sürrealizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sürrealizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2022 Pazartesi

Nadja: Kapı gibi çarpan kadın



Her şeye rağmen André Breton ve sürrealizm 'oriental' dünyamız içinde yabancı kalmayı sürdürüyor. Her şeye rağmen, diyorum, çünkü her ikisi için de son elli yıl içinde, Türk edebiyatının elit çevrelerince bir hayli giriş denemesi yapıldı ve modernizm çerçevesi içinde gayet başarılı sunuşlar gerçekleştirildi. Bu yabancılık, sürrealizmin yazınsal üretim biçimleri üzerinde sesli ve eylemli olarak düşünülmemesinden kaynaklanmıyor; aksine, sürrealizmin edebiyatta sadece 'genel kültür' düzeyinde algılanırken sanatta ise bir dünya görüşünü paylaşmanın çok uzağında 'formel' olarak yansıtılmasından ileri geliyor.

Breton'un 'Nadja'sının az önce adını andığımız sunuşlar içinde apayrı bir yeri var elbette. Bütün eleştirmenlerin aksine en çağdaş Fransız eleştirisi, 'Nadja'nın 'romandan başka her şey' olduğunda birleşiyor.

'Nadja'nın Türkçedeki macerası da Nadja'nın macerasına az çok benziyor. Gerçi Dost Kitabevi'nde yeni baskının çıkmasına kadar uzunca bir süre 'ortalıktan' kaybolmuştu 'Nadja' ama kayıplar âlemindeki bu seyahati onun efsaneleşmesinin önüne geçemedi.
'Nadja' her şeyden önce sadece sürrealizmin ve André Breton'un değil, 20. yüzyılın başyapıtlarından biri. Bunu söylememizdeki en büyük etken ise, sürrealist hareketin ve yapıtın artık elli yıldır akademilerin önemli bir konusu olmasına, yani soğumasına rağmen 'Nadja'nın yapıt düzleminde kendi etkisini giderek daha fazla hissettirmesi ve sıcaklığını sürdürmesi... Bunu 'Nadja'nın Breton'un en çok okunan ve bilinen kitabı olduğunu belirterek de pekiştirebiliriz.

André Breton'un 4 Ekim 1926 günü kasvetli geçen bir öğleden sonranın son demlerinde Lafayette sokağında "birdenbire, karşı yönden gelen, çok yoksulca giyinmiş genç bir kadını" henüz on adım ötedeyken görmesiyle kitabın henüz 57. sayfasında canlanan Nadja'nın bu gecikmiş haliyle bir roman kahramanı olamayacağı apaçık; ne var ki Breton'un bu sayfadan sonra 12 Ekim 1926 gününe ve daha sonrasına kadar sürdürdüğü bölümlerde yarattığı tuhaf resimli roman tarzı 'Nadja'yı 'Nadja' yapan en önemli yazınsal tutum. Daha da açacak olursak yazarın Lafayette sokağında karşılaştığı yoksul kadının, 1926 yılında sürrealizmin papası konumunda olan ve en az Marx ve Rimbaud kadar dünyayı değiştirmekten söz eden André Breton'a verebileceği sadece aşktı ve "önemi yok.

Aşktı sadece, benim bildiğim anlamdaki aşktı -gizemli, mümkün olmayan, biricik, akıllara durgunluk veren, kuşku götürmeyen aşk-, yani, ancak her türlü deneyde olabildiği kadar kadarıyla aşk, burada mucizenin gerçekleşmesine olanak tanımış olan aşk," diyordu, onun sunduklarının düzeyinde olmadığını düşünen Breton.

Breton'da aşk kavramını adeta 'patlatan' ve bu kavramın kelimelerle saçılmasına yol açan mucize-kadın Nadja sadece romanesk güzelliği ile değil düşünen ve sorgulayan çehresiyle de yazarı hayretler içinde bırakır. Fakat bunun dışında 'var olmayı bilen' Nadja zamanı da umursamayan, ağzından çıkan boş sözcüklerle Breton'un önem verdikleri arasında bir ayrım yapmayan bir kadındır. Nadja'nın gönül eğlenceleri yazarı çileden çıkarır çıkarmasına, ancak belli ki André Breton kurtuluşu, bu hoppalıklara kendini kitabın yazarı ve anlatıcısı konumuyla cevap vererek direnmekte bulur.

