aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2024 Pazar

Rüya bitti


RÜYA BİTTİ

Bütün bunları o yaşayabilsin diye yazıyorum.

El arabasıyla dik bir yokuştan tırmanıyordum. Çantam, bir kolinin içinde saklı kitaplarım ve birkaç parça eşya daha vardı arabanın içinde. Evimden artakalan eşyaları taşıyorum ya da birisinin evinden taşınıyordum. Nereye? Bir bilsem.

Yol daralırken sağa kıvrılıyor ve beton, yerini Arnavut kaldırım taşlarına bırakırken taşlar daha da ufalıyor ve yuvarlaklaşıyordu. Ve bitiyordu yol. Sonrasında arabayı bırakıp eşyalarımı boyumu aşan yükseklikteki duvar şeklinde devam eden yolun kalan kısmına taşıdım. Bu sırada onu gördüm. U şeklindeki dönemecin kıyısında kalan teras katı dairesinin kapısının önündeki güneşli boşlukta bikinisiyle yerde yatıyordu. Bir havlu üzerinde. Yeşilli kırmızılı havlu üzerinde beyazlığı kaybolmakta olan teni, siyah güneş gözlükleriyle, kısa sarı saçları, ince dudakları ve boynuyla rüyamdaki kız.

Âşık olmayı neredeyse unutmak üzere olduğum son yıllarda onu tıpkı çocukluğumda olduğu gibi rüyamda bulabileceğim aklıma bile gelmezdi. Onu görmeden ona âşık olacağımı mı biliyordum yoksa? İmkânsızdı bu. Onu gördüğümde, yokuş çıkmaktan ve eşya taşımaktan, biraz da şehrin beni itip kakmasından yorulmuş bedenim nefes nefeseydi ve bir sigara yaktım. Ateşini istedim ondan. Bir nefes çekip dumanı gökyüzüne üfledim. Doğrulup kenara kaldırıma oturdu. Gözlüklerini çıkararak bana gülümseyen gözlerle baktı. Aşk geliyordu. İşte. Ordaydı. Yeryüzünün en dar sokağında en büyük aşk vardı. Tarif etmekte artık usta olduğum ve ustalaştıkça benden kaçan aşk rüyamda benden kaçamıyordu. Rüyamdan önce ya da sonra, yani gerçek hayatta kadınlar ve aşk arasındaki bağıntı sürekli olarak ölme eğilimindeydi. Sanki yumurta kırılıyor ve içinden başka şeyler çıkıyordu. Posta kutusu açılıyor ve içinden bir kova dolusu sarı boya akıyordu. Tutturamıyorduk. Bir şeyler eksikti.

Öyleyse, sabahın beşinde beni uykumdan uyandırıp saatlerce yatakta oturtan kız kimdi? Neydi? Tekrar uyursam adım gibi biliyordum yeniden o rüyaya dalacağımı ama bunu yapamadım. “O rüyadaki bir kadın ve asla gerçek değil,” diyordum kendi kendime. Aşk kadar gerçekti. Aşkını rüya sonrasına taşıyabildiğime göre asla gerçek olmamasında doğruluk payı fazla yoktu.

Arada geçenleri yazmıyorum. Sonra kapıyı açışı, içeriye girmemiz, kardeşinin gelişi, terasa çıkışımız. Eşyalarımı ona bırakıp şehrin herhangi bir yerindeki şimdi hatırlamadığım bir işim için çıkıp gidişim.

Saatler sonra çıkıp evine geldiğimde gene yorgundum yol yürümekten. Bu kez giyinik sayılırdı. Bikini yerine uzun bir elbise giyinmiş ve süslenmişti. Bakışları onunkilere benzeyen üç kız arkadaşı da salondaydı. Hepsi de beni bekliyor gibiydiler. Ne yapacağımı şaşırdım. Aramızda geçen kısa ama yoğun tanışma, anlamlı bakışmalarımız, içimden geçirdiklerim, eşyalarımı ona bırakışım zaten gerekli her şeyi anlatmıştı ve sanırım son testten geçmem kalmıştı geriye. Kadın arkadaşlarının görüşleri sevgilisinin ne olduğundan daha önemlidir bir kadın için. Bunu acı deneyimlerden değil mutlu tesadüflerden ve doğru davranışlardan öğrenmiştim. Hiçbir kadın yalnız değildir aslında. Bir kadın sevgilinse asla sadece onunla olmazsın. Gardırob, beden, ruh onun olabilir, ama kadın, o salonda gördüğün diğer kadınların bir bileşkesidir.

Bütün bunları o yaşayabilsin diye yazdım. Rüya bitti çünkü. Rüyadan buraya gelemezdi. Uyandıktan hemen sonra saatlerce onu düşündüm. Sürekli hatırladım. Unutmamak için, her ayrıntıyı.

O yaşasa. Rüyadan dönse. Âşık olurdum. Aslında âşığım hâlâ ona.

Ama onun yüzünü bile hatırlamıyorum.


Aşk bir yüzden mi ibarettir?

17 Ekim 2022 Pazartesi

Ürya ya da Romantik Papağan


Rüyalara ürya demeyi çok seviyorum, zira bir şekilde rüyalarımın psikoseksüel mesajlar ya da eleştiriler taşıdığını anlıyorum zamanla.

Dün geceki üryam giyinikti. Aksiyon tarafı o. Aksiyonda kahramanlar ayrıca silahlarla da giydirilir. Benimse silahım âşık olduğum kadındı. Aşk konusuna sonra girelim nedendi kimdi falan.

İçinde yaşadığımız şehir ya da yolculuğun geçtiği mekânlar sıradışıydı.

