asırlı ve kahraman Paris! Ulaaaaan Paris!"
Demir Özlü, Ataol Behramoğlu ve  Nedim Gürsel de doksanlı yıllara kadar Paris yolculuğunun yükünü çekenlerin başında gelmektedir.
Nedim Gürsel’in Paris Yazıları 1995 yılında bir kitap altında toparlanmıştır. 1973-1994 dönemini kapsayan bu yazılar, hem güncel hem de kalıcı bir nabız alma çabasıyla dokunmuşlardır Paris’e ve çevrenine. Yazarın yaşadığı yirmi yılın gerçek ağırlığını yazıyla ödediği, üstüne bir de yeniden okuma borcu eklediği ve tarih gözetmeden konularına göre düzenlediği yazılardır bunlar. Nedim Gürsel bu yazılarda Paris’i yeniden inşa etmiştir.

Paris gerçek anlamıyla çoğuldur. Birçok Paris vardır. Edebiyatımızda Paris yolculuğu, yazarın büyük oranda yaşam kaynağı demek olan yalnızlık ve sürgün bağımlılığını belgelemesi bakımından bir hastalığa işaret eder. Gitmek ve gelmekle yakalanılan bu hastalık yazarı bağımlılığının yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlarken Paris yolunun tam ortasında durur.
Paris yolculuğu bir anlamda soyun ve köklerin bozulmadığı, ama başka topraklarda ne olduğunu araştıran ve hep geriye gelen bir bozkırdan çıkma ve geri gelme çabasının ortasıdır.


28 Kasım 2011 Pazartesi

Dr. Orhan & Mr. Pamuk



Dr. Orhan & Mr. Pamuk

HALİL GÖKHAN

Türk kültürü ve dili adına Nobel edebiyat ödülünün kendisine verildiğini ve siyasi olmadığını açıklayan yazar Orhan Pamuk, ödülün açıklanışından 48 gün sonra ülkesine dönüyordu. Bu 48 gün içinde bir Türk yazarının Nobel Edebiyat ödülünü kazanması sonrasında  katranla şeker aynı kâsede buluşmuştu ülkemizde. Ortaya iki kaşık çıkmıştı bu kâsenin başında:
-Yazarımızın tepki gördüğü sosyal-siyasi kesimlere karşı olduğu için mesafe gözetmeden ona sahip çıkanlar.
-Yazarımıza karşı çıkan hatırı sayılır bir siyasi-sosyal kalabalık.