Tanışmalarından iki gün sonra Breton'un iki kitabını satın alarak ve okuyarak gelir Nadja. O 6 Ekim günü Nadja basit cümlelerle bazı bibliyografyalara taş çıkartır. 10 Ekim günü Breton'a olağanüstü buyruğunu verir: "André? André?... benimle ilgili bir roman yazmalısın. (...) Bir şey kalmalı bizden..." Aynı gün ihtiyar bir kadın Nadja'ya bir kartvizit verir. Ertesi gün kartvizitteki adrese Paul Eluard gider. Kimse yoktur. 12 Ekim günü Breton'un kafasındaki tek soru Max Ernst'in Nadja'nın bir portresini yapıp yapmayacağına dairdir.

Son günlerden birinde Breton sorar: "Kimdi gerçek Nadja?" Gönül eğlendiren Nadja mı, yoksa esinli ve esinlettiren, tek gerçek deneyimi sokak olan ve "sonsuz bir hülyaya atılmış her insanoğlunun sorgulamak istediğinde elinin altında olan Nadja mı?"

Onu defalarca görmek Breton'daki Nadja düşüncesine berraklık kazandırır ve onun ifadesi hafifler, özgünleşir ve derinleşir. André Breton en sonunda ondan kalan birkaç cümleden başka bir şey hatırlamak istemez:

"Soluğumun tükenişiyle birlikte sizinki başlıyor." "Eğer isteseydiniz sizin için bir hiç olurdum ya da sadece bir iz." "Düşünceleri ayakkabılarının ağırlığıyla daha da ağırlaştırmamalı."

Nadja, André Breton ile karşılaşmadan önce hiç resim yapmamıştır. Onun yanında 18 Kasım 1926 günü yaptığı 'Aşıklar Çiçeği' resmi Breton'a her ikisinin simgesel bir portresiydi.

Breton onun aşkına karşılık veremez. Çünkü aşırı derecede şiirsel mucizeler gerçekleşmektedir onun etrafında. Akıl ve gerçek arasındaki çelişkileri hiç durmadan aşmaya çalışan bir sürrealist olmasına karşın Nadja'yı günden güne asosyal kılan ve ilişkilerini daha da çatışmalı hale getiren zihinsel yabancılaşmanın ilk belirtileri karşısında güçsüz bir durumdadır. Ve Nadja'dan ister istemez uzaklaşmaya başlar. Bu uzaklaşma okur katında, Breton'un gözden düşmesiyle son bulur gözükmektedir, zira yazar, Nadja'nın akıl hastanesine kapatılmış olması karşısında sadece psikiyatriyi ve akıl hastanesi kavramını eleştirmekten öteye gidemez.

Nadja'nın sözünü tutar ama Breton: Onun hakkında bir kitap yazar: 'Nadja'.

Nadja ile André Breton, 20. yüzyılın en tutkulu ve 'çırpınmalı' arayışlarından birini başlatır. Hegel'in "en iyi dünya, bu dünyanın kendisini diğerlerinden daha iyi ifade eden dünyadır" sözünde olduğu gibi Nadja'nın karşı konulmaz ve sürekli çağrısına cevap verir.

'Nadja'da Nadja ele geçirilemez, ancak ifade edilebilir. Fakat 'L'Amour fou'da* gerçek aşk ele verildikten sonra Nadja da, 'çırpınmalı güzellik' de çözülecektir.

André Breton, Nadja ile karşılaşmasından üç yıl önce yazdığı 'Tournesol' adlı şiirdeki kadına 1934 yılında rastlar. Ve 1937'de bu rastlaşmanın kitabını, 'L'Amour fou'yu yazar. Ve o kadınla evlenir.


NADJA, Andre Breton, çeviren: İsmail Yerguz, Dost Kitabevi Yayınları, 2002, 146 sayfa


13 Temmuz 2021 Salı

“Kalanların Sanatı: Aşk”



 1.

Oğlumun kolaj ödevini birlikte yaparken ona yardım etmek yerine yıllar önce gene koca bir çocukken eğlenmek için uğraştığım bir meşgaleyi tekrarladım. Bu kolajı yaparken makasın ve yapıştırıcının kamuflaj elbise ve botlar gibi birbirinden ayrılmazlığı bellekle ölümü hatırlattı bana.

