kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Temmuz 2025 Perşembe

Unutulan Arzular Alfabesi


“Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın.” SHAKESPEARE

AŞK  

Buralara bir yere koymuştun. Aşk, nerdeydi, yoksa unuttun mu? Gök haritanda kaçıncı dünya yılındasın, bakmaya korkuyorsun. Ne var ki tüm yaşamın boyunca, daha güzel bir duygu ve varoluş biçimi tanımadığın için çok mutlusun. Neden yaşadığını artık daha iyi biliyorsun.

BARIŞ

Çöllerden yürütmen gerekse de gemilerini, temiz bir tuz kokusu alacaksın felaketleri ve kavgaları her durduruşunda. Bu yıl ayrımında durup bir kez daha düşün, kardeşliğe ve dayanışmalara daha kolay ikna edebilmek için tüm dünya dostlarını, daha ne kadar cesur ve akılcı olmalısın?

CENNET

Karşılığı ve zıttı olmayan her mutlak mutluluk mekânı düşlediğinde tüm yanılgıların, hata paylarının da başka bir dünyaya ait olduklarını göreceksin. Sen nerdeysen orası en mutlu olacaktır.

ÇABA

Çalışmak yoracak, saatler için ve zamanın içinde işlediğin sürece. Çabalarınınsa karşılığı geç, ama zamansız ve tükenmez olan çalışmalar olduğunu bilmelisin.

DEVRİM

Değiştiremediğinde, değiştirmeyi bir kez daha, hatta sonsuz dene. Ve değiştirmeyi de değiştir, tüm başlar karanlık çukurların içine çekildiğinde. Işığın olduğu her yerde aydınlık umudu var.

ESKİ

Geçmişi hatırlarsın, fakat unutursun eskiyi. Hatırladığın sürece her şey geçmiş ve yenidir.

FAZLA

Az olmayı nasıl öğrendin? Az daha. Az sonra. Az’ı en fazla olguları pekiştirmek ve çoğaltmak için kullanıyorsan, iyi bak, aslında az yoktur.

GEÇMİŞ

Zamanın geçmesini yaratmasaydın, düşün, nasıl düz ve sıkıcı bir yer olacaktı dünya, üzerine yıkılacaktı tüm yörüngeler.

HATIRA

Orada olduğuna dair bir hafıza gözkırpması. Yüzündeki zarfın içinde sık gülümsemeler, aralıklı soru işaretleri ve durmadan ünlemler.

IŞIK

Korkularının karanlıkla yıkandığını hayal et. Kurulanınca da etrafına neşe ve güzellik saçtığını. Ve aç gözlerini. O zaman göreceksin gerçek ışıklarını kalbinin. Işık görülmez, gösterilir.

İŞ

Her şeyi masa başında anlamak ve açıklamak ne zamandır bir iş olageldi.

JALUZİ

Onu görmeyenleri görmek, onu görmek mi demektir?

KARANLIK

Orada, ışık kulesi olmuş deniz fenerlerini yitiren tüm gemiler.

LEZZET

Balık ya da kıyıdan birkaç kilometre ötede bir düşler ağı. Aç çocuk iskeleden yine geri dönüyor tatlı yengeç sepetine.

MUTLULUK

M ile başlayan kelimelerin hiçbiri mutlu değil. O da. Sırf onu düşündüğü için belki.

NEDEN

Bitti. Neden. Başlamadı. Ben. Olmadı. Sen.

ORTALAMA

Kürenin yarıçapında oturuyoruz. Dairenin çevresinden tanışıyoruz. Silindir yüksekliği kadar komşuyuz. Ortak dostumuz Pi.

ÖZLEMEK

Seni unutsam seni özlemeyi unutmuyorum. Seni özlemesem seni unutuyorum.

PARAGRAF

Uzunluk birimleri olmasa belki de sonsuz yazacağım her kısa ânı.

RESİM

Çerçevede bir aşağı yukarı yürüyorum. Müze kapanış saatine daha çok var. Yalnızlığıma.

SES

Duyuyor, ama göremiyorum seni. Yağmur tıpırtıları, pencere kanatlarının rüzgârda vurması, saksı çiçeğinin sallanması senin yankılanmaların.

ŞİİR

Bütün son dizelerinin olduğu yerde, ölüm tarihleri de taşlara kazılı.

TUTKU

Ateş pantolonun tutmayan ütüsü. Güvercin desenli mavi gömlekten gök. İkisi birbirine karışınca sessizlik büyük bir çığlık isteği.

UYKU

Ayak uçlarıma kadar yaklaştı gecenin sessiz demeçleri. Rüyayı geciktirmek için mi onca kıpırdanma, sağa sola dönmeler.

ÜTOPYA

Ay’ın da dünyada olduğu bir ülkeydi sadece istediğim. Noktalıvirgül Cumhuriyeti.

VE

Ve zamansızlık kazandı.

YAZ

“Seni ve yazı seviyordum.  Yaz, seç dedi bana o mu bu mu yoksa geçen yaz mıyım
Senin adının geçmesi için bir yazın içinde serbest bıraktım seni ve bunu anlamadın”  *

ZAMAN

Geçti. Sondu. Yarındı, tüm ertelemelerin ortak adı.

*) Yaz

3 Aralık 2024 Salı

Gizli Yavaşlık


Yavaşlığın İnsanlık Durumu

“Sayın Bayım, doğduğumuz çağı seçmek bizim elimizde değildir. Ve hepimiz kameraların önünde yaşıyoruz. Bu durum artık insanlık durumunun bir parçası oldu. Savaştığımızda bile kameranın önünde savaşıyoruz.” Yavaşlık'ın 24. bölümü Vincent'ın dinlediği bu sözlerle devam ediyor.

Andre Malraux, “İnsanlık Durumu” adlı romanında devrimin insan ruhu üzerindeki psikolojik etkilerini incelemiş ve gözler önüne sermişti. Yavaşlık'ta ise Milan Kundera, hız devriminin insanlık üzerindeki etkilerini grafik olarak gözler önüne seriyordu. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasındaki gizli ilişkiyi ortaya çıkarırken Kundera, dünyayı değiştirmenin tarihi için de yeni katkılar geliştiriyor:

“Dünyayı değiştirmek! Korkunç bir niyet! Dünya bu haliyle mükemmel olduğu için değil kuşkusuz, ama her değişiklik kaçınılmaz olarak kötüsünü yarattığı için.” Dünyayı değiştirmenin, “değişimlerin yarattığı kötülükler” yüzünden sapmalar gösterdiği bu kameralar yüzyılında içinde yaşadığımız sahnenin, geçtiğimiz asırda bir cadı kazanı, ondan önceki asırda bir iğneli fıçı, daha önceleri kan okyanusunda yol alan bir keşif gemisi, ondan da önce karanlık bir kuyu olduğunu nasıl unutabiliriz? Ya da nasıl oluyor da unutabiliyoruz?

Kameranın bize yakınlaştırdığı gözler kimlerin gözleri? Kameranın steril hale getirdiği, “yavaşlattığı” optik duyarlılık, keskin bakış açısı neden optik gerçeklikleri yerleştiriyor sahneye?

Sahne ne zamandır, “optik bir ayarın” yarattığı bir düzenlemeler düzlemi. İçine bırakıldığımız sahnede, anımsayabildiğimiz kadarıyla yavaşlıyor ve unuttuğumuz kadarıyla hızlanıyoruz.

Ve hareket sahamız, hızımızı umursamayan bir optik çalımla görüntülerimizi çalan, depolayan ve onları bizi yönetmek üzere “kusan” bir dev Kamera İmaratorluğu'nun sınırları içindeki küçük bir krallık. Hareketin krallığını ele geçirmek üzere yola çıkan imparatorluk askerleri ise “kameraman” görünümündeler.

Evde, sokakta, okulda, mabetlerde, otoyollarda, mahkemelerde ve televizyonlardaki insanlık durumlarının hızı arttıkça; kameralar çoğaldıkça ve olağanlaştıkça, sıradanlaştıkça, doğduğumuz çağı seçmek giderek daha da olanaksızlaşıyor.

Doğduğumuz çağı seçmiş olmak, o çağı yaratmaksa, bu edimi daha büyük bir hızla kameraların hızına terk ediyoruz.

Hız sadece otoyollara hapsoldukça, otoyollarda geçen zaman daha da kısalıyor ve gideceğimiz yere daha önce varma histerisini bir büyü olarak algılıyoruz.

Ve hareket hızın sarhoşluğuna indirgendikçe sahne daha da daralıyor ve insanlık oyunu çetrefilleşiyor. İnsanlık durumları zorlaşıyor.

Ve elimize yaşadığımız çağı seçme imkanı yerine simüle edilmiş kamera eskizleri tutuşturuluyor. Çoğalan kameralarla, değişen optik ayarlarla ulaşılacağı vaat edilen sahte bir gurur coğrafyasında, vardığımız yer, kaybettiğimiz yerlerden herhangi birine dönüşüyor.


Yavaşlıkla Randevu

“Yalvarırım dostum, mutlu ol. İçimdeki şu belirsiz duyguya göre, senin mutlu olma yeteneğine bağlı bizim biricik umudumuz.
Araba sisin içinde yitti, ben de yola çıktım.”

Milan Kundera'nın yaşamında ilk kez Fransızca olarak kaleme aldığı Yavaşlık adlı romanı bu kendi halindeki cümlelerle sona eriyor. Bir roman finali için her türden “yavaşlığı” ve kayıtsızlığı içeren son cümle, bu satırların yazarı için yine de gerçekten çok çarpıcı bir nesne yabancılaşmasını taşıyor: “Araba sisin içinde yitti, ben de yola çıktım.”

Yavaşlık çağın hızına göre basmakalıp “hızda” bir roman. Hatta edebiyat eleştirmeni Pierre Lepape'ın deyimiyle “ciddi bir roman değil, bir şaka”. Lepape‟a göre bu roman gevezeliğin can sıkıcı ciddiliğinde yitmekte olan hazzın gizini, haz aracılığıyla ve haz içinden yeniden bulmaya çalışan bir kitap.

Jean-Pierre Tison'a göre Kundera bu romanla Epikuros'un hazlarını otomobilin karşısına çıkarıyor.

Bize göre de Yavaşlık hızlı hızlı okunup yavaş yavaş hatırlanması gereken bir roman. Bu satırların yazarı da yıllardır bunu yapıyor.

Yavaşlık'ı ilk okuduğumda beni etkileyen ilk 12 bölümden sonrasını okumamış ve bir erken final havasıyla kitabı dinlenmeye bırakmıştım. Kitabı bitirmek için tekrar el attığımda, beni harekete geçiren itici gücün bir dosta karşı duyduğum gerçek bir mahcubiyetin sonrasında gerçekleştiğini acı bir şekilde hatırlıyorum. Neydi bu romana erken son havasını getiren şey? Ya da cümle, bölüm?...

11. bölümün sonlarında şimdilik sadece bir cümleyle özetleyebileceğim uzun bir bölümde şöyle yazıyordu Milan Kundera:

“Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.”

306 yılında Atina'ya yerleştikten sonra büyük bir üne kavuşan Yunanlı filozof Epikuros, birçok öğrencisini etrafında toplayacak okulunu kurduktan sonra, okulun bahçesine Kepos adını verdi ve etrafını çitle çevirdi. Bir söylentiye göre bahçenin kapısında şu yazı asılıydı:

“Yabancı, burada kendini çok iyi sezeceksin. Burada en yüce iyi olan haz vardır.”

Epikuros felsefesine göre haz, sürüp gitmesi istenen, boyuna kendisine yaklaşılmaya çalışılan bir duygudur. Acı ise istenmeyen, kaçınılan bir duygudur.

Hazzın bütün türleri iyidir, acınınkiler kötüdür. Ancak hazzın kalıcı olması gerekir. Bu da yetkin kişide bulunur. Geçici hazlar yetersiz, bilgisiz kimselerin eğilim duydukları duygulardır. Bunlar gövdeyle ilgilidir. Kalıcı hazlar ise bilgeliği, yetkinliği gerektirir. Bu tür hazların gövdeyle ilgisi yoktur. Bilge kişinin yöneldiği haz manevi dinginliktir (ataraxia).

