fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ekim 2017 Çarşamba

50 Alıntıda Hayat Ağacım 3



(Bitmemiş romanlarımdan)

11.


Dr. Horatius Pelle, onca uğraş ve döğüşle geçen zamanın ardından ilk yaşamını tamamlayıp ikinci yaşamına hazırlanıyordu ki hayatındaki bütün sözcükler havalandı ve yere iki tanesi düştü sadece.
Sonar. Umut.
Diğer sözcükler havada hala dolanırken Dr. Pelle’nin umutla artık pek işi olamazdı, zira o yaklaşık elli yıl olan hayatının çoğunu, başına gelen kötü olayları görmezden gelmekle geçirmiş bir bilim adamıydı ve umutla teslimiyetin uzaktan yakından bir ilgileri de yoktu.
Sonar. Bu beş harflik sözcük gökten düşmüş gibi görünse de denizlerdeki süreksiz balık avcılığı terimler bilgisine dahil olmuş, günlük bilimsel hayattan çok teknolojik hayatın ve biraz da popüler macera sinemasının ilginç konularından biri sayılırdı, o da kısmen.
Dr. Pelle, denizlerde hiç balık aramamış, ama çocukluğunda epey balık avlamıştı. Sınırlı sayıda ve sadece Ege Denizi’nde bulunan, milletçe en az tüketilen, balıksız kıyıların yalnız balıklarını: Isparoz, Sarpa, Kaya Balığı, Vatoz… Dip yosunu, terlik, cam şişe. Kefal, Levrek ve Zargana gibi dip ve yüzey balıklarını doktor ancak düşlerinde tutabilmişi ya da bazılarında deniz birkaç kilometre birden çekildiğinde elleriyle yakaladığı olmuştu.

(İkinci Yaşamın Adası)

12.

Sevgilim

Bu mektubu sana yazarken uzun koltukta uyuyorsun. Seni yatak odamıza götürmek için kollarımı vücuduna doladığımda kokuna dayanamayıp ben de uykuna ve tenine girmek isteyeceğimden çok zor tutuyorum kendimi.
Çalışmalıyım. Hem de çok. Ve bu eğer dünyanın en şanslı işiyse sadece bu ortamda gerçekleşebilir. Senin çok yakınında. Odanın havasında bütün hallerimiz, buharımız ve kokularımız karışmışken; biz, bizi soluyorken.
"Kötülük"ü bitirmeliyim. Hele ki ilham gelmişken. O bizim ıssız adamız olacak. Orada mutluyken kaybolmuş olacağımız ve bulunmayı hiç istemeyeceğiz.

Seninle Hayat şehrinin Mutluluk semtinden ortak bir ev tuttuğumuzda sokağa ismi henüz verilmemişti ve yapılan şehir planı detaylarında Gitmek'e yer yoktu. Gizli haritalar bulundurmama için birbirimize söz vermemiştik; yeter ki sen ve ben nerede olduğumuzu bilebilelim sürekli.
Gizemli konuşmalarımdan hiç hoşlanmıyorsun biliyorum. Bunun nedeni sana anlatamayacağım kadar ilgisiz çünkü bizim için. Savrulmalar yaşıyorum konuşurken, birşeyler anlatırken. Yazma sebebimse hatırlayabilmek. Bazen yazmayı bırakınca bellek yitimine uğrayacağımdan çok korkuyorum. Ve yazdığım her şeyi saklıyorum. Onları okuduğumda geçmişimden bazı sahnelere yerleştirdiğim gizemli ifadelerin, açıklamaların anlaşılmayacağı korkusu beni ele geçiriyor.

(Kötülük)

13.