Önce bellekte ölüyoruz, sonra onu bekliyoruz. Bunun gibi aşk da aynı etkide bizi sınıyor. Önce öldürüyor –iyi anlamda- sonra kalanlardan (kesik nefes, ölgün gözler, dermansız bacaklar ve hep çekilen burun) bir sanat eseri yaratmaya çalışıyor.

Geriye kalanlar; geride kalanların birleştirmeye çalıştığı “kalanlar” sanatın ölü yanında bir ayçiçeği gibi duran, henüz bozulmamış, açılmamış bir enginlik. Açılmamış zarf gibi duran her bellekte oluşan heyecan önce şunu gizler: Birisini unuttuğumuzda bellek, kapalı bir eylem yerine getirir… İki ayrı deniz seviyesinin ortasında gemileri taşıyan ve onlara diğer denizi açan kanal kapakları gibi bellek her yeni kişide başka bir yoğunluk, tuz, bitki örtüsü ve coğrafi karmaşıklık… Yeni kulaçlarla ve bedenle yüzerken bu bilgilerin en egzotik kokuda sadece toplanması yeniliğe karşı verilen ilk tepkiyle kendini bulur: Bayılma.

Yeniler bayıltır, kendinden geçirir.

2.

Onunla ilk karşılaştığımızda G harfinin çepeçevre sardığı bir galeride 2 harf daha bir araya geliyordu: A ve B. A oydu, B ise kaçtığım bütün harflerden oluşan ben.

Beklemenin B’si

Onu beklerken onu beklemiyordum aslında. Kendimi bile bilmiyordum. Kaderin atlıları -bütün dünya edebiyatında bu ordudan geçilmez- galeriyi boydan boya geçiyordu ve nal izleri yerine şarap bardaklarını sayıyorduk. Her yudumda unutuyorduk, aslında hiçbir yere gitmiyoruz. Onu beklemekten başka hiçbir yere…

Ben’in B’si

André Breton Nadja adlı kitabında, yıllar önce kaleme aldığı Ayçiçeği adlı bir şiirinde sözünü ettiği kadınla yıllar sonra gerçek hayatta karşılaştığını anlatır. Paris, Halles semtinde geçen şiirde bir kadından bahsedildiği (André’ye göre Nadja benim içinse A.) rivayet edilir ve aynı kadını André Breton daha sonraları aynı semtte eliyle koymuş gibi bulur. Sürrealizmin “nesnel” tesadüf olarak adlandırdığı böyle bir şiir yok elimde, ama bütün tesadüfleri kıskandıracak bir harf var.

Şiirini çok önce yazmış ve Ben’in bütün algılarını kilitleyen A’nın yüzünde aşkın bütün harfleri ve geleceğin alacakaranlığı okunuyor.

Derken o geldi. Ama ben orda mıydım. Oraya gitmiş miydim, bunu anlatamam. Onu sadece gördüm, ama bu yetmiyor.

3.

Geride kalanların tesellisidir aşk. Birisi gitmeden aşk olmaz. Ve bütün bunları kalanların da gidenlerin de bilmemeleri gerekir. Aşkın gündoğumu için.

***


Ayçiçeği

        Pierre Reverdy’ye


Yaz biterken Halles’den geçen gezgin kadın

Ayak parmaklarının ucunda yürüyordu

Umutsuzluk, büyük ve güzel yılanyastıklarınını göğe yuvarlıyordu

Ve el çantasında tuzluklardan suretim vardı

Bir tek tanrının vaftiz anası içine çekti onları

Uyuşukluklar bir buğu gibi açılıyordu

Sigara içen köpekte

İçin ve karşı, nereye girdiler

Onlar genç kadına kötü bir gözle bakabilirdiler

Güherçilenin kadın büyükelçisiyle bir işimiz vardı

Ya da düşünce dediğimiz siyah fonda beyaz eğrinin elçisiyle

Fenerler kestane ağaçlarında usulca yanıyordu

Gölgesiz hanım Pont-au-Change’da diz çöktü

Gît-le-Coeur Sokağı, pullar eskisi gibi değildi

Gece vaatleri sonunda yerine getirilmişti

Gezgin güvercinler, hayat öpücükleri

Tam anlamların tülleri altında mızrak yemişler

Bilinmeyen güzelin göğsünde birleşiyorlardı

Paris’in göbeğinde bir çiftlik büyüyordu

Ve samanyoluna bakıyordu pencereleri

Çıkagelmişler yüzünden kimse oturmuyordu orda ama

Hortlaklardan daha çok adandığı bilinen çıkagelmişler

Bu kadına benzeyenler yüzücek gibiydi sanki

Ve aşkın içine biraz da kendilerinden katacaklardı

Onları içlerine atacaklar

Hiçbir duyumsal gücün tutsağı olmadım ben

Ve böylece Étienne Marcel heykelinin dibinde bir akşam

Kül kalıntılarında öten cırcırböceği

İşbirlikçi bir göz kırpıp bana

Geç André Breton, dedi.


