medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2020 Perşembe

Mekanik Türk


Is Amazon's Mechanical Turk a Failure?

Mekanik Türk’ü yüzyıllardır biliyoruz. Türk’ün Şarklı kurnazlığı ve pratik zekasının fazlasıyla takdir edildiği 18. yüzyılda ilk kez İmparatoriçe Maria Theresa için sergilenen “Mekanik Türk” adlı otomat Viyana'da İmparatoriçe Maria Theresa'nın hizmetinde çalışan yetenekli mekanikçi Wolgang Von Kempelen tarafından yapılmıştı. İmparatoriçe Maria Theresa için yapılan bu otomat, 120 cm. uzunluğunda, 105 cm. genişliğinde ve 60 cm. yüksekliğinde akça ağaçtan ve üzerine satranç tahtası çizilmiş tekerlekli bir kabinet önünde oturan bıyıklı, türbanlı ve pelerinli bir Türk figüründen oluşuyordu. Öndeki kapak açılıp dolabın ve Türk'ün içine bakıldığında irili ufaklı pek çok kaldıraç, makara ve başka karmaşık mekanik sistemler görülüyordu.

Mekanik oyuncaklar gibi kurularak çalışan “Mekanik Türk”, karşısındaki gönüllüyle satranç oynamaya başladığında, gözleri satranç tahtasını tarıyor, başını arada bir sallayıp satranç taşlarını eliyle hareket ettiriyordu. Yaptığı işler bunlarla da kalmadığı gibi pek çok oyunda rakibini yenmeyi de başarıyordu. Yaptığı hamlenin bittiğini başını üç kez sallayarak belirten otomat, maç sonrasında seyredenlerden gelen soruları satranç tahtasının yanında bulunan özel bir tepside harfleri birleştirerek yanıtlayabiliyordu.

Mekanik Türk’ü izleyenler onlarca yıl boyunca onun sırrını çözmeye çalışmıştılar. Bazıları çok ilginç teoriler üretti. Gazeteler uzunca bir süre Türk’ün sırrıyla ilgilendi. İddialara göre satranç taşlarının içine yerleştirilen mıknatıslar sayesinde Türk taşları oynatıyordu. Bir başka teori ise kuklanın içine bir çocuğun girmiş olduğunu savunuyordu.

"Oyunu kazanmadan önce kafasını bir zafer edasıyla sallıyor, kendini beğenmiş bakışlarla etrafına göz gezdirdikten sonra sol kolunu her zamankinden daha geriye çekiyor ve parmaklarını bir süre dinlendiriyor".

Ünlü yazar Edgar Allan Poe bir yazısında Mekanik Türk’ü böyle tasvir etti. Tasvirler dışında her türlü iddia teori düzeyinde kaldı. Otomatın sahipleri yıllarca makinenin sırları konusunda konuşmama kararlarını sürdürdüler. Türk’ün gizemi de insanları dolayısıyla kendine çekti ve para kazandırdı.

Otomatın mucidi öldükten sonra Mekanik Türk birkaç kez el değiştirdi ve ilk metronomun mucidi Johann Maelzel otomata büyük şöhretini kazandıran adam oldu. Mekanik Türk 1809'da Napoléon ile bile oynadı. Ünlülerle yapılan bu oyunlar daha sonra kitaplaştırıldı ve 1837 yılına kadar Türk bütün Avrupa’yı gezdi.

Mekanik Türk’ün aslı şuydu: Otomatın doğuşundan bu yıla kadar içinde hiç bıkmadan, usanmadan duran ve bir makine edasıyla rakipleriyle oyun oynayan kişi satranç ustası Jacques-François Mouret'ydi. Mouret, makinenin içi seyirciye gösterildikten sonra kutunun içine giriyor ve mum ışığında iki büklüm bir şekilde hem karşısındaki oyuncunun yaptığı hamleleri takip edebiliyor hem de otomatı yönetip karşı hamleleri yaptırabiliyordu.

Mekanik Türk’ün hazin sonu şöyle gerçekleşti. ABD turnesi sırasında ölen satranç ustasının ardından yeni sahibi de denizde öldü ve cesedi denize atıldı. Otomat Philadelphia’da bir müzeye bağışlandı. İcadından 85 yıl sonra Mekanik Türk Philadelphia’daki büyük bir yangında yandı ve tarihe karıştı.

Mekanik Türk adlı “akıllı” satranç makinesinden esin alan bir akıl, son yıllarda kültür ve siyaset dünyamızı sallıyor. Bu otomatla Hukuki Türk otonomisi ve milli vicdan karşısında yargılanan yazarlarımız arasında bir benzetme, bağlantı kuracak değiliz elbette. Zaten otomata dönemin Osmanlı zihniyeti damgasını vurmuşsa da mucidi bir Avusturyalı, yani ucuz bir genellemeye uyacak olursak Avrupa Birliği’nde en sert milliyetçiliği temsil eden Avusturyalıların önemli bir atası. Yıllarca satranç ustalarını, kralları, bütün meraklıları ve imparatorları ustalıkla kandıran Mekanik Türk düzeni iki aşamayı kapsıyor: Fikir bizden isim sizden.

Mecazi olarak “günah keçisi” anlamına gelen “tête de turc” (Türk kafası) terimi de çok uzun bir zamandır Batı’nın Türk hafızasını meşgul ediyordu. Buradan hareketle yukarıda iki aşamada andığımız düzenin formülü ortaya çıkmış oluyor. Batı, yaptığı bütün hesap hatalarında suçu Doğu’ya atıyor. Bir fantezi ya da eğlence değerine sahip olmaktan öteye gitmese de sezgisel düzeyde Mekanik Türk, bu alışkanlığın en ironik ve tarihsel eleştirisi aslında.

Günümüzün Mekanik Türk’ü nasıl bir şey acaba?

Oyun olarak uluslararası ilişkileri, diplomasiyi ya da kültürel dolaşımın kırılgan satrancını benimsemiş ve içine düzenek olarak yazarı yerleştirmiş bir otomat olabilir mi? Elden ele ülkeden ülkeye gezen bu akıllı makinenin içindeki tam olarak neyin peşinde olabilir?

Bu tarihsel eleştirinin ortasında yer alan Türk yazarı da bizce Mekanik Türk’ün tılsımlı oyununa inanmış görünüyor. Deyim yerindeyse günümüzde yazar hâlâ Dreyfus olayındaki gibi Zola’cılık oynayabilir. Yalnız bir farkla: Dreyfus bu kez kendisi. Çünkü arkalarında Zola’lar yok. Zola’yı yazarlıktan sıyırıp ateşli bir hak savunucusu haline getiren itki, Dreyfus’ün masumiyetine olan inancıydı. Bugünse yazarlar, Dreyfus’ün yerine geçebiliyor. Çünkü bu durum 2 etkili. Ve de 2 in 1. Hem kurban hem kahraman.



