tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2024 Salı

Görünmez Kentler ve Renkler

villes invisibles ile ilgili görsel sonucu

"Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yanyana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli; sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."

Italo Calvino "Görünmez Kentler"


Kentlerin yaşamında sokakları, binaları ve meydanları oluşturan kavram köşeleriyle artık hiç kimsenin ilgilenmediği gün gibi ortada. Kentler rüzgara, zamana ve unutuşa doğru yaşlanırken bu köşelerin, Ortaçağ’ın 11 burçlu şehir kaleleri gibi kentin her yerine serpiştirildiğini, kentin kamu kütüphanelerinde, özel meskenlerin okuma/yazma odalarında bu köşelerin masa, dolap ve koridor sonlarında yaşadığını mırıldanıyor sokak taşları.

Kent bomboş.

Üzerinde insanlar, arabalar, sinemalar, reklamlar ve köprüler dolaşıyor, ama kent bomboş.

Bir Fellini Roma’sı ya da Solanas’ın Buenos Aires’i gibi… El Sur (Güney) taş sokakları yalıyor Tango zamanı.

Boş kentler renksiz görünür. Avrupa’nın kentlerinde öğle vakti ya da akşam yemeğinden sonar yer eden bu renksizlik deniz kenarındaki kentlerde yerini mavinin soluk tonlarına bırakır. Boş kent, kımıltısız bir deniz kadar sessizdir çünkü. Deniz için fırtına neyse kent için insanların kalabalığı odur.

Kentler kurulalı birkaç binyıl oldu olmasına ama kent hayatının neresindeyiz artık? Barbarların istilasından korkan kentlerden uygarlığın çöplüklerine dönüşen kentlere, at üstünde girilen kentlerden bir terör bombasının tehdidiyle kaçılan kentlere gelinceye kadar neredeyiz?

"Belki de kent yaşamının kriz noktasındayız,” diyor Italo Calvino “Görünmez Kentler” adlı kitabında. Ona göre “Görünmez Kentler” yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. “Metropollerin tamamını bloke ederek zincirleme zararlar doğurabilecek büyük teknolojik sistemlerin çekiciliğinden konuşulduğu kadar, doğal ortamın yıkımından da aynı süreklilikte konuşuluyor. Çok büyük kentlerin yaşadığı kriz doğanın yaşadığı krizin diğer yüzüdür."

“Görünmez Kentler”in bir başka meselesi de insan, doğa ve tarih uyumunun kentlerde yitmiş olması üzerinde yoğunlaşıyor. Eşyaların, nesnelerin insan yaşamı ve eylemleri üzerindeki kesin zaferi, insan tarafından kabul edilen bir egemenlik olarak yer etmiş durumda yaşamlarımızda. Dolayısıyla insan hem kendisine hem de dünyaya yabancılaştı. İnsan ürettiğinden daha fazla tüketiyor, çünkü artık insan adına makineler daha çok üretiyor. Makineler tüketemediğine göre insanın “bir makine kadar hızlı” tüketmesi gerekiyor. Bu kopuş, bu teslimiyet, insanın arzu ve isteklerindeki bu azalma kente de yansıyor. Ne var ki kentlerin bir belleği var ve bu bellek elektriksel hareketlerin de ötesinde ahşap, taş, boya, sıva, heykel ve duvar olarak yaşıyor. Onlara dokunuyor, görüyor ve işitiyoruz.

İşitmek mi? Ama nasıl?

Rüzgarın sayesinde.

Kentler kurmakla yanlış mı yaptık acaba? Issızlıktan, yalnızlıktan gelen insanların sosyal sorunlarını çözeceğimiz yerde onu teknolojinin, medeniyetin ve kalabalıkların içinde daha da mı yalnız bıraktık?

İşte Italo Calvino gibi daha birçok düşünür, mimar, şehir plancısı ve yazar bu sorunun cevapları üzerine düşünüyor, kalem oynatıyor. “Görünmez Kentler”de Kubilay Han ile Marco Polo'nun buluştuğu satranç partileri, söyleşiler ve kent masalları arasında okurun yolculuğu sürerken, modern kentlere belki de ilaç olabilecek doğu mistisizmi anlaşılmaya çalışılırken öte yandan modern kent yaşamının içinden çıkılmazlığı ve geleceği üzerine düşünceler etrafımızı sarıyor. Tektipleşmenin, ıssızlaşmanın labirentini aşmak, bu labirent içinde bir yol bulmak. Günümüz kent insanının bütün uğraşı neredeyse bu eylemler.
Labirent uzuyor, kıvrılıyor, büyüyor ve daralıyor.

İnsan küçülüyor. Yaya geçitleri de küçülüyor ve dağılıyor kentin her bir köşesine.

O beyaz çizgiler labirentlerin yol taşlarına dönüşüyor.

Görünmez Renkler

“Görünmez Kentler”de Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı her kent bir kadın adını taşıyor: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini.” “Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzular. İsidora’ya varır sonunda.” “Dorotea iki türlü anlatılabilir: Kenti, her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kat eden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinden yükselen dört alüminyum kaleden söz eder, her mahallenin gelinlik kızlarının öteki mahalleden gençlerle evlendiğini, ailelerin kendi tekelinde tuttuğu bergamut, havyar, usturlap, ametist gibi şeyleri aralarında takas ettiklerini göz önüne alarak bütün bu verilerden hareketle kentten geçmişte, şimdi ve gelecekte talep edeceğin şeylerin tümünü keşfedinceye dek hesaplar yapılabileceğini anlatabilirsin;...” “Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay.” “Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir.” “Yolculuğun sonunda Tamara vardır.” “Altı nehrin e üç sıradağın ötesinde, bir görenin bir daha unutamadığı kent, Zora yükselir.”

Bunlar dışında Maurilia, Eufemia, Zobeide, İpazia, Armilia gibi başka düşsel kentlere de seyahat eder Marco Polo. Kubilay Han, gözler, takaslar, gökyüzü ve ölüler arasında geçen bu kent sohbetlerinin arasında Marc o Polo’ya derin bir kuşkuyla sorar: “Bana anlattığın bütün bu ülkeleri ne zaman vakit buldun da gördün bilmiyorum. Bu bahçeden hiç ayrılmamışsın gibi geliyor bana.” Marco Polo ise bir hükümdarın huzurunda bulunuşun büyük dikkatiyle şöyle cevap verir: “Benim gördüğüm ve yaptığım her şey, kafamda, bu bahçedeki aynı sükûnetin, aynı alacakaranlığın, sadece yaprak hışırtılarının bozduğu aynı sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde anlam kazanıyor. Yaşamım timsahlarla yemyeşil bir nehrin akıntısına karşı boğuşmakla ya da gemi ambarlarına indirilen tuzlu balık fıçılarını saymakla geçse de, düşünmek için dikkatimi yoğunlaştırdığım an kendimi akşamın bu saatinde hep bu bahçede, senin yüce huzurunda buluyorum.”

Diyalog böyle devam ederken Kubilay Han Marco Polo ile kendisini çöplükleri karıştıran iki meczuba benzetir. Bunun üzerine Polo cüretini artırarak cevabı yapıştırır: “Belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer, bir de Yüce Han’ın sarayının asma bahçesi kaldı. Onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız, ama hangisi içerde hangisi dışarda belli değil.”

Görünen Renkler

Turuncu

Tatar imparatoru Kubilay Han, Marco Polo yolculuklarında gördüğü kentleri kendisine anlatırken ona inanıyor muydu? Ama şurası kesin ki Kubilay Han, diğer bütün ulak ve kaşiflerinden daha büyük bir merak ve dikkatle dinlemeyi sürdürdüğü Marco Polo’yu dinlerken zapt ettiği uçsuz bucaksız toprakların verdiği gurur duygusunu yitirmemek için bu “zahiri” yolcuya katlanıyordu besbelli. Bütün bu katlanmanın ötesinde Kubilay Han’ın hayatını saran turuncu kuşak, yaşadığımız kentlerin ötesinde başka hayatlar ve kentler olduğunu bize durmadan bildiren turuncu kuşaktır. Bizler buna kısaca haberci kuşak demeliyiz. Kentlerimizin sokaklarında bulamadığımız bir renktir turuncu. Salon ve odalarda, eşyalarda ona rastlarken kentdışı, mekandışı bir renk olarak acaba Marco Polo’ya Kubilay’ın duyduğu garip hayranlığı da taklit ediyor muyuzdur ister istemez?

Kubilay Han, yalnız Marco Polo'nun anlattıklarında yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin ötesine geçerken de karınca ağızlarından balkabakların içine, kabak çiçeklerinden olgun kayısılara kadar turuncu bir düş denizinin kıyılarında dolanıyordu. Hükümdarlık gururu ve gerçekleştirdiği fetih düşleri onun yeni düşlere dalmasına engel değildi ve Venedikli Marco Polo’yu sarayının asma bahçesine konuk etmesinin asıl nedeni buydu. Gri, yosun yeşili Venedik’ten gelen yolcunun bir hükümdarın turuncu düş bahçesine konuk oluşu… Biraz olsun kentten turuncuyla kaçmak anlamına gelmez mi bu?

Mavi

Melih Cevdet şöyle derdi: “Gökyüzü boş – Nereye bağlasam atımı?” Uzun süre at koşturan kimdir, mavi gökyüzünün altında? Bu ıssızlık yolcusu belli ki bir kente gelmiştir. Gökyüzü boştur, demek ki gündüzdür; yıldızlar görünmemektedir. Gökyüzü görünmediği zamanlarda mavi olduğu için denizler de mavi olabilir. Onca kumu, çakılı, kabukluyu ve balıkları gizlemek için.

Mavi renk, kalabalık bir canlı-cansız sürüsünün çok uzaktan bakıldığında seçilen rengi olabilir mi?

İsidora. Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzulayınca bu kente varır. “Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı helezoni merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır, bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar, ve horoz döğüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür.”

İsidora kesinlikle genç bir kadındı. Surları sarı çiçeklere bezenmiş, meydanında mavi bir kumaşa sarılmış çiçek tarhları barındıran dişi bir kent.

Güzel her kent gibi İsidora’nın da ortasında bir nehir geçer. Bu mavi nehrin adı neden Osiris olmasın? Osiris iyilikleriyle ünlü bir Mısır kralıdır. Ve Osiris duvar resimlerinde mavi bir tahtın üzerinde oturmaktadır. Yanında bulunan koruyucu kuşun başı da mavidir.

Marco Polo, düşlenen İsidora kentinin kendisini gençliğiyle içerdiğini söyler. Bu yüzden geç yaşta İsidora’ya gelir. “Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.”

Kırmızı

Ovada kurulu, ırmak kıyılarında konuşlanmış kentlerde evlerin çatıları kırmızı renktedir. Gökyüzünden gelen her etkiye açık olmaları yüzünden rüzgarın ters yönünde yosun bağlamış bu kiremitler kırmızı renginin her tonunu barındırır. Güneşin batışı, resmi binalardaki bayrakların üzerindeki kırmızı şeritler, otomobillerin güneşteki kırmızı ışıltıları ve içinden kırmızı geçen geçmeyen bütün renk sözleri… Hepsi de bizi kırmızının berisine çağırır bizi. Üzerinde maddenin değil de ışığın yansıdığı bu renk aslında kentli değildir; gökyüzünden, ışık tayflarının arasından gelen bir misafir gibi yerini alır insan mekanlarında.

”Görünmez Kentler”deki Dorotea kenti, gidenlere, yani okuyanlara kırmızı renginin bazı çağrışımlarını uyandırıyor. Marco Polo iki türlü anlatıyor bu kenti: “Her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kateden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinde yükselen dört alüminyum kule…”

Marco Polo bu kente ilkgençlik yıllarında bir sabah vakti gelmiş. Sokaklarda yığınla insan pazara doğru gidiyormuş. Kadınların güzel dişleri varmış ve gözlerinin içine içine bakıyorlarmış. Tahta bir set üzerinde üç asker klarnet çalıyormuş, dört bir yanda çemberler dönüyor, rengarenk pankartlar rüzgarda uçuşuyormuş.

Marco Polo’nun o ana dek hayatında gördüğü tek şey çöl ve kervan izleriydi. O sabah, Dorotea'da, yaşamdan umamayacağım hiçbir nimet yokmuş gibi geldi ona. Daha sonraki yıllarda gözleri, çölün bitimsiz kumlarını ve kervan izlerini seyretmeye döndü; oysa şimdi biliyor ki bu, o sabah Dorotea'da bana açılan bir sürü yoldan sadece birisiydi.