 (Türkçesi: HG)

 

26 Nisan 2013 Cuma

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği


Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şeyi bir gün yazabilirsem kendimi çok mutlu sayacağım. Şimdi sadece bu beni ilgilendirmiyor tabii, ne var ki eskiden hiçbir şey düşünmezdim, sadece bir ayna gibi bakardım olanlara. Hayatın madde tarafındaydım. Cismim ve kokum vardı. Duyularımla yüzüyordum, her şeyi hissedebiliyordum. Ta ki... Geçmişten gelip geleceğe giden ok, gövdemi ikiye ayırıncaya kadar.
Sonra ne okuyabildim ne de yazdıklarımı anlayabildim. Madde önce saydamlaşmış, sonra zerrelere ayrılarak buharlaşmıştı. Madde olarak kaybolmuştum ve ne katı ne sıvı, aradığım hiçbir halde kendimi bulamadım.
Bir gün geri dönecek olursam yolum yeniden bulabileyim diye arkamda aralıklarla bıraktığım kelimeleri aradım yol kenarlarında. Onları toplayıp geri dönüş yoluna yeniden baktım; seçmeye çalıştım altın sarısı başak tarlaları arasından geçmişimin kurtarıcılığına...

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şey yok aslında, bunu iyi biliyorum. Madde de ruhtan, manadan önce yoktu. Madde, mananın belki de zarı ya da tesadüfen bulunmuş bir hali. Anlamlarımızla yan yana durduğumuzda bütün evren bir biçim kazanıyor ve buna tayf diyoruz ya da ışık hızında bile yanılmadan sıralarını bekleyen söylenmemiş sözler zinciri.
Neden tutuklandım bilmiyorum, oysa geçmişime doğru, sırf gelecekten kurtulmak için bıraktığım kelimelerden anlamlı cümleler ve kararlar kurarken başımın döndüğünü en son hatırlıyorum ve uyandığımda ayaklarımda hatalarımdan bir pranga, en çok olmayı istediğim o kutlu kişiye nasıl erişebileceğime dair küçük bir kullanma kılavuzuyla bu odaya atılmışım, tüm hatırladığım bu...

Davacı olmadığı için mahkeme bir türlü yapılamıyordu. Derken elimdeki kılavuzun bütün yasaların kitabı, yargıcınsa rüyalarım olduğu tebliğ edildi bana. Suçsuz olduğumu ispatlamak için uyumalıydım ve bol rüya görmeliydim, duruşmaların hiçbirini kaçırmamak için. Yargıç elinde bir maddeyle mahkemenin bütün psişik duvarlarını dövüyor ama geçmişim bir türlü susmak bilmiyordu. Anlamıştım, bu adalet gecikecekti ve bir an önce bu durumdan kurtulmalıydım. Mahkeme duvarındaki kirli aynaya baktığımda aslında yıllardır yalancı bir tanık olduğumu gördüm ve bu bana cesaret verdi ve hemen oradan ayrıldım.

Caddeye çıktığımda nöbetçinin sesi giderek yükseldi: "Koğuş, kalk!"




5 Aralık 2011 Pazartesi

DEVRİMSİZ BİR DEVRİMCİ: André Breton


DEVRİMSİZ BİR DEVRİMCİ: André Breton

I.