24 Şubat 2019 Pazar

Devrim, Ecstasy, Viagra, İnternet


Önce Devrim.

Ardından Ecstasy; Viagra ve İnternet.

Her ne kadar değişim histerisinin tarihsel çözünürlüğü içindeki parlak kıtaları olarak görülse de bu basamaklar,yazıyı değişim coğrafyasına bağlayan küçük ama önemli harita ölçekleri.

Haritanın gösterdiği yer ve alanları yazının nesneleri olarak kabul edecek olursak, bu kronolojik dörtlünün aslında birer yazı alanı oldukları ve insan ruhunun değişmeyle arasındaki mesafeyi sürekli olarak taze tuttukları kaçınılmaz bir tespit.

Devrim,sokaklara değişmenin değişmez harflerini yazmak istedi. Ve daha çok sokakları evlere kapatmayı ve evler içinde bir sokak fotografı kurgulamayı başardı.

Ecstasy,arzu ve esrime (vecd) üzerine değişmenin harflerini yazdı.

İnsanruhu, maddeler yoluyla bulutlarda yeni bir üstdevrim kıtasının varlığınınfarkına vardı böylece.
Viagra,devrimcilerin tensel yazısını üstlendi ve onları ellili-altmışlı yaşlarında 20.yüzyılın talihlileri olarak kucakladı.

İnternet,yazıyı "hyper" derecesinde yakaladı ve büyük olanaklar vaat etmeyiunuttu; büyük olanak dereceleri taşıdığı halde.

Değişiminyazı basamakları, basamakları hızla çıkan ayak sesleri olarak algılandığısürece bu merdivenin hiçbir yere çıkacağı yok.

2 Mayıs 2013 Perşembe

Annem artık haberleri ve dizileri izlemiyor

TRT gibi kadın

İnsanın okul öğretmeni annesi olursa ona hiç şüphesiz hayatı boyunca farklı bakıyor. Şefkat ile güven ilişkisi içinde gidip gelen anne-çocuk bedeni arasında bilgiye dayalı bir kanal da açılıyor.
Bu sebepten annem, hayatım boyunca benim tek medyam olmuştur. Ben hep onu izledim. Başka yerlere de baktım: Başka kanallara, programlara, reklamlara, ama sadece bakmakla yetindim. Eskilerin tabiriiyle annem "TRT gibi" kadındı...
Burada 70-80 ve 90'lı yılların TRT'sine gönderme yaptığımı bu yazıyı okuyan herkes kesinlikle bilecektir. Annemin de uzun zamandır devlet kanallarına bakmadığı bilinen ayrı bir gerçek.

Bir yıldız olarak annem

Ondan ayrılalı tam 45 yıl 9 ay 14 gün oldu ve 15. güne saatler var. Biyolojik olarak annemle aramızdaki hayat saati, belki yaşadığımız toprakların acı kaderinden olacak artık çalışmıyor. Bir öğretmen olan annem devletçi ve devlet gibi bir kadındır. Her şeyi devletten bekleyenlerin aksine, devleti bile beklemez o. Her şeyi kendisi yaptı. Yaptıklarının kalıcı olmasının ancak devleti var edebileceğinin farkında olan cumhuriyetçi bir kadın olarak annem asla jakoben olmadı. Nihilist de değildi. Anarşist? Asla... Onun karşı koyduğu tek şey zamandır. Zamanın bütün hızı ve ağırlığıyla birlikte, başkalarını aksine çok daha güzelleşti, harika bir kadın oldu.

Annem 1 ay 10 gün önce henüz bu yazımı yayınlanmadan "kaldır onu bakayım" dedi

Bana hiçbir şey olduğumu annem öğretti. Bu yıldızlar, bulutlar ve insan hikayeleri altında hiçbirisi olmak, bu dünyaya gelmenin ve gitmenin görkemli tanıklarından birisi olmakla eş anlamlıdır; tam olarak demek istediği buydu annemin. Bütün bunları şimdi anlamışsam ve yazabiliyorsam; bu transfer annemden bana, asla bilinen ve kullanımdaki bir dil ya da alfabe yoluyla olmadı. Annemden bana doğumumla geçen her şeyin ötesinde aramızdaki manyetik anlam transferi alanıyla benim cenin olarak onun karnında yüzdüğüm plasenta suyu aynı molekül ve fotonlardan yapılmıştır.

Annemin dediklerini ve yaptıklarını hala yapmadığım için en başta Amerikan dizilerini ve tabii haberleri de izliyorum bu aralar.



2 Şubat 2013 Cumartesi

İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu


Yeni buzul çağı ekranlardan mı gelecek?

Aynaya bakarken bazen ağlamak istiyorum. Bir kuşağın insanı  bu kadar da yalnız bırakılmaz ki, tarih ve felsefe tarafından. Yaşıtların dışında, ebeveyn ve yetişkin kuşakların tanık olmadığı olay ve olgularla yüklü bulunduğumuz bu muhteşem yalnız çağı ilk kez biz mi yaşıyoruz bu kadar yalnızcasına böyle?
Hepsi çok hızlı geçti. 1789. 1917. 1939. 1945. 1984. 1995. Ve 2009: Facebook yükseliş yılı. Daha geriye gittiğimizde sürekli medya araçlarının çağı ve insanları değiştirdiğini görüyoruz, gelgelelim 2009'dan bu yana bir program bu işi yapıyor tek başına, zira hala interneti hayatımızda koyacak yer bulamadık, belki de gereğinden fazla, fazladan fazla yayının içinde (online) olduğumuzdan bu böyle. Olguların değişimini haber vermeye bırakın onların değiştiklerini sonradan anlamaya yetecek kadar bile zamanımız yok.
O halde kendi zamanımızla ne yapıyoruz? Belki artık daha az açıklayarak, anlam arayarak, bulmaya çalışarak yaşıyoruz. Konvansiyonel araçlı dünyanın arama-bulma, öğrenme-anlama vs gibi ikili alışkanlıklarının yerini tekliler aldı. Sadece arıyoruz ve anlıyoruz. Arama ve öğrenme çabaları rafa kalktı. Sonrakiler kullansın diye mi tam emin değilim, ama bazen dünyanın olası kıyametlerine dayalı post-apokaliptik filmler, diziler izleyince gelecek tasarımımızın hiç de "ilerici-gelişmeci" çizgide olmayacağına dair fikirler ön sıraları alıyor kafamda.
Yoksa yeni buz çağı gökten değil de ekranlardan mı gelecek?