Yeşil

Yeryüzündeki ağaçların, sincapların toprağa sakladığı tohumların unutulmasıyla oluştuğunu okuduğumda fazla şaşırmadım. Hele bir Akdeniz bitkisi olarak bilinen zeytin ağacının bile 2-3 asır önce Akdeniz’e Hindistan’dan getirildiğini öğrenince de… Ama Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirini okuyunca şaşkınlığın ne olduğunu öğreniyorum. “Geceyi gündüzü biliyor/Dört mevsim, rüzgârı, karı/Ay ışığına bayılıyor/Ama kötülemiyor karanlığı; Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak için/Bir öğrenegörsün aşkı/Ağacı o vakit seyredin.”

Kentlerdeki yeşilliklerden öğreneceğimiz çok şey var. En az duvarlar, köprüler, pencereler ve kapılar kadar… Bir keresinde ormanların yer değiştirdiğine dair bir mitolojiyi tam anlamıyla uydurmak için saatlerce kalemim elde beklemiştim. Ormanlar kolayca, bilinçli olarak yer değiştirebilirlerdi ama bunun amacı ne olacaktı?

Mitoloji “masalları” insanın tarih ve kültürünün altında yatan büyük neden-sonuç ilişkilerinin mimarıdır. Buradan hareketle “hareket eden ormanlar” mitolojisi çok havada kalacaktı. Ama kentteki ağaçları, kentlerdeki -park, bahçe ve avlulardaki- parçalanmış ormanları düşününce “ormanların sürgünü” terimi aklıma geliyor ve bu kez yer değiştirme mitosu belirgin bir amaçla yükleniyor.

Kentlerdeki yeşilliklerin de surları yüksek, hendekleri derin bir mitolojisi var artık.

Beyaz

Mermerleri sıyırdığımız zaman kentlerden geriye ne kalır? Bir insanın belleğini almak gibi bir şeydir bu. Heykeller yok olur, sütunlar ve de hamamların kurnaları; bazı pencerelerin pervazları da…
Bir kentin soyunması, onun beyazlatılması mıdır gerçekten? Kentlerin üzerinden birçok şey atılabilir: Tarih tabakası, insan tabakası, ölüm tabakaları, doğumlar, mevsimler, olaylar ve anılar… Kent beyazlaşıncaya kadar daha birçok tabakanın atılması gerekir. İlk önce’ye, başlangıca dönmek için kente yapılan akınlar, fetihler, göçler ve istilalar kazınmalıdır. Ta ki bir bozkır kalıncaya ve o bozkırın öncesinde bir buz tabakasına ulaşıncaya kadar.

Üç gün hep güneye gidilince iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu Anastasia’da satılan eşyalar da tabaka tabakadır:Akik, oniks, zümrüt ve diğer kuartz çeşitleri; buralarda, bekletilmiş kiraz ağacından kesilen odun ateşinde, bol kekikle pişirilen nar gibi kızarmış sülün etini de övmek gerekir; bir bahçenin havuzunda yıkanırken Marco Polo’nun gördüğü ve -anlatılanlara göre- yoldan geçenleri, bazen kendileriyle birlikte soyunmaya ve suda şakalaşmaya davet eden kadınlardan da söz etmek gerekir. Marco Polo bütün bunlarla kentin gerçek özünü anlatamayacağını söyler Kubilay Han’a. Çünkü Anastasia'yı anlatmak sonradan boğmak zorunda kalınacak arzuları içinde bir bir uyandırmaktan öteye geçemezken, bir sabah kendisini Anastasia'nın orta yerinde buluveren birinde arzular hep birden ayaklanır ve kuşatıverir. Marco ekler: “Kent her arzunun mutlaka yaşanması gerektiği, senin de parçası olduğun bir bütünmüş gibi gelir sana, oysa o, senin keyif alamadığın her şeyin tadına varır, sana da bu arzuda yaşamak ve bununla yetinmek kalır.”

29 Aralık 2023 Cuma

Bazı Kitaplarımı Yazmamalıydım ve Bazı Kitapları Okumamalıydım


Aslını ve ustanı unutma

Bu yerde yazmaya başlarken kısa ve öz bir mesajı nasıl vermem gerektiğini düşündüğüm zaman bu sözü yazmıştım. Önemli bir söz, ama bunu ben yazdığım için ve henüz tarihteki haklı yerimi almadığım için henüz değerli bir söz değil. İnandığım şu ki usta ile köken arasında bir tercih sorunu asla yaşanmaz. Kimse ustasını seçemez kökünü seçemediği gibi. Bu benzeşme kimseyi usta ya da çırak yapmaz.

Bazı kitaplarımı uzun süren öfkelerin etkisinde yazdım. Bazı kişilerin yazar olup olmaması gerektiğine inandıktan ve bunun için sınırsızca uğraştıktan sonra bu durumu taşıyamayacaklarını anladığımda uzun öfkelere kapıldım. Bu işlerde savaşa asker seçercesine, salt görünen özelliklere göre karar veremezsiniz. Aynı zamanda tarihin ve koşullu bir tarih olan geleceğin de içinde yer alacak fikir çivilerini en uygun yerlere çakmak zorundasınızdır. Gelecek öyle çoğunun bilinmezliğinden yararlanageldiği bir bahane değildir. Gelecek çok açıktır. Sadece hataya  karşı çok açık ve duyarlıdır. İşte ben de geleceklerini elimde tuttuğum, kendim de dahil olmak üzere birçok sanat erbabının seçimlerine karışırken ve yönlendirirken bazı hatalar yaptım.

İtiraf ve itham ediyorum

Burası bir mahkeme olsaydı iftira da edebilirdim. İftira atılmaz, edilir. Yargının konusu olan iftira, ortaya konmuş ve yerleşmiş olan sözü etkilemez, ona gidişi geciktirir, engeller sadece. Söz, gerçeğin en güçlü bileşenidir. İtiraf da etsem itham da etsem, sözünü ettiğim sanat erbaplarının gerçeklerine de müdahale ettiğim için pişmanım aslında. Uğruna savaştığım birkaç kavramdan birisi olan iyilik adına önemli deneyimlere, derslere açılan bir kapıyı da aralamış oldu bu pişmanlık aslında bende. Kendimi çok suçlamasam da derinden derine kırılmış olduklarını hissettim bazı kişilerin, yaptıklarım yüzünden. Zamanın akışı üzerinde bir etkim yoktu, ama geçiş sıralarını bilerek-bilmeden değiştirdiğim kişilerden belki de geride kalmış olanları küstürmüş olabilirim. Başarıları geri çevirmek istemediğimiz gibi hataları da geri çevirmek, geri göndermek isteseydik bu çok şey değiştirir miydi acaba? Başarılara bir imza, hatalara ise leke muamelesi yaptığımız için bir şeyleri değiştirme gücünden uzakta olamaz mıyız? İtham edici bu soruların cevaplarının gayet güzel itiraflarım olabilme olasılığını saklı tutuyorum tam da burada.

Esinlenme bir yetenek midir yoksa gerçekleşmemiş bir şike teşebbüsü mü?

Bu ara başlığın bir yazı konusu olduğunu düşünürken birdenbire bu yazının içinde kendi yerini bulmuş olduğunu görüyorum. Bundan sıkılmıyorum, çünkü artık yazı yazmakta değil bitirmekte zorlanıyorum. Zira yazı başlıkları, yazı hızımdan daha fazla beni yoracak derecede oluşuyorlar ve deyim yerindeyse bir depo gibi birikiyorlar.
Depo demişken, yeteneği sonsuz, sınırsız bir depo olarak da tanımlamak istiyorum. Yetenek, belki de ne olduğunu tam olarak saptamadan en üst derecede kutsadığımız parlak ifadelerden biri hayatımızda. Yetenekli çocuk, kabiliyetli kız, üstün zeka... Kökeni, kaynağı nereden gelirse gelsin bağını asla sormayız. Bu yüzden de sıralamanın en başında yer alıyor yetenek. Bir tür batıl inanç olarak...

Esinlenmeyi "ilham perisi" kültüyle adlandıranlar ve buna halen devam edenlerin yetenek tanımları elbette farklı olsa gerek. Yetenek onlar için dış kaynaklı bir şey olmalı. Nörologlar başta olmak üzere bilimden yana olanlar ise içten yanan bir boya küpünde ısrarlılar. Eğer gerçekten de periler varsa, desteklediğim ve desteklemeye devam ettiğim sanat erbapları için ben bir peri terbiyecisi ya da avcısı olmalıydım. Yok eğer bu yazarlar sürekli içten yanıyorlarsa ben de ateşe kömür atan ter içinde bir işçi olabilirim.
Her iki durumda da adres ve ona göre benim duruşum aynı. Her durumda sorgulanan ya da çekim merkezi olan yetenek, obje ve süje olarak "yazar arkadaş"ımızda yerini alıyor zaten.

Öyleyse benim derdim ne?

Aslında kimseyle bir derdim yok. Tek sorun zaman. Zamanın yargısı daha çok. En az konuştuğumuz kadar sustuğumuz için de değerli, önemli ve suçlu olabiliriz. Ben susarak görüşlerimi ifade etmek yerine konuşarak eylemde bulunmayı ve çoğunlukla da pişman olmayı seçtim. Birisi pişman oldukça kimse kariyerinde yükselmez, fakat zamanın yargısı olgunlaşır ve daha isabetli hale gelir. Sık sık hataya düşmekten, birilerinin yazarlık kariyeri hakkında yanılmaktan, yanlış ata ve kazaya oynamaktan, dolayısıyla durmadan pişman olmaktan korkmuyorum. Belki de gelişim dediğimiz şey, ancak ilerledikçe bulabildiğimiz doğrularla gerçekleştirdiğimiz bir olgudur.
Artık hiçbir şey okumuyorum. Sadece bakıyorum. Okuma gözlüğüme yeni ayarları eklemedimse de bakışlarımı geliştirdim. Yeni ve daha fazla kitap ve yazarla ilerlediğini ve kendi doğrularına yaklaştığını düşünenlerin aksine artık ne söylediğim yerine hala konuşup konuşmadığıma bakanların karşısında zamanla alkıştan tahlile onaydan muhalefete birçok konumu anlatan bakışlar üzerine çalışıp onların gerçek eylemlerim olduğunu düşünmeye başladım.

Doğru şekilde, yönde ve önemlisi sürekli olarak gelişmenin tek derdim olduğunu düşünüyorum şimdilerde.



8 Ekim 2020 Perşembe

Tarih Atlası


1996

Bugün bir tarih atlası aldım kendime. Neden bilmiyorum. İçimden öyle geldi. Kaplar, şapkalar ve kılıflar ne işe yararsa atlas o işe yarar, diye düşündüğümden olmalı. Ya da işe gitmeden önce giyinirken, botlarımı giyerken ve kepimi başıma takarken şöyle dediğimden kendime:

“O yıl mı? Neredeydim, sahi ne yapıyordum? Dünya o yıl nasıl bir yerdi?”

Doğduğum ülkenin adına Türkiye, dediler. Adıma Gökhan.

Bir zar atımı kadar cüretkar, caddelerde yıllar öncesinden kalan Sıkıyönetim kadar özgürlüğe mesafeli; çıkılması yasak olan sokaklar kadar boş olan bir ülkede yaşıyordum. Sonrası hiçbir şeydi. Ülkenin sokakları boşsa bir yere gitmenin ne önemi var. Zaten hiçbir yere gitmemenin ülkesi değil mi burası?

Sokağa çıktım. Her taraf çiğ; çiğ bir rutubet... Islak yollarda yürürken yaz mevsiminin haberci sıcak güneşi her yeri ısıtıyor. Havadaki rutubet daha da artıyor. Ama evlerin etrafına örülen çitler kadar değil.

Sokaklar boş. Coğrafi değil siyasi Kuzey Lefkoşa’nın toprak yollarında ilerliyorum ve asfaltı görmüyorum. Birliğim birkaç kilometre ötede; tepelere doğru, kazılmış mevzilerin içinde, toprak tümseklerin gerisinde ağaçsız  bir kışla içinde. Su sadece havada, erimiş olarak var.

Bir türlü toparlayamıyordum kafamı. Her şey bulanıktı. Harekat planları, tatbikatlar, atışlar, teftişler ve eğitim alanlarının sarı tozuyla bütün bildiklerim havalanıp boş bir sathın üzerine konuyordu.

Bu sathın üzerinde daha önceden bırakılmış izler vardı. Sanki benden önce de birileri geçmişti. Ben ilk değildim.

Botlarımı da bu sathın üzerine koydum. Ayaklarım fena kokmuştu şimdiden. Sıcak “kemiklerime” işliyordu. Bu sıcaklar neye yarar, dedim kendi kendime.