Ama dostum biliyor musun oralarda Tanrı yok. Kötülüğün gerçek anası Tanrı Kuzeybatı’da. Burada eğleniyor. Sizin oralara ise özgürlüğü göndermiş, yokluğuyla oyalanın diye.
Hiç Kuzeybatı’ya gelmemiş olmak seni kızdırmaz, ama öfkeni keskinleştirirdi hatırlıyorum. Seni zeki bulurdum, ama daha çok da açıksözlü bir heriftin.
Ya dostum. Bıktım artık buralarda yalnız başıma dolaşmaktan. Kuzeybatı'da şiir bile yazamıyorum. Şıp diye âşık olamıyorum. Kendime üzülmeyi bile bıraktım durduk yerde. Değmeyeceğini düşünmüyorum ama birçok şehirden ve kasabadan daha zor burada kelimeler bulabilmek, bir dilin olduğunu hatırlayabilmek. Şehrin dili daha çok ağır basıyor ve gece gündüz dilsiz dolaşıyorsun. Bunlara bir de sağırları, körleri eklersen, özgürlüğün neden Doğu’nun dağlarında gezindiğini daha iyi anlarsın. Kısacası senin adın özgürlükse ben de yoksulluk olmalıyım. Hani derdik ya aslında yoksulluk, açlık ve işsizlik yoktur; hepsi birer ekonomik modeldir," diye ekonomi derslerinde. İktisat dersini emekli olmuş ya da hâlâ muvazzaf albaylardan almak ne trajikomikti hatırlasana. Birisi hatta bir sınıf arkadaşımızın babasıydı ve 1960 ihtilalinde devrimci bir harbiye öğrencisiydi. Galiba yeni mezundu ve bütün sınıfını kıtaya sürmüşlerdi Harp Okulu ihtilal içinde ihtilal yaptığı için.
Sen şu an neredesin kimbilir neler yapıyorsun?

(Kuzeybatı)

14.

1/1

Saniyenin kendisi kadar sürede pencerenin üst çizgisinden yere doğru düşen yağmur damlalarını izliyorum. Pencere önüne geldiklerinde kardeş gibiler, ama yere çarparken soydaşlara ayrılıyorlar ve daha küçük damlalarla çevreye yayılırken bilinçlerini kaybediyorlar.
Sulanmış bilinçlerin büyük toplantısı olan sokak su birikintilerinin, yağmurun hızlanmasıyla birlikte sele dönüşmesini izliyorum.

Saniyenin kendisi kadar süreyi bana açıklamalısın: En düşük enerji seviyesindeki Sezyum-133 atomunun (133 Cs atom çekirdeği) iki hyperfine seviye arasındaki geçiş radyasyonunun 9.192.631.770 perioduna karşılık gelen süredir.

Dur. O kadar gitme. Nereden geldiğini bilmek istemiyorum. Nereye gittiğini bilmek istiyorum sadece.

Obtüratör fotoğraf filmine düşürülecek ışık miktarını ayarlamada 2 değişkenden biridir. Diyafram ve obtüratör fotoğrafta iki temel ayardır. Diyafram, makineye giren ışık ışınlarının geçtiği dairenin çapını belirtirken, obtüratör hızı ise filmin ışığa ne kadar süre maruz kalacağını belirler. İki değerin birlikte ayarlanarak film üzerine ışığın istenilen düzeyde düşürülmesine pozlama denir. Obtüratör hızına aynı zamanda perde hızı, shutter speed, enstantane de denilmektedir.
Obtüratör film üzerine düşme süresini belirleyen mekanik bir sistemdir. Bu süreler çoğunlukla saniyelerin birimleri kadardır. Örneğin 1/1, 1 / 2, 1 / 4, 1/8, 1/15, 1/30, 1/6 0, 1/125, 1/25 0, 1 /5 0 0, 1/1000 gibi.1/1 de perdenin açılıp kapandığını gözle görebilirken 1/1000’de gözle görülemeyecek kadar kısa sürede perde açılıp kapanır. Objektifler arası ve perdeli olmak üzere iki tip obtüratör sistemi vardır. Obtüratörün iki fonksiyonu vardır. 1) Işık miktarını saptamak, 2) Hareketi saptamak.

(Vamos)


15.

Yıl 1654.
Gururlu vahşi hayvanlar ve onurlu medeni insanlar bir anlaşma yaptılar.
O güne kadar insanların bölgelerinde yaşayana, soylarından ve gururlarından uzaklaşan hayvanlar affedilecek, hayvanlar dünyasına dönmelerine izin verilecekti.
Aynı şekilde vahşi hayvanlar arasında yaşayana insanlar da aynı aftan yararlanarak insanların arasına katılacaktı.
Her şey buraya kadar iyiydi. Ama insanlar arasında yaşayan hayvanlar ve hayvanların bölgesinde insanlardan uzakta yalnız yaşayan insanlar bir araya gelerek üçüncü bir bölge yarattılar ve buraya İNSHAYYA ve HAYVİNSANYA (Humanimal-Animan) dendi. İki isimli olmasının nedeni, en az kendi soylarıyla yaşamaya başlayan hayvanlar ve insanlar kadar gururlu olduklarını kanıtlamaktı. Bunun yolu da eşti olmaktan geçiyordu.