Bir: Sisin içinde yitip gitme umudu...

İki: Beklenmeyen bir zaman ve yerde “yola çıkmadan” yakalanma korkusu...

Yukarıda sayılan iki kutup cümle 21. yüzyılın gelişini izleyen insanı etrafını çevreliyor. Bu çevrelemenin kibarlık içinde olduğu görülebilir. Nasıl olsa bunlar sadece sözlerdir. ve sözlerin soyut kalabalıkların hapishanesinden ötede sıkıntı vermediği bilinmektedir.

Ama umut ve korku arasında kalınca işler böyle olmuyor. Milan Kundera‟nın dostuna yalvararak, onu mutlu olma yeteneğine çağırmasının tek bir nedeni var: Umut. Yetenek körelince umut da aynı karanlık mahzene ayak basıyor.

“Sisin içinde yitip gitme umudu”, biriken ve yığılan soruların azalttığı bir insanın dinlenme, köşeye çekilme ve olup bitenleri izlemeye dair çığlığıdır.

Bir kelime olarak yavaşlık da hayatımıza sanıldığı gibi Hız'ın karşı kutbu olarak girmiyor. Haz maddelerinin ve unsurlarının el değiştirmeyi çok sevdiği 20. yüzyılda unutulan bir “şey”den ertelenen bir duygu, yavaşlık. İşin kötüsü ertelediğimizi unuttuğumuz bir randevu nesnesi.

Yavaşlıkla randevuyu hatırlamamıza yol açacak tek çağrı hazzın ta kendisidir.

Ve hazzı yakalayacak en hızlı araç da, en iyi ve uygun yolların üzerinde duran ve artık sadece bakan “yavaşlık”. Dünya hazları -gövdemizde ya da ruhumuzda- onların yanından geçerken onları görebileceğimiz bir yavaşlık hızında bizi bekliyor.


Gizli Yavaşlık

“Her şeyin anlatıldığı böylesine bir dünyada, hem çok kolayca kullanılabilecek, hem de en öldürücü silah her şeyi açığa vurma, dile düşürme silahıdır”

Milan Kundera, Yavaşlık'ın 3. bölümünde, 18. yüzyılı çok seven Vincent'a Choderlos de Laclos'nun “Tehlikeli İlişkiler” adlı romanından alıntılar yaparken yukardaki sözleri söylüyor.

Kundera'ya göre sanatıyla ahlaki yasakların sisinden hazları kurtaran 18. yüzyılda yayınlanan “Tehlikeli İlişkiler” bütün çağların en büyük romanı. Bunun nedeniyse, romanın hazcılık propagandası yapması değil, hazcılığı çözümlemesi...

Roman dışında çağını, zamanını ve dönemini anlamlandırmaya, ifade etmeye çalışan sanat ve zanaatların üzerinde dolaşan “hız” halesi, tıpkı “Tehlikeli İlişkiler”in haz için yaptığının tersine hızı çözümlemek yerine, hızın hazza terkedilmesi suçunu işleyerek -buna bir “kusursuz cinayet” de diyebiliriz- çözümlemeyi propagandaya indirgeyerek, amacını aşan tutumlar içinde görünüyorlar.

Bunun en büyük örneği yavaşlığın silinmeye çalışılması. Hızın bütün araçlarıyla sahnede olduğu bir dünyada yavaşlığın gizlenmesi, hızın daha da hızlanması anlamına gelir. Hızı sınırlarla belirleyecek olan, yavaşlığın ifşasıdır.

Bu da tam anlamıyla sözcüklerin işidir.

20. yüzyılın hazzı olan hızın propagandaya ihtiyacı olduğu söylenebilir mi? Hız sadece “modern” bir sözcükten çok daha farklı bir şeydir. Sadece modernlikle açıklanamaz.

İlerleme kavramından sadece bir yön duygusu çıkarma güdüsü içinde olmak hız propagandasından başka bir şey olamaz.

Romanın bir hazlar dönemi olan 18. yüzyıl için yaptığını günümüzün sanat ve zanaatlarından beklemenin ne kadar yerinde olduğunu söylemek için günümüzde dönem olarak adlandırılan süreçte etkin olan unsurun hız olduğunun altını çizmek ve hızın analizine girmek neredeyse yeterlidir. İşte Milan Kundera'nın “Yavaşlık” romanına sakladığı derslerden biri daha şudur:

Ağızdan çıkan her sözün sonsuza kadar duyulmasını olanaklı hale getiren roman sanatının merceğini hıza, dolayısıyla unutuşa çevirmek. Sadece hıza ve onun yüzeysel araçlarına sığınan ve odaklanan günümüz tutumlarının karşısında alternatif ve büyük bir tavırdır bu. Hız, köksüz ve yönsüz bir rüzgar değildir. Bir ağacı devirse bile hız, ağacın bağlı olduğu ve üzerine düştüğü toprağın bir türevidir.


(Otomobil, 2005)

 



20 Ağustos 2022 Cumartesi

İstanbul'a İlk Mektup


Çağırdın.

En son sen çağırdığın için işte bak çıkıp geldim.

Buraya gelmeyi hiç istemezken aslında neden gelmem gerektiğini de geçici olarak unutmuş olmam, unuttuğum şeyin önemsiz olduğunu göstermez değil mi hayatımda?

Madem hayatlarımızı veriyorsak ve sonunda tabii ki geri de alamıyorsak şehirler neden birer özne olmasınlar?

Kim sorusu sorulur özneyi bulmak için. Ama özneyi gerçekten de arıyor muydum ki?

Sen zarftın. Edat. Zamir. Tümleç. Tamlama. Zarf tümleci. Belirtisiz isim tamlaması. Hatta Nesne.

Her şeyin nesnesi. Tesadüflerin, kaderlerin, yalanların, aşkların...

Beni buraya kadar bile okuman bir mucize. Demek ki artık daha sabır dolusun bana karşı. Uzun suskunluğumun anlamını düşünmüşsün ya da beni tamamen unuttun ve ilk cümlelerimden kim olduğumu çıkarmaya çalışıyorsun.

Mektup yazmanın, hele hele konuşmanın, görüşmenin tamamen sıfırlandığı bir çağda sana bu ilk mektubumu yazıyorum. Bunun bir anlamı yok. Sadece ne yazacağımı ve ne zaman konuşacağımı hiçbir zaman bilememle ilgili bir durum bu.

Yaklaşık iki sene sonra seni yeniden hissediyorum. Bunun için bazı aşılar olmam gerekti: Aşı karşıtlarını işitmeme aşısı. Ani ölümlerden korkmama aşısı. Anksiyete, korku, panik, gerginlik aşıları.

Sen dediğin için ciddiye almıştım ve bir Korku Günlüğü tutuyordum ya da hanidir onu yayımlamaya karar verdim, fakat aramıza bir otel girdi: Adı Sen. O otel, bu "şirin" kasabaya yıllar sonra yine "ilk" geldiğimde karşıma ilk kez çıkıverdiğinde onu algılamaya ve anmaya bu kez hazırdım. Korku filmlerinden çıkma, onlara layık bir oteldi burası. Yıkılacakmış gibi duran, hatta anacaddeye doğru hafif bel vermiş, idarelerce artık kaybolmaya yüz tutmuş avlusunun zamanımızın dev oyuncakları olan arabalara otopark vazifesi yapmasına karar verilmiş.

Uzaktan. Uzak. Senin çok uzağından. Bu "hoş" kasabada çocukken geçirdiğim seneler boyunca seni henüz görmemiştim bile. Bir sefer hariç: Babamla, kitap poşetlerini sırtlanıp inip çıktığımız yokuşların ve ziyaret ettiğimiz yayınevlerinin, baba dostlarının çokça bulunduğu Cağaloğlu semtindeki o yaz günlerini hiç unutamıyorum. Babamın aklımda babam olarak kalmasının, belki de şu an olduğum ve yaptığım şeylerin yazıcısı ve kazıcısı olan o birkaç gün. Tam hatırlamasam da bir gece kaldığımız bir başka otel. Otel Tarlan. Yeşil havlusu daha düne kadar o yıllardan kalma en açık hatıralardan biriydi.

Çağırdın geldim ve gürültüler... Betondan sesler, ağlayan hurda sessizlikler... Her yerde "Miras" yazıları. Bu şehir kime miras kalmış ki. 

Çağırdın. Susturamadın beni. Hala soruyorum: Nasıl yaşıyorlar sende hala? Günlük 25 milyon.. Toplamda yüz milyonu geçmiş bu eserlerinin kaderi ülke.

Yeniden yeniden yıkılacağın günler çok yakın. Herkes bunu diyor. Ve yeniden yapılacağın günler daha yakın. Son birkaç ayın ya da haftan dışında hiçbir şeyin hatırlanmadığı için çok sevileceksin yine.

Ben sana mı geldim sahiden. Yeniden bir oku beni ya da kendini sorgula: Sen İstanbul değilsin. 

O, sensin. Sen sensin.

Sana geldim. Çağırabilirsin her zaman beni.


Ağustos, 2022

29 Nisan 2022 Cuma

Bu Kaçıncı Babil?



-Kaç dil biliyorsun?
-Beş. Tamamen.
-Ben bir tane biliyorum: 1-0 1-0 1-0 1-0.

Core filminden


Çevrilemeyen ölüm

"Thank You For Smoking" filminde sigara paketlerinin üzerine sigaranın zararlı ve öldürücü olduğuna dair İngilizce yazı konulup konulmamasının görüşüldüğü senato konseyinde çok dilli Amerikan yurttaşları için sadece yazı değil kurukafa görüntüsünün konulmasını savunan konsey üyesi şöyle sorar:

“İngilizce bilmeyen vatandaşlarımızı, sigara paketlerinin üzerine sadece yazı koyarak ölüme mi terk edeceğiz?”

Vahiy: İlk çeviri dili

Günümüzde çeviri hanidir kelimelerle yapılmıyor. İster başına “meta” ya da “hiper” öntakılarını koyalım, istersek de klasik söylemleri bütün fotokopik olanakları kullanarak çeviri adına tek katmanlı olarak kullanalım bu gerçeği daha fazla değiştiremeyiz.

Yazı için söz gerekliydi. En temel anlamda vücudunun yarısı sudan oluşan insan bedeni ve su arasındaki ilişkiye benzetebiliriz yazı-söz ilişkisini. Ezeli “yazı, ses, görüntü” sıralaması bu üç ögenin birbirlerine ardıllık ya da öncüllük etmelerini de gerektirmiyor.

İlk büyük çeviriler kutsal kitaplardır. Hiç durmadan vahyeden sözlerden yazıldıklarından değil, tam tersine kökeni mutlak otorite arayışından başka bir şey olmayan çalışmalardı hepsi de.

Dünyevi mutlak otorite arayışını vahiyler haline getirdiler. Onları yani ilk çevirmenleri tanımıyoruz. Kimileri buna tanrı, oğul, baba, mesih ya da peygamber diyor. Diyebilirler. Bu çalışmanın içyüzünü değiştirmez. Daha ayrıntılı bakıldığında dinler yazının kaleleridir. Yazı eğer ilk teknolojiyse, din de bu teknolojiyi çok sevdi; okuma eylem alanı yaratan yazıyı çok sevdi. Zira okuma insanların zamanını durdurma, onların bütün dikkatlerine tek bir yer ve ana odaklamaları eylemidir. Kutsal kitap okumalarından söz ediyoruz. Dikkat edersek kitap ve okuma eylemleriyle kalınmamıştır. Kitabın aynı yer ve zamanda okunmasını gerçekleştirmek için tapınaklar icat edilmiştir. Pagan, yani kitapsız ve tanrısız dinlerde bu tapınak olgusunun yerini sunaklar alır. Kurban etme, yazının icadına kadar tapılana bir şükran yazısı yerine geçmiştir.

Geçmiş bir aynasızlıktır. Zaman geçtikçe aynalardan uzaklaşırız. Bu uzaklık arttıkça geçmişin ve daha sonra tarih olarak adlandırılacak olan geçmişin etkisi sonsuz derecede büyür, artar. Kutsal kitapların asıl etkisi tarihsel içeriklerden oluşmalarıdır.