Ve oturup “Türkler Geliyor” başlıklı bir şiir yazdım kendime. Yıl 1996’ıydı ve orada, Doğu Akdeniz’in en büyük adasının kuzeyinde bir şehirde üzerime Türkler fena geliyordu. Bir yere kaçamıyordum.
Lefkoşa’nın surları içindeki Türkiye ve oradaki kuşatılmış ülkenin tarihini yaşamak Türkiye’de olmakla eş anlamlıydı. Hatta Güney Lefkoşa sınırını oluşturan boyası çıkmış, yamulmuş, kimisi kireç beyazına boyanmış varillerin çizgisine yaklaşınca evler, sokaklar Mağrip kentlerini andıran bir manzaraya dahil oluyordu.

Sokaklarda ilerlerken, yani bir şehri gezerken o şehre ait olmayan manzaralar da harita üzerinde bizi takip eder.

Haritada açtığımız yolların hiçbir kartografya servisinde kaydedilmediğini bilmek; çıktığımız ve düştüğümüz engebelerin, yüksekliklerin ve çukurların hiçbir topograf tarafından izlenilmediğini hissetmek: Biz bu duyguya bugün kişisel coğrafya diyoruz.

Kişisel tarih var mı? Kişisel coğrafya olduğuna göre o da var. Kaydı olmayan, sadece akıl yoluyla ve hafızayla ulaşılan bu tarih çeşidini Lefkoşa’da kendi adıma kullanırken ülkemden uzaklaşmış oluyorum. Bu uzaklaşma yüzünden Türkiye’yi sevemiyorum.

Bu ülkeyi annem, babam ve kardeşlerim kurtarıyordu. Hepimiz onu zaten yaşayarak, varolarak kurtarıyorduk ve birbirimiz adına ve “hatırına” seviyorduk onu. Sevmek zorunda olduğumuzu sonradan unuttuk. Birbirimize döndük sonra yüzümüzü. Özellikle o sayfiye kasabasında kitaplarımızı yaktığımız eylül’lü günlerden sonra.

Eylül’dü ama havalar sıcak gidiyordu. Üstüne üstlük bizim baca sürekli olarak tütüyordu. Bunun fark edileceğinden korkup su dolu leğenlerde kitapları erittik; bataklıklara geceleri sessizce kitapla dolu naylon torbalar bıraktık.

Bataklığın dibini bulan torbaların içinde yarı yarıya taş vardı. Ve o aydan sonra taşla dolu torba gibi ülkemiz de gerçek yüksekliğine, yani suyun dibine vurdu.

Askerleri evimizin etrafında gördüğüm o günden beri Türkiye’yi sevmiyorum. O askerler gelmeden önce yine sokakları üniformasız olarak dolduran daha beter “askerlerin” şiddeti ve nefreti yüzünden Türkiye’yi sevmiyorum.

Türkiye’yi sevmiyorum, çünkü “babamı öldürdüler, abimi şehit ettiler; amcama suikast düzenlediler, dayıma işkence ettiler, kız kardeşime tecavüz ettiler, oğlumu işten attılar, en küçük kardeşimi doktorsuz ve eğitimsiz bıraktılar, yengemi okula sokmadılar, dedemin emekli maaşını gasp ettiler ve annemin sosyal güvenliğini yok ettiler.” Çünkü hepsi o mağrur devlet için vardı. Hiçbiri benim kardeşim, abim, babam, annem vs. olmadı. Ama bunlar varken ve olurken ben “Türk’tüm”, onlar itaatkâr bir vatandaş sayıyorlardı hepsini. Her şeyi gördüm. Çünkü aslında ben çok değerli bir tanıktım. Bunu anlamadılar ve şimdi kürsüye çıktım, Adalet’e anlatıyorum onları.

Satın aldığım tarih atlasının üzerine çıktım. Botlarımı tekrar çıkardım. Hava en yüksek sıcaklığına ulaştı. Güneşte altmış derece ve rutubet yüzde yüz’ü geçmek üzere. Kuzey Lefkoşa ve Mağusa’ya kadar uzanan ova, yeryüzünün en susuz bölgesi, ama iki matara soğutulmuş su var yanımda.
Çıplak ayaklarımı otların bile bitmediği çöl toprağına batırıyorum. Şimdi her iki ayağım da birer ağaç gövdesi gibi.

Suyu ayaklarımın üzerini örten sıcak toprağa döküyorum. Sıcak havada soğukluğu korumanın en iyi yolu bu.

Toprak biz hep korur.

Ayaklarım serinliyor ve ikinci kez uyanıyorum.

Bir oğlum olmuş.




16 Eylül 2020 Çarşamba

Şarap & Kitap Kulübü nasıl kurulur?


Biraz şarap biraz da kitap...

Düalite olsun diye söylemiyorum, hayatta hiçbir olgu tek başına değildir. Doğa tersini söylese de kültürün ve evrimin kodlarını taşıdığımızdan olsa gerek ya eşimizi ararız ya da eşimizi kaybetmek için elimizden ne gelirse yaparız şu hayatta. Doğada söz vardır, yazı yoktur. İnsan ise nasıl olduysa hem söz hem de yazı eksenleri arasında döner durur.

Bir kitap kulübü kurmak için çabalamıyorum burada Ey Okur! Şarap & Kitap Kulübü nasıl kurulur, onu öğrenmeye çalışıyorum. Hani yazmak en iyi öğrenme metodudur ya onu yapıyorum. Yazdıkça, bende sözlü olarak biriken bazı sınır ve kısıtları açıp geliştireceğim ya da kitabın sayfalarına şarap damlaları döküp bu sevdaya elveda diyeceğim.

Asri takvimlerimiz daha çok kitabın yanına kahveyi koyma eğiliminde; ne var ki kahvenin ısınma ve soğuma sorunları var. Şarabınsa en iyi olmaktan ve saklanmaktan başka bir tasası yok; bu bakımdan da kitaba en iyi yoldaş bence şarap.

Kitaplar rafta kalmasın, okurlar kitapla baş başa yalnız -uzun süre- kalmasın; okuma sosyalleşsin paylaşılsın, okumalardan geriye kalanlar çoğalsın, artsın eksilmesin: Bütün tasamız bu. Tam da burada okumanın gizemli olmasa da gizli bir etkisini ortaya koyuyoruz gibi bir hisse kapıldım birden. Belki de okumak, içinde kendine ait eylemin de olduğu bir kültür zincirinin önemli halkası. Yazar da, kitabevi, arkadaş fısıltıları, tavsiyeleri de var bu zincirde hiç kuşkusuz. Bizim ilerletmekte duraksadığımız şey, kitapları kendi dünyamızdan çıkarma tereddüdü olamaz mı? Bu tereddüdün en önemli nedenlerinden  birisi de kitabın özellikle Soğuk Savaş döneminde dünyada en çok kullanılan medya olmasıydı.
Siyasi iletişim tarihine girip kitap kulübümüzü kurmayı unutmayalım bu arada...

Sanırım kulüp binasını az çok birkaç kat olarak çıktık, özellikle nedensel kısımda gevezelik ederek. Örneklerine az rastlansa da, havadar ve havai de olsa ben kitap kulübü denince o aristokratik ortakyaşam kulüplerine benzer bir dekor aklıma geliyor hemen: Kütüphane ve bistro karışımı bir görünümü asla hazzedemiyorum kendimce. Kitap ve şarap, hayatımızın en seçkin insani dokunuş ve eğilimleri: Merak ile keyfin, zaman zaman hasret gidermek ya da ortalığı kolaçan etmek için dışarı çıktıklarında iyi bir sosyal işbirlikçi haline geldikleri bu zevkli eğilimde huzurlarınızda bu kulübü kuruyorum.

Hepimize hayırlı uğurlu olsun bu kulüp. Nice mutlu buluşmalara, toplanmalara, paylaşmalar.

Bir kitap kulübünde ne yapılır?

Çok da araştırmadan hemen söyleyeyim: Kitap, tek kişilik bir macera olamaz. Olmamalı. Bütün dünyanın birkaç özel kitabın peşinden binlerce yıldır koştuğunu, perişan olduğunu, aldığından çok verdiğini düşünecek olursak -örneğin bu konu bile binlerce başka kitabın temel derdi olmuştur- kitabı sadece basit bir okumanın, kitabı bitirmenin kucağına, avlusuna terk edemeyiz. Bu da zaten biraz düşündüğümüzde aynen böyle gelişiyor toplumumuz içinde: Tavsiyeler, beğeni ifadelerinden tutun metroda otobüste okuyanların ellerindeki kitapların çektiği ilgiye kadar, hatta çok yerleşen kitap fısıltıları da kitap okumanın sosyal yüzünü gözler önüne seriyor: O zaman bir kitap kulübü ne yapmalı?
Burada altını çizmemiz gereken önemli bir konu var: Kitap kulüpleri -konuklar dışında- asla uzman ve profesyonellerin işi değil, zaten uğraşmıyorlar da. Siz hiç rosto sevenler cemiyeti başkanı olan bir kasap gördünüz mü? Örneği biraz zorladıksa da demek istediğim bir yazar ya da eleştirmenin, kültür sanat gazetecisinin mesleki kimlikleriyle böyle şeyler yapmadıkları ortada. Hele kitap yayıncılarının yapmamaları da en doğru hareket olacaktır. Kimlikleriyle elbette... Kitabevlerine gelince... Keşke yapsalar... O kadar çok kitap satıyorlar ki başlarını bir türlü alamıyorlar...

Niyetimiz tabii ki gönül almak. Her iyi okurun gönlünde iyi biliyoruz ki bir aslan kitapçı yatıyor.

Kitapların sesini açmak

Hızlı okuma kurslarından eğlence olgusuna kadar dört bir yanında dizildiğimiz kitap okuma alışkanlığını neden sürekli tekrarlarız? Neden kitap okuruz ve daha birçok soru...

Üzerine çok düşünmeden yaptığımız birçok etkinlikten biridir okuma. Elbette kökeninde ağır ve derin bir eğitim öğrenim dönemi var: Ailelerden okullara çağdaş yaşama hazırlanan toplum bireylerinin hayat ile bireysel ihtiyaçları arasında sağlıklı bir uyum olması için kültüre verilen önem fazlasıyla ön plana çıkıyor bu noktada. Kişinin kendini özgür şekilde kişisel seçimlerinin getirdiği metod ve tutumlarla yetiştirmesi, sosyal açıdan etkin ve duyarlı tutmaya çabalaması yönünde hem durağan hem de kalıcı özellikleriyle basılı bütün medyalar büyük rol oynuyor. Yavaş ve kalıcı bir medya olarak da kitabın etkilerinin hayatımızda daha uzun süre yer etmesi de onun kapsadığı soyut deneyim imkanlarını, soru ve sorun ortaya koyma yeteneklerinin sıcak tutulmasıyla ilgili bir durum. Diyalogun bir önkoşulu olan tartışma da bu şekilde ancak çağdaş toplumlarda başlayabiliyor. Oysa bizim gibi tartışma ve ayrılma olarak sosyal yaşamın soyut alanlarında diyalogdan ziyade onun koşullarına takılı kalan "bağdaş" toplumlarda bu koşulların birbirleriyle ilişki kurmaları diyalogun kurulması için çok önemli. Kaldı ki diyalogda neler konuşacağımız ve ne yapacağımız bütünüyle kitaplarda saklı. Yeter ki kapağını açalım kitapların ve içlerindeki sesleri, görüşleri ve bakışları hayata salalım.






23 Temmuz 2020 Perşembe

Dünyanın Bütün Sonları


Dünyamız kaç kere son bulacak?

Din, fizik, jeoloji ve kozmoloji açısından bakacak olursak birçok kere. 

MÖ 2800'den Yıl 5.000.000.000'a kadar uzanan bu son cetvelinde ise Nostradamus'tan bütün kutsal kitaplara kadar giden bir kehanet silsilesi var.

Evren'i de yer aldığı bu toplama bilimkurguya  da ekleyecek olursak en basit söylemle dünyada herkesin birbirini panikletme yarışında olduğu, tarihin en kadim zamanlarından beri aşikar.

Keşif ve merak duygularının yoketme/yokolma güdülerine dönüşmesi sadece dünyada keşif ve merak edecek bir şey kalmaması ile mi ilgili?

Evren'in de keşfi öyle birkaç yüzyılda tamamlanacak gibi görünmüyor. 

Belki bu süreyi Evren'i ziyaret edecek araçsal devrimleri gerçekleştirmekle geçirsek daha iyi olacak gibi görünüyor.