İnternette nasıl hayatta kalınır?

Cevaplar kesinlikle tek başlarına aşağıdakiler değil, ama şurası kesin ki internetteki kara deliklerimiz, kümeslerimiz ve kimliklerimiz aşağıdakiler üzerinden dönüyor.

Sosyal Medya, Kişisel Web Sitesi, E-mail, Üyelik, Tarayıcılar, Programlar, Tasarım-Grafik, Alışveriş, E-Ticaret
İnternette hayatta kalmanın emin yollarından birisi kesinlikle çok korkmak. Karşımdaki sadece bir ekran demeyin, karşınızda şimdiye kadar hiçbir şey yoktu, bunu da düşünmek lazım. Üstelik şimdiye kadar asla yan yana gelmemiş ve bilhassa ayrı tutularak totalitarize edilmiş birçok kavram, kural, istek ve eğilim aynı ekranda. Üzerinde binlerce düğmesi bulunan  büyük bir düğmeye bakıyorsunuz şu an.

Düğmelere aynı anda basabilir misin?


Sosyal Medya: Daha medyaları anlamadan kendinizi sosyal medya sorumluluklarının içinde bulmuş olabilirsiniz. Bu durumda yapacağınız tek şey ekran önünde ciddiye almayı ciddiye almamak. Ciddiyet bir sınırdır. O sınıra kadar ironi, vesvese ve şüphe yok, karar vardır, ama kararlar seçenek değil, uygulama seçenekleri çokluğunda dağılırlar.

Kişisel Web Sitesi: Çoğumuza göre artık hayatımızda yer yok. Bence en azından internette ve hayatta doğru bilgilerle kalmak için en uygun referans kaynağı. Yıllık yenilemesi 5 Dolar'dan başlasa da. Doğru adam olmak için o kadar masraflara yol açıp okullar okuduk veya kendi yollarımızı dokuduk, doğru kalmak için de az çaba lütfen...

E-mail: İlk icatlardan da olsa resmiyetten yavaşlık arayışına kadar bir şapka gibi insan iletişim bedeninin temel ihtiyacı. İmza koymaya her zaman ihtiyaç var, imzanızın size nasıl yarayacağını söyleyenlere kulak tıkamak kaydıyla...

Üyelik: Üye olduktan sonra başınıza gelenlerden anlayabilirsiniz ancak üyeliğin ne olduğunu... Ayrıca istatistiklere göre 3 ya da 4 üyelikten sonraki üyelik bilgilerinizi mutlaka kaydetmeniz gerekir, unutma tehlikesi var.

Tarayıcılar: Kaçımız hayalet, fake, nick ve çakma profillerdeyiz öyle değil mi? Artık ahlaki bile sayılmıyor, bütün paralel kimlikler eğlence sektörüne dahil edildi... O bakımdan en az 3 tarayıcı program (Google Chrome, Mozilla Firefox, Internet Explorer vs) kullanmak Sanal-lah'ın emri...

Programlar: Yenisi daha kurulmadan benzeri ya da üstünü çıkıyor. Ne istediğini bilen kişiler arama motorlarına kesinlikle isteklerini açıkça yazabilmeliler ve forumlar en büyük kurtarıcı hangi programa ihtiyacınız olduğu konusunda.

Tasarım-Grafik: İşlevcilerle boyutçuların bir türlü yenişemediği bir alandır tasarım. İnternet tasarım size benzer. Ne istersiniz o vardır. İstemekten değil aramamaktan korkun...

Alışveriş: Birşeyler aldığınızı düşünürsünüz. Malların ihtiyaçlardan az olduğu dönemlerde ihtiyaçlarımızı, eksiklerimizi iyi bilirdik. Şimdi sayısı artan mallar ihtiyaçları belirliyor. Kasa yanı, yani son dakika mağaza satışlarını yüzde % 8-10 olduğunuzu biliyor musunuz? Süpermarketler gibi internette alşverişe de zihnen tok girmenizde her zaman fayda var yoksa at eyerinden posta uçağı sırığına kadar (PO2) her şeyi alabildiğinizi aldıktan sonra fark edebilirsiniz.

E-Ticaret: Elektronik ticaret a-ticareti yani analog ticareti ne zaman geçecek -perakende için konuşuyoruz sadece- bilemeyiz. Bizce geçemeze benziyor, dünyanın ayın etrafında dönmeye başlaması ve ayın karanlık yüzünün yüzümüz olması gibi bir şey bu, ama olursa dediğimiz sonuçlarla olur zaten. İnternette kullanılan en iyi deyiş "internette birşeyler satmak" olduğuna göre niyeti bozuk bu adamların, aman dikkat diyerek İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu'na başlıyoruz.




25 Mayıs 2012 Cuma

Düzenli Medya Düzensiz Medya Düzen Medyası ve Düzen Medya



Düzenli Medya

Genelde yazılarımı üç kısımda yazıyorum son zamanlarda. Kısımlara ayırmamın ve başlıklar atmamın bir nedeni de o kısımlarda söyleyemediğimi söylemek ya da söylemek istediğimi vurgulamak. Aslında yazılarım daha önce kısımlı değildi, yekpareydi; yazı değil görüşlerimi içeriyordu. Sonra onlar bir düzene otursun istedim. Fikirlerin belli bir planda sunulmasının daha iyi anlaşılabilir olmalarına katkıda bulunduğuna dair çok filozof yazısı okudum. Gazetelere baktığınızda bunu görürsünüz zaten. Sıradışı yazanların pekçoğu okurlara ulaşamadan iletişimin absürd koridorlarında yitip giderler. Geriye ise sadelik, açık fikirlilik ve okur memnuniyeti kalır. Bu son on yazımdan oldukça hoşnutum. Okur sayısında çok ciddi bir artış olmasa da, en azından bütün yazıların hemen hemen yüzden fazla kez okunduğunu, okunma sayılarındaki dalgalanmaların sona erdiğini görüyorum. Düzenliliğin ilk kez burada yararını gördüğümü söyleyebilirim. Bu benim için ilginç bir deneyim oldu.

