Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Nisan 2021 Salı

İlahlı Kuvvetler 1 - Silahlı Kuvvetler 0



İlahlı Kuvvetler 1 - Silahlı Kuvvetler 0

"Harp Sanatı, yerinde, koşullara uygun karar verme 
durumunda hepsi birbirine bağlı irdelenmesi gereken beş ana faktör 
tarafından yönetilir: Bunlar; Moral Kanunu, Kainat, Dünya, 
Komutanlık, Metod ve Disiplindir. Bu beş faktör 
her generale aşina olmalıdır. Onları bilen 
zafere ulaşır. Onları bilen yenilmez." 

SUN TZU, Savaş Sanatı

Moral

Kimsenin hala anlayamadığı ünlü savaş strateji Sun Tzu'nun Savaş Sanatı adlı kitabında ... "Savaşların tümünde savaşarak zaptetmek en üstün başarı değildir. Üstün başarı düşmanın direncini savaşmadan kırmaktır," diye yazar. Belki de günümüzün psikolojik harp teorileri ve uygulamaları bu sözden çıkmıştır, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Sun Tzu eğer savaşmadan savaşmaya inanıyorsa o kitabı neden yazdı ve binlerce yıldır neden hepimizi oyaladı durdu. MÖ 500 yılında, Çin'de savaşan beylikler zamanında kaleme alınan bu stratejiler günümüzde çok içselleştirilmiş olsa ve belki de kirli barışların kökeni de sayılsa hiç kuşkusuz bir mizah ya da mecaz eseri değildi. Peki neydi o zaman? Askeri başarılarını pek bilemediğimiz, ama yazdıkları kadarıyla yaşasaydı anti-militarist sayabileceğimiz General Sun Tzu, yoksa zaman içinde uydurulmuş bir karakter mi? Kehanetler yerine teorileri seven bir Nostradamus mu?

Konumuzu elbette tamamıyla Sun Tzu değil. O, bu dünyada yaşayan insanların birbirlerine zarar vermesini giderek daha aza indirmek için çekilen 2500 yıllık bir uykusuzluk. Çekenler bilir, uykusuzluk ne bir uyku halidir ne de uyanıklık. Savaş da bir uykusuzluktur. Sun Tzu'nun savunduğu "savaşmadan savaşmak" stratejisi ise rahat uykular için ileri sürülen bir başka strateji olamaz mı? Gerçek savaş nedir o zaman?

Savaş Sanatı, tarihinde hiçbir zaman yasaklanmadı. Savaş da hiç yasaklanmadı. İki ordu arasındaki savaş öncesi silahsızlanmalar ve karşılıklı ateşkesler bu kapsama giremez, zira bir şeyin adını onu unutmak yerine durmadan söylemek onun bir gerilim olduğunu kabul etmektir. Tekerleğin, yazının ve ateşin icadından bu yana kurulan yüzlerce imparatorluk, binlerce ordu ve onbinlerce savaş tek bir şeyi sürekli tekrarlamaktan öteye gidemedi: "Savaş bir cinayettir."

Meşru ile gayrımeşru olan arasına dünya savaş tarihini sığdırmamız da mümkün görünüyor. Cinayetin ve katliamların yasası olabilir mi? Yasalar bazen öldürmeyi meşru kılabilir mi? Ve neden hala 20. yüzyılı geride bıraktığımıza göre vargücümüzle "Oyun bitti!" diye haykıramıyoruz ve her şeyin üzerine bir set çekemiyoruz. İnsan hakları ve demokrasi bildirgelerini hatırlıyoruz ama onların ilanların ardından her şeyin birden daha kötüye gittiğini hemen unutuyoruz. Savaş, şurası kesin ki, iki tarafında da hafıza kaybının (amnezi) ve ötanazilerin bulunduğu kanlı bir ırmaktır.

devam ediyor (İlahlı Kuvvetler 1 Silahlı Kuvvetler 1)









8 Ekim 2020 Perşembe

Tarih Atlası


1996

Bugün bir tarih atlası aldım kendime. Neden bilmiyorum. İçimden öyle geldi. Kaplar, şapkalar ve kılıflar ne işe yararsa atlas o işe yarar, diye düşündüğümden olmalı. Ya da işe gitmeden önce giyinirken, botlarımı giyerken ve kepimi başıma takarken şöyle dediğimden kendime:

“O yıl mı? Neredeydim, sahi ne yapıyordum? Dünya o yıl nasıl bir yerdi?”

Doğduğum ülkenin adına Türkiye, dediler. Adıma Gökhan.

Bir zar atımı kadar cüretkar, caddelerde yıllar öncesinden kalan Sıkıyönetim kadar özgürlüğe mesafeli; çıkılması yasak olan sokaklar kadar boş olan bir ülkede yaşıyordum. Sonrası hiçbir şeydi. Ülkenin sokakları boşsa bir yere gitmenin ne önemi var. Zaten hiçbir yere gitmemenin ülkesi değil mi burası?

Sokağa çıktım. Her taraf çiğ; çiğ bir rutubet... Islak yollarda yürürken yaz mevsiminin haberci sıcak güneşi her yeri ısıtıyor. Havadaki rutubet daha da artıyor. Ama evlerin etrafına örülen çitler kadar değil.

Sokaklar boş. Coğrafi değil siyasi Kuzey Lefkoşa’nın toprak yollarında ilerliyorum ve asfaltı görmüyorum. Birliğim birkaç kilometre ötede; tepelere doğru, kazılmış mevzilerin içinde, toprak tümseklerin gerisinde ağaçsız  bir kışla içinde. Su sadece havada, erimiş olarak var.

Bir türlü toparlayamıyordum kafamı. Her şey bulanıktı. Harekat planları, tatbikatlar, atışlar, teftişler ve eğitim alanlarının sarı tozuyla bütün bildiklerim havalanıp boş bir sathın üzerine konuyordu.

Bu sathın üzerinde daha önceden bırakılmış izler vardı. Sanki benden önce de birileri geçmişti. Ben ilk değildim.

Botlarımı da bu sathın üzerine koydum. Ayaklarım fena kokmuştu şimdiden. Sıcak “kemiklerime” işliyordu. Bu sıcaklar neye yarar, dedim kendi kendime.

Ve oturup “Türkler Geliyor” başlıklı bir şiir yazdım kendime. Yıl 1996’ıydı ve orada, Doğu Akdeniz’in en büyük adasının kuzeyinde bir şehirde üzerime Türkler fena geliyordu. Bir yere kaçamıyordum.
Lefkoşa’nın surları içindeki Türkiye ve oradaki kuşatılmış ülkenin tarihini yaşamak Türkiye’de olmakla eş anlamlıydı. Hatta Güney Lefkoşa sınırını oluşturan boyası çıkmış, yamulmuş, kimisi kireç beyazına boyanmış varillerin çizgisine yaklaşınca evler, sokaklar Mağrip kentlerini andıran bir manzaraya dahil oluyordu.

Sokaklarda ilerlerken, yani bir şehri gezerken o şehre ait olmayan manzaralar da harita üzerinde bizi takip eder.

Haritada açtığımız yolların hiçbir kartografya servisinde kaydedilmediğini bilmek; çıktığımız ve düştüğümüz engebelerin, yüksekliklerin ve çukurların hiçbir topograf tarafından izlenilmediğini hissetmek: Biz bu duyguya bugün kişisel coğrafya diyoruz.

Kişisel tarih var mı? Kişisel coğrafya olduğuna göre o da var. Kaydı olmayan, sadece akıl yoluyla ve hafızayla ulaşılan bu tarih çeşidini Lefkoşa’da kendi adıma kullanırken ülkemden uzaklaşmış oluyorum. Bu uzaklaşma yüzünden Türkiye’yi sevemiyorum.

Bu ülkeyi annem, babam ve kardeşlerim kurtarıyordu. Hepimiz onu zaten yaşayarak, varolarak kurtarıyorduk ve birbirimiz adına ve “hatırına” seviyorduk onu. Sevmek zorunda olduğumuzu sonradan unuttuk. Birbirimize döndük sonra yüzümüzü. Özellikle o sayfiye kasabasında kitaplarımızı yaktığımız eylül’lü günlerden sonra.

Eylül’dü ama havalar sıcak gidiyordu. Üstüne üstlük bizim baca sürekli olarak tütüyordu. Bunun fark edileceğinden korkup su dolu leğenlerde kitapları erittik; bataklıklara geceleri sessizce kitapla dolu naylon torbalar bıraktık.