Üryalarımın bir haritası vardır. “Rüya Şehri” roman taslağımda ya da notlarımda bu şehir var. O kitabı yazınca o şehri de açık etmiş olacağım.

Üryamda bu şehirde değildik. Şimdi, biraz geç yazdığım için kristallerine ayrılan üryamın hatırladığım kadarını ve bende uyandırdığı izlenimleri, duyguları anlatmaya çalışacağım.

Sonuç olarak belki de ilk kez üryamın nesnesi olan kadının da bu metni okuyacak olması çok değişik ve şanslı bir durum sunuyor bana. Mutluyum.

Üryalarımı yazarken bu giriş gevezeliğimi de ayrıca seviyorum. Ürya (üryandan geliyor kanımca) hem kalıcı olarak not edilecek -en azından aynı psikoşimik anmaların yeniden yaratılması adına- hem de o psikoseksüel içeriğin uyanıklıkta da ürya hazzının sürdürülmesini sağlaması ortaya çıkacak.

Bir soru: Ürya da beynimizin bir gevezeliği değil mi: O gün, o sırada, o dönemde olanların yansımaları üzerine yapılan konuşmaların ve felsefelerin yansımalarının görülmesi…

Büyük bir binadan çıkmaya çalışıyoruz sevgilimle. Yani âşık olduğum kadın. Bunu okurken o iflah olmaz “o kadın da sana âşık mı” tartışmalarına şimdilik lütfen girmeyelim. Büyük bir binadan çıkmaya çalışıyoruz sevgilimle, çünkü o binaya kimseler yokken kaçak girmişiz. Bir iyilik ya da yardım adına. İkimizin sadece orada olması da bunu açıklıyor. Demek ki o binanın sahipleriyle -ki az sonra geleceklerdi- bir mücadelemiz ya da kavgamız var. Her ne aldıysak habersizce oradan çıkmak birkaç kimlik ve kontrol noktasından geçmemize bağlı kesinlikle. Bunları yaparken onun yanında olmak, onunla bu heyecanlı ortamda yaşamak bana çok haz verdiğini sürekli düşünüyorum. Onu çok özlemişim de hangi ortam ve yerde olursa olsun onunla olmayı çok istiyormuşum gibi.

Onun o amansız tehlike içinde ikimiz arasında da lider olduğunu hissediyorum. Davranışları bunu gösteriyor. Öte yandan normal hayatta uzun süredir, en azından gözlemlediğim, yaşadığım kadarıyla liderlik, yani önde durma, öne atılma konularını tevazuyla karşılayan güzel bir kişiliği vardı aşkımın nesnesinin.

Yanyanaydık hep. Silahlarımızı hatırlamıyorum, ama yaratıcı ve ilginç donanımlarımız vardı belimize ve bacaklarımıza asılı, tutturulmuş. İçlerinde kaçmaya çalıştığımız yerden alınmış şeylerle dolu ceplerden söz ediyorum. Romantik bir papağan gibi ben sürekli seviniyorum, mutluyum. Ürya olduğunu bilmediğim üryamda tehlikesiz korku algılamıyorum. Tek bir şeyi anlamaya tatmaya izin var: Aşk.

Aşk da bir tehlike. Uyanıkken adrenalin, endorfin ve feromon kaynağı. Aşk belki de evrendeki tek gerçek ve her yere oksijen ve yerçekimi olmadan gidebilen tek varlığımız. bkz Yıldızların Arasında Ne var? yazım

Ah keşke üryadan beden ve ruhumuzu da getirebilseydik bu dünyaya.

Kuşkusuz daha güzel olurdu her şey.


(2022)


13 Temmuz 2021 Salı

“Kalanların Sanatı: Aşk”



 1.

Oğlumun kolaj ödevini birlikte yaparken ona yardım etmek yerine yıllar önce gene koca bir çocukken eğlenmek için uğraştığım bir meşgaleyi tekrarladım. Bu kolajı yaparken makasın ve yapıştırıcının kamuflaj elbise ve botlar gibi birbirinden ayrılmazlığı bellekle ölümü hatırlattı bana.

Önce bellekte ölüyoruz, sonra onu bekliyoruz. Bunun gibi aşk da aynı etkide bizi sınıyor. Önce öldürüyor –iyi anlamda- sonra kalanlardan (kesik nefes, ölgün gözler, dermansız bacaklar ve hep çekilen burun) bir sanat eseri yaratmaya çalışıyor.

Geriye kalanlar; geride kalanların birleştirmeye çalıştığı “kalanlar” sanatın ölü yanında bir ayçiçeği gibi duran, henüz bozulmamış, açılmamış bir enginlik. Açılmamış zarf gibi duran her bellekte oluşan heyecan önce şunu gizler: Birisini unuttuğumuzda bellek, kapalı bir eylem yerine getirir… İki ayrı deniz seviyesinin ortasında gemileri taşıyan ve onlara diğer denizi açan kanal kapakları gibi bellek her yeni kişide başka bir yoğunluk, tuz, bitki örtüsü ve coğrafi karmaşıklık… Yeni kulaçlarla ve bedenle yüzerken bu bilgilerin en egzotik kokuda sadece toplanması yeniliğe karşı verilen ilk tepkiyle kendini bulur: Bayılma.

Yeniler bayıltır, kendinden geçirir.

2.

Onunla ilk karşılaştığımızda G harfinin çepeçevre sardığı bir galeride 2 harf daha bir araya geliyordu: A ve B. A oydu, B ise kaçtığım bütün harflerden oluşan ben.