Düzensiz Medya

Eskiden parça parça yazardım. Herkese "yazılar bir kitaba yönelik de yazılmalı" desem de ben en son uygulayan olduğumu söyleyebilirim. Herkese söylememin sebebi aslında kendime çekidüzen vermekti. Bunlar öfke nöbetleri sonrasında oluşan anlık patlamalardı. Birikime açık değillerdi bu patlamalar. Yaydıkları enerji o ana özgüydü. Sonradan hatırlanması için şiddetliydiler. Belki gündem ya da genel kronoloji adına zayıf atıflardı, içerdikleri konu itibariyle. Onları zaman zaman hatırlayıp okumayı çok seviyordum. Üzülüyordum da bir kitaba giremeyecekleri için. Kimisi bir rüya, kimisi ciddi bir haksızlık gözlemi sonrasında öfke nöbetlerinin arasına sıkışan cümle öbekleriydi. Çok parçalı bir fanatiktim o yazılarda, kızdığım zaman. Zamanla o yazıların sayısıyla birlikte öfkeler de azaldı. Günün birinde sessiz alışkanlara dönüşerek şiddetlerinin almaması için öfkelerimi azar azar o yazılara -285 derecede depolamış ve öfke duyarlılığımın geleceğini garantiye almıştı. Yazılar da form olarak öfkelerimin sıkıştırıldıkları basınçlı tüpler oluyordu. Tam onları uzay boğluğuna sonsuzluğa salacaktım ki alfabenin yerini dilbilgisinin aldığı bir konumda o yazıların arasında birkaç kitaba doğru giden bir ortaklığın bulunduğunu fark ettim.

Düzen Medyası

O yazıları artık yazmıyorum. Zaman ile yaratıcılığın hiçbir zaman benden esirgemedikleri sabır ve çile, beni düzenin yeniden yarattığı bir adam yaptı. Onbinlerce kişi okuyordu artık beni. Konular, fikirler bitmemecesine aklıma yığılıyordu. Onları keyifle yazıya aktarıyor ve artık yazı süremin en az 5 katını da okur mesajlarına ayırmak zorunda kalıyordum. O cevapların bile her biri başlı başına ayrı bir yazı konusuydu.

Düzen Medya 

Yazarımız bilinmeyen bir süre için izne ayrılmıştır.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?





Rüyada Ayşe Arman görmek

Rüya tabirlerinin en iyi tarafı sembollerin kullanılmasıdır. Semboller, rüyaları sınıflandırırlar. En iyi tarafları da rüyalarda her şeyin iyiye yorulmasıdır. Gerçek hayat ve dünya zaten acımasız ve adaletsizdir. Bizler de kurtarıcılığı sembollere yükleyip her rüyadan bir kurtuluş umudu yaratırız. Anlayacağınız rüya tabirleri kitapları tam olarak "yardımcı" kitaplardır.
Gazetesinin rüyada ve rüya gören köşelerinin yazarı olan Ayşe Arman, bu rüyadan hiç uyanmayacağa benziyor. Hatta gazetesinde çok yakında uyanık düş gören kimse kalmayacak ve bunları görmezden gelen Ayşe Arman, hiçbir şey yokmuş gibi rüyalarına devam ediyor. Yakında bir hayaller alemine dönüşecek olan gazetesinin rüyası olarak sarı kaküllerini yüzüne döküp gene konuğundan rol çalan ve kendisini ön planda gösteren açılış resimlerini vermeye devam edecek.
Ayşe Arman'ın o gazeteden en son gidecek olması onu kendi rüyası içinde nasıl birisi yapar? Rüyasında Ayşe Arman'dan başka bir şey görmeyen Ayşe Arman, pek yakında gazetesini nasıl bir halde bulacak? Piyanonun torpilli pembe tuşu olan Ayşe Arman'ın karşı-notasına basılması için 20 senelik bir yayın yönetmeninin siyah tuşundan sonra bir beyaz aralığı verilmişti ve şimdi sıra bu pembe tuşa geldi.

Onun adından başka bir şey hatırlamamamız gerekiyor

Ayşe Arman sarı kakülleriyle çok yanlış yapıyor. Bu hatalı imaj çalışması ileride başına dertler açacak. O güneş gözlüklü ve tombul yanaklı fotografına kısılıp kalmıştı ilk yıllarda, sonra anoreksik bir yüzle, dikine, yüksek topukluları, mini etekleri ve çıkma dişleriyle halk arasında da endam etti. Ayşe Arman'ın TV'ye çıkmaktan kaçınması, birkaç kötü deneme dışında çok doğruydu, ama gelgelelim gazetesinde ona ayrılmış rüya köşelerini TV gibi kullanması son derece trajik bir yanılgı, bizden söylemesi.
Yirminci yılına muhakkak hızla yaklaşıyordur kendileri, ama yine de gazeteyi televizyonlaştırma çabaları tamamen boşa çıktı. Gazetesi amiraldi, ama neticede bir gemiydi ve bilirsiniz karaaşırı yerlerde telefonlar ve televizyonlar iyi çekmez.
Şu da var: İnterneti ve kitabı iyi kullanamadı Ayşe Arman. Sonradan bunlara çok hayıflanacaktır, eminiz. Hız sırasıyla işlemek kaydıyla bütün medyaları kullanabilirsiniz, sakınca yok; yeter ki yavaşla hızlıyı desteklemeye, hızlıyla yavaşı yarıştırmaya kalkmayın.
Ayşe Arman'ın adından başka bir şey geriye kalmayacak, öyle görünüyor ve bu durum "ee ne var başardı işte kadın, isim oldu marka oldu" diyenler açısından en az Ayşe Arman için olduğu kadar vahim. Müşterisi (ürün) ya da alıcısı (hizmet) olmayan bir çalışma (gazetecilik) ise sözkonusu olan, siz bunu gerçekten anlamamışsınız Ayşe Hanım.

Abyssus abyssum invoc

Son dersimiz olan Latince deyimlere gelmiş bulunuyoruz. Yukardaki ukala dümbeleği söz yumağı özetle şu anlama gelir: "Uçurum uçurumu çağırır." Veya hiç düşünmeden yorumlarsak felaket felaketi çağırır (doğurur). Sarı kaküllerden, gazeteyi televizyonlaştırmaya kadar Ayşe Arman'ın kendisi için hazırladığı kariyerde hızlıca tırmandığını çok iyi gözlemliyoruz.
Yazımızın başlığını tekrarlayalım şimdi: "Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?"
Şu ana kadar yazdıklarımızla artık bir bağ oluşmuştur sanıyorum. Başından beri veya değil, ama Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni olarak hazırlandı. Hiçbir kriz, yönetici, hükümet ve mesleki türbülanstan etkilenmemesini başka neye bağlayabiliriz?*
Ayşe Arman çizgisi -çizgi demek zorundayım zira ona eklenmiş bir takipçi henüz görünürde yok ya da o vagonsuz bir tren hala- abyssus'lardan yani felaketlerden ve uçurumlardan, ama sadece bu dramatik seviyelerin yüzeysel duruşlarından beslendi yıllarca. Ayşe Arman hayatı boyunca sadece haber değerleriyle söyleşti, gazetecilik şadırvanının etrafında dolandı durdu, bir türlü abdeste ve imana durmadı. Hiçbir mabede girmeden bir mabed tarif etti ve şu günlerde ona hazırlanan amiral tersanesinde -deniz de bitti gemiler de- birkaç metreküp su içinde, sanal gerçeklik oyuncaklarıyla bu mabedin ilk ve son mümini olarak mutlaklığını ilan edecek.
Çünkü gazetede ondan başkası kalmadı.