Bataklığın dibini bulan torbaların içinde yarı yarıya taş vardı. Ve o aydan sonra taşla dolu torba gibi ülkemiz de gerçek yüksekliğine, yani suyun dibine vurdu.

Askerleri evimizin etrafında gördüğüm o günden beri Türkiye’yi sevmiyorum. O askerler gelmeden önce yine sokakları üniformasız olarak dolduran daha beter “askerlerin” şiddeti ve nefreti yüzünden Türkiye’yi sevmiyorum.

Türkiye’yi sevmiyorum, çünkü “babamı öldürdüler, abimi şehit ettiler; amcama suikast düzenlediler, dayıma işkence ettiler, kız kardeşime tecavüz ettiler, oğlumu işten attılar, en küçük kardeşimi doktorsuz ve eğitimsiz bıraktılar, yengemi okula sokmadılar, dedemin emekli maaşını gasp ettiler ve annemin sosyal güvenliğini yok ettiler.” Çünkü hepsi o mağrur devlet için vardı. Hiçbiri benim kardeşim, abim, babam, annem vs. olmadı. Ama bunlar varken ve olurken ben “Türk’tüm”, onlar itaatkâr bir vatandaş sayıyorlardı hepsini. Her şeyi gördüm. Çünkü aslında ben çok değerli bir tanıktım. Bunu anlamadılar ve şimdi kürsüye çıktım, Adalet’e anlatıyorum onları.

Satın aldığım tarih atlasının üzerine çıktım. Botlarımı tekrar çıkardım. Hava en yüksek sıcaklığına ulaştı. Güneşte altmış derece ve rutubet yüzde yüz’ü geçmek üzere. Kuzey Lefkoşa ve Mağusa’ya kadar uzanan ova, yeryüzünün en susuz bölgesi, ama iki matara soğutulmuş su var yanımda.
Çıplak ayaklarımı otların bile bitmediği çöl toprağına batırıyorum. Şimdi her iki ayağım da birer ağaç gövdesi gibi.

Suyu ayaklarımın üzerini örten sıcak toprağa döküyorum. Sıcak havada soğukluğu korumanın en iyi yolu bu.

Toprak biz hep korur.

Ayaklarım serinliyor ve ikinci kez uyanıyorum.

Bir oğlum olmuş.




9 Temmuz 2020 Perşembe

Mekanik Türk


Is Amazon's Mechanical Turk a Failure?

Mekanik Türk’ü yüzyıllardır biliyoruz. Türk’ün Şarklı kurnazlığı ve pratik zekasının fazlasıyla takdir edildiği 18. yüzyılda ilk kez İmparatoriçe Maria Theresa için sergilenen “Mekanik Türk” adlı otomat Viyana'da İmparatoriçe Maria Theresa'nın hizmetinde çalışan yetenekli mekanikçi Wolgang Von Kempelen tarafından yapılmıştı. İmparatoriçe Maria Theresa için yapılan bu otomat, 120 cm. uzunluğunda, 105 cm. genişliğinde ve 60 cm. yüksekliğinde akça ağaçtan ve üzerine satranç tahtası çizilmiş tekerlekli bir kabinet önünde oturan bıyıklı, türbanlı ve pelerinli bir Türk figüründen oluşuyordu. Öndeki kapak açılıp dolabın ve Türk'ün içine bakıldığında irili ufaklı pek çok kaldıraç, makara ve başka karmaşık mekanik sistemler görülüyordu.

Mekanik oyuncaklar gibi kurularak çalışan “Mekanik Türk”, karşısındaki gönüllüyle satranç oynamaya başladığında, gözleri satranç tahtasını tarıyor, başını arada bir sallayıp satranç taşlarını eliyle hareket ettiriyordu. Yaptığı işler bunlarla da kalmadığı gibi pek çok oyunda rakibini yenmeyi de başarıyordu. Yaptığı hamlenin bittiğini başını üç kez sallayarak belirten otomat, maç sonrasında seyredenlerden gelen soruları satranç tahtasının yanında bulunan özel bir tepside harfleri birleştirerek yanıtlayabiliyordu.

Mekanik Türk’ü izleyenler onlarca yıl boyunca onun sırrını çözmeye çalışmıştılar. Bazıları çok ilginç teoriler üretti. Gazeteler uzunca bir süre Türk’ün sırrıyla ilgilendi. İddialara göre satranç taşlarının içine yerleştirilen mıknatıslar sayesinde Türk taşları oynatıyordu. Bir başka teori ise kuklanın içine bir çocuğun girmiş olduğunu savunuyordu.

"Oyunu kazanmadan önce kafasını bir zafer edasıyla sallıyor, kendini beğenmiş bakışlarla etrafına göz gezdirdikten sonra sol kolunu her zamankinden daha geriye çekiyor ve parmaklarını bir süre dinlendiriyor".

Ünlü yazar Edgar Allan Poe bir yazısında Mekanik Türk’ü böyle tasvir etti. Tasvirler dışında her türlü iddia teori düzeyinde kaldı. Otomatın sahipleri yıllarca makinenin sırları konusunda konuşmama kararlarını sürdürdüler. Türk’ün gizemi de insanları dolayısıyla kendine çekti ve para kazandırdı.

Otomatın mucidi öldükten sonra Mekanik Türk birkaç kez el değiştirdi ve ilk metronomun mucidi Johann Maelzel otomata büyük şöhretini kazandıran adam oldu. Mekanik Türk 1809'da Napoléon ile bile oynadı. Ünlülerle yapılan bu oyunlar daha sonra kitaplaştırıldı ve 1837 yılına kadar Türk bütün Avrupa’yı gezdi.

Mekanik Türk’ün aslı şuydu: Otomatın doğuşundan bu yıla kadar içinde hiç bıkmadan, usanmadan duran ve bir makine edasıyla rakipleriyle oyun oynayan kişi satranç ustası Jacques-François Mouret'ydi. Mouret, makinenin içi seyirciye gösterildikten sonra kutunun içine giriyor ve mum ışığında iki büklüm bir şekilde hem karşısındaki oyuncunun yaptığı hamleleri takip edebiliyor hem de otomatı yönetip karşı hamleleri yaptırabiliyordu.

Mekanik Türk’ün hazin sonu şöyle gerçekleşti. ABD turnesi sırasında ölen satranç ustasının ardından yeni sahibi de denizde öldü ve cesedi denize atıldı. Otomat Philadelphia’da bir müzeye bağışlandı. İcadından 85 yıl sonra Mekanik Türk Philadelphia’daki büyük bir yangında yandı ve tarihe karıştı.

Mekanik Türk adlı “akıllı” satranç makinesinden esin alan bir akıl, son yıllarda kültür ve siyaset dünyamızı sallıyor. Bu otomatla Hukuki Türk otonomisi ve milli vicdan karşısında yargılanan yazarlarımız arasında bir benzetme, bağlantı kuracak değiliz elbette. Zaten otomata dönemin Osmanlı zihniyeti damgasını vurmuşsa da mucidi bir Avusturyalı, yani ucuz bir genellemeye uyacak olursak Avrupa Birliği’nde en sert milliyetçiliği temsil eden Avusturyalıların önemli bir atası. Yıllarca satranç ustalarını, kralları, bütün meraklıları ve imparatorları ustalıkla kandıran Mekanik Türk düzeni iki aşamayı kapsıyor: Fikir bizden isim sizden.

Mecazi olarak “günah keçisi” anlamına gelen “tête de turc” (Türk kafası) terimi de çok uzun bir zamandır Batı’nın Türk hafızasını meşgul ediyordu. Buradan hareketle yukarıda iki aşamada andığımız düzenin formülü ortaya çıkmış oluyor. Batı, yaptığı bütün hesap hatalarında suçu Doğu’ya atıyor. Bir fantezi ya da eğlence değerine sahip olmaktan öteye gitmese de sezgisel düzeyde Mekanik Türk, bu alışkanlığın en ironik ve tarihsel eleştirisi aslında.

Günümüzün Mekanik Türk’ü nasıl bir şey acaba?

Oyun olarak uluslararası ilişkileri, diplomasiyi ya da kültürel dolaşımın kırılgan satrancını benimsemiş ve içine düzenek olarak yazarı yerleştirmiş bir otomat olabilir mi? Elden ele ülkeden ülkeye gezen bu akıllı makinenin içindeki tam olarak neyin peşinde olabilir?