Beklemenin B’si

Onu beklerken onu beklemiyordum aslında. Kendimi bile bilmiyordum. Kaderin atlıları -bütün dünya edebiyatında bu ordudan geçilmez- galeriyi boydan boya geçiyordu ve nal izleri yerine şarap bardaklarını sayıyorduk. Her yudumda unutuyorduk, aslında hiçbir yere gitmiyoruz. Onu beklemekten başka hiçbir yere…

Ben’in B’si

André Breton Nadja adlı kitabında, yıllar önce kaleme aldığı Ayçiçeği adlı bir şiirinde sözünü ettiği kadınla yıllar sonra gerçek hayatta karşılaştığını anlatır. Paris, Halles semtinde geçen şiirde bir kadından bahsedildiği (André’ye göre Nadja benim içinse A.) rivayet edilir ve aynı kadını André Breton daha sonraları aynı semtte eliyle koymuş gibi bulur. Sürrealizmin “nesnel” tesadüf olarak adlandırdığı böyle bir şiir yok elimde, ama bütün tesadüfleri kıskandıracak bir harf var.

Şiirini çok önce yazmış ve Ben’in bütün algılarını kilitleyen A’nın yüzünde aşkın bütün harfleri ve geleceğin alacakaranlığı okunuyor.

Derken o geldi. Ama ben orda mıydım. Oraya gitmiş miydim, bunu anlatamam. Onu sadece gördüm, ama bu yetmiyor.

3.

Geride kalanların tesellisidir aşk. Birisi gitmeden aşk olmaz. Ve bütün bunları kalanların da gidenlerin de bilmemeleri gerekir. Aşkın gündoğumu için.

***


Ayçiçeği

        Pierre Reverdy’ye


Yaz biterken Halles’den geçen gezgin kadın

Ayak parmaklarının ucunda yürüyordu

Umutsuzluk, büyük ve güzel yılanyastıklarınını göğe yuvarlıyordu

Ve el çantasında tuzluklardan suretim vardı

Bir tek tanrının vaftiz anası içine çekti onları

Uyuşukluklar bir buğu gibi açılıyordu

Sigara içen köpekte

İçin ve karşı, nereye girdiler

Onlar genç kadına kötü bir gözle bakabilirdiler

Güherçilenin kadın büyükelçisiyle bir işimiz vardı

Ya da düşünce dediğimiz siyah fonda beyaz eğrinin elçisiyle

Fenerler kestane ağaçlarında usulca yanıyordu

Gölgesiz hanım Pont-au-Change’da diz çöktü

Gît-le-Coeur Sokağı, pullar eskisi gibi değildi

Gece vaatleri sonunda yerine getirilmişti

Gezgin güvercinler, hayat öpücükleri

Tam anlamların tülleri altında mızrak yemişler

Bilinmeyen güzelin göğsünde birleşiyorlardı

Paris’in göbeğinde bir çiftlik büyüyordu

Ve samanyoluna bakıyordu pencereleri

Çıkagelmişler yüzünden kimse oturmuyordu orda ama

Hortlaklardan daha çok adandığı bilinen çıkagelmişler

Bu kadına benzeyenler yüzücek gibiydi sanki

Ve aşkın içine biraz da kendilerinden katacaklardı

Onları içlerine atacaklar

Hiçbir duyumsal gücün tutsağı olmadım ben

Ve böylece Étienne Marcel heykelinin dibinde bir akşam

Kül kalıntılarında öten cırcırböceği

İşbirlikçi bir göz kırpıp bana

Geç André Breton, dedi.


 (Türkçesi: HG)

 

30 Nisan 2021 Cuma

Sana

Sana bir ad bulmalıyım
Adını çağırırken sana benden daha çok şey getirecek bir ad
Başını bu adla çevirmelisin bana ve baktığında
O ses beni anlatmalı, benim bilmediklerimi de anlatmalı
Olmadıklarımı da

Sana bir ses buldum
Çiçeklerin içinde ararken adının yerine
Bir vadiden geçirirken sana dair hatıralarımda
Geçmişin astarı olan bir ses ve geleceğin anlamı
Sen yaratıldın ve ben kayboldum bu anlamda

Adını çağırırken güneşe döndürmeyi seviyorum
Yüzümü… yüzüm yüzünle birleşince bir “ay” doğuyor
Yeryüzü kemiklerine kadar oynuyor sonrasında
Senden önceki yıllarımı da sen varmışçasına hatırlıyorum; gezindiğimi
Bir çember, bir ova ve bir dağın etrafında

İnanmalısın… Bir adam niçin vardır
Niçin ellerini boşaltır yağdığında yağmur
Ve ne bekliyordur iki kaşın ortasındaki hülyada
Tutar damlaları ona kavuşur gibi
Onu bulur hiç olmadığı dünde ve yaşamadığı yarında

Ben hiçbir şey söylemedim
Fakat sen anladın
Neredesin sensizliğimin ortasında
Kalbim neresinde bu hiç fısıldanmamış aşkın
Yoksun ama buradasın hep burada

Uyansam akşam olacak geç kalacağım
Gözlerimi kapatınca senden doğan güneşe
Gözlerinde ışıyan şafağın çiğ zerrelerindeki sonsuz damlaya
De ki susadım sen vardın ama ben yalnızdım, o zaman
Öpsem öpsem bitmeyecek dudaklarındaki rayiha

Eskilerde bir suyun başında nöbette
Henüz var olmamış günler bile gelip geçen günlerden daha mutluluk dolu
Senin büyüdüğünü görüyorum düne bakınca
Üstelik yanımda olmaktan daha fazlasın
Verilmiş bir söz buluyorum her sabah yatağımda

Sana bir ad bulmalıyım
Sesten hızlı, çağırmadan söylenen ve ölümsüz bir sıfat
Denizden gelen henüz doğmamış dalga sesi anlamında
Bütün hayatımı yaşamış ve hayatımdan sonrasını da kavrayan
Bu ad hep yankılansın ben sustuğumda