Oysa ortada bulunmasa da yazarımızın başarısına naif olarak, bir İtalyan bir İngiliz bir Alman gibi sevinebilecek bir topluluğun oluşmaması üzücüydü. Bu gerçekten bir yazar olarak beni üzen en önemli konuydu. (Acaba AB vatandaşları, yıllar önce bir kenara ittikleri ulusallıklarının Nobel’le ödüllendirilişine hala sevinirler mi? O başka bir konu…)
Avrupa’nın kültürel işitme sorunları yüzünden –ve Avrupa duy sesimizi nidalarımıza rağmen- bizi duymadığı son elli yılın sonunda bu Nobel gerçekten de sağırlığa kurban edildi.
TÜYAP Kitap Fuarı 25. yılını doldururken yazar-eleştirmen Doğan Hızlan’ı onurlandırırken belki yıldırım hızıyla karar alıp 25 yıl "özel" ödülünü Nobelli yazarımıza verebilirdi. Fuar tam anlamıyla Nobel’siz geçmişti ve kimsenin aklına onu bu ulusal ve tek şenlik sırasında kutlamak gelmedi.
Dönüşüne bir hafta kala yazar Orhan Pamuk, New York’ta Hürriyet gazetesine verdiği röportajda kıskanıldığı için dünyanın en prestijli edebiyat ödülünü kazanmanın sevincini yaşayamadığını belirtiyor ve ekliyordu: “Nobel ödülü de beni siyasi sorulardan kurtaramadı.”
Yazar, Aralık ayının başında Stockholm’de vereceği Nobel söylevinde zaten sahip olduğu edebiyat kriterlerine ve dünyanın edebi görünüşüne eminiz ki bol bol değinecekti. Böyle yaptığı takdirde bunun nedeninin aldığı ödülün siyasi yanının çok sıklıkla vurgulanması ve edebi kişiliğinin altının çizilmediği konusundaki kişisel eleştirisiydi. Daha önce siyasi kişilikleriyle de bu ödülü aldığı düşünülen Necib Mahfuz, Nadine Gordimer, Günter Grass gibi yazarlardan farklı olarak yazarımızın dış görünüşten bakıldığında bile hemen yakalanan belirgin özelliği, edebiyat ve siyaset konularında zaman ve zeminlere uygun davranmasıydı. Nobel’in ona verilmesinde de bunun çok büyük payı olduğunu düşünebiliriz. Deyim yerindeyse Mr. Pamuk tam bir konjonktür yazarı. (bkz. Orhan Pamuk Yabancı Bir Yazar , Hikmet Zahir)
Edebiyatın, toplumların siyasi sorunlarını, yani toplumun kendi insanına bakış açısını bütün çıplaklığıyla, güdümsüzce ortaya çıkaran bir turnusol kâğıdı olduğu düşüncesinden hareketle edebiyattan topluma doğru giden mecburi tek bir istikametten ve kimyasal bir tepkimeden söz edebiliriz. Konjonktür yazarlığı da tam olarak burada ortaya çıkarken, işi siyasetten edebiyata yürütmeye ve ordaki rantları devşirmeye yönelik bir eylemi, edebiyat-siyaset istikameti perdesi altında ifa ediyor. Nobel ödülleri tarihine baktığımızda, Avrupa’nın kültürel kimliğinin konjonktürel açmazlarında tıkama ve açma görevi gören kimi yazarlara böylesi “nominasyonlar tevdi” edilmektedir. Bu durumda Mr. Pamuk’un da iddiamızda olduğu gibi konjonktür yazarı olup olmadığı belki de 20-30 yıla kadar nihayetlenen bir zaman dilimi içinde kesinleşecektir.
Nobel ödülünün 12 Ekim 2006 tarihinde malum tarihle aynı zamanda açıklanmasındaki talihsizliğin tamiri Mr. Pamuk’a bu ödülün verilişin karşısında olan heterojen kalabalığa karşı olmaktan başka bir nedenleri olmadığı halde yazarımızın yanında kayıtsız şartsız bulunanların özeleştirisiz tutumlarında yatmamaktadır. Kaldı ki bu kör fanatizm yüzünden yazarımızın Türkiye’ye dönüşü 48 gün sonra vuku bulmakta olup, onların sempatik taraftarlıkları bile yazarımıza daha önce bu ödülü alışını Türk kültürü ve dilinin vatanı olan Türkiye’de zamanında kutlamasını engellemiştir.
Siyasetin edebiyatı kontrol etmeye çalıştığı –tıpkı Sovyetler Birliği’nin bilinen dönemlerinde olduğu gibi- yeni bir hayalet devrin tam ortasında Nobel Edebiyat Ödülü mevcudiyetinin gerekliliklerini en üst perdeden yeniden yerine getirmiştir. Edebiyat, Nobel gibi ödüller sayesinde toplumun “ak ve kara” günlerinde belleklerimize kazınmaya devam edecektir.

27 Kasım 2011 Pazar

Marquis de Sade’ı yakın!




"Biliyor musun sevgili Sensible, elinde bir kalem varsa olağanüstü şeyler yaşayabiliyorsun." Hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Donatien Aphonse Marquis de Sade bir sapkın mıydı? Bütün eleştirmenlerin ve hatta ahlâkçıların da kabul ettiği gibi "cinsel hayatın Zorba'sı" mıydı? Yoksa, aslında sadece "yasaklamanın yasaklanmasını" dileyen ve bütün yazdıklarını yukarıdaki cümlesiyle açıklayan basit, insan yönü skandalsız, yalın bir yazar mı?

Marquis de Sade'ı en iyi tanımanın yolu, adını verdiği Sadizm'le işe başlayarak "insan bozukluklarının" tarihini anlamaya çalışmaktan geçmiyor. Gerçi iş bilimadamlarına kalınca onlardan, adli sonuçlara varsın varmasın sadist sapkınlıkların herkes için geçerli ve "ucuz" tedavilerinin olmadığını öğreniyoruz. Marquis de Sade adına, bu satırlardaki davamız, onu bir kayalığın tepesinde denize düşmeyi bekleyen müntehirin ruh hali gibi, onun yazarlık durumunu ortaya koymak ve insanlığının yönlerini bulgulamak.