Bu tarihsel eleştirinin ortasında yer alan Türk yazarı da bizce Mekanik Türk’ün tılsımlı oyununa inanmış görünüyor. Deyim yerindeyse günümüzde yazar hâlâ Dreyfus olayındaki gibi Zola’cılık oynayabilir. Yalnız bir farkla: Dreyfus bu kez kendisi. Çünkü arkalarında Zola’lar yok. Zola’yı yazarlıktan sıyırıp ateşli bir hak savunucusu haline getiren itki, Dreyfus’ün masumiyetine olan inancıydı. Bugünse yazarlar, Dreyfus’ün yerine geçebiliyor. Çünkü bu durum 2 etkili. Ve de 2 in 1. Hem kurban hem kahraman.



26 Eylül 2019 Perşembe

Herkesin Unutmak İstediği Şehir


İstanbul'da tek umutla yaşıyorum. Sabah uyanıyorsun ve şehir bomboş. Herkes gitmiş.

Unutmak eylemi eğer kalkıp gitmeye yetecek kadar bir güce sahip olsaydı, İstanbul'da kimseler kalmazdı. Yazık ki unutmanın kendisi için bile kuvveti yok.

İstanbul, herkesin unutmak istediği bir şehirdir. Birşeyleri unutmak için yer değiştiren ve muhtemelen içinden kaybolacağı türden büyük şehirlere doğru yer değiştiren kişi, geldiği yeri en çok unutmayı istediği yerde, o yeri de hatırlamak istemeyecektir. Şehirleri hem unutup hem hatırlayamayız. Ayrıca bir şehri unutmuşsak başka bir şehri ve şehirleri asla hatırlayamayız.

Bu sıkıntılarla bir sabah İstanbul'da uyanıyorum. Söz vermişim. Bu şehri anlatacağım. Belki beş yüz belki birkaç bin kitapla. Şehrin hafızası sürekli direniyor. Başkaları da yaptı, başaramadı; başarmak yok burada, burada unutulmak var. Hatırlamadığını... diyerek.

Şehir konuşmaz, uyanır. Ben uyandığımda insan değil şehirim. Parçası değil kendisiyim.

İstanbul'da bir unutuş cetvelim ya da takvimim yok. Burada herkesi gördükçe ve kişileri de unuttukça buna alışıyorum.
İstanbul'da bir sabah ile her sabah sıfatlar alıp vermeden birbirlerine yabancıdırlar. Bu şehrin sabahının ve akşamının kötü şairlerine arkalarından bakarsanız siluetlerindeki şişkinliği fark ederseniz. Sadece karaciğerlerinin büyümesinden ileri gelmez bu fazlalık. Unuttukça hatıralarınız azalır, ama şişerler. En önemsiz günbatımı nostalji olur, en köhne kasaba kaçış yeri ve bir sabahtan her sabaha o müthiş tutulmayı yaşarsınız: Bu şehir, siz terk edip başka yere giderken aynı zamanda size arkanızdan da bakabilir.

Bu şehirde çok az numara hatırlayabiliyorum. Eskiden gittiğim her şehirde telefon ve kapı numaraları farklıydı. Sokaklara da tanınmayan, bilinmeyen kişi isimlerinin verilmesi belki de onların da unutulmamaları içindi. En doğru çözüm: Unutmak ve unutulmamak için İstanbul'a gel, saklan ve kazan.

İstanbul'a kötü sözler söylemek onu övmekle başlıyor. Ona bakmadan, bir sabahına uyanmadan, onu dinlemeden ona sırt çeviremezsiniz. Övgücüler ve yaygaracılara sorsanız nereden geldiklerini bilmezler; çok acil şekilde İstanbul'un tarihini kendi köylerine göre yeniden yazma ve inanılmaz bağlantılar uydurma peşindedirler.

Son olarak bir hayat kadını da şehrin soylu mahallelerinden kalkıp sonradan ucuzlayan bir semtine büyük alkışlar altında göç etti. Zengin bir koca bulmuştu kendine. Sadece renk uyumunun artık bir önemi vardı şehirde. Para, şehvetin kızı olmuştu ve sonra da karılık etti o bedene.

Ve bir sabah kocasının annesi olarak uyandı. Ve bunların hepsini unutmak, köyüne dönmek istediğinde İstanbul'a girdiği kapıyı bulamadı. Bu şehri kuranlar, özellikle çıkış kapılarını yapmayı bilerek unutmuşlardı. Herkes kolaylıkla gelsin ve ölsün ve başkaları da hep gelsin diye.

11 Temmuz 2019 Perşembe

12 Eylül'de Aslında Neler Oldu?


Ve bir sabah uyanamadım

12 Eylül'ü o gün olmaktan çıkarmanız için ona 40 kere adını söylemenize bile gerek yok. 12 Eylül 1980'de ve sonrasında olanlar, o güne kadar olanları eğer 11 Eylül olarak adlandıracak olursak, ortaya şöyle bir denklemin çıkmasını sağladı:

11 Eylül + X = 12 Eylül.

Yaralarınızdan ve süren acılarınız üzerinden tarihe bakarsanız eğer (X), şimdiki zaman bile geçmez. Tarihe bakmadan tarihi konuşmak da o yara ve acıların sesinden başka bir şey olmaz.

Ya biz ne yapmak istiyoruz? Devam etmek mi yoksa kazdığımız çukuru isimsiz ıssız bir mezar yapmak için oraya devrilmek mi?

Ölümümüzden kazma ve küreği suçlayamayız. Ama 11 Eylül de kazma ve kürek değildir. Mezarcıyı 30 sene sonra müebbet hapse mahkum etmek ve hapse atmakla cinayetin suçlusunu yargılamış olmayız. Mezarcılar mezarlıktaki ölülerden sorumludur, onların başına gelen ölümlerden değil.

Bu bir faili meçhul faizi meşru bir darbedir

Müntehirin katili kimdir? İntihar eden kişinin ölümünün sorumlusunu tayin edebilir miyiz?

İntiharın sebeplerini araştırmak, onları saymak dökmek ve kişisel ölümü tamamen dışlamak, o dramı kullanmaktan öte bir şey değildir.

12 Eylül'de bütün Türkiye intiharın eşiğindeydi. Kurumlar toplumlar toplu olarak intihar etmek yerine iflas ederler, yani işlev bozukluklarının gereği olarak artık çalışmazlar, işlemeyi bırakırlar.

Kazayı, doğal felaketi yargılamak hiç ortada yokken o kaza ve felaketlerin gizli faili ve iştirakçisi konumuna sokar. Bir suçu işleyenle, olmayan bir suçu yargılayan arasındaki fark adaletin hangi karanlık yöresine götürür ki bizi?

12 Eylül'ü benzerlerinden ayıran tek şey travma yerine hastalığa dönüşmesiydi, içimizdeki durdurma eyleminin. Olacakları önceden göremezsiniz, olacaklara yenilirsiniz. Ve olacak olan, sizin kaderiniz olur. Tek sorun doğru yapmak değil doğru görmektir. Eylem ile bakış birbirini tamamlar, birbirinin yerine geçmez.

11 Eylül'de hepimiz neredeydik?

Şimdi neredeysek oradaydık. İçimizdeki bu durdurma hastalığı korkularımızla yüzleşemedi bir türlü.

Tarih devamlı olarak sorguluyor bizi. Dersten çok dershaneyi andıran tarih baba, müfredat yerine vicdanımızı, olayların akışı yerine tercihlerimizi kullanıyor.
11 Eylül'de hepimiz 12 Eylül'e bakarken bir şey yaptığımızı ya da yapmadığımızı sandık. Oysa ortada eylem falan yoktu. Eylemsizliğin devrimi başımızı döndürmüştü. Bu başdönmesine karşı  koyanlar da aynı dönme dolaptaydı, atlı karıncadaydı. Lunapark görevlileri, başka bir parka gitmişlerdi ve alabildiğince başıboştuk.

Görevliler gittikleri yerden dönmediler ve tarihimizde ilk kez yalnız bırakıldık. Kurucu atalarımızın hayaletleri de dönmediler gittikleri yerden. Tarihin hızına ve başdönmelerimize yenilmişlerdi belki ya da son treni kaçırmışlardı. Ne var ki uzaktan uzağa gülümseyerek, tek başımıza kalışımızın büyümemize delalet ettiğinin farkında, el sallıyorlardı.

X

Yolcu yolunda gerek.