Yarına kalsın bütün sevişmelerimiz
Teninde yorulmak denizinde yıkanmak gibidir
Her nefesine bir çocuk adı adadığımda
Sesim çırçıplak yıkandığımız ırmaktan geçer
Kalbindeki adam olur, kurumuş dudaklarındaki vaha

Yoksun ve bunun bir yıldızı olmalı gökte
Başımı çevirdiğimde ben görmeden kayan bir yıldız
Sabahları penceremde gün ağarmadan parıldasın ya da
Senin ışığın getirsin senin yokluğunu işte böyle dayanabilirim ancak
Yokluğuna, aramızdaki zamana ve uzaklara

Vakit geçtikçe daha çok sende oluyorum
Bekledikçe daha fazla kayboluyorum sen olan gökyüzümde
Bulutlar kuş oluyor kuşlar açılmamış bir davet, sabaha
Kadar uyumadan sayıklıyorum varmışsın gibi
Koklamadan konuştuğum bir demet lavantada

Bana bir masal anlat dediğinde, yaşamanın
Anlamını söylerken gözlerindeki korkunun
Büyüdüğünü görüyorum sonra
Ellerinden tutuyorum ve bu anlamı verdiğin için
Binlerce kez teşekkür ediyorum sana

Sen hayatıma gelmeden önce hiçbir bahçede
Çiçek yoktu hiçbir şehirde kule
Ve bazı şüpheli meyveler ağaçlarda
Ağaç gövdelerine dolanmış bedenlerimiz
Günahtan arındıran bir dolambaçlı yatakta

Buraya gel demezdi hiçbir yol levhası
Buradayım derken bütün şehirler
Sorardım nerede başınla birlikte doğan ayla
Denizimizi görüyorum içinde kıyılara doğru çoğaldığımız denizi
Kuşkularımı yemin yapan gözlerine baktıkça

Hazzın en yüksek yerinden düşmek için söz vermedim
Arzularını büyütmek ve saklamak için de vaadim yok
Denizin en sıcak suyu olup ayaklarımı ıslatmadıkça
Sen adında bir rüzgâr tanımayacağım
Ve en heybetli dağ olarak duracağım karşında

2007

4 Mart 2021 Perşembe

Dünya Kadınlar Günü'nde Kadınlara Dair İmkânsız Soruların En Mümkün Cevapları




Sevmek

Dünya Kadınlar Günü'nde kadınlara dair imkansız soruların en mümkün cevapları.

Birisi bana bu sözcük öbeğini söylese kendisine deliymiş gibi bakardım eminim. Ama içimden 44 yıldır gelen ve asla susturamadığım sesler arasında anlayabildiklerimi unutmamak için yazarken kendini yazar olarak bulmuş birisi olarak her şekilde bir kakafoni içinde yaşadığımızı düşünmüşümdür. Gürültüleri ve ses kirliliklerini tarif ederken işaret ettiğimiz dış dünyanın aslında iç dünyamızca tasarlanıp tasarlanmadığını nereden biliyoruz?

Şu gerçeği hiç değiştiremeyiz sevgili okurum: Hepimizi bir kadın doğurdu. Evet, burada gökyüzü yerine yağmura bakanların kör olduğunu söylemek istiyorum. Kadınların onları bir kadının doğurdukları gerçeğine erkekler kadar dikkat etmediklerini, bunun onların doğası olduğunu düşünmelerine dair içgüdüye hep gıptayla bakmışımdır.

Annemden ötürü kadınları hep sevmek istedim. Babamdan ötürü erkeklerden hep utandım. Aynı sözleri bir kadının söyleme ihtimali Jüpiter'in Dünya'ya çarpma olasılığıyla eş de olsa bunu söyleyen kişi bence yanılgıya düşmüş olmaz. Zira kimse ne Dünya'yı uzaktan gördü ne de Jüpiter'e bir Ay kadar yaklaşabildi, astronotlar hariç.

Söylem ve eylem

Yeryüzü, tabiat, erkekler, evrim, ve kadınlar da dahil olmak üzere herkesi ve her şeyin kadınlara haksızlık ettiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bu cümleyi ya da ona en çok yaklaşabilenleri bugün ve yarın birçok yerde ilk cümle olarak okursanız bilin ki 365'te 1'cilerle karşı karşıyasınız. Dünya, Güneş'in etrafında on kez bile dönse kadının adını hatırlamayan ciddi çoğunluğa oranla çok iyi bir oran olduğunu düşünenlerin de vicdanlarında bir hesap makinesini taşıdıklarına eminim.

Genel dilbilgisine ve sözlüğe bakarsak kadınlar hep almak, erkeklerse vermek zorunda. Literatürü tersine çevirsek denge sağlanacak mı, bilinen yanlışlıklar düzelecek mi? Belki de sorun, "ortada bir sorun var gözlüğüyle" her şeye bakmamız. Ayrılıklara, farklara rağmen bir ortaklık-eşitlik söyleminde birleşmeye çalışırken ayrılık-gayrılık eylemleriyle de değirmene trajedi suyu taşımaktan geri kalmamamız... Bu sorun hem kadınların hem de erkeklerin bu işten gerçekten de anlamadıklarını ortaya koymuyor mu?

Soruda ve cevapta olmayan sorunda nasıl olabiliyor?