3 Ağustos 1914 günü Birinci Dünya Savaşı ilan edildiğinde André Breton, kendini savunacak geçici bir mevzi kazıvermişti avucuna: Arthur Rimbaud. Şaşkınlığı ve büyülenmişliği onu bu mevzinin gerisine daha da gömdü.
Paul Valéry ile tanışalı çok olmamıştı. Ertesi yıl Apollanaire’e ilk mektubunu yazdı. 1916 Temmuz’unda psikanaliz ile ciddi olarak uğraşmaya başladı. Savaş sırasında hastanelerde Vaché, Aragon gibi ortak yazgının cephelere sürüklediği ve yine bir başka ortak yazgıyı birlikte sürdüreceği kişilerle tanıştı. Aragon ile geceleri uzun uzun yüksek sesle Maldoror’un Şarkıları’nı okudular. İzin için cepheden dönüşlerde Reverdy ve Apollinaire ile tanıştı Breton. Ateşkese bir kaç gün kala Apollinaire’e son ziyaretini yaptı.
Savaş bir yandan her şeyi alt üst ederken Breton'un gözünde mantığın, bilincin, görece gerçekliğin ve daha birçok değerin ipini de çekmişti. Mutlak gerçekliğe ulaşmak için yalnızca kendi ipine sarılması gerektiğini anladı. Aragon, Soupault ve daha sonra Eluard’ı yanına katarak Littérature dergisini kurdu. Derginin ikinci sayısında Ulusal Kitaplık’a giderek kendi el yazısıyla temize çektiği, Lautréamont’un ilk cümlesinde yüzyılın şiirsel sızlanmalarını safsata olarak nitelediği Poésies-I’i yayımladı. Soupault ile birlikte bu arada otomatik yazıyı geliştirmeye başladı. Littérature'ün 13. sayısında, o sıralarda iyiden iyiye azıtmaya başlayan dadacılığın 28 manifestosunu bastı. Savaş ortasında, 20 yıl aradan sonra yazdığı La Jeune Parque ile Breton’u düş kırıklığına uğratmış olan Valéry, Gallimard’da ve gözleri artık iyi görmeyen Proust’un yanında ona iş buldu. 1920 yılının Haziran ayında otomatik yazının ilk çocuğu olan Les Champs Magnétiques yayınlandı. Klasik üslubun tersine, bu kez son sayfada Soupault ile birlikte bu kitabı, önceki yıl aşırı dozda uyuşturucu alarak intihar eden Jacques Vaché’ye adamışlardı.
Nerval’in kullandığı suparnaturaliste sözcüğü aslında Breton’un tek adayıydı. Ancak Apollinaire’in erken ölümünden olacak, onun bir yazısında geçen surréaliste sözcüğünü kullanmaya karar verdiler. Breton 1924 yılının Ekim ayı ortalarına doğru 1. Sürrealist Manifesto’yu yayımladı. Aralık ayında Naville ve Péret’nin yönetiminde La Révolution Surréaliste yayımlanmaya başladı. Bu derginin 4. sayısında Breton Sürrealizm ve Resim adlı incelemesinin ilk yazısını yayımladı. Bu dönemlerde çeşitli şair ve yazarları ti’ye alma, onlara hakaretler yağdırma eylemleri yoğundu. Komünist Parti’ye üye olduğu yıl, Valéry de bu kopuşların suskun olanından payını almıştı. 1930 yılının Ocak ayında, Breton’un daha önceleri hareketten çıkardığı birçok şair Leziz Bir Ceset adlı yergiyle ona karşılık verdiler. Haziran ayında Breton 2. Sürrealist Manifesto'yu yayımladı.
1935 yılında Paris’te kültürün savunulması üzerine bir kongreye katılan İlya Ehrenburg’u sürrealistlerin sövgücüsü olarak suçlayan Breton’a aynı kongrede söz hakkı tanınmaması karşısında, onun konuşmasını okuyan Eluard, sözlerini güçlükle dinletebilmişti. Kasım ayında Breton, Sürrealizmin Politik Durumu’nu yayımladı. Ertesi yıl Londra’da Uluslararası Sürrealizm Sergisi açıldı. 1938 yılı ortasında Breton, Meksika’da sürgünde bulunan Troçki’nin yanına gitti. Orada Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin adlı ortak manifestoya imza attı. Ertesi yıl patlak veren İkinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde üniforma altında Pascal’i, Lautréamont’u, Rimbaud’yu ve Tinin Görüngübilimi’ni okudu. 1941 yılının Eylül ayında Amerika’ya geçti. Savaştan sonra Paris’e döndü. 1952’de iki ay boyunca André Parinaud ile birlikte daha sonra kitaplaşacak olan radyo konuşmalarını yaptı. 1956’da solcu gazetecileri takibe alan polisleri protesto mitinginde söylev verdi. 1960 yılında Cezayir Savaşı sırasında Fransız askerlerinin çağrılara uymama hakkını savunan 121’ler bildirgesine imza attı. Ertesi yıl yeni sürrealist dergi La Bréche’ i yönetmey başladı. 1966 yılı başında başlayan akciğer hastalığı yıl boyunca sürdü ve 28 Eylül sabahı Lariboisiére Hastanesi’nde öldü.