*Ertuğrul Özkök'ün gazete yönetimini bırakmasından sonra onun devam eden etkisini soğuracak yeni bir pasif yönetim işi devraldı ki yeni ve esas genel yayın yönetmenine görev sert bir geçişle değil, uygun bir ortamda sunulsun, diye düşünüyoruz.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Sosyal medya, sosyal bir balon mu?

1.

İnternetin ikinci onyılını idrak ettiğimiz bu günlerde bazı şeyler dikkatinizi çekmiyor mu?

Genellikle yaygınlık, değer ve yararlarıyla ölçülen gazetecilik, habercilik, yayıncılık hizmetlerinin adı güç ile iktidar ile daha çok anılır olmadı mı? İstatistikler rakamların arkasından resmen güç taleplerinde bulunan bir üslup savaşının askerlerine dönüşmüş durumda.

Şunun trafiği, bunun takipçisi, onun üyeleri, şunların TT'si, bunların ttnet'i ve onların tivibusu... Taraftar, taraf, taraftarlıklar; ortam, kapsam ve içerikten çok daha önemli oldu.

Neyse ki daha değerli olmayı bir türlü beceremediler. Zaten kötülüğün de bu alemdeki ezberi olan kolaycılık, köşecilik ve sabırsızlıklar aynı zamanda kendi son döngülerini oluştururken, arkalarından pençeleri germiş bekleyen ardıllarını da yeni kara şölenlere hazırlamıyor değil aslında. Onlar, yaşamın karanlık tarafında hiçbir yere gitmeye ve bitmeyedursunlar, bizler de onların bir gün tükenecekleri ve gidecekleri üzerine kurduğumuz umut pastamızın ekmek kırıntılarından oluştuğu masalını artık bir kenara bırakmalıyız, sanıyorum.
İnternet, ilk onyılında web alanını oluşturmakla yetindi... Düşük erişim hızlarında gördürdüğü rüyaları ve dayattığı hayalleri şimdi inanılmaz hızlarda gösterememesinin nedeni ne acaba?

Diyelim ki şimdi bu işlerin başında aynı yöneticiler yok. Zamanında Avrupa'yı istila eden Yeni Ekonomi cambazları ve risk sermayesi papazları şimdi neredeler? Risk ve sermaye ikiye ayrıldı tamamen yani uykudan uyandı dünya; ikinci yarı başladığında ortada global krizlerin pansuman ihtiyaçlarından başka bir şey durmuyordu. Riskler gerçekleşti ve asıl kabus da görüldüğü için rüyalar, iletişim ve yeni medyaların geleceğine dair hayallerin alter egosu bile değil artık.

İlk yılı ikinciden ayıran temel farklılık finansal süreçler tabii ki. İlkinde risk sermayeleri, yani birçok firmanın internetin geleceğine dair vizyonlara bile girişmeden bu alanı finansal bir havalanma pisti olarak görüp aşırıya gitmeleri vardı. İnternetin ses, görüntü, yazı ve linklerle görünen kısmı olan Web, bu dönemin lucid dream'i oldu bir bakıma. Gözü açık rüya gören sermaye sahipleri, rüyada olduklarından ve yenilik dinine daha çok inandıklarından "gözleri kapalı" açıldılar bu balonun sepetinde, yüksek irtifalara. Kimsenin bilmediği şey dünya tarihinde ilk kez bir keşif, gelişme ve ilerleme adına denemesiz ve test sürüşsüz havalandırılıyordu.

İlk balon patladığında, etkisi ülkemizde de çok fazla hissedilen şu fenomen oluştu: İnternete giderek daha çok erişim sağlama olan strateji şu cevabı hazırlamayı unutmuştu: İnternete ne adına erişecekler veya orada ne bulacaklar? Her Şey Pahasına Erişim sırasında GSM yani mobil telefon ortamının ağı da dünyayı kaplamaya başlamıştı, ama henüz yeteri kadar ucuz değillerdi. İnternetse yeteri kadar yayılmış ve seçkin olmaktan kurtarılmıştı, fakat ortada uygun ürün, içerik ya da ortam yoktu. Dolayısıyla büyük finansal araçlar ve buluşlarla beraber ilk balon patladı ya da internet ilk kez battı, öldü.

(devam edecek)

25 Kasım 2011 Cuma

Yüksek Kültür ve Sanat Daireleri, Kapıcıları ve Ofis Eşyaları


Yüksek Kültür ve Sanat Daireleri, Kapıcıları ve Ofis Eşyaları




HALİL GÖKHAN


1.