27 Ocak 2019 Pazar

Mağdurya'dan Maduro'ya Mağdur Dili ve Edebiyatı


Mağdurya

Buraya yazarken iki elimden beşi siyasete kaysa da zamanın aritmetiğini kuşanıp "Hannibal ante portas" (Tartışmaya zaman yok savaşalım.) demek yerine "Hora fugit, stat jus" (Zaman geçer, hukuk kalır.) diyorum kendi kendime.

Kültürel latin atalarım, coğrafi Türk atalarımdan daha önce düşünmeye başlarken bir şeyi gözden kaçırmışlar ki o da coğrafi atalarımca çok sevilen bir eylemdir: Çok yürüyüp az gezmek.

Dolayısıyla topraktan gelen atalarımın az bildiklerini düşünmüşümdür hep. Latin atalarımsa, aynı toprakların bütün topraklar olduğundan hareketle oraya neden geldiğimiz ve durduğumuz konusunda sessizce düşündüler yıllarca. Tartışmayanların savaşa gittikleri, savaşanların ise tartışmadıkları yıllarda da düşünmeyi sürdürdüler. Eminim, bu fikirler çerçevesinin sınırları dışında kalan topraklara birçok toprağa çeşitli isimler verdiler, zamanlarının gereği olarak. Şimdi ben bu kalan topraklara son ismi veriyorum: Mağdurya.

Ya Mağdursun ya onlardan

Toprak senin değilse, onundur. Senin olmayan toprağı vermek istemezsen bütün değerlerini değiştirmek zorunda kalırsın.

Ona toprağını geri vermek konusunda ise bütün değerlerini gözden geçirmelisindir o gücü ve kararlılığı kendinde bulmak için.

Binlerce yılın ölümü, kaybı ve doğal seleksiyonu üzerinde, onların bıraktıkları topraklarda hem onlardan habersiz hem de yarın ne olacağından kaygısız yaşayabilir misin?

Bu açıkyüreklilikle söyle! Kimdensin?

Onlardan mısın bizden mi?

Hiç değilse bir harita bul ve aynaya bakar gibi bak ona ve gör o ezeli ülkeyi:

MAĞDURYA
Rakım: Fahrenheit 451
Dili: Mağdur Dili ve Edebiyatı
Nüfus: %50 (Mükerrer oylar, sahte ikametgahlar, kömür stokları dahil)
Koordinatlar: Hoca aşağı Hacı yukarı
Yüzölçümü: Yüzsüz
Kişi (%50) başına düşen milli gelir: Sabırtaşı

Türkiye mağrur kalacak!

Çağlar, çanlarla çalıyor. Birisine birşeyler olacak. Benim coğrafyamda kan haritanın ta kendisidir. Yollar gitmez, akar. Yerler, durmaz çağlar. Benim ülkemde yollar serseri ve dilencilerle doludur, sen onlara insan diye bakarsan.

Onlar şu bildiğimiz meşhur kilometre taşlarıdır.

Batı uygarlığı onlara genellikle işaret ya da uyarı levhaları der.

(2012)

5 Haziran 2013 Çarşamba

Kim Bunlar?


Önce cisimlerini yerleştirdiler bazı isimleri kullanarak. İsimlerinin cisimleri bile yoktu. Ortalığa çıkamayacak kadar cahil ve korkaktılar.
Sonra ortada kimse kalmayınca hamamböcekleri gibi ortaya çıktılar. Başkanından kıçkanına kadar artık sadece onlar vardı.
Zemin beyaz ve temizdi. Ayaklarını silmeden onu da değiştirdiler.
Başkalarının kanıyla, özgürlüğüyle, haklarıyla yıkanıyorlar şimdi.
Utanmadan. Hiçbir şeyi hak etmeden. Her şeyi yıkmış, talan etmiş olmanın sarhoşluğunun alacakaranlığında hiçbir şey yapamamanın, beceriksiz, eksik ve yeteneksiz olmanın ezikliğiyle.

***

Memleketin bütün bayağı adamları bir araya geldi ve aynı anda konuşmaya başladılar.
Kendi aralarında kendi eksikliklerinin kural olacağı günleri, kötü yüzlerinin kral olacağı günlerden konuştular.

Kenarken merkez olmaktan konuştular. Çemberken, daire... Kul iken tanrı ve hiç iken her şey.
Görgü vardı. Ölçü vardı ve ayar. Hiza, istikamet ve duruş.
Bütün haritalar, kılavuz rehberler ve yasalar çalındı. Bütün koruyuculardan korundular, koyucu oldular.
Kuzey kriter, güney bayağılık; beyaz görgü ve siyah görgüsüzlük.... Memleketi kutuplaştırırken kutupları değiştirdiler.
Sakladılar bütün pusulaları. Diplomalar, ancak onlar satın aldıkları zaman kimlik belgesi oldu ve kimlikler de onlara çalışmadıkları zaman sadece mahkemelerde sorulduğunda okunabildi. İçlerinden birisinin bile memleketini, ailesini, okulunu bilmedik. Her yerdendiler ve hiçbir şeydiler.
Cevaplarından hoşlanmadıkları soruları kaldırdılar ve sadece istedikleri cevapları sorusuz ortaya koydular.

***

Kimse bilmiyor kim bunlar.
En başta kendileri.
Kim olduklarının sorulmasını yasakladılar. Kim olduklarını unuttular.
Ve hepimiz biliyoruz ki tarih onların çöplüğü bile değil artık.
Yoklar.

Bunlar "siz" değil.
Bunlar "onlar" bile olamazlar.
Bunlara 1923'ten beri biz dedik bizden bildik.
Meğer hep sızlanmışlar, siz'lenmişler. Kahır ağrısı gibi bilenmişler.

Bir şiir. Beş ay hapis ve 9 yıllık zulüm.
Hani eşitti azapla gazap? Hani kolun, gözün ayarı vardı?
Hiç ilgisi yok.
Bütün bunlar hep tuzaktı.

Bunları bilmedik, seslerini duymadık, gölgelerini görmedik.
Ve memleketim çok gördü kirlinin, adinin, çürüğün yalpasını.
Ve bir gün çıkaracağız emin olsunlar, kuşku duymasınlar
Kırar gibi yapıp arkamıza sakladığımız hak sopasını...

21.08.2011

2 Haziran 2013 Pazar

Ağaç Etkisi: Bir ağaç isterse orman olabilir


Uzayan Mayıs

Bu mayıs ayı son derece ilginçti. Daha nisandan birçok hazırlıklar yapmıştık. Ne zamandır bitirmeyi tasarladığımız 1968 DEVRİM PLAJI kitabının iyiden iyiye mayıs sonlarına sarkması çileden çıkarıyordu. Fakat hep o kitabı erteliyorduk. 29 Mayıs'ta basıma giden kitabın kargo ihmaline uğrayıp elimize ulaşması 1 Haziran'ı yani bugünü bulunca dün ve bugün kafamızda adeta birleşti ve 48 saatlik bir 31 Mayıs'ımız oldu. Mayıs'ın hiç bitmemesi tek dileğimiz...

Ağaç Etkisi

Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Edward N. Lorenz'in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir. Daha sonralarda hava durumuyla ile ilgili verdiği şu örnek ile ünlenmiştir. "Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, Dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir."

Hepimizin yakından bildiği duyduğu bu tanımlar, bazıları için planlı bir etkiden ibaret. Ne var ki ağaç imgesi, 31 Mayıs - 2 Haziran günleri arasında kalan zaman ülkede olup bitenlere daha çok uyuyor. Köklerinden utanmaya zorlanan bir dünya görüşünün bu ezilmeyi özgürlük talebiyle aşmak istemesi, her otoriteyi rahatsız edecektir.

Özgürlüğün azı zarar

Yetmedi, yetmiyor, yetmeyecek.

Türkiye insan hakları ve özgürlükler bakımından gelişime açık bir ülke ve bu duyarlılık otoriteseverler tarafından her zaman sömürülegeldi. Hiç kimse tutucu ya da özgürlükçü olduğu için susturulamaz; yaşam ve ölüm hakkı kadar kutsal olan bir insani değer de, insanın yaşam denen mucizeye aldığını geri verme yükümlülüğüdür. Bunu da ancak özgür olarak ve kalarak yapabilir. Kalan ise az özgürlüktür yani yaşamın her şeyinden az yararlanmadır ki bu da akla ve her şeye zarardır. Özgür olmayan bir insandan, insan olmak dışında her şey beklenebilir. Tutsak ve mecbur bir insan her şeyi yapabilir. Eylemlerinin sorumluluğundan da özgür kalarak kurtulabilir.