Bu evren ve yeryüzünde neden bulunduğumuza, burada ne yaptığımıza dair şimdiye kadar insanlığın kozmik ve felsefi açılardan bulabildiği en uzun ömürlü -doğru değil- cevaplar hala buyruk, mitoloji ve dogmalardan şaşmayan kutsal kitapların tekelinde değil mi? Açıklayamadığımız zaman hissettiğimiz korkuyu bastırmanın adı neden inanç olarak adlandırılıyor onca zamandır? Ve bu cevapların "yazılışında" vahyedilişinde neden hep o lütufkar erkek ellerini buluyoruz sadece. Babamdan ötürü erkeklerden hep utanmamın bir nedeni de budur işte: Kadınları bütün sorulara dahil edilmeyişi ve cevapların hiçbirinde onların asla olmayışları. Bu durum içinde kadınların bir kayıtsızlık ve isteksizliğine sözün doğrusu ben rastlayamıyorum. Olsa olsa bu durumun adı tevazu olabilir. Kadınların birçok konuda öncelikli olarak erkeklere söz ve eylem tanımaları onları doğuranlar olmalarından kaynaklanan bir şefkat değil miydi yoksa?



11 Aralık 2019 Çarşamba

Sanatçının Bir Âşık Olarak İntiharı?

cogito aşk sayısı ile ilgili görsel sonucu"

Sanat dili, üslubu ağdalı olan bir sanatçı, bile isteye ölmek, intihar etmek eyleminde bulunmayı göze aldığında, yaklaşan ölümünde yine bir üslup denemesine girişir. Tema hiçbir bakımdan çeşitli değil, tersine tektir. Tema ölümdür. Yatay olarak eksiden artıya, artı sonsuzdan eksi sonsuza Ölüm. O kadar. Gidilen bir boşluk. Eriyecek olan yatay bir gövde. Bu temayı diklemesine kesen doğru, üslup doğrusu (tavır doğrusu ya da tavrın niteliği) sanatçının ölümünü zamanın geçmiş düzlemine oturtan, saplayan doğrudur. Yani sanatçının ve sanatın geometri uzayında dikeyi temsil eder bu doğru... Ölüm, intihar olgusunun derinliğidir.

Sanatçı hangi nedenlerden dolayı intiharı seçer? Konularına göre intiharın çeşitleri nelerdir?

Yaşamın dikliği, sarp çelişkileri ve uçurum acıları yok olmayı önerirken gösterdiği eylemci el, sanatçının kendi elidir. Diklik, sarplık ve uçurumların karşısında, tırmanıcı ya da hamleci duyu kaslarını, algı kemiklerini, direnme eklemlerini yitirdiğini gören sanatçı, o hızla bir düşüş kazanırsa da, düşeceği yerden, metafizik konumdan çok, düşüş açısıyla uğraşır. Bu açı, verili ya da popüler intihar nedenlerinin açıortayından sapma gösteren alışılmadık bir durum açısıdır.

“Herkesin ölüme bir bakışı var. Ölüm gelir, senin gözlerinle bakar.” (Bu iki cümle, şair intiharlarının ağır toplarından biri olan Cesare Pavese’nin ünlü dizelerinden düzyazıya aktarıldı, kaynak yerine zorunlu olarak bellek kullanılınca) Pavese, ölümü, insanın dışında bir bakış eylemi olarak nitelerken, bir yandan da intihar düşüncesini ölüm özlemini giderme olarak algılamaktaydı. İnsanın dışında oluşan ve insana (canlıya) dönük yok olma yazgısının zamanca ve uzamca yerlemini ele geçirme (kendi ölüm ânını belirleme - bir tür oto-ötenazi) fırsatı olan ihtiharı, yani ölüm özlemini giderme eylemini bir otel odasında gerçekleştirdiğinde artık yazmıyordu. Öte yandan “Benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı” diyerek yoldaşlara, kardeşlerine, anacığına veda eden Mayakovski, kendini son ve tek çıkar yoluna teslim ederken intiharı da ayrı bir denklemin taraflarından biri yapıyordu...

Neye denk olursa olsun, hiç kimse Sylvia Plath kadar ölmek yükleminde kişiyi edilginlikten bu denli kurtaramadı, hem de yine bir-iki dizeyle: “Ölmek/bir sanattır, her şey gibi (...)” Ölümü bir kaza ânından ya da hastalık döneminin elinden alan Plath bu yüklemi birinci tekil şahısla çekme eylemini yerine getirmekle yetindi 30 yaşında.

Burada duralım. Başka intihar, ölüm özlemini giderme eylemleri ya da her neyse, başka birçok örnekte, sanatçı intiharlarında ölümü bir mitos olarak bulacağız karşımızda. Sanatçının yaratıcı niteliği nasıl olsa ölümün gerisinde, son yapıttan bir önce yaratılan dizeler ya da yazılar bırakacaktır. Yazı bırakmamış da olsa sanatçının yapıtlarında asgari bir ölüme bakış bulmak her zaman olası. Zira, düşünülmemiş intihar ancak bir kaza olabilir.

Burada bir kez daha duralım: Sanatçının intiharı ancak bir başka sanatçının intiharına benzer. Şairler ressamlardan daha çok intihar etmiş; müzisyenler romancılardan daha az intihara kalkışmış olabilirler... Ama nereden bakılırsa bakılsın, sanatçı intiharı, gerekçesinden biçimine kadar birçok ontolojik bulguyla sarılıdır. Hatta bu intiharı kuşatan felsefe alanı az çok varoluşçudur. Ölümüyle işleyen bir varoluş. Babasına kızıp kendini öldüren genç kızla Sylvia Plath’ın, Hitler ile Stefan Zweig’ın intiharlarını birbirlerinden ancak varoluşsal bir uçurum ayırabilir.