Kutsal kitaplar yazıdan önce neden icat edilmedi? Sözün bulanıklığı ve kalıcı bir “kayıt” olmayışı mı? 4000 yıl önce yazı icat edildiğinde söz de böylelikle kırıldı. Musa’nın tabletleri yazının bulunuşundan sonrasına denk gelmektedir. Tabii ki Mısır hiyeroglif dillerini yazıdan saymazsak.

Yazı ile ses ve görüntü arasındaki sıralama aslında tarihsel bir sıralamayı da teslim eder. Fakat son ikisinin bulunuşları arasındaki yakınlıkla yazınınki arasındaki korkunç mesafe son derece kuşkuludur. İnsanın, teknolojik açıdan yazıdan sese ulaşması neredeyse 39 yüzyılı bulmuştur. Görüntü de aşağı yukarı aynı mesafe içindedir. Teknolojiyi insan erimi ve yeteneği dışında kalan olanaklar bütünü olarak tanımlarsak, bu 39 yüzyıl içinde insan bazlı olan ses ve görüntü teknoloji tarafına geçmiştir. Bu uzun bekleyiş gerçekten de kuşkulara yol açmaktadır. Yavaş evrim, yazının bulunuşundan sonraki mutedil ilerleme ve son yüzyıl içindeki ivmelenme patlaması…

Ses ve görüntünün insan bazlı ortamın dışına çıkması, dilini kullanan ve dolayısıyla yazı göndermeli bir etkinlik içinde olan insanı da dilin olmadığı dolaysıyla artık çevirinin de olmadığı ütopik bir ortama sürüklemiştir. Bu yeni ortam İnternet’tir. Burası, Nuh’un Gemisi değildir, ama sık sık Atlantis’e benzetilmektedir. Nasıl Atlantis’in A’sını büyük yazıyorsak İnternet’in İ’sini de büyük yazma eğiliminden yana olanlar ve benzer nüansları sürekli olarak kurcalayanlar bu ortamın içyapısını tam olarak el everen bir davranış içindedirler aslında. Zira İnternet, orada olmayanların orada olmamayı oraya “bağlanarak” ve çevrimiçinde (online) kalarak “orada oldukları” bir yerdir. Bu yüzden baş harfi daha büyük yazılmalıdır. İnternet neo-ütopik bir çağı başlatmakla kalmamış çevrimdışı çeviriyi de konumlandırmıştır. Ağlar, kullanıcılar, %100’e yaklaşan oranda Anglo-Sakson dilinin egemenliği, dolayısıyla aynı kültürün yadsınmayacak etkileri, çeviri temelli eski “çevrimiçi” dilsel anlam aktarımına deyim yerindeyse “stop” demiştir.

Çeviri çağı bitti mi?

Bu soruya çevirinin bağlamının neredeyse ölümsüz olduğunu söyleyerek cevap vermeye başlayabiliriz.

Biten şey belki de monologdur. Buradan şu doğruluk payı ortaya çıkar: Çeviri artık büsbütün bir diyalogdur.

Diyaloğun antikçağda adı felsefeydi. Akıl ile ve düşüncenin söyleştiği bu biçim zamanla korku (din, tanrı) ile sözün konuşmasına dönüştü. Yeni yüzüyle artık bir tek tarafı simgeleyen bu diyalog ortaçağa kadar sürdü. Ortaçağ’ın yarattığı Rönesans ise yayılma eğilimli bir yeni dindi. Bu da yeni bir diyalog ve diyaloglar anlamına geliyordu. Sanayi Devrimi 2. Babil anlamına geldi. Diyalog dev bir pazarda buldu kendini. O güne değin fetihlerle zenginleşen krallıkların kasası, dünya yuvarlaklığı son bulunca sömürgeci imparatorluklara devredilip bu kez buluş ve keşiflerle dolmaya devam etti. İdareden ekonomiye sürüklenen bu paradigma alanı İnternet zamanlarında yerini iletişim dalgasına bıraktı. Bu dalgaya kötücül bir dalgalanma adını koyarsak yanılmış olmayız, zira 2000 yılı sonrasında dünyayı saran finansal krizlerin temel nedeni de bilginin açılan otoyollarda sınırsız ve serbestçe akması ve ucuzlamasıdır.

Dünya giderek 3. Babil çağına, belki de Babil’in ilk zamanlarına referans veren bir hale doğru akmaktadır. Mitolojiden hatırlanacağı üzere bu zamanlarda dil tektir. Bu dilin küresel karşılığı İngilizcedir. Karşılığın yananlamlarını bulmak için İngilizcenin başına ulusal dillerin mastarını koymak yeterlidir: Türkingilizce, Frengilizce gibi…

3. Babil’deki diyalog, felsefe yapmak için artık yetersizdir, çünkü felsefenin tek konusu bizzat diyalogsuzluk olmuştur.

2005


29 Eylül 2021 Çarşamba

Bir gün herkes 15 sayfalığına yazar olacak!


Neden 15 sayfa?

İşareti Andy Warhol çakmıştı aslında. Fakat 15 dakikalık şöhretler kimseyi tatmin etmedi. Daha da fazlası istendi.
 
Kısa süreli şöhret olmayı kabul eden unutulmayı neden hazmedemez, anlaşılır değil. Warhol'ünki bence bir lanetti, bedduaydı. "Beni de meşhur ettiniz ya, tanrı belanızı verir  inşallah!" diyerek popüler unutulmuşluğun ateşini yaktı ve geriye unutulmayan tek pop starı olarak da o kaldı.

Andy Warhol, bu yazıda olduğu gibi birçok yazının konusu haline geliyor günümüzde. Önemsenmenin ve önemli olmanın popülizme denk olduğu çağımızda, o beklemediği kadar ünlü ve lanetli olmayı lanetini yayarak tadıyor; hatırası bundan da bıkmıyor.

Bu 15 sayfaya ne yazılacak?

Hangi gün olacak bu "bir gün"? Ve bir sayfa ne kadar sürecek?

Şöhreti, şiddet yerine süre olarak algılamamız işleri karıştırıyor. Ses, yazı ve görüntü medyaları arasında birimsel bir denklik ya da ölçek çalışması yapmadık şimdiye kadar. İlerlettiğimiz teknolojilerle onları kelime, byte ya da piksel olarak algılama çıkmazına girdik.

Neler neler? İtiraflar, kişisel profiller, dedikodular, hakaretler, flörtler, date'ler, chat'ler, SMS'ler, MMS'ler... Bunlar tanıdık geliyor mu? Bunca metinle haberleşmeyle ne yapacağız? Stokçuluktan ya da stok fazlalığından stoksuzluğa doğru gidiyoruz. Dünya da zaten çok kısa bir zaman içinde aşırı nüfus yoğunluğundan "dünya" ve "hayat" kelimelerinin anlamlarıyla vedalaşıp insansız bir gezegen olarak kozmik macerasına devam edecek.

16. sayfadan geliyorum

16 ile sonsuzluk arasında büyük bir mesafe yok. Günün birinde birşeylerin sonunun olmasına alışmalıyız. Beklediğimiz ölümsüzlük sanatın, devrimlerin ve belleklerin elinden tıp ve farmakolojinin eline geçemez mi? Mutlak iksirle başlayan serüven ölümsüzlüğün yarına kalan, ölümden sonra da yaşayan "dosya"larla kağıttan elektronik sayfaya kadar süregiden ilişkisinde kabuk değiştiriyor.
15. sayfa, ortalama olarak bir kitabı rezil edecek düzeyde içeriksizliği, iletişimsizliği de içeriyor. Süreyle birlikte sayfa sayısıyla da ölüme karşı durma gücünü tarif eden yayıncılık elektronik kitaplarla yeniden kodeks öncesi volumen dönemine dönüşüyor.

Kağıt ya da papirüs, taş ya da tuğla... insanın her yüzeye yazdığı işaretlerde ölüme karşı bir ağıt bulmak her zaman mümkün.
 
17. sayfa artık hiç gelmeyecek.


1 Temmuz 2021 Perşembe

Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?




Kendime de soruyorum: Hayatım boyunca kaç kitap okuyabilirim?

Okumaya başladım başlayalı ilk meraklarımdan birisiydi bu ve geçtiğimiz zamanlarda bunu cidden anlamanın ve öğrenmenin peşine düştüğümde 27.000 ile 1200 arası rakamlarla karşılaşınca, pişman oldum demeyeceğim, ama gerçekten de hevesim çok azaldı. Zira bu araştırma merakının arkasından belki de hepimizin okuma alışkanlıklarımızı sorgulamamıza yol açacak, belki de verimli, keyifli okumalara, seçimlere yönelebileceğimiz çeşitli veriler ortaya çıkacaktı.
Kitap okumanın ya da genelde okuma pratiğinin kitap ya da sayfa sayısı olarak hesaplanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öyleyse bu sayı, az ya da çok, ve onu bilmemiz ne işe yarayacak her şeyden önce? Sanırım bu uyanış bizde ilkin bir rahatlamaya yol açacak ve en azından Türkçede 150.000'e yaklaşan tedarik edilebilir-okunabilir kitap sayısına daha sakin bakmamızı ve o yığını seçimlerimiz sayesinde doymuş olarak kabul edebilmemiz sağlamış olacak.

Hangi 4000 kitap / 1 Ömür?

Bu hesabı tam olarak yapmamızı engelleyen bir unsur da hayatımız boyunca okuyabileceğimiz kitap sayısının yaş, dönem, ihtiyaç ve sosyal-ekonomik koşullara göre sürekli olarak değişecek olmasıdır.
En sonunda şuna karar vermek zorunda hissettim kendimi: Sayılardan uzaklaşıp sayıları ne olursa olsun ne kadar yerine hangi kitapları -tabii zaman içinde onları neden- okuyacağımı öğrenmem daha doğru bir tutum olacaktı. Ve kafamdan gitmeyen rakamsa 4000 kitap / 1 Ömür'dü genellikle, ama HANGİ 4000 KİTAP?
Burada gerçekten de büyük bir kapsamdan söz ediyorum, henüz kitap ve yazar çeşitlerine girmeden. Kimse durduk yerde ömrünü 4000 kitap okumaya adamak zorunda değil; belki de hayatın yarısından sonra bu sayı 400'e de düşebilir tecrübeler ve yaşantılar arttıkça bilgi-sentez yolculuğunda bilinçliliklerimiz çoğaldığı sürece.
Sonuç olarak 4000 kitabın "varmam gereken değil", çıkmam gereken nokta olduğuna karar verdim. Ben ömrüm boyunca 4000 kitaplık bir okuma yolculuğu yapmış olmalı ve son noktada kaç kitap okumuş da olsan zihinsel hacim olarak yaptığım yol bu kadar kitaba denk düşen bir keyif, zevk ve giderilmiş-doyurulmuş merak ve dürtülerine sahip olmamı sağlamalıydı.

Bilmek, Anlamak ve Olmak-Yapmak

Bütün sıra işte bu. Eğer kitaplarınızla işiniz olacaksa ömrünüz boyunca, onları salt eğlence aracı olarak bile görmenizde bir sakınca yok... Bizler, bize bizi gösteren eşdeğer aynalar yaratarak kurduk uygarlığımızı. Sadece dil değil, kültür farklılıklarımızı bile kapatıp anlaşmaya, hayatı ve kendimizi anlamaya çalışırken bu eşdeğer aynaları, yani bize bakan aynalara, yani kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Eğlencelerimiz yorgunluklarımızı ve bıkkınlıklarımızı alarak hayatımıza kısa süreli ve sık yeniden dönüşlerimizi yumuşatırlar. Sıralaması çok önemli değilse de önce bilip, sonra anlayıp en sonunda da gereken neyse onu yapar ya da oluruz. Hiçbir ilerini alır onları şey bitmez, gene aynalardan görüntülerimizin bilgilerini alır ve yine onların uzantısında yine gerekenleri yapar ve oluruz. Kitap bu işlemler içinde en sessiz ve sadık rehberlerdir.
Bu güzel ve anlamlı yolculukta gerçekten de hepimiz kendi 4000 kitabımızın neler olduklarını en azından simgesel düzeyde bilip anlamalıyız.
Bunca satırı neden yazdığıma gelince. Kitabone ve İDEAL KİTAPLIK ile başlayan okuma kültürünü geliştirme fikirlerimin yeni durağı bu "Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?" sorusu. Çok kısa zaman içinde bu sorunun somut cevaplarını proje, ürün ve hizmete dönüştürmeyi tasarlıyorum.