Geçenlerde, hanidir almak istediğim, ama nedense duraksadığım bir aylık derginin yeni sayısını aldım. Derginin adı “Ba…”. İlgimi daha çok, sonradan bir müzik markette gördüğüm yabancı bir CD’nin kapağından yapılmış dergi kapağı çekmiş olmalı ki, CD kapağını gördüğümde gülümsemiş ve bir dergi için zaten çok fazla bir çalışma olduğunu düşündüğümü hatırlamıştım. Sözünü ettiğim CD olağanüstü bir çalışma değildi. Belli ki dergi, kapağı çok beğenmiş ve tekrarlamakta bir sakınca görmemişti. Aslında dergide bu kapak çalışması fena da durmuyordu.
Gelgelelim dergi naylon poşetinde 3-4 gün boyunca gezdi durdu çantamda. Tatilime ara verip İstanbul’a gelmiş ve hızlı bir iş hayatı diliminin içinde bocalayıp duruyordum.
En sonunda beklenen an, yani naylonun yırtılma anı geldi çattı. Dergiyi çıkardım, önce her zaman yaptığım gibi okumadan sayfalarını çevirdim. Yazı ve konu oranlarını anlayarak derginin türünü çıkarmaya çalıştım. İlkin kafamda bir müzik dergisi olduğu fikri uyandı. Bu fikre güvenmeksizin başlığını beğendiğim bir-iki yazıyı okumaya çabaladım. Künyeyi en başta okumuş olduğum için, oradaki isimlerin genellikle yabancı olması beni belirsiz bir heyecana zaten sürüklemişti. Bu bakımdan yazılara başlarken bende peşin bir beğenme arzusu zaten hâkimdi. Sayfa boş olsa bile, yani yazı olmasa bile okuduğumu beğenmeye hazırdım. Tamam belki sürprizler peşinde değildim, ama ne olursa olsun içinde yaşadığım dünya ve hayat için kafasına vurulan, bastırılmaya ve susturulmaya çalışılan kalemlerin yeryüzüne çıktığı ışık sızan bir delik arıyordum ve bulduğumu sanıyordum.
Derginin sonuna kadar bütün yazıları okumayı denedim.
Hiçbir yazı başlamıyordu. Sanki yazılmamışlardı. Bir dilleri vardı, Türkçe’ydi, artık çok rastladığımız üzere Osmanlı, Fars ve Arapça sözcük seçenekleri fazlaydı, kulağa hoş geldiği düşünülen bu seçenek arenası içinde başka yazarlarda olduğu gibi yazı en azından fonetik olarak akmalıydı, ama olmadı.
Yazı yoktu. Sadece matbaa hareketleri içinde ciltlenmiş 6-7 forma, dörtgen biçime yakın bir dergi parmaklarımın arasında kalakalmıştı.
Ait olmadığım bir yere girmiş olma hissi… Bu da tam açıklamıyordu yaşadığımı. Yazılı ve basılı bir nesne parmaklarımın arasından kayıp giderken, gelecekle ilgili bir soru işareti de kafamda yok oluyordu.
Hayal kırıklığı kavramı da açıklamıyordu yaşadığımı. Çünkü bir şey beklemiyordum. Bir serinlik, evet, belki…
Pencere kapanmış ve ortalığı çok rutubetli bir hava basmıştı. Nefes alamıyordum. O hep belirsiz olan gelecek artık yoktu sanki. Onu hissetmiyordum. Bu da artık beni sokağa bile çıkarmayacak yeni bir durumdu.
O güne kadar ben hep konuşmuş ve başkalarının beni dinlediğini sanmış olmalıydım. Onca şey yazmıştım ve başkalarının beni okuduğunu sanmıştım. Hatta yazar olduğumu hissetmemi sağlayacak kadar yaptığım sanat da içinde olmak üzere hep, miras olarak aldığıma inandığım, kesinlikle günlük konuşmadan arındırdığım, dilbilgisi ve sözdizimiyle biçim verdiğim, retorik ve prozodiyle beslediğim bir yazıya inanmıştım. Genel ve yaygın gazetecilik dilinin hâkim olarak kullanıldığı magazin dergilerinin sınırından da öteye pek gitmediğim için yaşadığım bu okuyamama deneyimini o an kavramam son derece zordu. Üstelik düşünme yetim de felç olmuş gibiydi. Belki de o güne kadar doğrusal okuma içinden muhalif ses ve düşünceleri algılamaya alışkın olduğumdan, okuyamadığım bir yazıyı anlayabilmem neredeyse imkânsızdı.
Tuzağa düşürülmüş gibi hissediyordum kendimi. Tuzağı kuranlar kesinlikle okuyamadığım yazıları yazanlar değillerdi, fakat onlara karşı bir acıma da belirmedi bende. Ya birileri onların yazabildikleri konusunda yalan söylemiş ya da başkaları onları okudukları konusunda dürüst davranmamıştı.

Şimdi, okuyamadığım metinlerden örnekler vermek, onları yargılamak içimden elbette gelmiyor, zira o şaşkınlık ve aptallık halini kaybetmek istemiyorum. Bu hal belki bundan sonra hiç geçmeyecek. Tıpkı üzerinde bir an bile olsa yedi rengi gösteren bir cam parçası gibi sarılıyorum bu hale ben. Durgunlukların, krizlerin, anomalilerin çağında bunu daha çok istiyorum. Hayal kırıklığı çağı bitti. Zevk çağı zaten bitmişti.
Bu okumama etkinliğimi teşhis edememenin verdiği rahatsızlıkla kıvranırken yaşadığımı daha çok hissetmemi sağlayan kültür bakterilerine selam olsun. Daha çok hastalık yaratmak zorunda bıraktı, büyüttüğünüz sağlık canavarı. Adını koyup gittiniz. Ve şimdi siz adını koymadan bile ben etkinliği zar zor anlatabildim iki sayfada. Sonrasında adını koymanın artık anlamı var mı? Anlayan anladı. Bu deneyimi yaşayanlar belki de artık hayal kırıklığına bile uğramadıklarının farkında değiller. Onlara sözüm yok.
Bütün bunlar günün birinde okumayı okumamaya çevirecek deneyimi, deyim yerindeyse çok önceden yaşamama neden oldu. Bu deneyimin erken doğumu, yazı etkinliğinin zamanımızda prematüre yazarlar ve ölüm sonrası okurlardan söz edebileceğimiz bir kültür potasının bahsinden söz açmamızı gerektiriyor gibi. Saray, sadece soytarıya ve gülme eylemine indirgenmiş sanki. Varlık koşulları ve nedenleri görmezden gelinmiş bir kültür düzeyinin günümüz “yazar”ları tarafından yağmalanması en basit deyimle masum bir fırlamalık mı? Yazı etkinliğini her türlü sosyal ve ahlaki “boyunduruk”tan soyutlayan yeni soytarı düzeni, kültür sarayının bandosunu da kurmaya başlamıştır kuşkusuz. Bu bandonun ağalarını babalarını yaygın basınımızın köşelerinde zaten çoktandır görmeye alıştık bile. “Harbi” jargonlardan taşan fazlalık kelimeler, neo-ironik üslupların, 9-8 ritmini aratmayan yazı denemelerinin usturasında tarihlerinde görmedikleri kıyımlara uğruyor hanidir. Bunların yanına en hızlı pop trenine yangından kaçar gibi eklenmiş, sürprizli de olsa kabul edilmiş “yeni google yazarları” da bindiriliyor.
Bilginin yaygınlaşmasını, ucuzlaması olarak algılayan tekboynuzlu atların manejinde kum ve talaşların arasında muhtemelen taze boklar da dumanlarıyla boy gösteriyor.

2.