Astrolojinin derin uykusu astrofiziğin bodoslama çarpıştığı kozmik duvarlara karışıyor; öte yandan mikro kapsamda Evren'in ilk oluşumunu taklit ederek anti-maddeyi yakalamaya uğraşıyoruz. Neden?

İlk yaratıldığımız andan gideceğimiz son ana kadar bir çizgi çekip kozmik varoluşumuza bütün merakları giderdiğimiz mutlak bir anlam yükleyip rahat etmek mi amaç?

Hiç sanmıyorum. Ya da amacımız büyük evrensel kafa karışıklığımızı unutmaya çalışmak mı başımızı bir başlangıcımıza bir sonumuza çevirip durarak?

Nereden gelip nereye gittiğimizin henüz tamamlanmamış hikayesini şurası kesin ki hemen okumak, bilmek, anlamlandırmak ve mümkün olursa unutmak istiyoruz. 

Her şey insanoğlunun ego ve narsisizmine çok ters gelecek derecede çok büyük, uzak ve anlamsız bu evrende.

26 Eylül 2019 Perşembe

Herkesin Unutmak İstediği Şehir


İstanbul'da tek umutla yaşıyorum. Sabah uyanıyorsun ve şehir bomboş. Herkes gitmiş.

Unutmak eylemi eğer kalkıp gitmeye yetecek kadar bir güce sahip olsaydı, İstanbul'da kimseler kalmazdı. Yazık ki unutmanın kendisi için bile kuvveti yok.

İstanbul, herkesin unutmak istediği bir şehirdir. Birşeyleri unutmak için yer değiştiren ve muhtemelen içinden kaybolacağı türden büyük şehirlere doğru yer değiştiren kişi, geldiği yeri en çok unutmayı istediği yerde, o yeri de hatırlamak istemeyecektir. Şehirleri hem unutup hem hatırlayamayız. Ayrıca bir şehri unutmuşsak başka bir şehri ve şehirleri asla hatırlayamayız.

Bu sıkıntılarla bir sabah İstanbul'da uyanıyorum. Söz vermişim. Bu şehri anlatacağım. Belki beş yüz belki birkaç bin kitapla. Şehrin hafızası sürekli direniyor. Başkaları da yaptı, başaramadı; başarmak yok burada, burada unutulmak var. Hatırlamadığını... diyerek.

Şehir konuşmaz, uyanır. Ben uyandığımda insan değil şehirim. Parçası değil kendisiyim.

İstanbul'da bir unutuş cetvelim ya da takvimim yok. Burada herkesi gördükçe ve kişileri de unuttukça buna alışıyorum.
İstanbul'da bir sabah ile her sabah sıfatlar alıp vermeden birbirlerine yabancıdırlar. Bu şehrin sabahının ve akşamının kötü şairlerine arkalarından bakarsanız siluetlerindeki şişkinliği fark ederseniz. Sadece karaciğerlerinin büyümesinden ileri gelmez bu fazlalık. Unuttukça hatıralarınız azalır, ama şişerler. En önemsiz günbatımı nostalji olur, en köhne kasaba kaçış yeri ve bir sabahtan her sabaha o müthiş tutulmayı yaşarsınız: Bu şehir, siz terk edip başka yere giderken aynı zamanda size arkanızdan da bakabilir.

Bu şehirde çok az numara hatırlayabiliyorum. Eskiden gittiğim her şehirde telefon ve kapı numaraları farklıydı. Sokaklara da tanınmayan, bilinmeyen kişi isimlerinin verilmesi belki de onların da unutulmamaları içindi. En doğru çözüm: Unutmak ve unutulmamak için İstanbul'a gel, saklan ve kazan.

İstanbul'a kötü sözler söylemek onu övmekle başlıyor. Ona bakmadan, bir sabahına uyanmadan, onu dinlemeden ona sırt çeviremezsiniz. Övgücüler ve yaygaracılara sorsanız nereden geldiklerini bilmezler; çok acil şekilde İstanbul'un tarihini kendi köylerine göre yeniden yazma ve inanılmaz bağlantılar uydurma peşindedirler.

Son olarak bir hayat kadını da şehrin soylu mahallelerinden kalkıp sonradan ucuzlayan bir semtine büyük alkışlar altında göç etti. Zengin bir koca bulmuştu kendine. Sadece renk uyumunun artık bir önemi vardı şehirde. Para, şehvetin kızı olmuştu ve sonra da karılık etti o bedene.

Ve bir sabah kocasının annesi olarak uyandı. Ve bunların hepsini unutmak, köyüne dönmek istediğinde İstanbul'a girdiği kapıyı bulamadı. Bu şehri kuranlar, özellikle çıkış kapılarını yapmayı bilerek unutmuşlardı. Herkes kolaylıkla gelsin ve ölsün ve başkaları da hep gelsin diye.

15 Temmuz 2019 Pazartesi

Aleksi Zorba Zorda


1.


Her haneye, her sokağa, her mahalleye, özellikle de her adaya bir Aleksi Zorba...

Kaybolup gitmekte olan insanlık haritasının sağ üstköşesinde kuzey doğrultusu olarak parlayan tek bir sivrilik varsa o da AleksiZorba'nın "bu dünyayı yaşamaya ve anlamaya, üstelik gidilse de bu dünyada kalmaya" dair işareti. Ondan önce de çizilmiş miydi gerçekten geviş getirirken de düşünebilen, düşünürken de farkında olabilen, farkında oldukça raks eden, şarap içen ve ten yolculuğunu etinden, kemiğinden eksik etmeyen insanın haritası? Çizilmişse de bu denli yürekli, açık ve anlaşılır olmadığı kesin.

"Zorba" ile insan karakterinin ve sığasının zirvesini yeryüzü kültürüne oyarken tek bir kürek ya da delici kullanmadı Nikos Kazancakis. 

Marksizm, Hıristiyanlık, Budizm, Felsefe, Şiir, Yolculuk... Zorba'yı oluşturan çekiç, kalem ve şarap lekesi darbelerinin arkasında "insanlı tarihin" bu farklı elementleri de vardı. Afyon tiryakisi gibi kağıt ve kalemle yaşayan bir şair ve filozofun karşısına paralı asker, madenci, vatansever, çapkın ve ölümlü Aleksi Zorba'yı çıkartan Kazancakis, bu karşılaşmanın ortaya koyduğu şiddetin sonuçlarını şöyle açıklıyordu:

"İnsana hayatı sanat yaptıran o acıklı üstünlük,birçok et yiyen canlılarda yıkıntıya neden olur."

Kazancakis'in "Zorba" romanı boyunca asıl yıkılan; komitacı ve bir yaşama ustası olan Aleksi Zorba'nın yüreği, açık zihni, cesareti ve ölümle korkusuz mücadelesi karşısındaki "kağıtfaresi"dir. Zorba, bu fareye, yani yazara şöyle demektedir:

"Kusura bakma ama patron sen bir kağıt faresisin. Şu zavallı sen de hayatında bir kez olsun güzel bir yeşil taş görebilirdin.Vallahi işsizken bir yerde oturuyor ve kendi kendime düşünüyordum: "Cehennem var mı yok mu?" diye. Fakat dün mektubunu alınca şöyle dedim: 'Bazı kağıt fareleri için bir cehennem vardır.'"

Önsözünde açıkça "Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur," diyen bir yazardır bu. Kırılgan, küskün, yaratıcı oluşunun nezaketi altında bile ezilen, ama yine de Aleksi Zorba'nın karşısında "korkmamayı, yaşamı sevmeyi ve ayakta durabilmeyi" öğrenebileceğini hisseden bir yazar... Hatta bizzat Nikos Kazancakis'in kendisi! Şu cümleler, Zorba karşısındaki yazarın durumunu anlatmayı daha iyi başarıyor:

"Ama yüreklilik gösteremiyordum. Zorba gece yarısı raks ediyor ve benim de, usluluk ve alışkanlığın düzenli kabuğundan silkinip kurtulmamı, kendisiyle birlikte büyük yolculuklara çıkmamı haykırıyor, ben ise yerimden kımıldamayıp, titriyordum."

Yazar, "Zorba" boyunca kendisiyle giriştiği hesaplaşmadan -bir anlamda Kazancakis'in gizliden gizliye başlattığı yazar-halktan biri düellosu- okuru ve insanı bir yaşam kılavuzuna götürecek ani bir uyanışla çıkabiliyor ve şöyle diyor: "'Ruhum,' diyordum, 'şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun; şimdi seni tene götürüyorum.'"

Aleksi Zorba, yazarla yaptığı yolculuklarda, giriştiği maceralarda sürekli olarak onunla didişir, durur. Küçük hikayeler, meseller,anekdotlar ve Zorba'ca nükteler bu yolculuk boyunca peşlerini bırakmaz. Yazar hep bocalamaktadır: Yaşam, kadınlar, ölüm korkusu, düşünce; yakasını bırakmayan bu kelimeler karşısında Aleksi Zorba'nın iç rahatlatıcı, serinletici ve sağlam görüşleri, görüşten de öte tespitleri ve deneyimleri vardır. Yani Zorba "gerçek bir hayat kullanma kılavuzu"dur.

"Hey bee!" diye haykırır Zorba. "İnsanlar ne hale girdi... Tuuh kahrolasıcalar! Vücutlarını bırakıp körlettiler ve yalnızca ağızlarıyla konuşuyorlar. Ama ne söylesin ağız? Ağız ne söyleyebilir?"

Bir yolculuk sırasında Zorba, bir Rus kadınına raksederek yolculuklarını, çektiklerini, kaç kez evlendiğini, kaç sanata girdiğini anlatır: Taşçı, madenci; seyyar satıcı, çömlekçi, komitacı, santurcu, leblebiyi, çingene, kaçakçı...

Kadın ve aile konularında da yazar için iç rahatlatıcı olmaktan uzaktır Aleksi Zorba. Onun kaçarak içinden çıkmaya çalıştığı bu çetrefil konular Zorba'da kesin, hoyrat ve eril karşılıklarla yerini bulmaktadır:

"Kadın anlaşılmaz bir şeydir patron. Neden,diyeceksin. Hatırlamıyor da ondan işte..."

"Yalnızca çalınmış etin tadı vardır. İnsanın kendi karısı, çalınmış et değildir."

Günümüzde "yaşasaydı", Aleksi Zorba yine insanlığın, tüm yazarların ve korkakların yanında olurdu, ama eğer saflığıyla durumu kurtarır görünse de kadınlarla ilgili peşin cahilliklerine bir kadının acı şekilde son vermesini beklemez, bunu Yazar'dan ona öğretmesini mutlaka isterdi.

Yoksa çok ama çok Zorda kalırdı Zorba.

11 Temmuz 2019 Perşembe

12 Eylül'de Aslında Neler Oldu?


Ve bir sabah uyanamadım

12 Eylül'ü o gün olmaktan çıkarmanız için ona 40 kere adını söylemenize bile gerek yok. 12 Eylül 1980'de ve sonrasında olanlar, o güne kadar olanları eğer 11 Eylül olarak adlandıracak olursak, ortaya şöyle bir denklemin çıkmasını sağladı:

11 Eylül + X = 12 Eylül.

Yaralarınızdan ve süren acılarınız üzerinden tarihe bakarsanız eğer (X), şimdiki zaman bile geçmez. Tarihe bakmadan tarihi konuşmak da o yara ve acıların sesinden başka bir şey olmaz.

Ya biz ne yapmak istiyoruz? Devam etmek mi yoksa kazdığımız çukuru isimsiz ıssız bir mezar yapmak için oraya devrilmek mi?

Ölümümüzden kazma ve küreği suçlayamayız. Ama 11 Eylül de kazma ve kürek değildir. Mezarcıyı 30 sene sonra müebbet hapse mahkum etmek ve hapse atmakla cinayetin suçlusunu yargılamış olmayız. Mezarcılar mezarlıktaki ölülerden sorumludur, onların başına gelen ölümlerden değil.

Bu bir faili meçhul faizi meşru bir darbedir

Müntehirin katili kimdir? İntihar eden kişinin ölümünün sorumlusunu tayin edebilir miyiz?

İntiharın sebeplerini araştırmak, onları saymak dökmek ve kişisel ölümü tamamen dışlamak, o dramı kullanmaktan öte bir şey değildir.

12 Eylül'de bütün Türkiye intiharın eşiğindeydi. Kurumlar toplumlar toplu olarak intihar etmek yerine iflas ederler, yani işlev bozukluklarının gereği olarak artık çalışmazlar, işlemeyi bırakırlar.

Kazayı, doğal felaketi yargılamak hiç ortada yokken o kaza ve felaketlerin gizli faili ve iştirakçisi konumuna sokar. Bir suçu işleyenle, olmayan bir suçu yargılayan arasındaki fark adaletin hangi karanlık yöresine götürür ki bizi?