Meraklılarına daha verimli ve isabetli okuma yolculukları dileğiyle...


28 Mart 2021 Pazar

Kitap Nedir? (Her Eğitimli Kadının Bu Cumhuriyete Borcu Vardır !)


Burayı sevdim birdenbire. Önünden geçerken aniden girivermiştim. Yağmur çiseliyordu. Ankara'daki bir arkadaşıma göre orada öğleye kadar kar yağmıştı ve bugünün de sürprizlerle dolu bir gün olduğunu bana söyledi.

Cesurca "Kahve" demişler kafenin adına. Çırağan Kahvesi. Girişteki fiyat listesi karatahtasına Dünya Kadınlar Günü sebebiyle yazıldığını tahmin ettiğim yazı henüz silinmemişti. Bir Türkan Saylan sözü: "(buraya çıkarken o yazıya yeniden bakılıp aynısı yazılacak)" *

Öğrencileri daha çok kafelerde seviyorum. Okullarda ve sokaklarda üzülüyorum onları görünce. Korunmasız ve çaresiz geliyorlar bana. Özellikle de bu Z Kuşağı.

Son zamanlarda çok kişinin kafasını şişirdim bu Y Kuşağı kitabıyla. Y Kuşağı kitabını (2012, Kafekültür Yayıncılık) yeniden basımına hazırlarken aslında bilgi ve yorum bakımından çok eskidiğini düşünürken yaklaşık bir haftamı, gecemi gündüzümü verdim. Kitaptan öğrendiklerimi ve şimdi anladıklarımı heyecanla herkesle sohbetler sırasında paylaşırken neden bu kitaptan hala piyasada başka olmadığını anladım. Akademi henüz sahiplenmemişti bu X, Y, Z kuşakları ayrımlarını. Ve dolayısıyla kitap medyası da alternatif seçeneklerine kavuşamamıştı. Ne diyordu skolastik felsefe düşünürü ve ilahiyatçı Thomas Aquinas  13. yüzyılda: Timeo Hominem Unius Libri, "Tek kitaplı insandan sakınırım". Evet Y Kuşağı'nın da tek kitaplısı zararlı bence. Tamam Thomas Aquinas bunu ilahi metinler için söylemiş olabilir, ama unutmamalı ki tartışılmamış her tek metin de biraz bu kapsama girer. Bir konuyu öğrenmek için en az 1, paylaşmak için en az 3 ve savunmak için de mutlaka 100 kitap okumak gerekir. Yoksa da yazmalıdır.

Çok kişi bana sorar: Kitap nedir? Kitabın ne olduğuna dair tek bir cevabım var: Kitap, onsuz ve, o daha yazılıp okunmadan hiçbir tartışmanın başlatılmaması gereken bir Söz'dür. Bir kitap bir adet bile basılabilir -ama kütüphanelerde yüzlerce kişi okuyabilir sırayla- ama bir kitap asla bir kişi için yazılamaz. Hele hele asla yazarı için değil.

Çırağan Kahvesi'ne ilk girdiğimde beni masa seçimine iten tek neden de son derece sevimli bir ev haliyle döşenmiş iki kitap rafı oldu. Ve hem o kitapları hem de Çırağan Caddesi'nin işlekliğini görebilecek en iyi masaya oturdum. İçerisi boş sayılırdı, öte yandan camlı bir eşikle ayrılan bahçe tıklım tıklım doldurulmuştu öğrenciler tarafından. Onlar ait özgürlük alanlarında (dumanlı hava sahası) çalışıyor sohbet ediyor ve sigara içiyorlardı. Birden oları çok sevdiğimi anladım. Homojen olarak bir aradalarken gençler çok tatlıdır, iyi ve sevimlidirler. Yetişkinlerin mahvettiği bir dünyada yaşamıyorlarmış gibi umut ve ışık saçarlar. İyi ki genç oldum, genç bir oğlum oldu ve gençleri çok seviyorum.

Onların en önemli güçleri mizahtır, şakadır. Her şeyi eleştirme hakları sadece gençlerin vardır; günün birinde de onları değiştirmek zorunda değildirler. Hiçbir şeyi eleştirmeden kabullenmiş şekilde yaşayanlara çok iyi bilinir ki yaşlı denir. Eleştiriyi hele hele özeleştiriyi kaybetmeden yaşayan da hiç yaşlanmaz. Gençlik tehlike altındadır hep. Kimse onları koruyamaz, kollayamaz; gençler bunu istemez asıl. İnsan türünün en zeki halidir gençlik, çünkü önyargı, kötü niyet yok saflık vardır. Varsın yetişkinler bunlara başka bir ad verip dursunlar. Kimse tüm değerlerini kaybetmiş, hiçbir şeyi savunmayan, her şeyi kabullenmiş ve işe yaramayan insanları asla yargılamamalıdır, çünkü yaşları kaç olursa olsun ihtiyardır onlar. Bunların tersini yapan ve olan kişilerse daima gençtir.

***

In solis sis tibi turba locis. (Tibullus)
Yalnızlıkta, kendinin evreni ol.

(Kafeblog 4)


Her Eğitimli Kadının Bu Cumhuriyete Borcu Vardır ! 

21 Şubat 2021 Pazar

Kafeblog 3: Depresyondakilere nasıl davranmamalıyız?


Bun satıyorum, alıyor musun?

Hiç de komik değil. Bu espriyi depresyondaki bir kişiye asla yapamazsın, çünkü o sırada dışarı çıkmaz, dünyayla insanlarla tüm ilişkisini kesmiştir. Ya da kulaklığını takmış melankolik şarkısını 88. kez dinliyordur. Ani değişimlere, günlük rutinlere o an tamamen kapalıdır. duymaz, görmez, bakmaz bile. Eğer sokaktaysa mutlaka bir zorunluluğu vardır ya da hızla kendi dünyasına doğru kaçarken görüyorsundur onu.

Bir gün bir kafede oturmuş çalışıyorum yine. Kulaklığımı sıkı sıkı örtmüşüm: Gün ışığı, her türlü ses asla giremiyor, işime odaklanmışım, ama aslında konu o sırada iş de değil beynimde; maddi manevi hiçbir kazançla çalışmadığıma kimseyi ikna etmek zorunda olmamamın verdiği rahatlıkla, yine evet yine sevdiğim işi sessizlik donanımlı yüksek volümlü kulaklarımın korumasında yaparken aslında içinden hiç çıkmak istemediğim bir duygu halini uzattıkça uzatırken yanımdaki masaya bir kadın oturdu. Makyajsızdı. Yaşı 20-60 arası mıydı kaç gösteriyordu anlaşılmıyordu bile. Yanlışlıkla uzaydan oraya düşmüş gibiydi. Kahvesini söyledi ya da ben hayal ettim, çünkü artık her yer self servis olmuş. Kadın ne içiyordu bakmıyordum bile; o an içinden çıktığım duygu halini yeniden yakalamak için kulaklıklarımı çıkarıp başlangıç konumuna almam gerekti zihnimi, zira o duygu hallerine hemen ulaşamazdım; bazı basamakları çıkmam gerekiyordu. Bunu not ediyorum, yazarım bir ara bu ritüeli, çünkü önemli.

Kadın bana baktı. Hayır. Ben bakmasını istedim. Kulaklıksız olduğumda yüz ifademin değiştiğini, gözlerimin ışıltısının söndüğünü iyi biliyorum. Kadına müzik dinlerken bakamazdım, çünkü özellikle kadınlar bakma ile görme arasındaki farkın zirveye tırmandığı o kulaklıklı parlak bakışları hemen anlar ve hiç önemsemezler. O an müzikteki boşluğa bakmam artık olanaksızdı, ama kadın o müzik parlaklığıyla dolu bakışlarla karşılaşmış gibi kafasını yana çevirdi, yani aslında bana baktı.

Sonra kalktı ve gitti. Ve ona ve kendime bir daha orada hiç rastlamadım. Aynaya bakmış gibi olma etkisiydi bu veya her kültürde farklı isimler alan şu meşhur ruh ikizini arama-bulma safsatasının bedenlenmiş haliydi belki de. Kadın depresyondaydı belli ki. O an ona doğanın vermiş olduğu tüm güzellikleri ve diğer canlıların bütün ilgilerini elinin tersiyle kenara itmişti, ama neden dışarı çıkmıştı? Bunu eminim kendisi de bilmiyordu. Benim herhangi bir ikizim olmadığı açıktı, çünkü o birkaç kare fotoğraf beynime kazınmış gibiydi adeta. O gün bir daha kulaklığım olmadan oturup çalıştığım mekân ve kafelerde kimseyle göz göze gelmemem gerektiğini anladım. Müziğin bakışlarıma verdiği derin parlaklık olmadan depresyondaki hiçbir kişiye aynaya bakmış hissi vermeye hakkım yoktu.

Depresyondakiler boşluğa bakmayı çok iyi tanırlar. Onlara herhangi bir şekilde davranmanın  bir yolu yordamı da yoktur. Yalnızlığı seçmiş birisini rahatsız etmekten daha büyük bir yalnızlık olabilir mi? En büyük anlamsız soru da onlara "Neyin var?" diye sormak ve ısrarla "Neden?" demektir.

Neden?
Sanki sen biliyorsun...






20 Şubat 2021 Cumartesi

Yolculuğun Zihinsel Sökümü

 

Yönün tarifsizliği, mesafenin tahribi ve zamanın kozmik teslimiyetinde çağımızın gezgininin karşısında birden çok zaman tarifesi vardır. Gezginlik, göçebelik ve seyyahlık olarak adlandırılan bu tarifelerin etimolojileri. 

Zamanın kendi kategorileri içinde bu tarifelere bir yer değiştirme felsefesinden daha çok şey bağışlaması, yolculukta sanıldığından daha çok bellek, beklenenden daha çok töz ve umulandan daha çok alternatif zaman örnekleri bulunmasına yol açmaktadır.

Keşif ve fetih objeleri geçerliliğini yitireli beri yolculuğun içeriği zihinsel bir planda kurulmaktadır. Düşüncenin; özel biçimiyle fantastik yolculuk kesitlerinin, yolculuğun zihinsel yapısına sunduğu köklü değişimler çağımız gezgini için ön plana çıkan belirleyici etkenlerdir.

Keşfin yerini alan "geçiş", fetihin yerine "kozmik ziyaret" kuşkularını getirmiştir. 1492 yılına kadar fetihe ve keşfe açık olan yeryüzü artık kozmik istilalara ve talanlara açık bir "geçiş ve ziyaret" mekânıdır.

Zamanımızın gezgini için yeryüzü tabanlı bir yolculuk, eskisinden daha çok belirsizlik, boşunalık ve yersizlikle doludur. Yolculuğun ince bir zihinsel katmana otururken kuşku yoğunluklu bir düzleme kavuşması gezgin, göçebe ve seyyah kavramlarını birbirine yaklaştırmıştır. Birbirine çok yakınlaşan bu üç kavram ancak gerçek bir kozmik ziyaretin ifşasında yüzyüze çarpışarak belki tek kavram boyutuna geçecek ve böylelikle birbirlerine "gerçekten" yardım edecektir.

Her üç kavramın da birbirlerine yakınlıklarına rağmen aralarında hâlâ mevcut olan geçişsizlik yüzünden yeryüzü tabanlı yolculuk kavramı ulaşılmazlığını sürdürmektedir.

Sözcükler tıpkı "yolculuk"ta olduğu gibi birçok anlam ve gösterge labirentlerine açılıyor günümüzde. Yolculuk sözcüğünün ki artık 1492'den bu yana onun bir "söz" olduğunu kabul etmeliyiz açıldığı labirentin sakinleri de anlam ve göstergenin ötesinde birtakım göndermelerin izini taşıyor.