(Hayvanlar ve İnsanlar)


(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

8 Ekim 2014 Çarşamba

99 Jorge Luis Borges



Nasıl yapacağımı gerçekten şu anda bilmiyorum. Her şey burada ve bir anda olacak. İlk roketin uzaya fırlatılışı gibi ben ölmeden beni öldüren 99 kitabı, yani Okuma'nın 99 adını peşpeşe duraksamadan sayabilecek miyim ve çok heyecanlıyım.

Bunları yazarken garsonun birdenbire kahveme süt koymadığını fark ettim.

Duraksadım ve ilkel el işaretiyle onu hatasıyla yüzleşmesi için davette bulundum.

Fakat garson hiç de oralı olmuyordu. Hava da sıcaktı. Süt olmasa kahve benim için daha da ağır olacaktı ve böyle rutubetli bir günde, normalde soğuk günlerde içimi kıpraştıran kafeinin yüksek yoğunluğunu doğrusu çekemeyecektim.

Sonunda beklenen oldu. Garson geldi. Kafein yoğunluğunun metabolizmam için dengelenmesini beklerken süt yerine bir kitap getirdiğini fark ettim garsonun. Bu ne küstahlıktı.

Oturduğum kafe evet doğrusu bir kitap kahvesiydi ya da moda isimle kafe kitap, ama menüde ciddi ayrımlar yoktu, yani kitap satın alınabiliyordu, ama hangi kitaplar, neler; bunları menüden takip etme şansı verilmemişti müşteriye.

Ortam çok kalabalık olmadığından sabır denen erdemi devreye koymayı tercih ettim. Sıcağa rağmen çok güvendiğim kişiliğimi özellikle sosyal alanlarda konuşturmanın örnek bir davranış olduğunu biliyordum. Sanıldığı gibi sosyal ortamlar çok planlı ve işleyişi kusursuz yerler değildir aslında. Tesadüflerin birlikteliğiyle sosyal mekanlarda ritim ve hacimlerin doğru işlediği, kişilerin doğru yolda oldukları varsayılır ve burdan da sürekli bir mekanı belleme kurnazlığı açığa çıkar gizliden gizliye.

O gün neden ordaydım, kimdim hala hatırlamıyorum, ama garsonun bana uzattığı kitapta benim adım yazıyordu. Bunu garsonun sözlerinden anladım:

- Lütfen rica etsem bana bu kitabınızı imzalar mısınız Bay Borges.

Kitapta tam adım Jorge Luis Borges olarak yazıyordu. Kitabın adına dikkat etmedim, zira o güne kadar adımı ne duymuş ne de yazdıklarımı okumuştum. Bir garson beni okuduğuna göre çok matah da bir yazar olmamalıydım.

Ne var ki garson ona ve onun sınıfına dair bütün önyargılarımı bir anda silip süpüren şu sözleri ekledi:

- Sizi ilk kitabınız Evaristo Carriego'dan beri takip ediyorum.

Ben ne yazmış olabilirdim ki bir garsonun eser hayatım boyunca ilgisini cezbedecek. Yoksa bu kişi, aslında gönlündeki aslana uygun bir uğraş bulamayıp gerçek hayatın sellerinde boğulmamak için ruhunun akıntısına karşı yüzen bir işletme sahibi olmasındı. Rastladığım çok mekanda yer sahiplerinin kişisel zevkleri olarak müşterilerine hizmet ettiklerine çok şahit olmuştum.

Garson kitabımın adını söyleyince, bana imzalamam için uzattığı kitabımın adına bu kez alıcı gözüyle baktım: Alef. Ama sanki dört harfli bir isim değildi bu kitap, en az iki kelime saydığımı hatırlıyorum gözucumla; Brodie Raporu ya da Kum Kitabı gibiydi sanki... Yoksa yoksa başka bir şeydi.

Bir saniye... Ben adımı bile hatırlamazken nasıl oluyordu da bu kitap adlarını hatırlıyordum; demek ki o kitaplar o sırada o masada vardı, ama masada hala bir kitap duruyordu ve ortada henüz imzalayacak bir kalem bulunmuyordu. Garson kalemi unutmuştu. Bu konuda onu asla suçlayamazdım; yanında mutlaka bir kalem bulundururdu garsonlar, orası kesin, fakat o sürekli akan, oraya buraya bulaşan, önlüğün kenarına durmadan silinerek temizlenen kalemlerle kitap imzalamak ölmekle eşdeğerdi neredeyse benim için. Böyle bir teklifi reddetmek için de her an tetikteydim.