Sade'ın çıktığı yüksek kayalıklar, deyim yerindeyse toplumdışılığın ve bu dış alanı savunmanın zirvesiydi. Yazdıklarında gözlediğimiz erotizm ve anarşist fantazilerin ardında Tanrı tanımayan, anarşist bir duruşun davranışları yatıyordu. Sade'a göre tek suç, doğaya karşı işlenen suçtur. Doğa tarafından bir kez yaratılmış olmak onun egemenliğinden kurtulmuş olmak demektir ve asıl önemli olan bu özgürleşmenin farkında olmaktır. Sade için her türlü zevkin kaynağında suç ve kötülükler yatar.

Ölümünden sonra adı unutturulmak istenen, ama bir yandan kitapları gizlice okunan Marquis de Sade, kendi ülkesinde ilk kez 20. Yüzyılda şair Guillaume Apollinaire'in çabalarıyla açık ve geniş bir biçimde tanınmaya, okunmaya başlandı. Bunun yanı sıra, edebiyat ve eleştiri çevrelerinde kitapları yeniden ele alındı; eleştiriler ardı ardına gelmeye başladı. Bunlar içinde Simone de Beauvoir'in o çok ilginç "Sade'ı Yakmalı mı?" adlı eseri ve Pierre Klossowski'nin "Ahbabım Sade" kitabı sayılabilir. Bunun yanı sıra İslami sorunların ve eserlerin uzmanı olarak da bilinen Maurica Heine (1884 - 1940) Gilbert Lely ile birlikte Sade'ı 20. Yüzyıla taşıyan en önemli kişi olarak görülüyor. Bu ikili kendi hayatlarını adeta Marquis'nin yayınlanmayan eserlerini ve ona ait belgeleri günışığına çıkarmaya adadılar.

Tıp öğrenimi gören Maurice Heine, aforoz edilmeden önce sıkı bir Komünist Parti üyesiydi. 1924 yılında Felsefi Roman Cemiyeti'ni kuran Heine'ın tek amacı Sade'ın kitaplarını yayımlamaktı. 1926'da "Hikâyeler"i ve "Papaz ve Cançekişenin Diyaloğu"nu yayınladı. Diğer kitapların ve birçok değerli makalenin ardından Marquis de Sade adlı kitabının yayınlandığını ne yazık ki göremedi. Gilbert Lely, bu kitabı yayınladıktan sonra bayrağı devraldı; 1952-57 arasında iki ciltlik Sade biyografisini yayınladı.

Marquis de Sade, 74 yıllık hayatının (1740-1814) 28 yıl ve 8 ayını istisnasız olarak hapiste geçirirken, bu sürenin 25 yıl ve 3 ayını hükümsüz olarak "değerlendirdi". Bu çeyrek asırlık hapis yaşantısı Sade'ın kendisini "bütün rejimlerin mahpusu" olarak nitelendirmesine yol açtı açmasına ama 8 Mart 1794 günü, ellinci yaşına girmesine henüz birkaç ay kala Marquis, Picpus'e nakledildiği zaman, Terör döneminde "ılımlı" bulunmuş olma suçu yüzünden bir zindanda çürümeye terk edilmişti. Picpus, içinde daha çok soyluların bulunduğu ve herkesin mütemadiyen gün boyu aşk yaptığı süslü bir hapishaneydi.

Sade'ı bu yaldızlı yatak odasına kim naklettirmişti? Devrimin erdemleri adına insanların giyotine gönderilmesine karşı çıkan Marquis'yi daha önce zindanlara atan yönetimin gözleri önünde nasıl oluyordu da bu adam hem "La Philosophie dans le boudoir" (Yatak Odasında Felsefe) adlı eserinin temellerini atacağı sekiz aylık bilinmeyen bir "torpilli" hapis yaşantısını başlatıyor, hem de cımbızla seçtiği soylulardan bir tiyatro kumpanyası yaratabiliyordu.

Bu sekiz aylık "beyaz" dönem boyunca Sade'ın yaptıklarını, kurgusal da olsa, önce 1994'te Fransız romancı Serge Bramly'nin bir senaryo olarak başladığı ama daha sonra romanın kuyusuna düşen kitabından okuyabiliyoruz. Bir Leonardo da Vinci biyografı olan Serge Bramly, sinemacı bir dostunun "siparişi" üzerine başladığı bu belalı çalışmasını bir anlaşmazlık sonucunda yarıda bırakırken birdenbire kendini Marquis de Sade'ın oluşturduğu gizemli bir çekim alanında buluveriyor ve bu roman çıkıyor ortaya.