Giderek karmaşık hale gelen ve kalınlaşan Tarih'in, Geçmiş'ten iyiden iyiye ayırt edilir oluşu kendisini alternatif zaman örneklerinin en başına yerleştiriyor. Tarihin içinde yolculuk için, günümüz düşüncesinin "eski" kavramını da yanına alarak Geçmiş'in karşısında başlı başına bir varoluş biçimi kurma pratiğinin eseridir, diyebiliriz. Bu yolculuğun nesnesi zihinsel bir uğraşın ötesine geçmese de sonuç olarak gövde, ayaklar ve kilometre sayacının yaptığı yolculukların saklandığı yere yakın bir yerde, yani zihinsel bir depoda her an yoruma ve nostaljiye açık bir durumda tutulmaktadırlar. 

İşte tarihçinin zorlukları burada başlamaktadır: Günümüzde giderek ayaklardan, gövdeden ve kilometre sayacından uzaklaşan ve kendini zihine vuran yolculuk pratiğinin artık zihinsel bir altyapıda oluştuğunu görmenin acı talihi. Ya da Geçmiş ile Tarih arasındaki ayrımın farkına acı bir şekilde varmak.

31 Aralık 2020 Perşembe

Yanlış Anlaşılan Yolculuk

     Michel Henricot : Voyageur V (1998) 


Zamanımızın gezginleri adına aşılırken yeniden hesaplanması gereken üç kavram daha var artık: Yön, mesafe ve zaman.

Yönün önceden belirlenmesi, mesafenin yeniden ölçülmesi (zihinsel bir topografyayla) ve zamanın yeniden tutulması (yazının saatiyle) edimlerinde zamanımız gezgininin daha rahat ve işinin daha kolay olduğu söylenebilir.

Jiroskobun uydu merkezli yön saptama cihazlarına dönüşmesi, insan eli taşıma gücünün sınırına kadar gidebilen metre kalıplarına lazerli ve küresel mesafe ölçme aygıtlarının yerleşmesi dünyanın geometrik anlamda küçülmesini sağlıyor.

Zamanın bütün dipnotlarını zorlayan zaman felsefelerinin günümüzde yüzeyde de belli bir sabitliğe erişmesi dünyanın zihinsel anlamda da küçülmesine yardımcı oluyor.

Kısalan gezi yolları yüzünden "yolculuk" kavramı eski anlamını yitiriyor. Gezi sayıları azaldıkça yolculuk kavramı daha da küçülüyor; küçüldükçe "okunmaz" oluyor. Yolculuklar bitince başlayan yolculuk yazıları da felsefi ayrıntılarda yaşama kalıbını seçiyor.

Yol'un, yön'ün ve zaman'ın fazladan mesafe tüketme ve zaman kaybının insani korkulara özgü estetiği yokolmak üzere. Çağdaş yolculuklarımızın düşüncelere, içsel dünyalara ve hayal gücüne yöneldiği bir zamanda gezi ve geçişte karşımıza çıkan pencerenin içinden yeni bir pencere çıktığına tanık oluyoruz.
Zamanımızın gezgini artık kozmik kuşkular ve ilgiler ışığında, berisinde yolcu ve koltuk barındırmayan bir pencerenin önünden, yön, mesafe ve zamanca ortaya çıkan bir estetik kaybının temsilcisidir.

Zamanımızın gezgini yönce daralmayı, mesafece kapanmayı ve zamanca eksilmeyi temsil ederken yön gerçekte değişmemekte (çünkü keşif ve fetih bilgileri korkunç bir biçimde tekrara uğramaktadır), mesafe açılmamakta ve zaman durmamaktadır.

Keşiflerin, fetihlerin, turların ve tıkanan ânın tekrarlı tükenişi, yönü, mesafeyi ve zamanı içe döndürmektedir. İçsel zamanda yapılan yolculuklarda yeni yön mutlak olarak eski yönlerin derinliğini ve yeni mesafelerin üzerinden yeniden uçuşu zorunlu kılacaktır.

Zamanımızın gezgini kaçınılmaz tekrar yolculuklarına çıkarken yanında yön, mesafe ve zaman araçları olarak artık ne götürmektedir? Yeryüzünün her yerinde inanılmaz bir biçimde eşzamanlı olarak eski ve yeni dünyaların mesafece çok yatkın bir komşulukta ve bunun da ötesinde iç içe yaşamalarını zamanımızın gezgini nasıl açıklamalıdır?

"Zamanımızın gezgininin nasıl biri olmalıdır?" cümlesinden kaçınmak ve onu bu sorulardan kurtarmak için gerçekten gerekli odaklamanın merkezine zamanımızın yolculuğunu almak gerekmektedir.

Zamanımız yolculuklarının güzergâhı artık çıkışgidişdönüş ekseninde değil sadece dönüş ekonomisinde gerçekleşmektedir. 1492'deki son fetihle ve yeni dünya tohumlarının atılmasıyla birlikte yeryüzündeki çıkış-gidiş düzeni bir tekrar eksenine oturmuştur. Hindistan'a ulaşma inancının temelinde bir yön kaybı yatmaktadır. Hindistan yönünün kaybedilmesi tuhaf bir şekilde yeryüzünün tam anlamıyla fethedilmesine yol açmıştır.

15. yüzyılda yeryüzüne egemen olan rastlantı ve yanlış anlama düzeni çağımızda hâlâ sürmektedir. Tek bir farkla: Rastlantıların hızı ve yönü değişmiş, dış dünya zihinselliğe ulaşmış, düşler dış dünyanın kurgusunu kurtarır olmuştur.

23 Nisan 2020 Perşembe

Çocuk Partisi Artık Kurulsun !!!

Huckleberry Finn filminden (1974)

Bir çocuk kalbi unutur, ama asla affetmez. 
José Mauro de Vasconcelos, Şeker Portakalı

Çocuk partisi nedir?

Çocukken hep çocuk kalmakta kararlıydım. Şimdi nasıl yaşlılığı bilmiyorsam -ve yaşlılar da genç olmayı bilmiyorlarsa, ki unuttuklarını düşünüyorum hep, Orson Welles'in I know what it is to be young şarkısı ne derse desin- o zaman da yetişkinliği bilmiyordum.

Yetişkinlik, çocukluğun kapısını çalan kötü bir haberdir. Haber, onu alınca eskisi gibi olamayacağınıza dairdir. Yalandır. Buna inanın inanmayın, ama kapıyı açtıysanız haberin tuzağına düşmüşsünüzdür.

Bu yüzden yetişkinler hep çocuklara kapıları açtırırlar, çünkü onlar da bıkkınlıkla sabırsızca o kötü haberin bir gün bir an önce gelip çocukların hızla büyümesini isterler.

Çocukluğunuzu terk edemezsiniz, ama kurtulabilirsiniz ondan: Kaçarak.
Kaçanları hepimiz biliyoruz: Oyunun en güzel yerinde oyuncağını alıp gidenler, topunu alıp gidenler; toplarımızı kesilmesine neden olan ve hep dışlandığını düşünen kenar çocukları; zevkle sokakta oyun oynarken dışardan gelip kıskançlık içinde oyunlarımızı bozanlar, bilyelerimizi gasp edenler. Bu küçük yaşın yetişkinliğine çok erken teslim olmuş kaçaklar yetişkinlik safsatasını direğine bayrak çekip gölgelerini bir ömür boyu çocukluklarımızından eksik etmezler.

Çocuk partisi nasıl kurulur?

Çocukken, Çocuklar Partisi genel başkan adayı olarak -çünkü henüz seçimlere girmemiştim- bu gerçeklerin farkındaydım. Bunları unutabileceğimi de biliyordum, ama günün birinde, belki de şimdi, hatırlayacağımdan adım gibi emindim.

Bu konu hakkında bir gün yazmak, Çocuklar Partisi'ni kurmak ve iktidara gelmek ya da çember çevirmek  kadar önemli benim için. Gittiğim her seçim mitinginde, liderlere muzip bakışlar fırlatırken, günlerinin sayılı olduğunu, iktidarımıza çok az kaldığını söylerdim içimden, hınzırca. Ben küçükken, siyasi partilerin televizyonu, erişim ağı ve sosyal medyası seçim meydanlarıydı. Liderler mecburen gençlerden seçiliyordu, çünkü bütün ülkeyi hakkıyla gezmek için fazla yorulmamaları gerekiyordu. Öte yandan başkanı ve seçmenleri çocuk olan bir partide kim yorulabilirdi ki? Aksine gece gündüz demeden sürerdi kampanyalar; ağaçlarda, parklarda, futbol arsalarında, su birikintilerde, saçak altlarında, arka bahçelerde ve okul bahçelerinde. Eminim, milli eğitim bakanı rekabet amacıyla okul saatlerini uzatır, haftasonları da ders koydurturdu parti çalışmalarımızı engellemek için. Ya da içişleri bakanı çocuk polislerini, adalet bakanı ise çocuk mahkemeleri devreye sokarlar, bu mini devrimi önlemeye çalışırlardı "demokratik" ölçüler içerisinde. Asla kışkırtmalara ve casus faaliyetlerine kapılmaz, içimizdeki hainleri kırmızıya boyayarak ya da suyla ıslatarak deşifre ederdik. Oyunlarımızı bozanlar olasılıkla içimize sızarak çocuk rolü yapmak suretiyle gizli taktik ve tedbirlerimizi yetişkinlerin partilerine bildirmek isteyeceklerdi hiç kuşkusuz. Buna engel olmaya tenezzül bile etmezdik, zira her akşamı ve geceyi zaten ebeveynlerimiz olan ve doğduklarından beri aynı partiye oy veren yetişkinlerle yaşadığımızdan bize dair her türlü bilgiyi almaları her zaman an meselesiydi.

Çocuk partisi nasıl iktidara gelir?

Derken o yaş meselesi seçimlere birkaç gün kala gündeme gelir, yüksek seçim kuruluna yaptığımız itirazlar sonuç vermez ve o seçime de yine kabul edilmezdik. Ama yılmazdık hemen, çünkü yaşamak en büyük siyasetti ve çocuk kalmak da en modern ve sosyal siyasi rejimdi. Çocukluğun sadece başımızdan geçen bir hezeyan ya da bitmesi gereken bir dönem olmadığına inanan bizler bu gizli siyaseti içimizde yaşatmaya devam edecek ve çocukluk günün birinde yasaklansa bile onun özgürlüğümüzün en temel bileşeni olduğunda sürekli ısrar edecektik.

Şimdi etrafıma baktığımda çocukluğumdan başka bir şey göremiyorum. Tam da çocukken anladığım gibi. Aynı zaman bir manyetik alan da olan çocukluğum, bu alana giren ve burada olan her şeyi, yaydıkları renk ve ışımaya göre tanımamı da sağlıyor. Bu durumda hiç kimsenin süslü kelimeler etmesine, yalan söylemesine, rol yapmasına gerek yok. Bu alana ancak çocukluğunuzla gelir ve ağırlanırsınız.




21 Ekim 2019 Pazartesi

Yazar mısınız? (Genç bir yazara öğütler 4)


Hep sorarlardı ona:

-Yazar mısınız?

-Evet.

-Adınız neydi?..

Hep adını söylerdi o da... Bir gün aklına adını söylemek yerine şu cevabı vermek geldi:

-Madem tanımıyorsunuz neden soruyorsunuz?..

Hiç kimsenin aklına "tanımadığım için soruyorum" demek gelmedi. Sustular genellikle...

Cevap zamanla şu hale geldi:

-Bir yazarı tanımıyorsanız sakın bir de üstüne ona adını sormayın. Onun adı sadece isim değildir, bir imzadır..."


Yazarları kitaplarıyla daha iyi tanırsınız. Amaç da bu değil midir zaten...
Yazarlar kimiz zaman kitaplarının yerine geçmek isterler. Zor zamanlardır. Yaprak kımıldamıyordur. İnsan ve yaşam ağırlaşmıştır. Yazar kitap olduğunu sanır. Gerçeğin kendini hayal sanması gibi...

Kendinden konuşmayı sevmeye başlar yazar.

Karnından konuşur. Konuşmaktan başka hiçbir şey yapamaz.