Breton üzerine, bu birbirinden uzak referans, bilgi ve olayları otomatik serpiştirilmesinden sonra daha ne yazılabilir? Onun ilk başlarda bir büyücü çırağı olduğu... Savaş sırasında anarşist hayallerle düşüp kalkan biri; en çok borçlu olduğu kişinin eski dostu Jacques Vaché olduğunu itiraf eden olduğu... Çevresinde mefistolar arayan bir Faust olduğu... Hayatının sonuna kadar, ilk başta büyük kavgalarla, eylem ve kopuşlarla kurduğu devrimci bir hareketin; geniş halk zemini, ideolojik ve politik yaygınlık ve arka plana oturtulamayan bir hareketin devrimsiz devrimcisi olduğu ve bu kaleyi hayatının sonuna kadar hiç bir yola sapmadan savunduğu. Gerçek zihinsel terör ve anarşinin, Marx’ ın ve Rimbaud’ nun savları arasında bir yerde konakladığı.
1930 yılında, Dali’ nin 6*4’lük bir kağıda Breton için amblem olarak çizdiği desen, hem bir karıncayiyeni hem de ressamın 1929’da yaptığı Le Grand Masturbateur adlı tablosunu andırıyordu. Amblemin üzerindeki hayvan deseninin uzun diline André Breton Karıncayiyen yazmıştı Dali.
1988 yılının Mayıs ayında, ünlü La Pléiade dizisine Eluard’dan sonra ikinci olarak giren sürrealist unvanına erişti Breton. Dizinin bu kitabını yayına hazırlayan Marguerite Bonnet’ye göre karıncayiyen imgesi Breton’un temel şiir tutumunu ele veriyor. Bu imge aynı zamanda varlıklar ve şeyler karşısında bir bekleyişin de habercisi. Akıl, bir karınca yiyen gibi ağzı açık kaldıkça, varoluşun aydınlattığı bütün belirtiler, varlıklar ve şeyler karşısında uyarılmış bekleyişin kapısından içeri giriverecekler. Karıncayiyenin ağzına yuvarlanan sinekler, böcekler, karıncalar gibi.
Bu imgeyle, Breton’ un evren karşısındaki şiir tutumunun temel verileri de açıklanmış oluyor bir yerde: Bize ne gelirse gelsin, görkemli ve göz kamaştırıcı olan bekleyişin ta kendisi. Ya da “gelmeyen gelmez, esas olan bekleyiştir.” (L’Amour Fou).
Otomatik yazıyla dünya düzeninin yenilenmiş bir görüntüsünü yakalamaya çalışan Breton’un üstgerçekliğe tutunma çabasıyla derinleşen felsefi arka planlı hareketi, yüzyılın en büyük sanat hareketi olarak da kalmış görünse, gerçekte, dünyanın devrim tarihinde, içinde en çok soru işaretini barındıran ve bir o kadar da saydamlığa, yeni evrensel tutumlara yer bırakan bir devrim hareketi olarak yerini almıştır. Duyu tacirlerine, yurtsuz göçerlere, içe bakan gündöndülere düşen, bu hareketin geleceğine, hiçbir yere düşülmeyeceğini bile bile geleneksel bir tutum refleksiyle tutunmaktır.

II.