Son kez: Sanatçı intiharı, açtığı mitos alanı ve gösterdiği estetik, işlevsel planla vardır, Topluca genellemenin bilinen öznesini kullanırsak, herkes sanatçı gibi intihar edemez. Sanatçı, vardığı toplumsal, yaşamsal bilgi, yorum ve düşlem birikiminin ürünü olabilecek bir tema ve tavır içinde ölüm özlemini giderir (Pavese), ya da yine sanat icra eder (Plath).

Sevginin özel bir biçimi olan aşkın pençesindeki sanatçıların intihar tarihi ya da sanatçıların bir âşık olarak intihar tarihi bilinenden daha da yoksul ve eğer bu bir tarih kitabıysa sayfaları sanırım çok az. Ulaşılabilen bir genelleme olmasa da galiba sanatçılar, özellikle intihar eden sanatçılar gizli aşk intiharlarıyla gizli sayfalar açmışlar bu kitapta. Ya da aşk, karşılıksız aşk, kara sevda, sevgiliye gününü gösterme, terkedilme gibi nedenlerle yaşamına kendi eliyle son veren ve böylelikle ölüm özlemini gideren şair, yazar, sanatçı hemen hemen hiç yok gibidir. Neden mi? Belki de elimizdeki “sanatçıların intihar tarihi”, bilinçli olarak öznel davranıyor. Bir anlamda kolluyor sanatçıyı. Zira, genelgeçer intiharların çoğunda aşk intiharı başı çeker görünmekte. Yazardan (auteur) sıyrılıp kahramanlarına baktığımızda aşk intiharlarının sıklığı dikkat çekici. “Yaratının yarattığına yakıştırdığını genellikle yapmaması durumu” denilebilecek bir olguyla açıklanabilir sanatçının bir âşık olarak intiharı. Gerekçesi bilinmeyen ya da hiç anlaşılmayan intiharların ardından, onların içimize saldığı kuşku durumunu serinkanlılıkla karşılamak gerekir. İzlenmesi gereken daha çok, müntehin bu intihara sürükleyen kuşkulardır.

Aşk intiharlarının, bilgi ve deneyimler sonucunda, sanatçının harcı olmadığına karar verilebilir.

(cogito, 1995)

15 Kasım 2019 Cuma

Bu Yaz



Geçen Yaz'a


Geçen yaz bana bir baktın ve şöyle dedin:
geçen yaz "bu yaz"dı, bu yaz niye "geçen yaz" değil?

sana göre ben anlamıyorum yazlardan, tatillerden
zamanı geçirmek tüketmek sana göre, bana göre altın sarraflığı

tozları sayamazsın, tozsuzluğu bilirsin, elinde bir kaz tüyü
avluda şakıyan araba tekerlekleri hep sonbaharı bekler

yaz gelirken ben yaza doğru yürüyorum, ondan bir yere varamıyoruz seninle
zamanımızı kazanmak diyorum ben, sen harcamak diyorsun

yaz, nefes gibi tüketilmez, yıllar geçer unutulmaz
yaz hatıraları terazinin öteki kefesidir hep, ne koyarsan hayat tartar

üstelik tatile de çıkmadık bir hayat boyu seninle
bir hayat boyu ve fazlası sevmeye ettiğimiz yeminle nereye gidebiliriz daha başka

kordonda duruyoruz, bak gemiler içimizden geçiyor
bu şehrin yaşanmamış bütün anıları senin bir nefesinde yaşanır

şehrine kendimi teslim ettim seni alabilmek için, şehrin yaz halini terk ettiğim gibi yıllar önce
bana, bu şehirde, yazın en sıcak günlerinde yıllar önce seni aradığımı sen öğrettin

seni buluncaya kadar sensizlik çektim, hiçbir gölge teselli etmedi
geçen yaz, sensiz geçen bütün yazların adıdır, seni aramaktır... hâlâ...


19 Nisan 2012, İstanbul


17 Ekim 2019 Perşembe

Kıskançlık

Aishti SS14


“Perdeyi örterek işe başlıyorum. Kâğıtta tam 7 hareket -ya da kendi deyimimle işlem- yazıyor:

-Perdeleri çek.
-Koltukları ört.
-Aynaları gizle.
-Kapıları kapat.
-Işıkları söndür.
-Her yer karanlık olsun.
-Onu görmesinler.”

Onu görmedikleri zaman hayat daha da kolaylaşıyor. O bir buhar bulutu gibi sımsıcak sarıyor içimi. İçine girince dünya nimetlerinden arınıp zevkin ta içine, tadına dalıyorum. Kaygan bir yolculuk sırasında her yanımı titreten o çıldırtıcı kenarlar...

Bir eşyadan söz eder gibi oluyorum. Ama maddi bir tutku, bağlılık değil bu. Onun bir eşya gibi olması, yaşamaması, bana dokunamaması, beni hissetmemesi beni asıl yaşatan ve ona bağlayan en büyük neden.

Ona hep yukarıdan bakıyorum. Bu zamanlarda beni görmüyor.

Tarif edilemeyene yaklaşmak tehlikelidir ama bu biraz da onun gibi olmak gibidir. Bu yüzden onunla aramızda hep belirli bir mesafe var. Bu, özlemi oluşturan ve aşkı nesneleştiren “platonik aralık”tan daha açık daha uzak bir şey.
Onu hatırlamak: Çok uzak bir fiil. Ben ona kelimelerden daha yakınım, anlamlardan daha açık ve ifadelerden daha tutarlı.

Bu çok yakın aşk, bu dipsiz uçurum beni yıkıyor. Beni ben yapan şeyin aynı zamanda beni mahveden (canıma okuyan) şey olması aşkı tutsaklık ve büyük acılar mertebesine ulaştırıyor.