Onu bütün meslekler ve sanatlar izler. Dünya kurur, nehirler görünmez olur.
Dağlar deniz olur. Denizler dağ.

-Yazar mısınız?

-Evet.

***

Bu soru ve cevap mesafesinde olmak çok tehlikelidir.
Güneş ışık ve ısı olmak yerine yakmayı seçmiş gibidir.

Her şey başlamadan bitmiş gibi gelir sana
Bir defterin ya da kağıdın başına oturduğunda

İşte o an uzak dur sessizliğin sana söylediklerinden
Söylemediklerini ara bul ve nefes almaya devam et yeniden

***

Bu kısa metin çeşitlerinden sonra sona geliyoruz usul usul sevgili genç yazar.
Sana bir şey söylediğimi aktardığımı hiçbir zaman söylemedim. Düşünmedim bile. Bu yüzden veda etmek çok zor.

Daha çok yalnız kalacaksan üzülmem buna. Bu nedenle konuşmadım seninle. Rüzgarın kayaya fısıldadığını düşünürüz, oysa aşındırmıştır onu ve mineral tozlarını başka kıtalara taşır rüzgar, belki budur bütün işi... Değerli olanı buluncaya kadar esmek ve gitmek gitmek...

Hiçbir şeyden asla emin olamayacaksın. Hiçbir şeyi tam olarak bilemeyeceksin ve kötüsü bunları anlamaya çalışanlarla dolacak çevren, her adımında çoğalacak yeniden ve yeniden; sana soracaklar; sorularını unutup aynı soruları yenden soracaklar; cevaplarını asla hatırlamayacaklar ve sen hep bir şeyler yapmak zorundasın. Rüzgar esmeye devam ediyor. Bedenini mi korumalısın yoksa parçalarını mı dağıtmalı bütün dünyanın kıyılarına... Bir çocuğun gözlerinin içine kum olarak mı girmelisin, ki güneşten korunsun gözleri yoksa o küçük bulutu güneşin kavurduğu eski bir köyün ihtiyarlarını serinletmek için mi sonsuza dek kovalamalı mısın?

Bilmiyorum.

Hiç bilmiyorum.

Hepsini unuttum ve seni de.



Adınız neydi?


23 Mayıs 2019 Perşembe

İyi birisi olmak için Kötülük yapmak gerekir


İyi birisi olmak kaç yıl sürer?

Hayatım boyunca iyi birisi olmaya daha ne kadar devam edebileceğimi hiç kendime sormadım. Yapmayı her an bırakabileceğim bir şey olduğundan değil, sadece aklıma gelmedi hiç. Tıpkı nefes alıp almadığımı kendime sormayı akıl etmeye alışkın olmadığım gibi.

İyi biri olmak, iyilikler daha çok kötülüğün bir oyunu gibi geliyor bana şimdilerde... Bu ideali iyilere veren kim diye soracak olursanız bence kötüler ve kötülükler, derdim bu oyunun farkına varmadan önce. Peki şimdi bu aldatılmış halimle ne yapacağım diye düşünürken aklıma ne geliyor biliyor musun ey kötülük? Senin oyununu görüyor, bunu sana söylüyor ve oyuna devam ediyorum. Bence sen ışık ya da karanlıksın ve ben karanlık ya da ışığım. Hangisi olduğumuz önemli değil, çünkü dünyamızda her ikisinden de neredeyse eşit şekilde bulunuyor. Önemli olan ne zaman ışık ve karanlık olduğumuz değil mi? Evrendeki bu ışık-karanlık, enerji-kara delik, madde-kara madde, büyük patlama-büyüme oyunlarından şimdilik en büyük kozmik yaratılış olan insan bedeni ve ruhu ortaya çıkmadı mı sonuç olarak? Işık karanlığa rağmen karanlık için de oluşmuş olabilir; karanlık da ışık için... Birbirlerine karşı olmaları da tamamen kendileri olmalarıyla ilgili bir farktan kaynaklanıyor sadece...

Döne döne

Söylenmemiş sözleri söylemeyi çok severiz. Bunun adı ilk çağlarda şiirdi ve sadece ne olduğunun bilinmemesi ve sanatın oradan ortaya çıkmaması dışında her faaliyet yerine getiriliyordu şiir söylenirken. Ben daha çok şiirin insanın hafıza etkinliğini artırıcı bir tedbir olduğunu düşünürken (ışık) bunun da zamanla estetik olarak dahil olduğu yarışmaların sonucunda sanata ulaşıldığını ve insani meselelerin de katılmasıyla ilk söz olan şiirin kutsal kitapların icadına giden yolda (karanlık) varlığını geliştirdiğine de inanmak istiyorum. İyilik ya da kötülük dönerek değişerek birbirleriyle dans, savaş ve sohbet ederken birbirleri de oluyorlar ve bizim de belki filozofları daha az ve bilgeleri daha çok dinlememiz gerekiyor bu devirlerde, ama unutmayalım ki musibetin nasihat olduğu zamanlarda siyasi görünümlerini örtebilen bilgeliklerden de az çekmedi bu insan milleti...

Elementler

Bütün bu yazdıklarımın ardından elementler tablosuna girecek olursam bu yazı sanırım bitmeyecek ve diğer yüzlercesi gibi taslaklar klasöründe sonsuz bekleyişini tekrar edecek döne döne. Bir yazıyı bitiremezsem kötülük yaptığımı düşünmeye eğilimli olan zihnim bir yazıyı bitirdiğimde ve yayınladığımda ise bu kez anlamsız bir korkuya kapılıyor. Biten yazının okuyan herkes ve her şeyle başlayan açık macerasının da belki de bir kültür elementleri tablosunda yeri vardır. Bu sanrıdan hareketle kısa süre önce sona eren yabancı bir diziden yazı başlığını değiştirmek istemediğim için kısaca bahis açmak istiyorum. Özgün adı Breaking Bad olan bu dizinin, baş oyuncusunun ve konusunun kimya olması sebebiyle BrBa (Baryum-Brom) diye adlandıracağımız pilot adı bana İyilikKötülük karmaşasını veriyor özetle. Baryum: İyilik. Brom: Kötülük.
Dünya döngüsünün ve dengesinin elementlerini bulmuş mu olduk şimdi? Malumun keşfinden öteye gitmez böyle bir uğraş elbette. Belki sadece diziyi izleyenlerin, yazının başlığıyla içine dalacakları bu okuma asla bir tuzak değil; üstelik kişisel sayıklamalarımı, absürd hezeyanlarımı kimseye zorla okutmak gibi bir niyetim de hiç zaman olmadı. Ben belki sadece Breaking Bad demek istiyorum onu benim gibi tamamen izlemiş olanlara. Belki de bazı işler yalnızca onların adını söylememiz ve malumu anmamız için o şekilde yapılmıştır. Kullandığınız yöntem ya da zanaatın bir meseleyi yapıldığı ürün ya da eserle yekpare olarak anlatma yeteneği yoksa bu kötü bir şey değildir: O mesele elbette o ürün ya da eser üzerinden sorunun kullanıcıya aktarımıyla değinilmeye başlanmış ve çözümünü yeni ilgiliden bekler olabilir. Breaking Bad gibi eserlerin özelliği ise meseleyi Br ve Ba gibi iki element arasında yaşanmış kılmalarıdır.
Son kez söylüyorum anlayana: Breaking Bad.


13 Mart 2019 Çarşamba

Genç bir yazara öğütler



Bookmarks – Page 4 – Scribble & Stitch


Öldürmeyeceksin der baştan itibaren bütün kutsal kitaplar. Öldürmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeden nasıl öldürmeyeceksin?
Bir yolu var. O da ölmekten geçer.

Bütün yasalar, kurallar, dersler ve öğütler bazı şeyleri deneyimlemeden yapmanı söyler. Söyleyenlerin yaptığı ve deneyimlediği ortadayken, onlar bunları yapmışken nasıl onlara güvenebilirsin?

Herkes senin ne yaptığını yaşadığını merak ederken kime ne senin dünyaya bakışından.

Herkes aynı dünyaya bakar aynı şeyleri görür, belki senden daha iyi görür ve yorumlar, ama bunu anlamak için sana ihtiyacı vardır.

Her gün bir mektup yaz. Zarfa ne yazarsan yaz mektuplarının hiçbir yere ulaşmadıklarını, gönderen adresi olmadığı halde bütün mektupların sana döndüğünü ve açamadığını göreceksin.

Çocukluğunu ara, kaybolduğunu anlamak için. Bunu anladıktan sonra kaybolmuş olmak seni rahatsız etmeyecek. İhtiyacın olan cesaret değil, anladığın korkularınla yaşama gücü.

Dışarı çıkarken şiirden ve kendinden uzak dur. İçeride zaten her şey şiirden ibarettir. Günahlarını kendine sakla.

Her salgını düşünce sanma, her düşünceni de salma; bırak sıralarını zamanlarını beklesinler veya bir ömür boyu sussunlar.

Hayatını toparlayıp bir aynaya hapsederek ona karşıdan bak ya da kabul et yalnızlığını, kaybolduğunu.

Çölünün rüzgarından yön bekleme. Kuma suyu sorma. Suya geldiği yeri söylet.


Genç bir yazara öğütler 2

10 Ekim 2018 Çarşamba

Papirüsten Parşömene Kâğıdın Tarihi



Kâğıdın Tarihi

PAPYROS, PAPIER, PAPER

İnsanın bir milyon yıldır şimdiki haliyle dünya gezegeninde varolduğunu, ama altı bin yıldır yazı yazdığını biliyoruz. Bugünkü şekliyle tanıdığımız kâğıdın bulunmadığı, henüz keşfedilmediği Eskiçağ’da çok sayıda farklı yazı malzemeleri kullanılıyordu.

Günümüze kadar kalabilen anıt ve yazıtları kâğıt öncesi yazı malzemelerinin dışında bırakırsak bu malzemeler anorganik (çanak, çömlek, bakır, kalay parçaları) ve organik (ahşap, keten, ağaç kabuğu, fildişi) malzemeler olarak ikiye ayrılıyordu.

Ne var ki bu malzemelerin hiçbiri papirüs kadar önemli ve etkili olamamıştır kâğıdın tarihinde. Yunanca papyros sözcüğü haklı olarak bugün Batı dillerinde yaşamaya devam etse de (paper, papier) Yunanlılar bitkiden elde edilen yazı malzemesine, yani papirüsa khartes derlerdi. Latince’de chartes olarak adlandırılıyordu bu malzeme. Almanların karte, Fransızların carte dedikleri “harita” sözcüğü de buradan gelmektedir.

Zaman içinde kitap anlamına kavuşan Yunanca byblos sözcüğünün ise ilk anlamı papirüs rulosuydu. Bu sözcük bugün hâlâ kullandığımız “kütüphane (bibliotek), kitapsever (bibliofil), kaynakça (bibliyografi)” sözcüklere kaynaklık etmiştir. Hatta İncil anlamına gelen Bible sözcüğü de buradan gelmektedir.

Papirüs bitkisi (cyperus papyrus) rutubetli ve sıcak ortamları seven otsu bir bitkidir. Eskiçağda en çok Nil deltasında yetiştiği için papirüsü ilk kullananlar Mısırlılar olmuştur. Günümüzde Aşağı Mısır’da, özellikle de Nil deltasında ve bir zamanlar başlıca papirüs üretim merkezlerinin gelişip serpildiği Arsinoitis’te artık soyu tükenmiştir.

Papirüs bitkisinin ilk detaylı tarifini yapan Aristoteles’in öğrencisi Theophrastos papirüsün Suriye’de de yetiştiğini yazmaktadır. Theophrastos bu tarifinde papirüsün kullanım alanları konusunda başka kaynaklara kadar uzanan bir liste vermektedir.

Papirüs nişasta içeren saplarıyla ucuz ama lezzetli bir besin maddesidir. Liflerinden sepet, halat, lamba fitili, sandalet, giysi hatta kayık yapılıyordu. Kökleri ise alet yapımında ve yakacak malzemesi olarak kullanılıyordu. Çiçeklerinden çelenk, küllerinden ise ilaç yapılıyordu.