Marx için dünyayı dönüştürmek, Rimbaud içinse dünyayı değiştirmek olan iki parolayı bir bütün içinde eritmeye çalışan sürrealistlerin başında gelir André Breton. Kimi zaman hiç de umut vermeyen bu karşıtları birleştirme ve ruh-gövde zincirinin her iki ucunu bir arada tutma çabasını ondan daha iyi kimse canlı tutamadı. Belki bugün bile.
Yaşamı ve eylemi, bugün boşuna çırpınan bir çabayla çevriliyor André Breton’un. Yakın geçmişin bütün aykırı atılımlarının düş kırıklıklarında boğulduğu bu yıllarda Jean-Jacques Brochier’nin Breton önünde bir kez daha bu denli eğilmesinin bir anlamı yok muydu? Gerçi Brochier bunu, Breton’un La Pléiade’a girişinin anısına hazırlamış olan Magazine Littéraire’in özel bir sayısında, 1988’de yazıyordu. O günden bu yana Breton kuşkusuz, Julien Gracq’ ın deyişiyle “çağdaşlarından daha fazla olmak üzere düşünce dünyasını manyetik alana yeniden çevirme” katkısını sürdürdü.
Şiiri sadece ayrıcalıklı bir yazı türü olarak görmekle kalmayıp her şeyden önce yaşamı değiştirecek bir tavır ve tutum olarak ele aldı André Breton. Öyle ki bazı yol arkadaşları, devrimci kavgayı şiirin pratik görünüşlerinden biri olarak görme yolunda bir cesaret de buldular bu tavırda. Bu da karışıklıklara neden olmuyor değildi. Fakat Breton, kim bilir hangi noktaya kadar bu tavır-pratik karmaşıklığının mimarı olmadı mı? Zira, 1930’da yayımlanan ikinci manifestoda sözü geçen şiirsel eylemin en basit sürrealist eylem olarak açıklandığı anımsanırsa karmaşıklığın yarattığı bulanıklık giderilebilirdi. Sürrealist devrimin kurucuları, programı sivil savaş olarak adlandırılan resmi bir devrimci örgütü ayağa kaldırmak istiyorlardı. Öyle ki otuzlu yıllarda, Devrimin Hizmetinde Sürrealizm adlı dergi çevresinde toplananların ilk toplu etkinlikleri din, savaş ve sömürgeciliğe karşıydı. José Pierreéin de sözünü ettiği gibi “siyasi partiden çok üç-beş kişilik bir terörist grup oluşturma girişimi denilebilecek bir kalkışmanın sürekliliği gözardı edildiğinde sürrealizmden bir şey anlamak olanaksızlaşacaktır.”
Gerçekte André Breton otomatik yazıyı silah olarak kullanan “leziz ceset” lerle çarpışan, kolajı da deneyen bir doğrudan eylemin – buna şiirsel eylem de denebilir – elebaşısıdır.
Breton’un devrimci bir sanatı öngören sürrealizmin kuramcısı olması bugün ne anlama geliyor?
Eluard ve Aragon’ a kıyasla, her zaman seçkincilik adına açık beğeni sergilemiş olan André Breton, hiçbir zaman “popüler” bir şair olmadı. Ne bir özgürlük şiirinin çok bilinen şairi olarak kutsandı ne de “mutlu aşk” ların kollayıcısı olarak dillere düştü. Ülkemizde de şiir çevirisi bağlamında belirli bir Eluard, Aragon ve (Breton’ la nicel olarak aynı yazgıyı paylaşsa da Türkiye’ ye gelerek Garipçilerle görüşme fırsatı bulan şair olarak bilinir) Soupault sıralaması vardır. Sürrealizmin ilk dört atlısı ve ayağı sayabileceğimiz bu dörtlü için Türkçe’ de Breton dördüncü sırayı bile zor almaktadır. Bu elde olmayan başarısızlığı Breton’ un yapıtındaki seçkincilikte aramak doğrudur. 1917 yılının bir bahar günü, Apollinaire’in, Breton’u Soupault’ya takdimi ve “dost olmanız gerekir” sözüyle başlayan yolculuğun kilit adamının, kaçınılmaz dostlarının yapıtlarına ve geleceklerine karşın neden “popüler” şair olmadığı, Marguerite Bonnet’nin hazırladığı iki Breton cildi olarak La Pléiade dizisinde yatıyor.
Claudel’e göre, sürrealizmden bilmeyerek de olsa spermlerini esirgemeyen Lautréamont ve Rimbaud; Fransız şiirine söz otomanizmini yerleştiren Corbiére; mutlak başına buyrukluğuyla Germain Nouveau; en güzel bir kaç şiirinin tam ortasına bir tabancanın dönük olduğu Charles Cros; modern adı verilen şiirin tek gerçek habercisi Saint-Pol Roux; sembolist şiir ve sonrası arasındaki ilişkiyi ele veren Paul Valéry, Breton için, sembolist şiirden en iyi yanı çekip almak ve bu modernliğin düşçü biçimi olarak sunmak yolunda önemli etki noktalarıydı. Sürrealistler ve özellikle André Breton, yüzyıl sonu şiirini bir dikiş makinasıyla şemsiyenin karşı karşıya geldiği masaya yatırmışlardır. Masa üstündeki bu şaşırtıcı yüz yüzelik, Valéry’ ye göre şiirsel yaratının en temel unsurlarından biriydi.