12 Eylül'ü benzerlerinden ayıran tek şey travma yerine hastalığa dönüşmesiydi, içimizdeki durdurma eyleminin. Olacakları önceden göremezsiniz, olacaklara yenilirsiniz. Ve olacak olan, sizin kaderiniz olur. Tek sorun doğru yapmak değil doğru görmektir. Eylem ile bakış birbirini tamamlar, birbirinin yerine geçmez.

11 Eylül'de hepimiz neredeydik?

Şimdi neredeysek oradaydık. İçimizdeki bu durdurma hastalığı korkularımızla yüzleşemedi bir türlü.

Tarih devamlı olarak sorguluyor bizi. Dersten çok dershaneyi andıran tarih baba, müfredat yerine vicdanımızı, olayların akışı yerine tercihlerimizi kullanıyor.
11 Eylül'de hepimiz 12 Eylül'e bakarken bir şey yaptığımızı ya da yapmadığımızı sandık. Oysa ortada eylem falan yoktu. Eylemsizliğin devrimi başımızı döndürmüştü. Bu başdönmesine karşı  koyanlar da aynı dönme dolaptaydı, atlı karıncadaydı. Lunapark görevlileri, başka bir parka gitmişlerdi ve alabildiğince başıboştuk.

Görevliler gittikleri yerden dönmediler ve tarihimizde ilk kez yalnız bırakıldık. Kurucu atalarımızın hayaletleri de dönmediler gittikleri yerden. Tarihin hızına ve başdönmelerimize yenilmişlerdi belki ya da son treni kaçırmışlardı. Ne var ki uzaktan uzağa gülümseyerek, tek başımıza kalışımızın büyümemize delalet ettiğinin farkında, el sallıyorlardı.

X

Yolcu yolunda gerek.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Papirüsten Parşömene Kâğıdın Tarihi



Kâğıdın Tarihi

PAPYROS, PAPIER, PAPER

İnsanın bir milyon yıldır şimdiki haliyle dünya gezegeninde varolduğunu, ama altı bin yıldır yazı yazdığını biliyoruz. Bugünkü şekliyle tanıdığımız kâğıdın bulunmadığı, henüz keşfedilmediği Eskiçağ’da çok sayıda farklı yazı malzemeleri kullanılıyordu.

Günümüze kadar kalabilen anıt ve yazıtları kâğıt öncesi yazı malzemelerinin dışında bırakırsak bu malzemeler anorganik (çanak, çömlek, bakır, kalay parçaları) ve organik (ahşap, keten, ağaç kabuğu, fildişi) malzemeler olarak ikiye ayrılıyordu.

Ne var ki bu malzemelerin hiçbiri papirüs kadar önemli ve etkili olamamıştır kâğıdın tarihinde. Yunanca papyros sözcüğü haklı olarak bugün Batı dillerinde yaşamaya devam etse de (paper, papier) Yunanlılar bitkiden elde edilen yazı malzemesine, yani papirüsa khartes derlerdi. Latince’de chartes olarak adlandırılıyordu bu malzeme. Almanların karte, Fransızların carte dedikleri “harita” sözcüğü de buradan gelmektedir.

Zaman içinde kitap anlamına kavuşan Yunanca byblos sözcüğünün ise ilk anlamı papirüs rulosuydu. Bu sözcük bugün hâlâ kullandığımız “kütüphane (bibliotek), kitapsever (bibliofil), kaynakça (bibliyografi)” sözcüklere kaynaklık etmiştir. Hatta İncil anlamına gelen Bible sözcüğü de buradan gelmektedir.

Papirüs bitkisi (cyperus papyrus) rutubetli ve sıcak ortamları seven otsu bir bitkidir. Eskiçağda en çok Nil deltasında yetiştiği için papirüsü ilk kullananlar Mısırlılar olmuştur. Günümüzde Aşağı Mısır’da, özellikle de Nil deltasında ve bir zamanlar başlıca papirüs üretim merkezlerinin gelişip serpildiği Arsinoitis’te artık soyu tükenmiştir.

Papirüs bitkisinin ilk detaylı tarifini yapan Aristoteles’in öğrencisi Theophrastos papirüsün Suriye’de de yetiştiğini yazmaktadır. Theophrastos bu tarifinde papirüsün kullanım alanları konusunda başka kaynaklara kadar uzanan bir liste vermektedir.

Papirüs nişasta içeren saplarıyla ucuz ama lezzetli bir besin maddesidir. Liflerinden sepet, halat, lamba fitili, sandalet, giysi hatta kayık yapılıyordu. Kökleri ise alet yapımında ve yakacak malzemesi olarak kullanılıyordu. Çiçeklerinden çelenk, küllerinden ise ilaç yapılıyordu.

Bizi ilgilendiren yazı malzemesi papirüs, papirüs sapının alt kısmındaki özden elde ediliyordu. Saplar henüz tazeyken parçalara bölünüyor ve enli parçalar halinde kesiliyor, suyla ıslatılmış bir tahtanın üzerine yan yana diziliyordu. Çeşitli işlemler sonrasında elde edilen papirüs rulolar halinde piyasaya sürülüyordu.

Papirüs Eskiçağ’da en çok Nil deltasında yetişiyordu. Antik dünyada idari kurumların bulunduğu büyük şehirlerde hayli fazlaydı ve papirüs ticareti de bu nedenle çok gelişmişti. MÖ 5. yüzyılda Atina’daki idare papirüs kullanıyordu. Belge suretleri çıkarmak için papirüs satın alındığına dair gider faturalarında bu görülmektedir.

Papirüs buluntularının çoğu bugün Mısır’da ortaya çıkarılmıştır ve çıkarılmaya devam etmektedir. Ne var ki papirüslerin bulundukları yerler kuru çöl bölgeleridir. En önemli buluntu yerleri bugün artık kumlar altında kalmış olan vaha yerleşimleri, özellikle de Fayyum bölgesindeki şehirlerdir.
Mısır dışında en çok papirüs bulunan yerler ise Fırat nehrinin orta batısındaki Dura-Europos’tur.  Daha sonra Roma’nın garnizonu olan bu şehirdeki Mısır’dakine benzer kuru iklim sayesinde, parşömen ve Yunan papirüsleri dışında Roma askeri idaresinin Latince papirüsleri de korunabilmiştir.
Filistin’de bulunan en tanınmış papirüs örnekleri Ölü Deniz’deki mağaralarda bulunan ve papirüs rulolarıdır.

Roma egemenliği altındaki Mısır’da papirüs üretimi önce krallığın daha sonra da imparatorluğun mülküydü ve özel kişilere kiraya veriliyordu. Bitkilerin yetiştirilmesinden satışına kadar bütün safhalar özel sektörün elindeydi. MÖ 2. yüzyıldan sonra papirüs üretimi doruk noktasına erişti.Roma imparatorluğu döneminde kalitesini korudu. Fakat 3. yüzyıldan sonra bu kalite kaybolmaya başladı. Mısır’da papirüs üretimine 10 ya da 11. yüzyılın sonunda son verildiği tahmin ediliyor.


Kâğıt ve Kıskançlık

Bazı keşifler yokluktan, kıskançlıktan ya da rekabetten doğar. Tanrı’nın keşfi ve teoloji dünyasının icadı da belki bu durumun ilk örneklerindendir. Bu keşfin meyvelerini yine kâğıdın arşivci ve bellekçi kucağında vermesi bir tesadüften öte kâğıt medeniyetlerinin insanlığı gizliden gizleye yönetmesinden ve saklamasından başka bir şey olamaz.
Ne yaparsak yapalım “araç”ların amaçlarımızı ve ruhlarımızı yönlendirmesini önleyemeyiz. İnsanın ruhunu kurtarmak için maddeyi kullanması ve onda “kalması” gerekir.

Kâğıdın tarihinde papirüsten sonra gelen ve az önceki örneği doğrulayan parşömenin efsanevi nitelik taşıyan keşfi Küçük Asya’da, Mısır’ın papirüs tekelinden kurtulmak isteyen Bergama kralı II. Eumenes’e mal edilmektedir. Zaman geçmekte ve en az dünya tarihi kadar birçok insanlık konusu yazılmayı ve kaydedilmeyi beklemektedir.

Plinius’un Romalı bilge Varro’dan aktardığına göre İÖ 2. yüzyılda Mısır kralı Ptolemaios VI. Philometor (İÖ 180-145) ve Bergama kralı Eumenes (İÖ 197-159) birbirlerinin kütüphanelerini kıskanmaktadırlar. Bu nedenle Ptolemaios papirüs ihracatını yasaklar ve İskenderiye-Bergama arasındaki papirüs yolculuğu sona erer. Bunun üzerine Bergama’da (Pergamon) parşömen mecburiyet üzerine keşfedilir ya da icat edilir. Bu bilgilere göre parşömenin Pergamon’da icat edildiği biliniyor olsa da daha eski dönemlerde parşömenin bilindiğine dair bulgular bizi şu açıklama götürüyor muhtemelen:

İÖ 1790-168 yıllarında Suriye kralı Antiokhos Epiphanes Mısır’a saldırdığında ve İskenderiye istila edildiğinde papirüs ihracatı kesintiye uğradı. Bunun üzerine kütüphaneyi genişletmeyi sürdürebilmek için eskiden beri bilinen parşömenden yararlanılmaya başlandı. Ancak daha sonra yeni kitap biçimi olan kodeks bulunduğunda ise parşömen yavaş yavaş papirüsün yerini aldı.

Rivayetler ve belgeler arasındaki bu çelişkili durumu daha da ortaya çıkarmak için tarihin ozanı Herodotos’a kulak verelim şimdi. Herodotos’a göre eski dönemlerde yaşayan İyonyalı Yunanlılar papirüs kullanmaya başlamadan önce keçi ve koyun derilerine yazı yazıyorlardı. Bu noktada birbirlerine benziyor olsalar da deri ve parşömeni karıştırmamak gerekir. Deri, hayvan pöstekisinin tabaklanmasıyla elde edilirken parşömen üretiminde deri tabaklanmaz, kireç işleminden geçirildikten sonra kurutulur ve daha sonra ince şekilde kazınarak düzleştirilir.

Yunan dilinde “Bergama derisi” anlamına gelen “pergamane” yani parşömen, genellikle koyun, dana ya da keçi derisinden elde edilirdi. Buzağıdan elde edilense en değerlisiydi.

Parşömenin bulunuşuyla birlikte iki önemli gelişme daha kaydedilmiştir. Bu yazı malzemesi öncelikle kaba kamış fırçasından daha geniş olanaklar sunan kaz tüyünün kullanılmasını sağlamıştır; son olarak da parşömen, kitabın doğuşuna neden olmuştur. Kullanımı zor olan papirüsün yerini alan parşömen birbirine bağlanınca Roma kodeksi oluşur: Yani artık bugün anladığımız anlamıyla kitap doğmuştur.

Kullanımı çok ağır yaygınlaşan parşömen kitap yapımında papirüsün yerini ancak İS 4. yüzyılda alabildi. Hammaddesinin papirüse oranla daha az bulunması ve aynı zamanda hazırlanışının gerektirdiği el emeği sonucu maliyetinin yüksek olması, fiyatının da yüksek kalmasını gerektiriyordu.
Kâğıdın Ege ve Akdeniz’deki yolculuklarından, serüvenlerinden bahsettik şimdiye kadar. Buna karşın kâğıt elbette Doğu’da da vardı. Güneş gibi oradan doğmamış olmasına karşın kâğıdın Çin’de İS 105 yılında hükümdarın muhafız alayına mensup bir sanatkâr tarafından bitki kabuklarının kullanılarak elde edilen kâğıt hamurundan yapıldığını biliyoruz.

Asya’da 2 ve 3. yüzyıllardan sonra Hintçe başta olmak üzere birçok dilde yazılmış kâğıtlar bulunmaktadır. Uygurlar da Mani dinini kabul ettikten sonra yazı yazmaya ve kâğıt kullanmaya başlamışlardır.

İslam dünyasında bilinen en eski tarihli kâğıt 879 yılına ait, üstünde Binbir Gece Masalları’ndan birkaç satır Arapça metin bulunan parça ile 1080 yılına ait Uygur harfleri, Karahanlı Türkçesiyle yazılmış alım-satım senedidir.

Kâğıt yapma sanatının meslek ve ticaret olarak Çin’den Semerkant ve Kahire yoluyla Avrupa’ya ulaşması bin yılı almıştır.