Bizi ilgilendiren yazı malzemesi papirüs, papirüs sapının alt kısmındaki özden elde ediliyordu. Saplar henüz tazeyken parçalara bölünüyor ve enli parçalar halinde kesiliyor, suyla ıslatılmış bir tahtanın üzerine yan yana diziliyordu. Çeşitli işlemler sonrasında elde edilen papirüs rulolar halinde piyasaya sürülüyordu.

Papirüs Eskiçağ’da en çok Nil deltasında yetişiyordu. Antik dünyada idari kurumların bulunduğu büyük şehirlerde hayli fazlaydı ve papirüs ticareti de bu nedenle çok gelişmişti. MÖ 5. yüzyılda Atina’daki idare papirüs kullanıyordu. Belge suretleri çıkarmak için papirüs satın alındığına dair gider faturalarında bu görülmektedir.

Papirüs buluntularının çoğu bugün Mısır’da ortaya çıkarılmıştır ve çıkarılmaya devam etmektedir. Ne var ki papirüslerin bulundukları yerler kuru çöl bölgeleridir. En önemli buluntu yerleri bugün artık kumlar altında kalmış olan vaha yerleşimleri, özellikle de Fayyum bölgesindeki şehirlerdir.
Mısır dışında en çok papirüs bulunan yerler ise Fırat nehrinin orta batısındaki Dura-Europos’tur.  Daha sonra Roma’nın garnizonu olan bu şehirdeki Mısır’dakine benzer kuru iklim sayesinde, parşömen ve Yunan papirüsleri dışında Roma askeri idaresinin Latince papirüsleri de korunabilmiştir.
Filistin’de bulunan en tanınmış papirüs örnekleri Ölü Deniz’deki mağaralarda bulunan ve papirüs rulolarıdır.

Roma egemenliği altındaki Mısır’da papirüs üretimi önce krallığın daha sonra da imparatorluğun mülküydü ve özel kişilere kiraya veriliyordu. Bitkilerin yetiştirilmesinden satışına kadar bütün safhalar özel sektörün elindeydi. MÖ 2. yüzyıldan sonra papirüs üretimi doruk noktasına erişti.Roma imparatorluğu döneminde kalitesini korudu. Fakat 3. yüzyıldan sonra bu kalite kaybolmaya başladı. Mısır’da papirüs üretimine 10 ya da 11. yüzyılın sonunda son verildiği tahmin ediliyor.


Kâğıt ve Kıskançlık

Bazı keşifler yokluktan, kıskançlıktan ya da rekabetten doğar. Tanrı’nın keşfi ve teoloji dünyasının icadı da belki bu durumun ilk örneklerindendir. Bu keşfin meyvelerini yine kâğıdın arşivci ve bellekçi kucağında vermesi bir tesadüften öte kâğıt medeniyetlerinin insanlığı gizliden gizleye yönetmesinden ve saklamasından başka bir şey olamaz.
Ne yaparsak yapalım “araç”ların amaçlarımızı ve ruhlarımızı yönlendirmesini önleyemeyiz. İnsanın ruhunu kurtarmak için maddeyi kullanması ve onda “kalması” gerekir.

Kâğıdın tarihinde papirüsten sonra gelen ve az önceki örneği doğrulayan parşömenin efsanevi nitelik taşıyan keşfi Küçük Asya’da, Mısır’ın papirüs tekelinden kurtulmak isteyen Bergama kralı II. Eumenes’e mal edilmektedir. Zaman geçmekte ve en az dünya tarihi kadar birçok insanlık konusu yazılmayı ve kaydedilmeyi beklemektedir.

Plinius’un Romalı bilge Varro’dan aktardığına göre İÖ 2. yüzyılda Mısır kralı Ptolemaios VI. Philometor (İÖ 180-145) ve Bergama kralı Eumenes (İÖ 197-159) birbirlerinin kütüphanelerini kıskanmaktadırlar. Bu nedenle Ptolemaios papirüs ihracatını yasaklar ve İskenderiye-Bergama arasındaki papirüs yolculuğu sona erer. Bunun üzerine Bergama’da (Pergamon) parşömen mecburiyet üzerine keşfedilir ya da icat edilir. Bu bilgilere göre parşömenin Pergamon’da icat edildiği biliniyor olsa da daha eski dönemlerde parşömenin bilindiğine dair bulgular bizi şu açıklama götürüyor muhtemelen:

İÖ 1790-168 yıllarında Suriye kralı Antiokhos Epiphanes Mısır’a saldırdığında ve İskenderiye istila edildiğinde papirüs ihracatı kesintiye uğradı. Bunun üzerine kütüphaneyi genişletmeyi sürdürebilmek için eskiden beri bilinen parşömenden yararlanılmaya başlandı. Ancak daha sonra yeni kitap biçimi olan kodeks bulunduğunda ise parşömen yavaş yavaş papirüsün yerini aldı.

Rivayetler ve belgeler arasındaki bu çelişkili durumu daha da ortaya çıkarmak için tarihin ozanı Herodotos’a kulak verelim şimdi. Herodotos’a göre eski dönemlerde yaşayan İyonyalı Yunanlılar papirüs kullanmaya başlamadan önce keçi ve koyun derilerine yazı yazıyorlardı. Bu noktada birbirlerine benziyor olsalar da deri ve parşömeni karıştırmamak gerekir. Deri, hayvan pöstekisinin tabaklanmasıyla elde edilirken parşömen üretiminde deri tabaklanmaz, kireç işleminden geçirildikten sonra kurutulur ve daha sonra ince şekilde kazınarak düzleştirilir.

Yunan dilinde “Bergama derisi” anlamına gelen “pergamane” yani parşömen, genellikle koyun, dana ya da keçi derisinden elde edilirdi. Buzağıdan elde edilense en değerlisiydi.

Parşömenin bulunuşuyla birlikte iki önemli gelişme daha kaydedilmiştir. Bu yazı malzemesi öncelikle kaba kamış fırçasından daha geniş olanaklar sunan kaz tüyünün kullanılmasını sağlamıştır; son olarak da parşömen, kitabın doğuşuna neden olmuştur. Kullanımı zor olan papirüsün yerini alan parşömen birbirine bağlanınca Roma kodeksi oluşur: Yani artık bugün anladığımız anlamıyla kitap doğmuştur.

Kullanımı çok ağır yaygınlaşan parşömen kitap yapımında papirüsün yerini ancak İS 4. yüzyılda alabildi. Hammaddesinin papirüse oranla daha az bulunması ve aynı zamanda hazırlanışının gerektirdiği el emeği sonucu maliyetinin yüksek olması, fiyatının da yüksek kalmasını gerektiriyordu.
Kâğıdın Ege ve Akdeniz’deki yolculuklarından, serüvenlerinden bahsettik şimdiye kadar. Buna karşın kâğıt elbette Doğu’da da vardı. Güneş gibi oradan doğmamış olmasına karşın kâğıdın Çin’de İS 105 yılında hükümdarın muhafız alayına mensup bir sanatkâr tarafından bitki kabuklarının kullanılarak elde edilen kâğıt hamurundan yapıldığını biliyoruz.

Asya’da 2 ve 3. yüzyıllardan sonra Hintçe başta olmak üzere birçok dilde yazılmış kâğıtlar bulunmaktadır. Uygurlar da Mani dinini kabul ettikten sonra yazı yazmaya ve kâğıt kullanmaya başlamışlardır.

İslam dünyasında bilinen en eski tarihli kâğıt 879 yılına ait, üstünde Binbir Gece Masalları’ndan birkaç satır Arapça metin bulunan parça ile 1080 yılına ait Uygur harfleri, Karahanlı Türkçesiyle yazılmış alım-satım senedidir.

Kâğıt yapma sanatının meslek ve ticaret olarak Çin’den Semerkant ve Kahire yoluyla Avrupa’ya ulaşması bin yılı almıştır.

26 Eylül 2018 Çarşamba

B.A.A.B.Y.D (Bitişikleri Ayrı Ayrıları Bitişik Yazma Derneği)



Siz bu satırları okurken dünyada bir günde atılan 30 milyar kısa cep telefonu mesajında kaç de, kaç mi, mu, musun, misin bitişik ve kaç de, şey, bilir ayrı yazıldı biliyormusunuz?

Nerden bileceksiniz? Ne malum bunları sizinde yapmadığınız?

"Bitişikleri Ayrı Ayrıları Bitişik Yazma" olgusu tıpkı sakarlığa, yön duygusu eksikliğine benzer. Buna ya yeteneklisinizdir yada değilsinizdir. İmla olgusu içinde durum hemen hemen aynı gibidir. O daha büyük bir cesaret ister.

Çevrenizde, sanki hayat neredeyse imladan, ayrılık ve bitişiklik kurallarından oluşuyormuş, başkada birşey yokmuş, hatta H2O gibi formüllüymüşcesine yaşayanlar, bu yaşadıklarını dayatanlar mutlaka vardır. Yalanmı söylüyorlar? Hayır. Bitişikler bitişik, ayrılar ayrı yazılır. Doğru. Peki bu kadar beceriksizi, yeteneksizi ne yapacağız? Hem kural esnetme yok hemde bunun bir okulu  yok. Dedik ya bu sakarlık, yönsüzlük gibi bir nevi hastalık. Hastalıklara karşı hasta olunmaz kuralı varmı peki?
Hayır.

Tamam o halde sondan bir önceki noktayı koyuyoruz. Dil ve yazım kuralları kimsenin tekelinde olmasada gençlik güzellik gibi dünden bugüne gelip geçen şeyler olmadığından; öğrenmesi, bilinmesi ve sorgulanması bedava. Çiçekleri ezen, yere tükürenden farkı varmı ayrı-bitişik katillerinin? Çevreye zarar vermiyorlarmı? Dil eğer sosyal bir kurallar dizisiyse, evet. Onlar çevremizi katlediyorlar. Grip olanın virüsünü yayması gibi zarar veriyorlar sosyogörsel hijyene.

Çare?

Kılavuzlar, rehberler, kitapçıklar, sözlükler. Belkide. Ama başvurudan önce bilinçvuru yani işi bilinçte bitirme gerekir. Yönsüz olana harita, sakara çay saati... Uğraşmak gerek.


10 Nisan 2017 Pazartesi

Kafeblog 5: Ve gittin rüyalarımdan


Elin ne klavyeye ne de kahveye gidiyor. Geceleri soğuyan dünyanın yarısından daha da soğumuş olan fincana uzak duran elini yumruk yaptın ve bir gün gitmeye söz verdin kendine, o rüya şehrine gitmeye. Yıllardır bütün rüyalarında, tekrarlanan düşlerinde gördüğün yerleri bir gün çok tuhaf şekilde bir haritada birleştirmiştin düşünme yoluyla. Hiçbirisinde yaşamadın, ama gerçek dünyadan daha çok aşinaydın o yerlere; hepsi birbirine yakın bu yerler garip bir şekilde coğrafi olarak birbirlerine aşırı uyumluluk gösterir derecede benziyordu ve kendince yaşanan yerler, mekanlar olarak buluyordun onları. O rüyalardaki kişileri, olayları ve yerleri giderek gerçek dünyadan daha çok hatırlamaya başladığını anladığında çok korktun, çünkü hafızanda gerçek hayatın anıları ya daha az yer kaplamaya başlar ve günün birinde giderek artan rüya anıları hafızanı tamamen ele geçirirse? Gerçek dünyada gözlerin açık uyumak olmaz mıydı bu?

Günün her vakti rüyadan yeni uyanmış gibi hallere bürünebiliyor kafan. Az önceki rüya mıydı diye sormanı engelleyen, böylece aklını kaçırmanı önleyen sadece ve sadece geceden gündüze taşıdığın rüya kalıntıların. Gerçekle düşü ayırt etmeni sağlayan izler... Yoksa delirirdin. Düşünsene, kırk bin kilometre çevresi olan büyük bir akıl hastanesindesin ve dörtte üçü sularla kaplı bu hastane duvarlarının.

Omzunun dürtüklenmesiyle uyandın.

"Ne alırsınız?" diye soran bir ses duydun ve sordun kendi kendine: 'Bu ses nereden geliyor? Rüyadan mı gerçek dünyadan mı?'