2 Nisan 2012 Pazartesi

Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?





Rüyada Ayşe Arman görmek

Rüya tabirlerinin en iyi tarafı sembollerin kullanılmasıdır. Semboller, rüyaları sınıflandırırlar. En iyi tarafları da rüyalarda her şeyin iyiye yorulmasıdır. Gerçek hayat ve dünya zaten acımasız ve adaletsizdir. Bizler de kurtarıcılığı sembollere yükleyip her rüyadan bir kurtuluş umudu yaratırız. Anlayacağınız rüya tabirleri kitapları tam olarak "yardımcı" kitaplardır.
Gazetesinin rüyada ve rüya gören köşelerinin yazarı olan Ayşe Arman, bu rüyadan hiç uyanmayacağa benziyor. Hatta gazetesinde çok yakında uyanık düş gören kimse kalmayacak ve bunları görmezden gelen Ayşe Arman, hiçbir şey yokmuş gibi rüyalarına devam ediyor. Yakında bir hayaller alemine dönüşecek olan gazetesinin rüyası olarak sarı kaküllerini yüzüne döküp gene konuğundan rol çalan ve kendisini ön planda gösteren açılış resimlerini vermeye devam edecek.
Ayşe Arman'ın o gazeteden en son gidecek olması onu kendi rüyası içinde nasıl birisi yapar? Rüyasında Ayşe Arman'dan başka bir şey görmeyen Ayşe Arman, pek yakında gazetesini nasıl bir halde bulacak? Piyanonun torpilli pembe tuşu olan Ayşe Arman'ın karşı-notasına basılması için 20 senelik bir yayın yönetmeninin siyah tuşundan sonra bir beyaz aralığı verilmişti ve şimdi sıra bu pembe tuşa geldi.

Onun adından başka bir şey hatırlamamamız gerekiyor

Ayşe Arman sarı kakülleriyle çok yanlış yapıyor. Bu hatalı imaj çalışması ileride başına dertler açacak. O güneş gözlüklü ve tombul yanaklı fotografına kısılıp kalmıştı ilk yıllarda, sonra anoreksik bir yüzle, dikine, yüksek topukluları, mini etekleri ve çıkma dişleriyle halk arasında da endam etti. Ayşe Arman'ın TV'ye çıkmaktan kaçınması, birkaç kötü deneme dışında çok doğruydu, ama gelgelelim gazetesinde ona ayrılmış rüya köşelerini TV gibi kullanması son derece trajik bir yanılgı, bizden söylemesi.
Yirminci yılına muhakkak hızla yaklaşıyordur kendileri, ama yine de gazeteyi televizyonlaştırma çabaları tamamen boşa çıktı. Gazetesi amiraldi, ama neticede bir gemiydi ve bilirsiniz karaaşırı yerlerde telefonlar ve televizyonlar iyi çekmez.
Şu da var: İnterneti ve kitabı iyi kullanamadı Ayşe Arman. Sonradan bunlara çok hayıflanacaktır, eminiz. Hız sırasıyla işlemek kaydıyla bütün medyaları kullanabilirsiniz, sakınca yok; yeter ki yavaşla hızlıyı desteklemeye, hızlıyla yavaşı yarıştırmaya kalkmayın.
Ayşe Arman'ın adından başka bir şey geriye kalmayacak, öyle görünüyor ve bu durum "ee ne var başardı işte kadın, isim oldu marka oldu" diyenler açısından en az Ayşe Arman için olduğu kadar vahim. Müşterisi (ürün) ya da alıcısı (hizmet) olmayan bir çalışma (gazetecilik) ise sözkonusu olan, siz bunu gerçekten anlamamışsınız Ayşe Hanım.

Abyssus abyssum invoc

Son dersimiz olan Latince deyimlere gelmiş bulunuyoruz. Yukardaki ukala dümbeleği söz yumağı özetle şu anlama gelir: "Uçurum uçurumu çağırır." Veya hiç düşünmeden yorumlarsak felaket felaketi çağırır (doğurur). Sarı kaküllerden, gazeteyi televizyonlaştırmaya kadar Ayşe Arman'ın kendisi için hazırladığı kariyerde hızlıca tırmandığını çok iyi gözlemliyoruz.
Yazımızın başlığını tekrarlayalım şimdi: "Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?"
Şu ana kadar yazdıklarımızla artık bir bağ oluşmuştur sanıyorum. Başından beri veya değil, ama Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni olarak hazırlandı. Hiçbir kriz, yönetici, hükümet ve mesleki türbülanstan etkilenmemesini başka neye bağlayabiliriz?*
Ayşe Arman çizgisi -çizgi demek zorundayım zira ona eklenmiş bir takipçi henüz görünürde yok ya da o vagonsuz bir tren hala- abyssus'lardan yani felaketlerden ve uçurumlardan, ama sadece bu dramatik seviyelerin yüzeysel duruşlarından beslendi yıllarca. Ayşe Arman hayatı boyunca sadece haber değerleriyle söyleşti, gazetecilik şadırvanının etrafında dolandı durdu, bir türlü abdeste ve imana durmadı. Hiçbir mabede girmeden bir mabed tarif etti ve şu günlerde ona hazırlanan amiral tersanesinde -deniz de bitti gemiler de- birkaç metreküp su içinde, sanal gerçeklik oyuncaklarıyla bu mabedin ilk ve son mümini olarak mutlaklığını ilan edecek.
Çünkü gazetede ondan başkası kalmadı.


*Ertuğrul Özkök'ün gazete yönetimini bırakmasından sonra onun devam eden etkisini soğuracak yeni bir pasif yönetim işi devraldı ki yeni ve esas genel yayın yönetmenine görev sert bir geçişle değil, uygun bir ortamda sunulsun, diye düşünüyoruz.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Çıkmış itlaf bülbülleri öter intikam deyu deyu

Güncel olan kalıcı bir üslupla yazılabilir mi?
Ham meyvayı dalından kopardığınızda ne olursa güncel olan da o kadar kalıcı olabilir.
Güncellik bir kod değildir, henüz yerleşmemiş kof, boş ve toy bir sorun parçacığıdır. Günün altı veya üstünde durur. Kararlı bir element olmadığı için periyodik cetveli de çöpe atıp herkesi ters köşe yapabilir.
Güncelden korunun.
Her an patlayabilir.
Sorumlusu siz olabilirsiniz.
Onu gidip marketten almak istersiniz.
TV kumandasının bir tuşu da sanabilirsiniz.
Güncel, size ne olduğuna dair bilgiyi vermez.
Ardında siyasetten finansa büyük bir bilgi iktidarı yumağı vardır. Bu yumağın çözülmesi, çözülmemesi, karıştırılması ya da sıkıştırılması farklı sonuçlarıyla bu iktidarın elindedir.
Gerektiğinde kendini koruyabilen, çözülmezliğiyle de sorunlar yumağına dönüşebilen iktidar sizi istediğinde alır, istediğinde bırakır.
Ve güncellik, iktidarın bileşenleri arasında en yararlısıdır.


26 Ocak 2012 Perşembe

Haritada sessiz bir nokta: Banaz


Haritada sessiz bir nokta: Banaz

Tren sesi ovanın sessizliğine ilişmeden iki dakikalık bir süre için istasyonda duruyor.
Banaz. Rakım 914 metre.
Her gün ilçeden geçen altı trenden en erkencisi olan Haydarpaşa-Uşak Meram Ekspresi’nin tekerlekleri kısa bir süreliğine rıhtımı bile olmayan bu küçük istasyonda duraklıyor. Bu süre, Banaz’daki doğa ve insan hayatına sadece harita üzerinden bakanlar için gerçekten de çok uygun bir zaman aralığı. Zamanımızın renklerini ve kokularını dünyanın ücra köşelerine götürdüğü sanılan demirden arabaların vaat çizgilerinin masa başlarında çizilmesi de ayrı bir haksızlık notkası... Ve bu çizgi herkesin gözleri önünde olabildiğince, dünyanın her yerine gidiyor.
Trenlerin öylesine geçtikleri küçük istasyonlarda fazla durmamaları, bu istasyonların genişliğini, istasyon görevlilerinin sayısını, hatta istasyondaki çeşme sayısını belirliyor. İki dakikalık bu kısacık süre, tren Banaz’da durduğu anda bir bozkır sabahı serinliğine dönüşerek hızla ilçenin içlerine dağılıyor, önlerinde hala su tulumbalarının bulunduğu dükkanların ve evlerin ön cephelerini yalayarak kamu binalarını çevreliyor; nüfus kayıtlarını, ticari tutanakları, bütçe belgelerini, hükümet bildirgelerini ve devlet dairelerinin ofis malzemelerini zaptediyor.
Bozkır sabahı serinliği aynı hızla geri dönerek Meram Ekspresi’nin küçük istasyondan kalkış saati haline geldiğinde tekerlekler dönmeye başlıyor. Ulusal demiryolu şebekesinin Banaz istasyonuna ayırdığı bu “uzun” iki dakikanın sonunda kasaba, bütün yapı çeşitleri ve nüfus özellikleriyle yeniden inşa ediliyor. Bir arabanın yola çıkışı ya da bir insanın sokakta yürümesiyle Banaz’da yeni bir gün başlıyor.
Gerçekse, bana göre, Banaz’a sabahları gelen ilk trenin istasyonda kalış süresinin bu ilçenin ne olduğu kadar ne olamadığıyla bir ilgisi olduğu...