26 Eylül 2018 Çarşamba

B.A.A.B.Y.D (Bitişikleri Ayrı Ayrıları Bitişik Yazma Derneği)



Siz bu satırları okurken dünyada bir günde atılan 30 milyar kısa cep telefonu mesajında kaç de, kaç mi, mu, musun, misin bitişik ve kaç de, şey, bilir ayrı yazıldı biliyormusunuz?

Nerden bileceksiniz? Ne malum bunları sizinde yapmadığınız?

"Bitişikleri Ayrı Ayrıları Bitişik Yazma" olgusu tıpkı sakarlığa, yön duygusu eksikliğine benzer. Buna ya yeteneklisinizdir yada değilsinizdir. İmla olgusu içinde durum hemen hemen aynı gibidir. O daha büyük bir cesaret ister.

Çevrenizde, sanki hayat neredeyse imladan, ayrılık ve bitişiklik kurallarından oluşuyormuş, başkada birşey yokmuş, hatta H2O gibi formüllüymüşcesine yaşayanlar, bu yaşadıklarını dayatanlar mutlaka vardır. Yalanmı söylüyorlar? Hayır. Bitişikler bitişik, ayrılar ayrı yazılır. Doğru. Peki bu kadar beceriksizi, yeteneksizi ne yapacağız? Hem kural esnetme yok hemde bunun bir okulu  yok. Dedik ya bu sakarlık, yönsüzlük gibi bir nevi hastalık. Hastalıklara karşı hasta olunmaz kuralı varmı peki?
Hayır.

Tamam o halde sondan bir önceki noktayı koyuyoruz. Dil ve yazım kuralları kimsenin tekelinde olmasada gençlik güzellik gibi dünden bugüne gelip geçen şeyler olmadığından; öğrenmesi, bilinmesi ve sorgulanması bedava. Çiçekleri ezen, yere tükürenden farkı varmı ayrı-bitişik katillerinin? Çevreye zarar vermiyorlarmı? Dil eğer sosyal bir kurallar dizisiyse, evet. Onlar çevremizi katlediyorlar. Grip olanın virüsünü yayması gibi zarar veriyorlar sosyogörsel hijyene.

Çare?

Kılavuzlar, rehberler, kitapçıklar, sözlükler. Belkide. Ama başvurudan önce bilinçvuru yani işi bilinçte bitirme gerekir. Yönsüz olana harita, sakara çay saati... Uğraşmak gerek.


21 Nisan 2018 Cumartesi

Siyaset: İçimizdeki İhanet

Kimse siyasetin kendisine bulaşmasını "sözde" istemiyor: Yargı, futbol, din, devlet, milli eğitim... Bunlar, az önce söz ettiğimiz tüm tedirgin karakterlerin en çok bilinenleri. Bu istek, cumhuriyet rejimleri öncesi sömürgeci ve imparatorluklar dünyasında da böyle miydi acaba? Sömürgeciler, krallar ve imparatorların günümüzdeki seçilmiş ve atanmış uzantıları, bizzat kendi ağızlarından çıkan her şeyin siyaset olduğunu bile bile neden siyasetten uzak durmak istiyor olabilirler?

Öte yandan bu saydığımız kurum ve alanlar, aynı zamanda siyaseti hem içte hem de dışta en çok kullanan, ama siyasetten hiç de dem vurmayan güç ve kurumlar. Siyasetin, Truva Atı'ndan Suriye Savaşı'na kadar uzanan bu çokyarayışlılığı ve kullanılışlılıkları tarihsel açından çoktan tüm hadlerini aştı ve miyadını doldurdu. Siyaset adeta ihanet haline geldi.

Güç, iktidar ve onların paylaşımının tarihsel olarak başına gidecek olursak iki tür atıf görebiliriz: Yer ve gök güçleri. At, silah ve savaş arabalarının etkisiyle fethedilen dünyanın ötesine geçmek isteyen ve gücünü kalıcı kılmak isteyen yer monarklarının daha çok güç talebine ilk cevap gökten geldi: Dinler. Dinler, dönemlerinin ekonomik hayatını yönetme karşılığında siyasi olarak hükümdarların gücüne güç kattı. Ne var ki kurulan ve dağılan devletlerin birbirlerinin her türlü inanç obje ve mekânlarını talan ve yok etmesiyle birlikte en azından mabedlerin devamlılığında son noktayı koyan semavi dinler, iktidarların bu arayışlarına son verdi. İslam coğrafyası en azından Roma iktidarının coğrafi geri çekilmesinden daha çok bölgesel iç buhranları tercih ettiğinden Hıristiyanlık kadar çok mabed talanı yaşamadı. Bütün Ortadoğu olmasa da Kudüs şehrinin bugünkü triptik mimarisi bunun ayakta kalan en iyi örneği.

Savaş'tan Barış'a hemen uzanıveren bir anlam geçişi olduğunu düşünen tüm diplomasilerin ve ideolojilerin yanıldıkları ortak noktadır bu algı hatası. Hatayı bir prizma olarak ele alıp tarih ve geleceğin renklerinde ona baktığımızda gördüğümüz hiç de basit bir anlam ya da içerik geçişi değildir; kaldı ki savaş ile barış arasında en basit ifadeyle bir neden-sonuç ilişkisinin kapalı kapısını bulabiliyoruz, yani anahtarı kayıptır bu girişin.

Peki insan bu Sisifos mitini neden siyaset adıyla sürekli olarak tekrarlıyor? Kendi yaşamını ve geleceğini, tarihteki varlığını, zamandaki varoluşunu toplumsallık yoluyla değerli bir anlam katarak yüceltebileceği yerde neden demokrasinin tüm imkanlarını en düşük ve en az insanlık onuruna razı olduğu bir siyasete mahkum bırakıyor kendini? Üzülerek son yıllarda gözlemlediğim bu manzarada, zenginlerden dinsel kurumlara, başkanlardan partilere, medyalardan teknoloji egemenlerine kadar her türlü kötü görünüm var.

İnsanın ruhuna hiç de yakışmayan ihanet, yani başkaları hakkında eylemli olarak kötü düşünme hali, giderek siyasetin ta kendisi olmadı mı?

26 Mart 2014 Çarşamba

Bir kez ağlasak belki geçer her şey


Uzun zamandır denize bakmışlığımız yok mu ne... Gözlerimiz yerde. Toprak böyle zamanlarda ateşten bir katman olur ve ayıplar adamı.
Bir kez ağlasak belki geçecek her şey.
Geçecek ne vardı ki, diyorsun biliyorum. Her şey battı. Çöktü. Kaybolduk.
Çanlar bile susuyor, tarih durdu, saatler bozuk hatta... Dönüş yolunu kaybettiğimiz yerde yoldan da çıktık.
Umut sadece bir edebiyat dersi.
Parmağını kaldırıyorsun. Bulutlara değiyor tırnak ucun... Yağmur yok. Sen yağıyorsun göğe. Göz pınarlarının çölünde kavurucu rüzgar, senin yerine konuşuyor hüküm veriyor, asıp kesiyor.
Bir daha dönüş yok ana kucağına baba evine. Şehirlerde asıldı kaldı zamanların. Sadece ölüleri değil dirileri de uzun binalara gömüyorlar. Toprak yetmiyor hepimizin arzularını hırslarını gömmeye.
Üzerimize atacak yorgan yok, toprak da ipotekli; hava hacizli havagazı bin para... Işığı yakınca musluklardan karanlık akıyor.
Dur diyen yok.
Neden olsun ki?
İyiliğin adını her andığında gelip bulmuyor mu kulaklarını o çağıran ses:
- Dünya ne zaman bugünden daha iyi oldu ki?
- Hiç iyi olduk mu?
Kandırıyorsun kendini. Bu edebiyat dersi asla bitmiyor. Belki umut alınıp satılıyor.
Ölüp gideceksin, ama yaşıyorum diye kekeliyorsun. Sözlerini şurda burda unutuyorsun... Ne anlamı var.
Su, su, su... Biraz da tuz...

Bir kez ağlasan belki geçecek her şey.

14 Haziran 2013 Cuma

Sosyal Hayatta Kalma Kılavuzu


Soyutun somut oyunu

Tarih sınıfta kaldı; doğrusu ne zaman geçmişti ki...
Geçmiş ile gelecek arasında bu denli kafamızı bulandıran ve soyutken bu denli somut rolüne bizi alıştıran tarihin bu kez sanallıkla başı dertte ama.
Her zamanki gibi bu yeni belayla uğraşacağı yerde tarih; anıyı hakikat, sanıyı analiz olarak sattığı görkemli son birkaç yüzyılını sanallığın belleksizliği içinde "kaybedecekken" son anda belki birkaçımızın tarifinde karar kıldığı ama hepimizin onayladığı "sosyal medya"ya tutundu.
Tarihin artık bellekle işi kalmadı. Müzeleri kurdu, modernizmi vurdu; gelenek ve tutuculuğu ayakta tuttu; tarihçiler diye dersliği olmayan bir sınıf ve insansız topum yaratmaya çalıştı... Sanallık teknolojisi hatırlamayı, bilmeyi ve indekslemeyi birkaç koda indirgeyince onun sofalarında ve arka odalarında hiçbir şey olmadığı sonunda ortaya çıktı.

Kakafonik av korkusu

Avı tarıma, mağarayı mabede dönüştürdükten sonra, aslında bir avken bizi avcı yapan öldürme isteğimize ve büyük avcı gezegenimizin sürprizlerine karşı salgıladığımız büyük korkularımıza ne yaptık? Av ve mağaradan bu yana korku ile mabed kimi zaman yer değiştirdi, kiminde birbirlerinin yerine geçtiler ya da birleştiler zaman zaman, tek bir şey olarak göründüler bize. Bu ikisinin imkansız ve kakafonik söyleşisinden doğan tarih, bütün belge ve tanıklarıyla birlikte gelecekten harika bir av korkusu yarattı.
Şimdi gelecekten korkmaktan çok korkuyoruz. Orada bir yerlerde bilinmeyen bir ölüm tarihimiz de saklı ya hani, o yüzden gelecekten nefret ediyor ve çok korkuyoruz.
Ekranların hormonlarımıza karışan buğusu yeni parfüm, reklamı yapılmıyor.

66

Steven Spielberg. 66. Cannes Film Festivali jüri başkanı. 66 yaşında... Dakikalar süren ayakta alkış...
Son yıllarda nadiren izlediğim Cannes festivali nedense bu sahneyle gözlerime doluverdi. Avrupa'da bir tür kota konulan ABD sinemasının gerçek süper kahramanı önünde hem de ayakta alkışlayanların çoğu da -kameralara göre- Amerikalı oyunculardı. Olsundu, Avrupa'da da bu süper kahramanı alkışlamak Yeni Dünya'yı yeniden yaratmaktı. Kişioğlu hiç ana ocağına döner de şımarmaz mı?
Spielberg, Amerikan Rüyası'nın en başarılı rüyalarından birisi gerçekten de. Okyanusu her geçişte tepetaklak olan gerçekliğin rüyası. Atlas Okyanusu -bence dünyanın en güzel isimlerinden birisini taşıyor- dibinde yeni dünyayı eskisine bağlayan dev kablolarının ne taşıdığını sanıyorsunuz: Yüzlerce milyon dünyalının rüyalarını, arzularını ve hayallerini.

Hayatta kalmanın 31513 yolu

Biz ne yapıyoruz, her gün intihar etmenin yanı sıra? Sanırım genel sorunumuz sorunları biriktirip bir anda söylemeye ve çözmeye çalışmak. Siyasetbiliminde sorunları toplu olarak halletmeye anarşi deniyor. Eminim bir gün dünyada herkes anarşist olacak, uzaylıların istilasından sonra, o zaman da anarşistlere kozmo-anarşist diyeceğiz. En büyük sorunumuz da sağırlar ve körler olarak ikiye ayrıldığımız ülkemizde sağırların körlerle diyalog kurmaya çalışması. Sona kalmış çözüm arayışları için hiçbir diyalog yeterli olamaz. Diyalogda geçerli olan tartışma sürecinin hangi noktasında sorunların konuşulmaya başlandığıdır. Sorun çözümünde paket önerileri işin savsaklanmasından başka bir şey değildir. Otoritelerin en gözde çözüm yöntemi olan paket önerisi, herhangi bir aciliyetin ötesinde bir tuzağı daha çok andırmaktadır. Konuşamıyoruz, anlaşamıyoruz... en büyük sorun bu değil mi? Bunu çözmeden nesnel ya da öznel hangi sorunun üstesinden gelebiliriz ki?





2 Şubat 2013 Cumartesi

İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu


Yeni buzul çağı ekranlardan mı gelecek?