***

Bir kafeye oturduğumda, eğer ki oraya oturmuşsam büyük ihtimalle hafızamda henüz unutamadığım ve bir önceki gecenin gösterisine dönüşmüş olan rüyalar vardır kırıntılar olarak kalmış da olsa...

Rüyalar çalışmamı önler, çünkü çalışmak nedir, o hiç sanmıyorum ki iyi değildir rüyalar için. O gecenin rüyalarını bilemezsin ve düşünürsün tüm gün, acaba o günün hangi çakaralmazı, objesi olacak o geceki rüyalarının...

Ve biri sana fısıldadığından beri rüyalarına ve beynine küstün. O an içindeki evren boşaldı, atmosfere karıştı. Soluyup geri verdiğin bir parça azota dönüştü rüyaların tüm sinematografik büyülü arka planları...

Onlar sadece uyku sonuna doğru hafızanın çalışmaya başladığı yaklaşık bir dakikalık sürenin meyveleriymiş. Bu hiç tatmin etmedi seni. Kayıptı kalan bütün rüyalar. Göremediklerin. Ve göremeyeceklerin. Belki görmemen gereken rüyalardı hafızanın da uyuduğu anlarda beyninin kapalı devre "yaptıkları ve yaşadıkları ve sakladıkları".

Yaşamadığın bir hayatı nereye saklayabilirsin? Böyle bir hayatı ister misin? Ama böyle şeyler var bedeninde, belki de hala kuşku duyduğun ruhunda.

Artık uyurken hiç de sevinçli değilsin. Çocukluğunu yitirdin böylelikle. Daha çoğunu istemekte haklısın hayatının neredeyse yarısını verdiğin uykulardan. Madem gece ve gündüz var, sen de gece ve gündüz olarak iki ayrı beden ve ruhsun. İki karakter; birisi hiç bilmediğin, diğeri başkalarından dinlediğin; o da yarım ederse sadece buçuk tanıyorsun kendini. Rüyalarından çok şey istemenin nedeni bu. 2. İki. İki bedenini de ruhunu da tanımak bilmek. Ama bunlar neden verilmiyor sana? Bu dünyanın, Ay'ın ve gezegenlerin karanlık yüzlerinde neler saklı? Neden saklanıyorlar?






7 Mart 2017 Salı

Kafeblog 2: Kafesk Hayat


Çok fazla kahve içmiyorum aslında. Kahveyi sevmiyorum da denilebilirdi eskiden. Sigarayla arayı açtığımdan beri çay ve kahve onun yerini aldı. Birşeyler yazarken zihnin nefes alması -ki buna tein kafein de denilebilir- gerekiyor kesinlikle. Bir şişe suyu nasıl yudum yudum içebiliyorsunuz çay ve kahve de birer nefes yudumlarına dönüşüyor size eşlik ederken. Yazı melodiyse onlar da açıkçası ritim ve armoni.

Çalışmak için gittiğim bütün mekânların ortak adı "kafe"... Bu konuda anlaşalım sevgili okur. Yine de hepsi café, kahvehane, kıraathane, kafe ya da bar değiller: Çeşit çeşittiler hep. İçlerinde dönemine göre çoğu internet kafe olmak üzere simitçi, çayevi, fotokopici yani printcenter ve pastaneler de oldu.

Günün birinde şunu anladım: En çok gittiğim, durumum elverdiğince müdavimi olduğum yerlerin ortak bir iç mimari zevkleri vardı: Genelde retro döşenmiş, ışıktan çok gölgesi bol, loş mekânlardı. Örneğin Beyoğlu-İstiklal Caddesi'ni esas alacak olursak en başında ortasında ve sonunda sürekli gittiğim üç yer vardı. Bir ortak özellikleri de alkol ruhsatlarının olmasıydı. Açık söyleyeyim menüleri zengin, batılı ve fiyatları hiç de düşük değildi. Sonuçta Beyoğlu'ndan söz ediyoruz. Herkes gibi benim de 1-2 araba, ev, yazlık parası ve nice kredi-kredi kartları harcadığımız bir yer burası. Ortalama bir hesapla ortalamanın 3-4 katı zaman geçirerek o mekânları tutumlu kullandığımı düşündüm hep, ne var ki bu tutumu başarılı bir ekonomik zincire bağlantılandıramadığım için solo olarak kaldı çalışma hayatımın içinde bu kafe ve mekânlarda çalışma alışkanlığım.

Buralarda çalışmaya mecburdum sevgili okur. Hiç ofisim olmadı çünkü. Ofisevlerim birkaç taneydiler, ama her iki mekân da ayn yerde buluşmaya hep çekindiler nedense. Hep yaya, arabasız, sarı arabalı, az da olsa toplu taşınmalı, sırt çantalı, 8 senedir de laptop ağırlığını da üstlenmiş bir iskeletle bu kafesk hayatı sürdürüyorum bütün çeşitlilik ve güzellikleriyle.

***

Kapılar üzerine geliyor bazen onları yeteri kadar açık bırakmayınca... Kapıları kapatmadan da içe kapanmak son derece güç bir iş. Fazlasıyla ömürden çalıyor. Ritim ve frekanslara kafayı takmış bir şekilde devamlı olarak hayatının ayarlarıyla oynuyorsun. Ne yapacaksın? Daha iyi ve daha mutlu olacaksın değil mi? Elbette. Buna hakkın var. Bunu yapmayı elden bırakmazsan daha az aşınacaksın ve kötü takıntı ve saplantılardan uzak duracaksın.

Burada duruyorsun şunu iyice anlamış olarak ve bunu sadece yıllarca ve yıllarca evden, kendinden ve sana iyi gelecek her şeyden uzak durarak anlayabilirdin: İstemediklerini anlayarak istediklerini anlayan bir bedenin içinde hapsolmuş durumdasın. Yazının icadından beri tersten kurdun insan zamanının saatini. Ne istediğini asla bilemeyeceksin. Ne istediğini biliyorsun ama. Tek şey: Ölmemek. Yaşamayı isteyemiyorsun, çünkü sonlu şeyleri anlayamıyorsun, yani öğrenemiyorsun ve dolayısıyla yaşamayı da bilmiyorsun. Ve sadece ölmemek istiyorsun. Yaşamak yetmiyorsa, ölmemeyi istemek her şeye yetecektir sanıyorsun ki bu doğru.

***

Ona en çok ihtiyacın olduğu anda ondan kaçtığın için kimseyi affetmeyeceksin.

24 Şubat 2017 Cuma

Kafeblog: Kafe ve Mekânlarda Çalışma Günlüğüm ve İzlenimlerim


Kafeblog. Hoppala nereden çıktı bu şimdi.

Eh, yazmadan olmazdı. Onca ülkeyi, diyarı gezme, tozma... Uçağa hatta gemilere de binme. Hayatını sadece çalışmaya ve çalışmaya ve de birkaç ana cadde ve sokaktaki mekânlarda kulaklığını takıp dünyadan kopma gezilerine çık ve bu gezileri anlatma...

Gezdiği yerleri anlatmak mı gezdiği yerlerde kendine ne olduğunu anlatmak mı? Yolculuklara buna yolda karar vermek için çıkılmaz mı?

Bu gezilerde yazdıklarımın hep başkaları için olmasının tek nedeni bünyemin ve beynimin yazmayı sadece ve sadece başkaları için olursa kabul etmesi olabilir mi? Benim galiba beynimin bir lobunda iki ana lobun arasında gerçekleşen söz sanatlarının elektriksel hareketleri gerçekleşiyor. Amigdala > Ego. Bizde böyle.
Bu kısa gezi yazısı başlığından sonra gözlerimi kapıyor ve hatırlamaya çalışıyorum: Şehir ya da ev dışında ilk nerede yazmaya başladım başkaları için?

Bugüne kadar yaklaşık 10 şehirde ciddi anlamda isteyerek ya da zorunlu olarak yaşadığıma göre bunlardan birinde, hatta ikincisinde çocukken ilk yazmaya başladığım yer kitapçı dükkanımızın vitrininin altındaki gizli dehliz olmalı. Her türlü ambalaj, eski dergi, gazete, iade edilecek yayın ve ıvır zıvır için kullanılan bu dehlizin kapısı yoktu. Eğilerek hatta sürünülerek girildiğinden ve çok tozlu olduğundan çıkınca oraya girildiği çok aşikâr oluyordu. Hatta dükkânımız öylesine çok kitap ve insan derisi tozuyla kaplıydı ki ve her bölgenin toz yoğunluğu da farklı olduğundan uzaktaki toza göre nerede olduğun kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Kitaplardan çok üst ve başımızın tozlarını almakla geçerdi dükkânda zaman.

O dükkândan sonra ne içinde saklanabilecek başka bir kitapçı ne de gizli dehlizler arayacak dolu zaman bulabildiğimi artık itiraf edebilirim. Çocukluk, çocuk olmakla çok meşgul olduğumuz en dolu zamanımızdır. Artık çocuk değilsek boşa geçer zamanımız. Şurda burda şuna buna yaranmaya yararlı olmaya yanılmamaya çalışmaktan zamanlarımız da hayatlarımız gibi boş olur gider.

Şimdi zamanımı yeniden bulguladığım ve hayatın saflıklarını aradığım son 15-20 yıl içinde hiçbir şeye şaşırmadığımı söyleyebileceğimi düşünemezdim.

Dünya ve hayat bu kadar kayıp şeyler olabilir mi? Ne yaptınız bunlara beyler hanımlar? Derdiniz ne sizin?

Zaten hiç olmadı bu hayat bu dünya! Olmamış gidin çalışın ya da sadece gidin!

***

Keşke kapatabilseydim kapıları. Tüm kapıları bu sözlerden sonra. Diyorum ya bana tek kalan zaman ve onu nasıl algılamam gerektiğine karar vermek. İnsan olmayan canlıları insanlara tercih edeli beri -başlangıcını hatırlamıyorum- saflığı hissediyorum her adımda. İşte o zaman bir yere gittiğimin bir anlamı da kalmıyor nereden geldiğimizin de...

Şimdi ve şu anda bulunduğum yerde kahve ve gürültü kokuları var. Ses duymuyorum. Kulaklığımdan yansıyan müzik beni sadece sağır etmeye yetecek düzeyde. Bir tek kulakları kapalı olan açık bir bedenim: Yine gerçeklere açık, umutsuzluklara, yürüyen dramlara, geri gelmeyen hiç gelmeyen şanslara.

Hep gece olsa. Hep uyusak. Hep rüyalar olsa. Hiçbir şey olmasa. Hiçliği de bilemeyecek kadar hiçlik olsak.

Yokluyorum. Bu bir masa. O kadar küçük ki üzerine bir dünya şey sığabiliyor. Elektronik ve elektrikli açık bir katlanır defter. İri bir kahve fincanı. Fareye benzeyen bir kırmızı ışıklı kalem. Her yerden sarkan kablolar.

Kafenin adı N. Ünlü bir Roma imparatorunun adı olması için sonuna bir N daha gelmeliydi. İtalyan kafesi olması bir N'si eksik ismin o imparatorun Latince adı olduğunu da doğrulayabilir. Tıpkı Cicero gibi. Bu İtalyanlar ne zaman Romalılardı ne zaman İtalya oldular? Helen ne zaman Yunan oldu? Ya Fars İranlı? Beijing Pekin? Nicosia Lefkoşa?

Eh ben de 17 senedir bir "kafe" gezgini olarak bu ayrımları ve dönüm noktalarını bilmeye çok meraklıyım. Bu merakın bulaşıcı olması için malumatfuruşluk taslamayıp kafelerde açık defterimle ve fareye benzeyen kalem ve kablolarımla, beni dış dünyadan koruyan ve sağırlığımın altın nedeni kulaklığımla gezmeye devam ettikçe burada her şeyi ama her şeyi başıma gelen gelmeyen gelebilecek olan ve olmayanları yazacağım.

***
Hayır asla reklam yok. Hatta tek yasak reklam.
Çünkü dünyayı yayalar kurtaracak. Bir insani gezmekle başlayacak her şey.