Kıskançlıklarımı hep saklamayı tercih ettim. Kıskançlıklarımı belli etmenin başkalarına üzüntü vereceğini düşündüğümden yaptım bunu. Günün birinde gördüm ki kıskançlık ötekine doğrultulmuş bir silah ve yine de yaralar içindeyim. Her yerimden yaralanmışım. Bir kişisel eğitim cilvesi.

Bazıları için aşk ilişkisi yaralarla ilerler. Bu kanlı görüntü kara sevdanın kartografyasıdır onlar için ve benim asla yerim yoktur bu haritada. Onlarla aynı kıtada oturmam.

İtiraf ediyorum: Üzüntüler ve pişmanlıklar içinde kendimi kaybetmekten korkuyorum aslında. Ve bunun adına hep şöyle dedim sanki: Kendimi eğitmek ve yeteneklerimi geliştirmek. Kendimi eğiterek kıskançlıklarımdan kaçabileceğimi sandım.

Belki bu büyük bir yalandı. Aşkın doğasından kaynaklanan bir çürümeyi adlandıracak olursam şöyle diyebilirim: Her şeyin ve herkesin ilerlediğini sandığı bir dünyada hiçbir yere gitmeyen bir adım.

Kıskançlığın bir çürüme olduğunu düşünüyorum. Parçalara ayrılmanın, kabuklarından sıyrılmanın, yaralanmış iç kısmın açık havayla, mikroplarla, ruhun doğasıyla karşılaşmasının başlangıcı olarak...

Çürümekten neden kaçtığımı hepiniz anlarsınız. Ölümden kaçıyorum ve bir o kadar da kıskançlıktan. Öldüren kıskançlık yoktur; kıskançlık zaten öldürür. İçindeki müziği, yaşı, çocuğu, fahişeyi, avcıyı ve avı da...

Yerine hiçbir şey geçemiyor. Tedavisi yok. Buna karşılık madde ve eşya aşkını kıskançlıkla karıştıranlar içinse her zaman bir çıkış yolu ve kurtuluş var.

Yazmak ve yalan söylemek birbirlerinin kardeşi iki fiil. Sürekli reddettiğim ve kaçtığım bir şey hakkında yüksek perdeden sözler söylemek benim için o kadar imkânsız ki...

Duygusal eğitim dediğim zaman bir eşyadan söz eder gibi oluyorum. Ama maddi bir tutku, bağlılık değil bu. Onun bir eşya olması, yaşamaması, bana dokunamaması, beni hissetmemesi beni asıl yaşatan ve ona bağlayan en büyük neden.

Onun canlı olmaması, ölü olması. Beni ona bağlayan en büyük suç.

*

Benden kıskançlığın doğasına ilişkin büyük sözler bekliyorlar. Ondan kaçıyorum. Bundan daha büyük bir söz olabilir mi? Avından kaçan biri gibi davranmak isterdim ama burada av benim.

Büyük sözler yerine sesler. Büyük Sesler.

Dur gitme! Yapma! Sensiz ne yaparım!


3 Ekim 2019 Perşembe

Kimsenin Bana Özgürlüğümü Vermesini İstemezdim

Worry is a total waste of time. It doesn’t change anything. All is does is steal your joy and keep you busy doing nothing.👀😣…
30 yaşımdayken başka bir hayata geçtiğimde tabii ki en büyük hayalim çalışırsam sevdiğim işi yapmaktı... Zaten buna gerek kalmayacağını düşünüyordum... Şimdikinin 10-20 katı çalışma tempom ve verimliliğimle zaten istediğimi yaparak hayatımı kazanacağımı hatta zengin olacağımı düşünüyordum.

İstediğin şeyi yapmanın sözlüklerdeki karşılığı hobiyken, insan hayatında buna özgürlük dendiğini elbette hepimiz biliyoruz.

Ben zaten 30'umda özgürlüğümü ilk kez elde etmişken bunu artık kimselere emanet edemezdim. buna her şey ve herkes dahildi...

O günlerden bugünlere hayatıma koyduğum bu temel özgürlük ilkesi beni giriştiğim her işte ve şeyde yönetti. Buna bir lüks diyemezdim. Bu bir ukdeydi, kimi zamansa kader gibi geldi bana. Zira özgürlük, uğrunda bedeller ödenmişse daha güzel.

Kimsenin bana özgürlüğümü vermesini istemezdim.

Böyle baktığımda tıpkı bir otomatik pilot gibi hayatımı bu uzantıda hep eş doğrultulu ilkeler yönetti: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, tutarlılık, çalışkanlık, verimlilik, gelişim, ilerleme, paylaşma, aktarma, paylaşım, kalıcılık...

Geriye baktığımda hayatımın üçüncü 15'inde (30-45 yaşlarım arası) bireysel özgürlüğümü sürekli olarak önde tuttuğumu gördüm ve dördüncü 15'e başladım artık: 45-60 ya da bu 15 kaç yıl sürerse...
45'imde sanırım bir kader izi gibi istediğimi yapacağım hayatı kurmamın gizemli sebebi de bu özgürlük olgusunu geliştirmem ve ona sosyal payesini de vermemdi.

Toplum için, yani insan tarihinin geçmişi bugünü ve geleceği için çok şeyler yapmak istiyorum. İlk seneler çok hızlı geçti... Acemiliklerle, hatalarla, öğretimle ve belki de kayıplarla.

Kendim için yaşadığımda hayranım akranım paylaşımcım ve takipçim çoktu. Renkliydi hayat. Şimdiyse yönümü (yolumu değil) değiştirdiğim ve iyileştirdiğim için daha yalnız gidiyorum kendi yolumda. Yolum da aslında artık tamamen benim değil: Öncekilerin, yarın geleceklerin yolu. Ortak bir yol...