Garsondan öyle bir arz gelmedi, kuşkusuz benim tedbirli bir yazar olduğumu düşünüyordu. Ve bu konuda kesinlikle yanılıyordu. Ne adımı biliyordum ne de kitaplarımdan haberim vardı.

Bu kesinkes bir rüyaydı ve hep olduğu gibi uyanmak hiç aklıma gelmiyordu. Nasıl olsa hiç istenmeyen bir yerde uyanıklık beni bu rüyadan çekip alacaktı; durumu daha fazla zorlamamalıydım.

Rüya içinde uyandığımda masada bir de kalem duruyordu; kitap adı değişmişti: Hayaller ve Hikayeler.

Üzerimde kenarı tükenmezkalem lekeleriyle dolu bir önlük, sipariş defteri ve solmuş lacivert bir gömlek vardı.

Kitabın ilk sayfalarını araladım.

Kitap isimsiz olarak şöyle imzalanmıştı:

Borges olabilmem için birilerinin ya da yazılmış bazı kitapların beni önce öldürmesi ve sonra beni Borges kılması gerekiyordu ve sanırım da o gün öyle bir şey oldu.



Arkakapak.com


25 Aralık 2013 Çarşamba

Karanlıkta anladığıma çok pişmanım, varlığını


Şimdi değil / bu evrende söylüyorsun bana bunu / ve şimdi diye bir şey yok / eğer yıldızlar bizimse
.....
Işığını ilk gördüğüm anda / hissettiğim ürpermenin hala devam ediyor olması / kaç supernova patlaması?
.......
Karanlıkta anladigima çok.pişmanım, varlığını / yokluğun hep unutturdu oysa varlığının güzelliklerini / dünya bir cennetse eğer / bu karanlığı anlatamamam yetmez / seni görüyorum.gündüz gibi / çünkü güneşimsin / uzakta



26 Nisan 2013 Cuma

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği


Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şeyi bir gün yazabilirsem kendimi çok mutlu sayacağım. Şimdi sadece bu beni ilgilendirmiyor tabii, ne var ki eskiden hiçbir şey düşünmezdim, sadece bir ayna gibi bakardım olanlara. Hayatın madde tarafındaydım. Cismim ve kokum vardı. Duyularımla yüzüyordum, her şeyi hissedebiliyordum. Ta ki... Geçmişten gelip geleceğe giden ok, gövdemi ikiye ayırıncaya kadar.
Sonra ne okuyabildim ne de yazdıklarımı anlayabildim. Madde önce saydamlaşmış, sonra zerrelere ayrılarak buharlaşmıştı. Madde olarak kaybolmuştum ve ne katı ne sıvı, aradığım hiçbir halde kendimi bulamadım.
Bir gün geri dönecek olursam yolum yeniden bulabileyim diye arkamda aralıklarla bıraktığım kelimeleri aradım yol kenarlarında. Onları toplayıp geri dönüş yoluna yeniden baktım; seçmeye çalıştım altın sarısı başak tarlaları arasından geçmişimin kurtarıcılığına...

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şey yok aslında, bunu iyi biliyorum. Madde de ruhtan, manadan önce yoktu. Madde, mananın belki de zarı ya da tesadüfen bulunmuş bir hali. Anlamlarımızla yan yana durduğumuzda bütün evren bir biçim kazanıyor ve buna tayf diyoruz ya da ışık hızında bile yanılmadan sıralarını bekleyen söylenmemiş sözler zinciri.
Neden tutuklandım bilmiyorum, oysa geçmişime doğru, sırf gelecekten kurtulmak için bıraktığım kelimelerden anlamlı cümleler ve kararlar kurarken başımın döndüğünü en son hatırlıyorum ve uyandığımda ayaklarımda hatalarımdan bir pranga, en çok olmayı istediğim o kutlu kişiye nasıl erişebileceğime dair küçük bir kullanma kılavuzuyla bu odaya atılmışım, tüm hatırladığım bu...

Davacı olmadığı için mahkeme bir türlü yapılamıyordu. Derken elimdeki kılavuzun bütün yasaların kitabı, yargıcınsa rüyalarım olduğu tebliğ edildi bana. Suçsuz olduğumu ispatlamak için uyumalıydım ve bol rüya görmeliydim, duruşmaların hiçbirini kaçırmamak için. Yargıç elinde bir maddeyle mahkemenin bütün psişik duvarlarını dövüyor ama geçmişim bir türlü susmak bilmiyordu. Anlamıştım, bu adalet gecikecekti ve bir an önce bu durumdan kurtulmalıydım. Mahkeme duvarındaki kirli aynaya baktığımda aslında yıllardır yalancı bir tanık olduğumu gördüm ve bu bana cesaret verdi ve hemen oradan ayrıldım.