Konuşur gibi yazmayı tarihimizde çok kalem denedi, ama yazdığı gibi konuşmayı becerebilenlerin olup olmadığı bir yana böyle bir denemeyi düşünmek bile akılları epeyi zorlar, bundan eminim. Artık saklamak istemiyorum, böyle birisini çok yakından tanıyorum. Bu işin nasıl başladığını sanırım o da bilmiyor, fakat bugün gördüğümüz onun yazdığı gibi konuştuğu üzerine bir tespitten daha da ötesi: Apaçık bir gerçek. Onun yazarken konuştuğunu sanıyorum, konuşurken de yazdığını. Onun bu imkânsız “diyalektiği”, okuma konusunda büyük şüpheler edinmeme yol açıyor ne zamandır. Kendime engel olamıyorum.
Onun okuma referanslarının görkemi hepimizi yıllardır büyüledi.
Onun konu yelpazesi, ansiklopedi kavramının tarihsel sınırlarını sürekli olarak zorladı.
Onun kendisini bir ansiklopedi içinde öldürmek istemesine hiçbirimiz karşı çıkamadık.
Ve en sonunda yazdığı gibi konuştuğu zamanlardan birinde gitmesini bekliyoruz.
O yazdığı gibi konuşmaya başladığında okuma, yani yazı saydamlaşıyor. Söz bulanıklaşınca onu okumaya başlıyoruz ve konuşma da saydamlaşıyor. Sözün ve yazının klasik sınırlarını kendine göre değiştirme çabası, bu sınırın ufuk çizgisi olduğunu göremeyecek kadar egometrop oluşu -bu terimi eminiz duymamıştır, ona armağan ediyoruz, bunu kullanmak çok hoşuna gider- bandoda onun da şef olarak yer almasını sağladı ve birçok soytarı yetiştirdi. En ahlaki eylemin kendine gülme olarak yer etmesini sağladı.
Ve onun tek gidiş bileti bir yazı şablonu olacak biliyoruz. Üzerinde sadece onun beylik edat, tümleç ve zamirlerinin yer aldığı; konu değiştikçe özne, yüklem ve nesnelerin sokulup çıkarılacağı bir otomatik yazı makinesi. Özdevinimsel yazı değil.
Bu biletin kesilmesinden sonra artık herkes yazardır.

3.

Ortada hiç marş yok ve bando çalmaya devam ediyor. Ama şef olup bitenlerin farkında, her şey kontrol altında ona göre.
İnternet’teki forumlar, yorumlar, bloglar, kişisel siteler… Okurların yazarlardan intikamı mı?
Belli ayrım ve sınırlar yüzünden okur tarafında kalmaya mecbur olanlar için bu intikam çok insani görünüyor, çünkü yazmak İnternet’e kadar otokratik ve bulanık bir eylem olarak okurların başında sallandı durdu, fethedilemeyen gizemler kalesine dönüştü. Gizem yazarı oluşturdu, yazıyı sakladı, retorik ve onun büyü imkânları da kaleyi yüzyıllarca korudu.
İnternet’i matbaanın icadından, hatta volumenden kodekse geçişten daha az önemli bir devinim -devrim değil- yapan şey, onun araçsal değil ağsal oluşudur. Bilginin roketle uzaya çıkışı gibi bir şey. Üçüncü boyutunu, yani gezi imkânını yakalayan bilgi de İnternet’te kendisini değil, kendisine erişilmeyi ucuzlaştırdı, çünkü onun nasıl ve nerede kullanılacağını bilmek hala en pahalı edimlerden birisi. Daha çok bilgiye erişim, gerçeğe en yakın yorum ve analiz demek, oysa son on yıldır kimse bunu yapmıyor. Çünkü herkes “pazar”da.
Okuldan, evden, camiden, devlet dairesinden, meclisten çıkan herkes bu pazarda buluştu.

4.

Marş bitti, bando paydos. Bu ne zaman olacak?
Herkes kendi başına çaldığı zaman. Düzen yoyosu bizi hep bandoyu toplamaya, ortak bildiğimiz düzenin içindeki eleman olarak ortak bir marşı çalmamızı çağırıyor.
Herkes, kendi bildiği gibi kendi başına düzensiz bir şekilde yazabilir mi?
Yazı her şeyden önce kutsal kitap demektir, kanun, senet, çek, loto kuponu, tahvil, bono, hesap cüzdanı, hesaplar, hesaplar, hesaplar…
Televizyon sesi ve görüntüyü yıllarca destekledi; tanıttı, övdü, kullandı ve şimdi İnternet kazanına attı. Müzik endüstrisi kendi ölümünü görüyor. Sinemanınki kapıda. İnternet erişim hızına bağlı her şey.
Yazı için henüz böyle bir tehlike yok.
Yazı her şeyden önce kutsal kitap demek, kanun, senet, çek, loto kuponu, tahvil, bono, hesap cüzdanı, hesaplar, hesaplar…

5.

Kaybolmaya yüz tutanlar: Kavramların ses, sanat ve fikir değerleri.

6.

Sonra: Yüksek sanat ve kültür daireleri, kapıcıları ve ofis eşyaları…



2 Ocak 2009 Cuma

Bir gün herkes blogger olacak!


Dikkat! İletişim kurduğunuz kişi sayısına göre sınıflandırılıyorsunuz. 2-100 arası kişiyle iletişim halindeyseniz mobilephoner, 101-500 arası ise websiter, kişi sayısı 2’den azsa blogger’sınız.

1.
Hemen itiraz etmeyin. İletişim diyoruz. Konuşma ya da anlatma, söyleme değil. Yani gönderdiğiniz mesaja cevap aldığınızda ve bu cevap hayatınızdaki bir etkinlikte değişim yarattığında iletişim büyüsü gerçekleşiyor. Değilse tek başına söyleyen ve dinleyen, çevresinde söyledikleri bir kulağından girip ötekinden çıkacak kişi bile bulunmayan yalnızlar ordusunun öteden beri Web’de yerleri var: Bloglar.

Blogger’ın tarifi çok kolay. Ama onları anlamak zor. Kendini anlamayı tanımayı bir psikologla konuşur gibi içtenlik içinde gerçekleştiren kişiler blogger’lar. Teknoloji ya da sanat veya medya, günlük, oyun; ilgi alanları ne olursa olsun her an yazmayı, yayınlamayı elden bırakacaklarmış gibi görünen birörnek sayfalarında dipten dibe gelişen yeni yalnızlık devriminin sessiz isyancıları.
Bir gün dünya blogger’ların olacak. Bir gün herkes blogger olacak!