İstasyondaki dört çeşmenin birinden su içmekte olan çocuk “Hayır, diyor; bu yolun nereye gittiğini bilmiyorum. Ben Susuz’luyum.” Sabahın erken saatlerinde Banaz’ın ortasındaki istasyonda, Banaz’a gidecek bir yol arıyorum. Ve karşıma çıkan ilk canlı olan bu çocuk, Susuz’lu olduğunu söylüyor su içerken.
Karşılaşmaların garip bilmecelerini çözmek yerine yoluna devam eden dervişleri örnek alıp kasabanın muhtemel iç bölgelerine doğru yürüyorum. Karşıma çıkan her sokak bir öncekini unutturuyor. Sabahın erken saatlerinde bütün Anadolu kasabalarına vuran terkedilmişlik güneşinin ilk ışınlarıyla Banaz, uyanmakta olan bir yer değil sadece; uyanmasına rağmen birbirine eşdoğrultuda uzanan önemli bir karayolu ve çok eski bir demiryolu hattının arasına sıkışmış bir şehir kütlesi olarak da kıvranan bir yer. Tarihin ve şimdiki zamanın kalıntıları arasında da sıkışırken düzenli bir kasaba görüntüsünü “şimdilik” boşlamışa benzeyen, acelesi varmış gibi görünen fakat bu görüntüyü azalan yeraltı suları gibi önemsemeyen bir küçük şehir Banaz.

1953 yılında Uşak’ın il olarak kabul edilmesiyle birlikte resmi olarak ilçe halini alan Banaz, asıl adını 20. yüzyıl başlarında yöreden demiryolunun geçmesiyle birlikte giderek büyüyen ve adını bir kasaba merkezine teslim eden Banaz Köyü’nden almış. İlçeye üç kilometre uzaklıkta bulunan Banaz Köyü, tapu senetlerine göre başlangıçta Binnaz olarak adlandırılıyormuş. Fakat köyün ilk sahipleri olan Tiryakiler sülalesinin, daha sonra yöreye yerleşen başka sülalerle mal bölüşümü sırasında çıkan “Bana az düştü, bana az düştü” feryat ve sızlanmalarının Binnaz adını Banaz’a çevirdiği sanılıyor. Ama bizce bu küçük nükte, dönemin egemen sınıfına karşı “bin naz”dan vazgeçerek bu mal bölüşümünü bir kara mizah unsuruna dönüştüren ve zengin sınıfı alaya alan ince bir halk zekasından başka bir şey değil.
Yüzde 99’u okur-yazar olan Banaz’ın içinde ve köylerinde öğrenim sorunu neredeyse hiç yok. Ilçede Afyon Kocatepe Üniversitesi’ne bağlı olarak öğrenim veren Banaz Yüksek Meslek Okulu etkinliğini sürdürüyor.
2 kasaba, 45 köy ve 8 mezraya sahip olan Banaz’ın hiç bilinmeyen en büyük tarım özelliği ülkemizde en çok haşhaş ekimi yapılan Uşak ili içinde en çok haşhaş üretiminin gerçekleştirildiği ilçe olması. Artık tahıl tarımına ve sanayiye ağırlık veren Afyon’un, Türkiye’nin haşhaş deposu olduğu yılların çok gerilerde kaldığını anladığımız bu bilgiyle birlikte haşhaş bitkisi tarımının aslında yüzeysel olarak artmadığı, sadece “yer değiştirdiği”ni anlıyoruz.

Banaz’a bağlı köylerin hemen hemen hepsine asfalt ulaşım sağlanmış. Piknik alanları ve doğal içme suları, düzenli kanalizasyon çalışmaları ve asayiş, ilçenin giderek büyüyen ve gelişen ama tevazuda ısrarlı nitelikleri haline geliyor. Bu niteliklerin başına Hamamboğazı adı verilen yüksek kapasiteli termal tesisini yerleştirmek gerekiyor. Mineral bikarbonatlı ve sülfatlı su karakterine sahip ve ağrılı, romatizmal hastalıklarının, böbrek, cilt ve deri hastalıklarının tedavisinde kullanılan ve 80 derece sıcaklıktaki bir tür şifalı suyun 405 metre derinlikten çıkarıldığı bu tesisin geniş kapasitesinden ilçe halkının da evlerinde yararlanması planlanmış yetkililer tarafından. Aynı zamanda jeotermal enerjiye dönüştürülecek olan bu kapasitenin kanımızca kesinlikle bir an önce nitelikli bir turistik tesisle taçlandırılması gerekiyor.
Yörenin en önemli sosyal özelliklerinden birisi de hayli şöhretli bir televizyon dizisinden herkesin tanıdığı ünlü Banazlı İsmail. Bu kabadayının Banaz’da ikamet ettiğine ve yaşadığına dair hiçbir izin olmayışı, hatta Banazlı’nın hikayesinin ve hayatının Turgutlu’da geçtiğine dair elde bulunan kesinlikler Banazlı İsmail mitosunu daha da gizemli kılmaya yetiyor. Elbette ki Banaz adı, bir kabadayının ön adı için yeterli korkutuculuk ve uyarı özelliğini taşıyacak fonetik kalınlıkta ve kulaklarda kalıcı bir ses niteliği taşıyor. Ama gerçek olan şu ki, televizyon dizilerine konu olan ve ünü bir hayli yayılan İsmail’in Banazlılığı, döneminin yasadışı havasına uygun bir uyuşturucu ticareti ve kanunsuzluklardan başka bir değer taşımıyor. Banazlı İsmail, haşhaş tarımının karanlık, yasadışı zamanlarının ve zorbalığın adından başka bir şey değil ve şöhretinin yankıları kültürel ve sosyal anlamda Banaz’ın yakınlarından bile geçmiyor.