İyi bir aileden gelen bir genç kızın, görmüş geçirmiş bir erkek topluluğu tarafından bekaretinin nasıl bozulduğunu anlatan iki ciltlik "Yatak Odasında Felsefe"nin Picpus mapusluğu sonrasında yazılmış olduğuna dikkat eden Bramly, Sade'ın kitabı Picpus'te yazmış olabileceğini tahmin ederek, yazacağı metni bu kitapta toplamaya çalışmış. "Yatak Odasında Felsefe"nin adına bir gönderme yaparak, yazdığı romana "Sade: La Terreur dans le boudoir" (Yatak Odasındaki Terör) adını koymayı uygun görmüş.

Sade'ın yazdıklarında büyük bir tutarlık abidesi bulduğunu söyleyen Serge Bramly, Sade'ın "Doğa beni böyle yarattı, kendi doğama aykırı davranmam bir cinayet olurdu" şeklindeki sözlerini romanının omurgası haline getirerek, diyalogların ve kurgusal parçalarının tamamına yakınını, Sade'ın değişik kitaplardan alıntılamakta bir sakınca görmemiş. Roman biraz incelendiği zaman zaten bu açıkça görülüyor. Bir anlamda "Sade kendini roman olarak bir kez daha yazmış".

"Yatak Odasındaki Terör"ün elbette bir de görkemli bir sinema hikâyesi var. Hikâye olmanın da ötesinde 2000 yılında Benoit Jacquot'nun çektiği, Marquis de Sade rolünü ünlü Fransız karakter oyuncusu Daniel Auteuil'ün oynadığı bir film bu. Ne var ki gişelerden ve eleştirmenlerden çok önemli övgüler almayan bu filmi, ne olursa olsun Daniel Auteuil'ün "kurtardığı"na dair görüşler çoğunlukta. Filmde Sade'ın metresi Sensible'i Marianne Denicourt canlandırıyor.

Yazdıklarıyla tanrısız, dinsiz olduğunu ama skandal derecesindeki yazı(n)sal eylemlerinin onu bir katil, bir cani ve bir sapkın yapmayacağını belirten Sade'ın gerçek yaşamında çokça ihtimal edilen bir ayrıntı var ki o da içinde yaşadığı baskı ortamlarının, özellikle de Devrim yönetimlerinin, katlin ta kendisini yaptıkları, cinayetlerin hasını işledikleri yönünde... Aslında Sade'ın, yazarak fantezi üretmek ve yaşamak dışında fazla bir hüneri ve kötülüğü olmadı kimseye... Ve kesinlikle, içinde yaşadığı baskı ortamlarının onu ustaca cezalandırmak, onu suç yaratmak konularından bir yazar dehasını aşan özellikler taşıdığı da bir gerçek. Bunun kanıtı ise Sade'ın hayatının yarısına yakının "hükümsüz" olarak hapislerde geçirmesi elbette...

Bir Picpus ziyareti sırasında yatakta oynaşırlarken, Sensible'in "Sen bir canavar m ısın?" sorusuna şöyle cevap veriyor Marquis: "Benim bebekleri parçaladığım ve onların kanlarıyla gençleştiğim, La Coste şatomun hendeklerinin ağzına kadar cesetlerle dolu olduğu söylendi... Beni böyle dedikodular yüzünden Bastille'e kapattılar." Sensible üsteler: "Soruma cevap vermedin." Sade, daha fazla oyalamaz akıllı metresini ve "Canavarlıklar, diyorsun. Belki... Nasıl bilinebilir?" der. "Bir bakıma buna benzer canavarlıklar yaptım, evet; bunları dünyadaki herkesten daha fazla tasarladım ve onları silinmez olmasını umduğum bir mürekkeple yazdım... Biliyor musun sevgili Sensible, elinde bir kalem varsa olağanüstü şeyler yaşayabiliyorsun."

Sade'ı yakın! Ama önce bir dinleyin. Belki de o kalemiyle olağanüstü şeyler yaşayabilen bir yazardı sadece.