2.
Blogger yeni bir Red Kit mi? “Ben yolların yalnız kovboyuyum,” deyip atını ufka doğru sürerken geride yalnızlığın derin izlerinden başka bir şey bırakmayan?
Unutulmamalı ki o yalnızlık özgürlüğe çıkan tek yol. Dolayısıyla da bağımsızlığa. Her iki kavramın ve etkinliğin karıştırılması, hatta bilerek kavramların birbirlerinin yerine kullanılması blogger’ları olduğu kadar bütün hayat kullanıcılarını yalnızlığa iten ve yalnızlığı çıkmaz hale getiren en önemli etken.
Red Kit özgürdü, ama bağımsız mıydı? Atı, köpeği, Daltonlar ve görev talepleri bitmek bilmeyen şerifleriyle yolunu kendi seçme lüksü var mıydı?
O bir çizgiroman kahramanı diyenler için son sözüm şu: Bu giderek küçülen kürede yaşayan bizler de evrenin kötü bir şiiri ya da kafiye hatası olamaz mıyız?


3.
Web’de dolaşırken bir Fransız sitesinde aşağıdaki şiiri buldum: Chant de blogger. Belki de yazan kişi -anonim olduğu belirtilmişti- meşhur gotik Fransız şair Lautréamont’un “Chants de Maldoror”undan esinlenmişti. Fransızlar, İngilizcedeki –er soneklerini kasten “örggğğ” olarak okurlar, “ırr” olarak telaffuz eden İngilizlerin aksine. (Bkz. Pembe Panter filmi, Steve Martin, 2006)
Maldoror’un kitabı Maldoror’un Şarkıları olarak Türkçeye çevrilmişti. Bense Blogger’ın Türküsü demeyi uygun gördüm.

BLOGGER’IN TÜRKÜSÜ
O şimdi blogger.
Ellerini buz kesiyor
Eldivenleri gibi geçirdiği klavyede
Adının eksik halka harflerini arıyor
Buraya nereden geldi bilmiyor
O hiç hiç hiç ama hiçbirşey bilmiyor
O şimdi blogger
Az önce sanki bir at geçti uyuklayınca
O bir elma sepeti bekliyordu
Ctrl+alt+shift yapınca
Buraya nereden geldi hiç bilmiyor
O hiç hiç hiç ama hiçbir şey bilmiyor
O şimdi blogger
Girişleri ters bağlanmış itilmişliğin
Ona kalan hayatın artık bir nedeni yok
Çemberin dışında doğmuş girsin girmesin
Buraya nereden geldi hiç bilmiyor
O hiç hiç hiç ama hiçbir şey bilmiyor
Anonim


4.
Yalnızlar rıhtımının hiçbir sahile, iskeleye gitmeme gibi bir özelliği vardır.
Buna rağmen büyük blog üreticilerinin, yani blogger’lara ücretsiz servis sağlayan dev web şirketlerinin -son olarak en büyüğü olan blogger.com’u google.com satın almıştı- gerçek blogger’lara liman mı mezbaha mı oldukları sorusu düşündürücü cevapları da yanında getiriyor.
Blogger kullanıcıları bu şirketlerin servisinden sonra mı doğdu yoksa blogger’lar mı bu şirketleri doğurdu sorusu da en basit tanımıyla yumurta-tavuk felsefesi çıkmazına sürüklüyor bizi.
Tabii ki Google, Youtube.com’u da aldıktan ve facebook hisselerini ilk alma fırsatını Microsoft’a kaptırdıktan sonra gözünü blogger’lara yeniden dikti, zira bloglar video paylaşım sitelerinin gerçek kaynak sağlayıcısı. Video paylaşım siteleri genellikle haber sitelerinden ulaşılan linklerle kaynaklarını sağlıyorlar, aramalar ve e-mail trafikleri dışında. Tabii bir de facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin duvar yazıları.


5.
Blog servis sağlayıcısı firmaların sermayeyi kedilere yüklemeleri kadar abesle iştigal bir durum olamaz. Örnek mi: Blogger.com’un örneğin yahoo.com gibi bir dağıtıcı, eski portal yapısını anımsatan yeni önyüzleri gibi bir önyüze sahip olmaması. Sanırım bu konudaki organizasyon maliyetleri şimdilik “ucuzcu” gibi duran, ama alttan alta yapılanmayı, satın alarak büyümeyi seven Google gibi firmalarda çekinmeler yaratıyor. Risk yüksek, sonuç olarak ilk başta “.edu” uzantılı e-posta adresleriyle kurulan, bir anda dünyada patlayan ve pek yakında da “patlayarak” üreticisinin elinde kalacak gibi duran facebook.com bile bu süssüz önyüz virüsüne bulaştı. Bu durum temel olarak web’in içeriksiz geleceğini ve yakın geçmişini de ifade ediyor. Bomboş bir önyüzle birlikte açılsa da içeriksiz web’e alternatif olarak ortaya kendiliğinden çıkan bloggizm akımı da içerik geleceğinin en önemli şanslarından.
Bloggizm köşe yazarlarından gazetecilere, kültür yayıncılarından eleştirmenlere kadar birçok konvansiyonel medya aktörlerini tehdit ediyor. Web üzerine olduğu sürece bu tehdit tamamlayıcı, geliştirici bir faktör olmanın ötesine gitmemeli, gitmeyecek de. Çünkü web alanı, isimsizlerin yeni kıtası ve artık kesinkes pazarlama dünyasının yönettiği klasik haberleşme ve iletişim dünyasına karşı yeni, gerçek, özgür, bağımsız (her ikisi ya da sadece biri) ve etkin kıpırdanmalar içinde.


6.
Dünya iktidar ve sanayi devriminin mirası olan ekonomi paradigmalarından sonra 21. yüzyılın başına iletişim paradigmasının egemenliğine tamamen girmiş durumda. Bilgi yönetişimi bütün ekonomik süreçleri etkisi altına alıyor, çünkü dünyayı yeterinden fazla “tanıyoruz”. Bilgi dünyanın 23˚ 27’ açıyla eğik dönüş hızından daha hızlı dönüyor artık. Bu dönüş sırasında kişilerin evrimi evriliyor, çevriliyor; tüketici kullanıcıya, okur izleyiciye dönüyor, ziyaretçi katılımcıya…
Bilgiden yoruma giderken uğradığımız kontrol noktası hâlâ insani karakterini koruyor: Vicdan. Bilgi-yorum yolunu “bilişim otoyoluna” çevirdiğini düşünen; dünyaya, insana ve bilgiye hiçbir şey vermeden alacaklı gibi bakan teknologger’ların pazarlamacı algılarını içerik fırtınalarıyla sarsmanın zamanı geldi bile.
O algıdan bakarsanız şu kategorize edici haberi her zaman anladığınızı sanabilirsiniz:
“Dikkat! İletişim kurduğunuz kişi sayısına göre sınıflandırılıyorsunuz. 2-100 arası kişiyle iletişim halindeyseniz mobilephoner, 101-500 arası ise websiter, kişi sayısı 2’den azsa blogger’sınız.”