Gerçek bir Banazlı olan İrfan Sargın’ın eşliğinde arabayla geçerken, belindeki cep telefonu altın bir diş gibi parıldayan bir bekçiyi almadan geçmiyoruz Ahat Köyü’nden. Köyün ortasına çakılı bulunan üç yolun en kavisli olanına saptıktan az sonra yeniden haşhaş ve pancar tarlaları başlıyor. Evlerinin duvarlarında eteklerine yerlesmiş olduğu Akmonya akropolünden kimi sütun ve duvar taşları olarak canlı izler taşıyan Ahat Köyü, Banaz’ın en eski ve zengin yerleşim bölgelerinden. Arapça tek ve ulu anlamına gelen “Ahad” adı, rivayetlere göre boşuna verilmemiş bu köye. Arap illerine bir geziye çıkan Evliya Çelebi, Ahat köyüne uğramış ve vaktiyle bir yörük beyinin köyün ortasındaki büyük bir kaya üzerine yaptırdığı konutta konaklamış. Rivayete göre Evliya Çelebi, bu eve “Ahad” adını vermiş ve o günden sonra bu konut etrafından gelişen köy Ahat adını almış.
Tarih sahnesinde Ege yöresinde görülen Friglerin başkenti Sart’a giden önemli bir ticaret yolu da Ahat köyünden geçiyor. Yapılan araştırmalara göre Friglerin önemli bir kolu ve boyu olan Akmonyalıların tarihteki merkezi Ahat yöresi. Akmonyalıların şehir ve hükümet merkezi köyün hemen güneyinde kalan Hisar tepesinde kurulmuş. Frigya Krallığı içinde kendine ait parası olan Akmonya sitesi daha sonra Bizanslıların istilasına uğrayarak yakıp yıkılmış.
Ahat köyü ziyaretinin en önemli amacı Hisar tepesinde bulunan Akmoneon akropolünde kısa süre önce başlatılan kazıları yerinde izlemekti. Küçük arkeolojik kazı yolculuğunun ilk kilometreleri lastik tekerlekler üzerinde bir tepenin yamacında son buluyor. Zira bundan sonra Akmonya’ya (Akmoneon) yürüyerek gideceğiz.
Tam bir hafta önce (Haziran ayının son günleri) başlamış Akmoneon akropolünün tek sivil kazı bekçisinin henüz bekçilik mazbatasını kaymakamlıktan almadığını öğreniyoruz yolda. Bekçinin henüz 4 ayı var, gerekli bir yılı doldurmasına. Yüksek hava sıcaklığının ve çok düşük rutubetin altında buğday tarlalarını yara yara ilerleyen akropol yürüyüşü sırasında, arkeolojik kazının kalbine doğru ilerlerken aslında akropolün tam üzerinde yürüdüğümüzü biliyoruz. Zira Erken Roma döneminin bu görkemli şehri, alışıldığı gibi yamaçları keskin bir vadiye Hisar tepesinden bakıyor, öyle ki küçük akropol yürüyüşü de bu yamaçların birinde gerçekleşiyor.
Bir üzüm bağının tam ortasında başlayan ve henüz çok taze olan kazıyı bir müze müdürü yönetiyor, Ahat Köyü’nden 4-5 işçiyle birlikte. Kazı yetkilisi, haftanın bir günü izinli olarak kazı bölgesinden ayrıldığını ama o günü de yeniden kazının başlayacağı sbaatlerin heyecanı içinde geçirdiğini anlatıyor.
Bu sırada bir gymnasium’un tam üzerindeyiz. 75 cm. derinligindeki bir havuzu andıran bu spor odasının tabanı 1 cm. genişliğinde kare mozaiklerle kaplı. Sökülmüş mozaikler ise bir kovanın içine özenle toplanmış. 7-8 metre genişliğindeki gymnasium’un vadiye bakan tarafında ise yerde yatıyor izlenimini veren bir çiftin resmi var, renkli mozaiklerle yapılmış. Asırlarca önce vadiye yüksek bir tepeden bakan bu gymnasium’da spor yapan bir-iki Romalıyı hisseder gibi oluyorum yanımda, ötemde. Şimdi bir bağlık olan bu bölgenin hemen altında yer alan Akmoneon, Helenistik dönemden kalma ve Bizanslıların kireç elde etmek amacıyla yaktıkları bütün mermer sütunları ve anıtlarıyla bu yukarı şehirde hala yaşıyor gibi...

Murat Dağı’nın zirvelerine doğru kısa ama yorucu bir yolculuk... Amacımız yaşı 500 yılı aşan Tepedelen Çamı’nı görebilmek. Kusursuz trekking alanlarından hareketle çamın bulunduğu 1870 metre yüksekliğe yavaş yavaş çıkıyoruz. Tepedelen Çamı, adını yöre halkının hayret ve ilgisinden almış bir karaçam. Anadolu’da genellikle 1800 rakımdan yükseklikte pek rastlanmayan karaçamların bu rakımdan daha da yüksekte hem de “tepe delen” bir tarzda yetişmesi elbette hayret verici. 380 metrekarelik bir alanı kaplayan bu karaçamın boyu tam 11 metre. Çapı 3.05 metre ve gövde genişliği neredeyse beş yetişkinin el ele vererek kaplayacağı cinsten: 9.60 metre.

Banaz’dan akşam üzeri yedi sularında geçen ve Afyon’dan aktarmalı olarak Haydarpaşa’ya şehrin insan izlerini ve manzaralarını ulaştıran Meram Ekspresi’nin gelmesine birkaç saat kala Dümenler Köyü’nde muhtarın evine girmek üzereyiz. Kısa köy turu sırasında dikkatimi hemen hemen birçok evin yanında yer alan ahşap kulübeler çekiyor. Yerden teması kesilmiş bu kulübelerde insanın sentetik eline dair hiçbir işaret yok. Kulübenin duvarlarını ve çatısını oluşturan ahşap doğramalar zamanla rüzgarın ve suyun etkisiyle aşınmış, ve ağacın damarları sıyrılmış. Boyasız ve penceresiz bu küçük evlerin birer tahıl ambarı olduğunu neden sonra öğreniyorum.
Orta boyda bir çiftlik evinin, aynı zamanda traktör ve at arabaları için yapılmış büyük kapısından içeri giriyoruz. Ve gevremiş tahta basamaklardan sonra bir salondayız. Sohbet güncel siyaset, köyün sorunları üzerinde dönerken üst katta bulunan evin sofasının kapısından içeri bir kahvaltı tepsisiyle muhtarın kızı giriyor. Köyün gerçek yaşantısı ve içtenliği sunulan bu tepsinin içinde, bir başka yeryüzü diliyle yaşamın bir yüzü kendini anlatmayı bekliyor. Dümenler Köyü’nün güneyinde kalan geniş ve ekilen bir araziye kısa bir süre önce, bir akarsunun şişirilmesiyle oluşturulan gölet yüzünden köyün hemen hemen bütün verimli ekili alanları sular altında kalmış, üstelik bu göletin Dümenler sakinlerine sulama anlamında fazla bir yararı da yok.
Akşamın tepelere sunduğu gölgeler eşliğinde köyden ayrılıyoruz. Göletin kenarından geçen yol boyunca, birkaç gün önce orada boğulan çocuk gözlerimin önüne geliyor. Dilimin ucundan ünlü bir Çin öyküsünün pek kısaltılmış ve hüzünlü özeti dökülüyor:
“Bacağım kırıldı ne felaket! Ama savaşa gitmeyeceğim ne mutlu! Ama madalyam olmayacak, ne acı!”

Tren Banaz istasyonuna yaklaşırken, bozkır akşamının boğucu sıcaklığı istasyon çeşmesinin başında toplanıyor. Saatler hiç olmadığı kadar durgun ve istasyon bir o kadar terkedilmiş hissi veriyor, orada bulunan birkaç kişiye bile. Çünkü bekleme salonu, bu dünyayı susturabilecek kadar çok sessizlik barındırmasına rağmen sessizliğin ait olduğu kimseler yok ortada. Sanki Banaz’ın sıcak yazı gibi onların da nereden geldiği belli değil.
Banaz, güneş batarken bile susuyor. Tıpkı sabahları bozkırın soluk nefesine aldırmadığı gibi.
Tren gidiyor. Tren giderken geride iki Banaz kalıyor. İlki, Akmoneon akropolünün eteklerinde ve düz ovada  köyleriyle, gelişen, büyüyen, “çağa ayak uyduran” bütün kıpırtılarıyla yeni Türkiye’yle uyum içinde bir küçük şehir.
Öteki Banaz ise sadece demiryoluyla ulaşılan ve Cumhuriyet’in ilk atılım izlerini biraz toza ve yıpranmışlığa  rağmen hala taze olarak taşıyan ve çoğumuz için haritada sessiz bir nokta.

(ATLAS)

13 Ocak 2012 Cuma

General Ryan'ı Kurtarmak




General Ryan'ı Kurtarmak

General arkadaşları "savaşta" esir edilen General Ryan, o sabah her zamankinden daha erken kalktı ve kendini daha yalnız hissetti. Savaştan dönmek duygusunu yaşadığı on bin küsur sabahtan birisiydi ve çok farklı değildi aslında hiçbir şey.
General Ryan, kırlaşmış kaşlarını baş ve işaret parmakları arasında bıyık burar gibi büktü, kıvırdı ve mavi gökyüzüne doğru yükselen selamın ucunu daha da sivriltti. Dünyanın kuzey ve güney yarılarını neredeyse içine alırcasına anlamlı bakan mavi gözleri bu sabah çok hüzünlüydü. Yıllardır omuz omuza, yara bereye, şehit şehide savaştığı görev ve silah arkadaşları tutuklanmıştı bir süre önce. Sıranın kendine de gelmesi kaçınılmazdı.
Ayakkabılarını, üniformasının altına giydiği ve kırk yıla yakındır hemen hiç çıkarmadığı botları bağlar gibi sıkıca bağladı; ayaklarını yana ve yukarı doğru kımıldatarak sıkılığı kontrol etti. İyi olmamıştı. Çözdü ve yeniden bağladı bağları. Bu kez sıkarken tarak kemikleri neredeyse sızlamıştı. Yeniden kontrol ettiğinde ayakkabı şimdi daha büyük ve bağlar da gevşek gelmişti ona. Üst üst birkaç kez daha aynı şeyi denedi. Yok. Nafile. Her defasında ayakları daha da küçülüyor ya da ayakkabıları büyüyordu.
Öfkelendi. Ellerini birbirine vurdu. Kendini yumrukladı. Gözlerinden birkaç kuru yaş damlası güç bela beyaz gömleğinin yakasını ve yüzünü ıslattı.
Hışımla evine girdi. Kimseyi uyandırmadığından evi bir savaş sabahı sessizliği ve terkedilmişliği içindeydi. Parmak uçlarına basarcasına salonu sürünerek geçti, yatak odası dolabında emekliliğinden beri sakladığı kutuların birinden son kez kullandığı botlarını çıkardı.
Yeniden evinin önüne geldi, basamaklara oturdu; çıplak ayaklarına botları geçirdi ve bu kez bağcıkları bağlamak yerine çözdü ve çıkarıp attı.
Nasıl olsa birkaç saat sonra onlara ihtiyacı olmayacaktı.