Caddeye çıktığımda nöbetçinin sesi giderek yükseldi: "Koğuş, kalk!"




7 Nisan 2012 Cumartesi

Neden her şey Amerika'da geçiyor?

Nerden bileyim?

Ama anlamak istiyorum.
Sadece Amerika'yı izlerseniz bu izlenime kapılmanız çok normal, demem gerekiyor burada.
Eğer soruyu "her şey neden Amerikalıların başına geliyor" diye sorsaydınız o zaman cevap "çünkü senaryoları onlar yazıyor" olacaktı.
Bize göre Amerika diye bir yer var, ama Amerikalılara göre dünya diye bir yer yok: Dünya eşittir Amerika. Her şey Amerika'da geçiyor, çünkü her şey orada imal ediliyor.
Ediliyordu, madde olarak... Ama daha sonraları buna rüyalar da katıldı. Avrupa ve dünyanın kalanını dünya savaşlarına sürükleyen bütün nedenlerin tam karşıtı hayaller, beklentiler ve idealler... Din, ekonomi, yönetim konusunda Avrupa'da olanın ve yapılanın tam karşı kutupları Amerika'da "american dream" olarak adlandırıldı. Bu rüyayı belki de en iyi Türkler anladı -görmeyerek- zira dev sanal ansiklopedi Wikipedia'nın Türkçe'sinde amerikan rüyası 377 harf karakteri kadar tanımla yer bulurken, İngilizce'sinde bu tanım 23.709 karakterle kendini buluyordu.

O rüyayı biz gördük

Görmeye de devam ediyoruz. "American dream" deyince herkes 1.000.000 USD, Florida sahillerinde villa, malikane, süper hızlı otomobillere sahip olma hayali görüyor. Garsonluktan milyonerliğe, temizlikçilikten Hollywood yıldızlığına giden mesafe iki metro durağından daha kısa ve daha da önemlisi bu mesafe mümkün. Amerika bunu herkese kanıtladı. Dünya Amerika'yı, amerikan rüyalarını görmek için orada yaşayan, beklentiden kıvranan insanlar topluluğu olarak görürken, Amerika'da ise bu rüya çoktandır görülüyor. Avrupalı duyarlılığa göre rüya, psikanalizin önemli bir konusuyken Amerika'da pragmatik psikanaliz en trendy rüya konusu.
Amerika, tam da Avrupa'nın tersine insan ruhunu parçalamıyor, onu toplumu açıklamak için daha sonra toplayıp hapsetmiyor. Tam aksine insan ruhu rüya görmüyorsa toplumu defalarca parçalayıp, çekirdek rüyanın ayarlarını düzenliyor ve bundan sonra şehirleri, eyaletleri, ulusu ve devleti tayin ediyor. Avrupa iki yüzyıldır rüyaları analiz ederken, Amerika analizlerin rüyasını görüyor.

Amerikan rüya sineması

Bu rüya nasıl görülüyor?
Çok da karmaşık değil aslında.
Sadece Amerika'ya düşen göktaşları ve sadece orayı tercih eden uzaylıları hepimiz yakından tanıyoruz. Son yıllarımızı sarıp sarmalayan apokaliptik bilimkurgu filmleri, dünyanın sonu felaketlerini çeken zombi sineması... Vampir romanları, fantastik kurgu filmleri... Bunlar ve benzerleri Amerika'nın görmeye devam ettiği rüya kategorileri yalnızca. İşin daha da derininde bu rüya sinemasının sadece bir sahne perdesi olduğunu görüyoruz. Daha da derinlerde samimi olarak Amerika bu rüya sinemasını kendi dinsel ritüeli, ekonomik sarhoşluğu ve başkanlık zaferleri olarak resmen yaşıyor. Orada sadece bir güç, imparatorluk, zorbalık görmek isteyen avrupai bakışların hepsinde biraz eksiklik, kötü yerde konuşlanmışlık var cidden. İyi-kötü, doğru-yanlış eksenleri üzerinden Amerika'yı sonsuza kadar beğenebilir ya da nefret edebiliriz. Bu onu iyi anladığımızı asla göstermez.
Her şey her zaman Amerika'da geçer. Bu iyi ya da kötü değildir.
Bu bir rüyadır.
Sadece.