Aynaya bakarken bazen ağlamak istiyorum. Bir kuşağın insanı  bu kadar da yalnız bırakılmaz ki, tarih ve felsefe tarafından. Yaşıtların dışında, ebeveyn ve yetişkin kuşakların tanık olmadığı olay ve olgularla yüklü bulunduğumuz bu muhteşem yalnız çağı ilk kez biz mi yaşıyoruz bu kadar yalnızcasına böyle?
Hepsi çok hızlı geçti. 1789. 1917. 1939. 1945. 1984. 1995. Ve 2009: Facebook yükseliş yılı. Daha geriye gittiğimizde sürekli medya araçlarının çağı ve insanları değiştirdiğini görüyoruz, gelgelelim 2009'dan bu yana bir program bu işi yapıyor tek başına, zira hala interneti hayatımızda koyacak yer bulamadık, belki de gereğinden fazla, fazladan fazla yayının içinde (online) olduğumuzdan bu böyle. Olguların değişimini haber vermeye bırakın onların değiştiklerini sonradan anlamaya yetecek kadar bile zamanımız yok.
O halde kendi zamanımızla ne yapıyoruz? Belki artık daha az açıklayarak, anlam arayarak, bulmaya çalışarak yaşıyoruz. Konvansiyonel araçlı dünyanın arama-bulma, öğrenme-anlama vs gibi ikili alışkanlıklarının yerini tekliler aldı. Sadece arıyoruz ve anlıyoruz. Arama ve öğrenme çabaları rafa kalktı. Sonrakiler kullansın diye mi tam emin değilim, ama bazen dünyanın olası kıyametlerine dayalı post-apokaliptik filmler, diziler izleyince gelecek tasarımımızın hiç de "ilerici-gelişmeci" çizgide olmayacağına dair fikirler ön sıraları alıyor kafamda.
Yoksa yeni buz çağı gökten değil de ekranlardan mı gelecek?

İnternette nasıl hayatta kalınır?

Cevaplar kesinlikle tek başlarına aşağıdakiler değil, ama şurası kesin ki internetteki kara deliklerimiz, kümeslerimiz ve kimliklerimiz aşağıdakiler üzerinden dönüyor.

Sosyal Medya, Kişisel Web Sitesi, E-mail, Üyelik, Tarayıcılar, Programlar, Tasarım-Grafik, Alışveriş, E-Ticaret
İnternette hayatta kalmanın emin yollarından birisi kesinlikle çok korkmak. Karşımdaki sadece bir ekran demeyin, karşınızda şimdiye kadar hiçbir şey yoktu, bunu da düşünmek lazım. Üstelik şimdiye kadar asla yan yana gelmemiş ve bilhassa ayrı tutularak totalitarize edilmiş birçok kavram, kural, istek ve eğilim aynı ekranda. Üzerinde binlerce düğmesi bulunan  büyük bir düğmeye bakıyorsunuz şu an.

Düğmelere aynı anda basabilir misin?


Sosyal Medya: Daha medyaları anlamadan kendinizi sosyal medya sorumluluklarının içinde bulmuş olabilirsiniz. Bu durumda yapacağınız tek şey ekran önünde ciddiye almayı ciddiye almamak. Ciddiyet bir sınırdır. O sınıra kadar ironi, vesvese ve şüphe yok, karar vardır, ama kararlar seçenek değil, uygulama seçenekleri çokluğunda dağılırlar.

Kişisel Web Sitesi: Çoğumuza göre artık hayatımızda yer yok. Bence en azından internette ve hayatta doğru bilgilerle kalmak için en uygun referans kaynağı. Yıllık yenilemesi 5 Dolar'dan başlasa da. Doğru adam olmak için o kadar masraflara yol açıp okullar okuduk veya kendi yollarımızı dokuduk, doğru kalmak için de az çaba lütfen...

E-mail: İlk icatlardan da olsa resmiyetten yavaşlık arayışına kadar bir şapka gibi insan iletişim bedeninin temel ihtiyacı. İmza koymaya her zaman ihtiyaç var, imzanızın size nasıl yarayacağını söyleyenlere kulak tıkamak kaydıyla...

Üyelik: Üye olduktan sonra başınıza gelenlerden anlayabilirsiniz ancak üyeliğin ne olduğunu... Ayrıca istatistiklere göre 3 ya da 4 üyelikten sonraki üyelik bilgilerinizi mutlaka kaydetmeniz gerekir, unutma tehlikesi var.

Tarayıcılar: Kaçımız hayalet, fake, nick ve çakma profillerdeyiz öyle değil mi? Artık ahlaki bile sayılmıyor, bütün paralel kimlikler eğlence sektörüne dahil edildi... O bakımdan en az 3 tarayıcı program (Google Chrome, Mozilla Firefox, Internet Explorer vs) kullanmak Sanal-lah'ın emri...

Programlar: Yenisi daha kurulmadan benzeri ya da üstünü çıkıyor. Ne istediğini bilen kişiler arama motorlarına kesinlikle isteklerini açıkça yazabilmeliler ve forumlar en büyük kurtarıcı hangi programa ihtiyacınız olduğu konusunda.

Tasarım-Grafik: İşlevcilerle boyutçuların bir türlü yenişemediği bir alandır tasarım. İnternet tasarım size benzer. Ne istersiniz o vardır. İstemekten değil aramamaktan korkun...

Alışveriş: Birşeyler aldığınızı düşünürsünüz. Malların ihtiyaçlardan az olduğu dönemlerde ihtiyaçlarımızı, eksiklerimizi iyi bilirdik. Şimdi sayısı artan mallar ihtiyaçları belirliyor. Kasa yanı, yani son dakika mağaza satışlarını yüzde % 8-10 olduğunuzu biliyor musunuz? Süpermarketler gibi internette alşverişe de zihnen tok girmenizde her zaman fayda var yoksa at eyerinden posta uçağı sırığına kadar (PO2) her şeyi alabildiğinizi aldıktan sonra fark edebilirsiniz.

E-Ticaret: Elektronik ticaret a-ticareti yani analog ticareti ne zaman geçecek -perakende için konuşuyoruz sadece- bilemeyiz. Bizce geçemeze benziyor, dünyanın ayın etrafında dönmeye başlaması ve ayın karanlık yüzünün yüzümüz olması gibi bir şey bu, ama olursa dediğimiz sonuçlarla olur zaten. İnternette kullanılan en iyi deyiş "internette birşeyler satmak" olduğuna göre niyeti bozuk bu adamların, aman dikkat diyerek İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu'na başlıyoruz.




2 Nisan 2012 Pazartesi

Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?





Rüyada Ayşe Arman görmek

Rüya tabirlerinin en iyi tarafı sembollerin kullanılmasıdır. Semboller, rüyaları sınıflandırırlar. En iyi tarafları da rüyalarda her şeyin iyiye yorulmasıdır. Gerçek hayat ve dünya zaten acımasız ve adaletsizdir. Bizler de kurtarıcılığı sembollere yükleyip her rüyadan bir kurtuluş umudu yaratırız. Anlayacağınız rüya tabirleri kitapları tam olarak "yardımcı" kitaplardır.
Gazetesinin rüyada ve rüya gören köşelerinin yazarı olan Ayşe Arman, bu rüyadan hiç uyanmayacağa benziyor. Hatta gazetesinde çok yakında uyanık düş gören kimse kalmayacak ve bunları görmezden gelen Ayşe Arman, hiçbir şey yokmuş gibi rüyalarına devam ediyor. Yakında bir hayaller alemine dönüşecek olan gazetesinin rüyası olarak sarı kaküllerini yüzüne döküp gene konuğundan rol çalan ve kendisini ön planda gösteren açılış resimlerini vermeye devam edecek.
Ayşe Arman'ın o gazeteden en son gidecek olması onu kendi rüyası içinde nasıl birisi yapar? Rüyasında Ayşe Arman'dan başka bir şey görmeyen Ayşe Arman, pek yakında gazetesini nasıl bir halde bulacak? Piyanonun torpilli pembe tuşu olan Ayşe Arman'ın karşı-notasına basılması için 20 senelik bir yayın yönetmeninin siyah tuşundan sonra bir beyaz aralığı verilmişti ve şimdi sıra bu pembe tuşa geldi.

Onun adından başka bir şey hatırlamamamız gerekiyor

Ayşe Arman sarı kakülleriyle çok yanlış yapıyor. Bu hatalı imaj çalışması ileride başına dertler açacak. O güneş gözlüklü ve tombul yanaklı fotografına kısılıp kalmıştı ilk yıllarda, sonra anoreksik bir yüzle, dikine, yüksek topukluları, mini etekleri ve çıkma dişleriyle halk arasında da endam etti. Ayşe Arman'ın TV'ye çıkmaktan kaçınması, birkaç kötü deneme dışında çok doğruydu, ama gelgelelim gazetesinde ona ayrılmış rüya köşelerini TV gibi kullanması son derece trajik bir yanılgı, bizden söylemesi.
Yirminci yılına muhakkak hızla yaklaşıyordur kendileri, ama yine de gazeteyi televizyonlaştırma çabaları tamamen boşa çıktı. Gazetesi amiraldi, ama neticede bir gemiydi ve bilirsiniz karaaşırı yerlerde telefonlar ve televizyonlar iyi çekmez.
Şu da var: İnterneti ve kitabı iyi kullanamadı Ayşe Arman. Sonradan bunlara çok hayıflanacaktır, eminiz. Hız sırasıyla işlemek kaydıyla bütün medyaları kullanabilirsiniz, sakınca yok; yeter ki yavaşla hızlıyı desteklemeye, hızlıyla yavaşı yarıştırmaya kalkmayın.
Ayşe Arman'ın adından başka bir şey geriye kalmayacak, öyle görünüyor ve bu durum "ee ne var başardı işte kadın, isim oldu marka oldu" diyenler açısından en az Ayşe Arman için olduğu kadar vahim. Müşterisi (ürün) ya da alıcısı (hizmet) olmayan bir çalışma (gazetecilik) ise sözkonusu olan, siz bunu gerçekten anlamamışsınız Ayşe Hanım.

Abyssus abyssum invoc

Son dersimiz olan Latince deyimlere gelmiş bulunuyoruz. Yukardaki ukala dümbeleği söz yumağı özetle şu anlama gelir: "Uçurum uçurumu çağırır." Veya hiç düşünmeden yorumlarsak felaket felaketi çağırır (doğurur). Sarı kaküllerden, gazeteyi televizyonlaştırmaya kadar Ayşe Arman'ın kendisi için hazırladığı kariyerde hızlıca tırmandığını çok iyi gözlemliyoruz.
Yazımızın başlığını tekrarlayalım şimdi: "Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?"
Şu ana kadar yazdıklarımızla artık bir bağ oluşmuştur sanıyorum. Başından beri veya değil, ama Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni olarak hazırlandı. Hiçbir kriz, yönetici, hükümet ve mesleki türbülanstan etkilenmemesini başka neye bağlayabiliriz?*
Ayşe Arman çizgisi -çizgi demek zorundayım zira ona eklenmiş bir takipçi henüz görünürde yok ya da o vagonsuz bir tren hala- abyssus'lardan yani felaketlerden ve uçurumlardan, ama sadece bu dramatik seviyelerin yüzeysel duruşlarından beslendi yıllarca. Ayşe Arman hayatı boyunca sadece haber değerleriyle söyleşti, gazetecilik şadırvanının etrafında dolandı durdu, bir türlü abdeste ve imana durmadı. Hiçbir mabede girmeden bir mabed tarif etti ve şu günlerde ona hazırlanan amiral tersanesinde -deniz de bitti gemiler de- birkaç metreküp su içinde, sanal gerçeklik oyuncaklarıyla bu mabedin ilk ve son mümini olarak mutlaklığını ilan edecek.
Çünkü gazetede ondan başkası kalmadı.


*Ertuğrul Özkök'ün gazete yönetimini bırakmasından sonra onun devam eden etkisini soğuracak yeni bir pasif yönetim işi devraldı ki yeni ve esas genel yayın yönetmenine görev sert bir geçişle değil, uygun bir ortamda sunulsun, diye düşünüyoruz.

26 Şubat 2012 Pazar

Adımı çağırmadan beni öldürebilir misin?