8 Ocak 2012 Pazar

Ölümlerini Olur Olmaz Beklediğim Bazı Önemli Kişiler






Ben

Herkes toplumca ayıp kabul edilecek bir cürüm listesinin başına kendini yazar, "bakın kendimi bile ayırmadım; kendimi sizin sevdiğiniz kadar sevmiyorum," demiş olmak için. Hem o liste hem de en başında yer almak tamamen kendimi ne kadar sevdiğimin ve ölümlerini beklediğim bazı kişilerden daha sonra öleceğimi sandığım içindir. Kimse kızmasın, gücenmesin kimse de sırasını bozmasın.

Toplu ulaşımlarda sürekli karşıma çıkan ve beni mi buldunuz laan dedirten gıcık, uyuz ve sinir tipler


Ne toplu ulaşım kullananların size alışkanlıkları, ne sizin bu alışkanların farkında olmanız ve hiçbir şeyi takmamanız, ne birtakım kompleks ve görgüsüzlüklerinizi hazır toplum bulduğunuz için kontrol edememeniz, ne kendinizi asla ve asla farkında olmamanız, ne kendi hayatınızda bu uyuz hareketlerinizle konforlu bir yaşam sürüp keyif çatmanız, herkesi sindirmeniz ve dokunulmaz olmanız... beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Nasılsa benden daha delir birisi çıkıp günün birinde bir yerde sizi...

"Her canlı bir gün ölümü tadacak" sözünü eden kişi

İster tanrı ol, ister peygamber ya da kitap... Sen bu işi anlamamışsın kardeşim. Sen allah bilir yemek yerken de sürekli olarak kenefi düşünüyorsundur. Bak kardeşim. Sakın kişisel alma. Senin gibilerden en az 3,5 milyar vardır bu dünyada. Az değilsiniz yani. Sizin gibileri nasıl anlarım biliyor musun? Sizin gibiler araba kullanırken gözleri devamlı olarak dikiz aynasındadır. Eski gazete okursunuz siz. Ve eski eşleriniz sizinle asla konuşmaz ama onları aklınızdan çıkaramazsınız. Çocuklarınız da sizinle görüşmek istemez, akrabalarınız ve kardeşleriniz de. Sizin gibilerden zaten ne beklenir? Seni sevmeyen kişilere söylediğin "beni sevme ama sen de gününü bir gün göreceksin" türündeki bu tuzak söz dünyanın kalan yarısını felç etmeye yeter. Ama sen böyle düşünüyorsun. Ve böbürleniyorsun. Dünyanın yarısı, Türkiye'nin % 50'si. Unutma ki bir şeyin yarısı çoğunluk değildir. Ve çöpler de birikmeden atılmaz. Bu da benden sana mezarlığa giriş yazısı olsun.

Pata Gonya

Şili ve Arjantin'in güneyinde yer alan ıssız ve çorak bölgede yaşayan km kare başına düşen 2 kişiden birisidir. Bu kişinin diğer isimsiz kişi üzerindeki, o dar 1 km karelik alanda yaptığı eziyet bu galakside bile görülmemiştir. Pata, Gonya ailesinin hayattaki son ferdidir. 95 yaşındadır ve müebbet hapsi de istenmektedir. Gençliğinde işlediği suçlar yüzünden çok alkış almıştır.


23 Kasım 2011 Çarşamba

Penelope mi Hürrem mi?


Penelope mi Hürrem mi?

HALİL GÖKHAN

Kırk yaşını az devirince bir erkek bu soruyu sormakla mükellef hisseder kendini. Bu yükümlülük neredeyse vatandaşlık görevlerinden sonra gelmektedir. Peki Penelope ile Hürrem arasında nasıl bir seçenek ilişkisi olabilir ki?
İlki mitolojik hayali bir kahraman, ikincisi hâlâ hayallerimizde yaşayan güçlü, kararlı kadın imajıdır…
Penelope güçlü ve sadık kadın.
Hürrem, güçlü ve hırslı bir kadın.
Ben şahsen kendi içinde Penelope’yi arayan kadına inanırdım bir zamanlar. Bu kadınlar dolayısıyla annelerimiz olurdu. Ve annelerimizi hiç de Hürrem gibi görmedik, görmezdik. Velhasıl Hürrem, günümüzdeki yansımalarıyla tek bir erkeğin etrafında toplanmış “çoklu” kadın durumunu da anlatıyor açıkçası. Ekonomik krizlerden cinsiyet durumlarına kadar birçok faktör erkeklerde bir iyilik piramidinin oluşmasına yol açıyor. Buna karşılık sosyal ve estetik açıdan hep gelişim içinde olan kadın ise giderek yalnızlaşıyor ve yalnız kadınlar çoğalıyor. Her iki cinsiyetin sayıları eşit gibi görünse de başarılı, çekici erkek ile güzel, bakımlı kadınlar arasındaki arz-talep dengesi piramidin tepesine doğru giderek nitelik ve sayıları azalan iyi erkekleri iyi kadınlar karşısında çok zor duruma düşürüyor. Gençliğinde kıt, sınırlı ve yok kelimeleriyle büyüyen bu erkekler kırklı yaşlarında artık deyim yerindeyse bir çağdaş haremin içinde kadınların aşırı ilgisine mazhar halde buldular kendilerini. Erkeğin başarılısına, güçlüsüne yöneldiği giderek kesinleşen kadınların durumu ise bu noktada trajikleşti. Çok kadın aynı erkek tipini ve hatta aynı adamı ister gibi oldu. Brad Pitt gibi ise her istediğini yapar’dan tutun Madem Brad Pitt değilsin otur oturduğun yerde, yerin burası cümlelerine kadar piramidin tepesini keskinleştiren bir monolog dünyası artık konuya hâkim.
Halihazırda harem kelimesi kadar bu istisnai durumu izah edebilen başka bir başarılı ifade ortaya geleceğe benzemiyor.
Dikkat ettiniz mi, sultanlar arasında neden sadece Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatı, dönemi TV’de izleyici rekorları kırarak büyük bir ilgi kaldı? Çünkü yabancı romanlara, operalara konu olan Hürrem’i sayesinde özel hayatına bu denli inebildiğimiz tek sultan Kanuni’nin kendisi. Diğerleri ise sönüklük yarışı içindeler. Hayatlarında sadece savaşlar, zaferler ve fetihler var. Sanıyorum ki kadınlar bu tek tabanca giden Kanuni dizisinde tarih ve ecdadın hikayelerinin peşinde değiller. Onlar bizzat doğada ve toplumda mutlak başarı içinde yüzen ideal güçlü erkeği yeniden keşfettiler ve piramidin tepesinde sivriliğe nende oldular bir kez daha. Artık kadınları başarılı erkeğin çevresindeki, hayatındaki potansiyel ve gerçek harem ilgilendirmiyor. Kadınlar şunun farkında: Ne yaparlarsa yapsınlar erkeklerin hayatında çoklu derecede kadınlar hep olacak. Ve artık önemli olan, o haremi adamın başına yıkacak ya da dünyayı haremin başına yıkacak Hürrem olmak. Haremin Hürrem’i olmak.
Bu yüzden Penelope imajı, yani kocasının savaştan dönmesini, bütün taht âşığı kral adaylarını bez dokuyarak oyalayan ve onu 20 sene bekleyen sadık, tek kadın tipi şimdilik beklemede. Talep göreceği günleri bekliyor.