27 Kasım 2011 Pazar

Çılgın Aşk


Çılgın Aşk

HALİL GÖKHAN

'Çılgın Aşk' (Amour fou) üzerine yazmak çok tuhaf bir duygu çünkü hayatımın
hayaletleri arasında olan bir yazar ve kitap üzerine yazmayı, gerçeküstücülerin 'nesnel tesadüf' olarak adlandırdıkları fenomene yoruyorum ben. Bu fenomen 'Çılgın Aşk'ı da ortaya çıkaran nesnel tesadüfün de ürünü sonuç olarak.
'Çılgın Aşk', 'Nadja'dan sonra-belki de önce ya da aynı anda-André Breton'un en belirgin, devrimci ve klasik eseridir.
Ana teması eksiksiz bir insana ulaşmak olan ve kara mizahı geçiş kapısı olarak seçen, malzeme olarak otomatik yazıyı, dil olarak da sanatı seçen, derin anlamını psikanalizde konumlandıran, son olarak da eylemini devrim olarak planlayan bir akım, özellikle de bir sanat akımı ya da hareketi, en büyük sözcüsünün ya da genel deyimiyle 'babasının' ağzından neden aşk kavramına, kadınlara bulaşmış olsun?
Ayçiçeği şiiri
Sanırım genel bir tanım çerçevesi altında toplayabileceğimiz bu aşk kavramı, André Breton'da açık olarak yer etmiş 'ihtilaçlı güzellik' teriminde kendini bulmaktadır. Breton'a göre ihtilaçlı (konvülsif) güzellik sadece ve sadece düşünülen nesneyi hareketi ve hareketsizliği içinde birbirine bağlayan karşılıklı ilişkinin olumlanması pahasına var olabilir. Otomatik yazıyla ortaya çıkan imgeye André Breton, ihtilaçlı güzelliğin mükemmel bir örneği olarak bakar. Aynı şekilde herhangi bir şiirsel fanteziye denk düşen çok özel bir obje de aynı örneklik içine dahil edilir. Breton ihtilaçlı güzelliğin en önemli sonuçlarından biri olan zevk'i "arzu edilen obje ve bulunan şey arasındaki farklılığın işlevi" olarak tanımlar.
André Breton, 'Çılgın Aşk'ı rastlantı ve keşif kavramlarıyla açımladıktan sonra 1923 yılının Mayıs ya da Haziran ayında yazdığı ve Paris'in Hal semtinde rastladığı bir kadından söz ettiği Ayçiçeği adlı şiirin derin bir köken analizine girer. O dönemlerde yazar için 'geçen kadın' 'genç kadın' gibi rastlantı kavramları sadece yüzü olmayan bir yaratık olmanın dışında bu metnini yazarın öteki metinlerine göre daha az yıpranmış olmasını her şeye rağmen olup bitmemiş bir şeyin titizlikle anlatılması sayesinde gerçekleştiğini ifade eder.
André Breton ve 'Çılgın Aşk'ın kadını Jacqueline Lamba 29 Mayıs 1934 günü karşılaşırlar. Karşılaşmalarından kısa bir süre öncesine kadar Breton'un bütün kitaplarını okumuş olan Jacqueline ona zaten yazmak üzeredir. Bir anlamda bu nesnel rastlantı iki taraflı olarak hazırlanmaktadır. O gece André Breton ona Ayçiçeği şiirinden söz eder. Bu karşılaşmanın daha önceden o şiirde sözü edildiğini belirtir. Ve çok geçmeden 14 Ağustos 1934 Jacqueline ve André evlenirler.
20 Aralık 1935 günü kızları Aube doğar. Aube, 'Çılgın Aşk'ın sonunu hazırlayan ve 'Sevgili Ecusette de Noireuil' hitabıyla başlayıp 1952 yılında 16 yaşında olacak olan mektubun yazıldığı kişidir. Fakat o yıl Jacqueline, Aube ve André artık bir arada olmayacaklardır.
Zira 1941 yılında Breton ailesi küçük bir gemiyle ABD ye gider. O sene JL heykeltraş David Hare ile tanışır ve André Breton'u terk eder. 1923 yılında Ayçiçeği şiiriyle başlayan, 1937'de kitabıyla devam eden 'Çılgın Aşk' dört yıl sonra biter.

André Breton, çeviren: İsmail Yerguz, Dost Kitabevi Yayınları, 2003, 123 sayfa