Anozmi ve sensonesia

Hayvanların neden "konuşmadıklarını", sözlü yazılı bir uygarlığa doğru koşmadıklarını soruyorum kendime.
Aynı şeyi bitkiler için de okyanuslar için de soruyorum.
İlerleme doğa için hiçbir şeydir. Orada evrim yerine çevrimler vardır. Dil ve iletişimse insanların doğa karşısında milyonlarca yıllık mücadeleden sonra saplanıp kaldıkları bir kaybeden kazanıyor oyunudur. İnsanoğlu bu oyunu farkında olmadan  başlattı ve daha sonra tuttuğunu, doğanın gerilediğini, ele geçtiğini görünce o noktada kendi acımasız, vahşi nesillerini devreye soktu ve kendini öldürmesi de bu noktadan sonra trajikleşti.
Bu tragedya tekerlekten yazıya geçişi -kimse bir geçişten söz etmiyor, ama iki nokta arasında bir neden transferi olduğu açık- ortaya attı ve insanın kendini (birbirini) öldürmesi kutsal kitap kahramanlarına kadar yasallaştı. Açlık için başka canlıları öldürmekten, ideal için kendi cinsini öldürmeye geçiş boyunca hayvanlara yaklaşan derecedeki duyularını da insan, bilerek kaybetti ve yerine teknolojiyi koydu.
Teknoloji açık bir duyu kaybıdır (sensonesia), yani mesafe, koku ve uzak işitme yerine aletlere başvuran insan, sonuç olarak duyularını kaybetmiştir ve hayvanlarla karşılaştırdığımızda aslında dünyada kör, sağır, burunsuz (anozmik) ve dilsiz olarak yaşamaktadır. Bunun karşılığında duygularını, aklını, sezgilerini ve hafızasını güçlendirmiştir. Tahmin, hesap, plan, karar ve sezileri soyut bir alanda varoldukları için bunların karşıtları da elbette mevcuttur.

Sonumuz nasıl gelecek?

Her şeyin açlıktan ideale geçişle bugünlere geldiğimizi söylemek istiyorum. Bu uzun girişin ilk amacı buydu. İkinci amaç ise idealin bizi getirdiği halden nasıl çıkacağımıza dair bir endişeden ibaret. Açlık ideal olursa amaç da endişe olabilir. Halen endişeler, insanı istenen noktaya getirmek ve orada bırakmak için bir yol olarak kullanılıyor. Benim kullanmak istediğim endişe türü ise başka sürü soylarını öldürerek hayatta kaldığımız çağlardan, hem bu eylemi bırakmadan hem de kendi sürümüzü de katlederek devam ettiğimiz yeni çağlarda açlıkla ideali bir türlü birleştiremediğimiz karede ortaya çıkıyor. Sonumuz gelecekse bu kareden itibaren gelmeye başlayabilir.
İdeali, açlık dışında öldürmek amaçlı kullandığımızda bunu toplu açlıklardan, daha doğrusu kabile, klan ve imparatorlukların devamı endişesiyle yaptığımızdan, yani savaşı icat ettiğimizden şüphe duyamayız. İdeal, ötekini öldürmek için uydurulmuş en iyi bahanedir. Bir kişi hemcinsini, ancak ondan farklı olduğu konusunda yalan söyleyerek ortadan kaldırabilir. Ve bunu da bu farklılığı, olası bir yargılama durumunda kendini savunabileceği iddiasıyla ileri sürer. İşte kendi sonumuz, bir gün aynı farklılığı karşı tarafın da ileri sürmesiyle gelecektir. O da kabileleşir, imparatorluk kurar ve bize saldırır. Bu sözleri söylediğimiz tarih, erken bir insanlık tarihi olmadığına göre sonumuz belki de çoktan gelmiştir.

Sonumuz geldi

Evet sonumuz geldi. Bir romanla: Bir Ermeni'yi Öldürmek. Bu yazının konusu o romandı. Romanın, kendisine geliş yoluna bıraktığı dolambaçlar, tuzak ve şüpheler yüzünden romana yeni gelebildik. Belki hala oralardayız. Bu satırların yazarı olarak ben eskiden  en çok sevdiğim şeyi, yani roman tahlilini yapmayı uzun aradan sonra yeniden denerken, bu kitaba yaklaşabildiğimi, içine girebileceğimi ve oradan okurlara bir şey söyleyebileceğimi sanmıyorum. Bunun nedeni ise duvarlarında hayvan resimleri bulunan Lascaux mağaralarından hala çıkamamış olmamız.
Yazarının adını vermiyorum. Zira çok az romanda olduğu gibi yazarı da kendi adını vermeden romanını tamamlamış. İkinci romanı olmasına rağmen başyapıtını erteleyip vicdanının romanını öne alarak yayınlayan bir yazar bu. Onunla hiç karşılaştığınızı, karşılaştığınız yazarlara benzediğini hiç düşünmüyorum. Okurlarının talep ettiği, arzuladığı yollardan gelmediği için onların istediği yöne de gidecek bir yazar gibi durmuyor. Her an patlamaya hazır, ama bundan vazgeçmeye de her an hazır görüntüsünün altında onu bir harita gibi saran tevazusuyla kırgın da birisi aslında. Evet, bence o kırıldığı için bu romanı yazdı ve yayınlamaya cesaret edebildi. Kırıldığıyla kalsaydı bu kitabı okuyamazdık.
Spoiler tehdidi yüzünden romanın konusu hakkında konuşmaya çekiniyorum. Bu son bölüme kadar bütün yazdıklarım, aslında bu romana dairdi. Bu romanın düşündürdüğü ve alan açtığı fikir egzersizlerinin altında yatan birkaç ansiklopedilik, üç-beş bin kitaplık tarih, felsefe ve bilim kitaplarının ipucu olarak Bir Ermeni'yi Öldürmek nasıl kendimizin katili olduğumuza dair bitmeyen bir soruşturma.


8 Ocak 2012 Pazar

Ölümlerini Olur Olmaz Beklediğim Bazı Önemli Kişiler






Ben

Herkes toplumca ayıp kabul edilecek bir cürüm listesinin başına kendini yazar, "bakın kendimi bile ayırmadım; kendimi sizin sevdiğiniz kadar sevmiyorum," demiş olmak için. Hem o liste hem de en başında yer almak tamamen kendimi ne kadar sevdiğimin ve ölümlerini beklediğim bazı kişilerden daha sonra öleceğimi sandığım içindir. Kimse kızmasın, gücenmesin kimse de sırasını bozmasın.

Toplu ulaşımlarda sürekli karşıma çıkan ve beni mi buldunuz laan dedirten gıcık, uyuz ve sinir tipler


Ne toplu ulaşım kullananların size alışkanlıkları, ne sizin bu alışkanların farkında olmanız ve hiçbir şeyi takmamanız, ne birtakım kompleks ve görgüsüzlüklerinizi hazır toplum bulduğunuz için kontrol edememeniz, ne kendinizi asla ve asla farkında olmamanız, ne kendi hayatınızda bu uyuz hareketlerinizle konforlu bir yaşam sürüp keyif çatmanız, herkesi sindirmeniz ve dokunulmaz olmanız... beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Nasılsa benden daha delir birisi çıkıp günün birinde bir yerde sizi...

"Her canlı bir gün ölümü tadacak" sözünü eden kişi

İster tanrı ol, ister peygamber ya da kitap... Sen bu işi anlamamışsın kardeşim. Sen allah bilir yemek yerken de sürekli olarak kenefi düşünüyorsundur. Bak kardeşim. Sakın kişisel alma. Senin gibilerden en az 3,5 milyar vardır bu dünyada. Az değilsiniz yani. Sizin gibileri nasıl anlarım biliyor musun? Sizin gibiler araba kullanırken gözleri devamlı olarak dikiz aynasındadır. Eski gazete okursunuz siz. Ve eski eşleriniz sizinle asla konuşmaz ama onları aklınızdan çıkaramazsınız. Çocuklarınız da sizinle görüşmek istemez, akrabalarınız ve kardeşleriniz de. Sizin gibilerden zaten ne beklenir? Seni sevmeyen kişilere söylediğin "beni sevme ama sen de gününü bir gün göreceksin" türündeki bu tuzak söz dünyanın kalan yarısını felç etmeye yeter. Ama sen böyle düşünüyorsun. Ve böbürleniyorsun. Dünyanın yarısı, Türkiye'nin % 50'si. Unutma ki bir şeyin yarısı çoğunluk değildir. Ve çöpler de birikmeden atılmaz. Bu da benden sana mezarlığa giriş yazısı olsun.

Pata Gonya

Şili ve Arjantin'in güneyinde yer alan ıssız ve çorak bölgede yaşayan km kare başına düşen 2 kişiden birisidir. Bu kişinin diğer isimsiz kişi üzerindeki, o dar 1 km karelik alanda yaptığı eziyet bu galakside bile görülmemiştir. Pata, Gonya ailesinin hayattaki son ferdidir. 95 yaşındadır ve müebbet hapsi de istenmektedir. Gençliğinde işlediği suçlar yüzünden çok alkış almıştır.


23 Kasım 2011 Çarşamba

Penelope mi Hürrem mi?


Penelope mi Hürrem mi?

HALİL GÖKHAN

Kırk yaşını az devirince bir erkek bu soruyu sormakla mükellef hisseder kendini. Bu yükümlülük neredeyse vatandaşlık görevlerinden sonra gelmektedir. Peki Penelope ile Hürrem arasında nasıl bir seçenek ilişkisi olabilir ki?
İlki mitolojik hayali bir kahraman, ikincisi hâlâ hayallerimizde yaşayan güçlü, kararlı kadın imajıdır…
Penelope güçlü ve sadık kadın.
Hürrem, güçlü ve hırslı bir kadın.
Ben şahsen kendi içinde Penelope’yi arayan kadına inanırdım bir zamanlar. Bu kadınlar dolayısıyla annelerimiz olurdu. Ve annelerimizi hiç de Hürrem gibi görmedik, görmezdik. Velhasıl Hürrem, günümüzdeki yansımalarıyla tek bir erkeğin etrafında toplanmış “çoklu” kadın durumunu da anlatıyor açıkçası. Ekonomik krizlerden cinsiyet durumlarına kadar birçok faktör erkeklerde bir iyilik piramidinin oluşmasına yol açıyor. Buna karşılık sosyal ve estetik açıdan hep gelişim içinde olan kadın ise giderek yalnızlaşıyor ve yalnız kadınlar çoğalıyor. Her iki cinsiyetin sayıları eşit gibi görünse de başarılı, çekici erkek ile güzel, bakımlı kadınlar arasındaki arz-talep dengesi piramidin tepesine doğru giderek nitelik ve sayıları azalan iyi erkekleri iyi kadınlar karşısında çok zor duruma düşürüyor. Gençliğinde kıt, sınırlı ve yok kelimeleriyle büyüyen bu erkekler kırklı yaşlarında artık deyim yerindeyse bir çağdaş haremin içinde kadınların aşırı ilgisine mazhar halde buldular kendilerini. Erkeğin başarılısına, güçlüsüne yöneldiği giderek kesinleşen kadınların durumu ise bu noktada trajikleşti. Çok kadın aynı erkek tipini ve hatta aynı adamı ister gibi oldu. Brad Pitt gibi ise her istediğini yapar’dan tutun Madem Brad Pitt değilsin otur oturduğun yerde, yerin burası cümlelerine kadar piramidin tepesini keskinleştiren bir monolog dünyası artık konuya hâkim.
Halihazırda harem kelimesi kadar bu istisnai durumu izah edebilen başka bir başarılı ifade ortaya geleceğe benzemiyor.
Dikkat ettiniz mi, sultanlar arasında neden sadece Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatı, dönemi TV’de izleyici rekorları kırarak büyük bir ilgi kaldı? Çünkü yabancı romanlara, operalara konu olan Hürrem’i sayesinde özel hayatına bu denli inebildiğimiz tek sultan Kanuni’nin kendisi. Diğerleri ise sönüklük yarışı içindeler. Hayatlarında sadece savaşlar, zaferler ve fetihler var. Sanıyorum ki kadınlar bu tek tabanca giden Kanuni dizisinde tarih ve ecdadın hikayelerinin peşinde değiller. Onlar bizzat doğada ve toplumda mutlak başarı içinde yüzen ideal güçlü erkeği yeniden keşfettiler ve piramidin tepesinde sivriliğe nende oldular bir kez daha. Artık kadınları başarılı erkeğin çevresindeki, hayatındaki potansiyel ve gerçek harem ilgilendirmiyor. Kadınlar şunun farkında: Ne yaparlarsa yapsınlar erkeklerin hayatında çoklu derecede kadınlar hep olacak. Ve artık önemli olan, o haremi adamın başına yıkacak ya da dünyayı haremin başına yıkacak Hürrem olmak. Haremin Hürrem’i olmak.
Bu yüzden Penelope imajı, yani kocasının savaştan dönmesini, bütün taht âşığı kral adaylarını bez dokuyarak oyalayan ve onu 20 sene bekleyen sadık, tek kadın tipi şimdilik beklemede. Talep göreceği günleri bekliyor.