Ve şimdi hala canımı yakan gözlerimi puslandıran ve beni alt üst eden sarsılmalarla sarsıntılarla dolu bu yol. Bunun sebebi her şeyin gerçek olması artık.

Güneşe, açıklığa, alanlara tek ve bir olarak çıkmamın heyecanı geçeli çok oldu. O bir şenlikti, şölendi törendi. Özgürlüğün ağıdını 15-30 yaşlarım arasında çok yakmıştım. Çok üzülmüştüm aramıştım uğraşmıştım ve hiçbir şey kolay olmamıştı.

45-60 gerçek anlamda o dönemde hayatımı kavuran acıların ve zorlukların bana döndüğü bir dönem olacak gibi görünüyor: Kendimi artık eskisi gibi kolay koruyamıyorum; sosyal olana topluma açıldığım için bireysel güçlerim tamamen geçersiz oldu. Ve bitimsiz gibi görünen gururlar kibirler egolarımla vedalaştım her anlamda. Bir çöl bitkisi gibi kupkuru hissediyorum içimi ve bütün sular çok derinlerde.

Bu dönem bir seçim miydi bilmiyorum.

Kendim olmaktan özgür olmaktan kalabalıklardan istenmekten arzulanmaktan ve istemekten vazgeçtim mi bilmiyorum.

Bu bir mevsim mi, hiç bilmiyorum...

Yeni bir şeyler mi öğreniyorum? Sanmıyorum. Yeniliğin olmadığı, ilkelerimin sertleşip bir heykel bedenine dönüştüğü kupkuru bir dönem. Hislerim önsezilerim ve heyecanlarımın işlemediği bir durgunluk zamanı bu tamamen. Anlamsız.

Bu yolda hiç kimseyi aramıyorum, anlatamıyorum ve duyamıyorum. Yoldan da çıkamıyorum. Yol sanki ayaklarım olmuş durumda. Yol  beni gidiyor, ben bir yere gitmiyorum belki de.

Birisi "bunları neden anlatıyorsun, anlamaya çalışıyorsun" dese "ben mi, ben bir şey mi anlatıyorum" derim belki de. Farkındayım, ama mantıken hiçbir şey yapmıyorum kendim için.

Hayatımın bir iş bir çalışma içinde olduğunu hiç düşünmedim. Ben önümde bir yol ve sapaklar buldum. Aşklar buldum ve kaybettim.

Gittiğimi düşünüyorum.


12 Eylül 2019 Perşembe

Anlamını Bilmediğim Kelimeler


Adamla kadın bir mağazada karşılaştılar.

Adam unutmamıştı. Kadınsa unutulmamıştı. Kadının gözleri kupkuruydu ve içi ağlıyordu. Adamsa onu “ağlıyordu”.

Kaybettikçe kazanılan ve kazandıkça kaybedilen bir dünyada, bir mağazada sessizlik içinde karşılaştılar.

‘Birisini unutmak yoluna devam etmektir,' diyordu içinden kadına bakarken.

Onda kaybettiğini sandığı, unuttuğu kişiyi bulduğunu düşündü.

Bir bulut nasıl güneşe benzerse o kadar ona benziyordu.

Güneş yoksa bulut yok çünkü ışık yok.

Yüzündeki ışık onu içine çekivermişti.

Bir ağacın önce gövdesini fark ederiz. Mevsim ne olursa olsun meyveler en sonda gelir. İşte tıpkı böyleydi görülen durum. Adam kadının ince dudaklarında, ortadan ayrılmış saçlarında ve ensesine uzanan saçlarında, kenarları kalın siyah çizgilerle belirginleşmiş gözlerinde, gülümsemesinde, beyaz dişlerinde uzun zamandır görmediği bir rüyayı gördü ve bir rüyadan ilk kez uyanıyormuş gibi ayakta uyandı.

"Merhaba, ona çok benziyorsunuz."

"Anlatın."

"Anlatamam. Deminden beri onu düşünüyordum, sonra sizi görünce o sandım birden. Sanki o konuşuyor, ama aslında ben ondan kaçıyordum."

"Anlatın."

Adam, onun kızacağını düşünmüştü. Birisine benzetilmek, birisi sanılmak: Yanlış bir defineyi bulmak gibidir birisini ötekine benzetmek. Bazen yanlış, yersiz bir tokattır. Adam kadının sakinliğine inanamadı. Ya oydu, ya da kendisi. Ama kendisi bu kadar gerçek olamazdı. İnanmaktan başka çaresi yoktu adamın. Sızlanmayı bırakıp anlatacaktı. Anlatmak istediği için değil, o "anlatın" dediği için. Bu sesin geldiği yere ansızın çekilivermişti. Gözler aynı güneş ama başka bir sıcaklık. Kendisi olan bir sıcaklık. Güneş sadece bir giriş kelimesiydi belki. Bir davet.

Kadının çok az vakti vardı. Oradan geçiyordu, derken bir haber aldı, beklemesi gerekiyordu biraz daha, arkadaşları geçerken onu alacaklardı.
Adam geçecek olan bu sürenin bir yüzyıl olmasını diledi. İçinde, anlatması yüzyıllar sürecek kadar çok şey birikmişti.

Ama anlatamadı.

Gözlerini ondan alamıyordu. Onun kendisine dönüşmesini büyük bir merakla izlerken ağzından duymadığı, anlamlarını bilmediği kelimeler çıkıyordu.

*

Kal. Buradasın. Gitme. Nasıl olur. Nerdesin. Sen. Bizimle.

Bu kelimeleri anlamıyordu ve artık bilmiyordu. Kadına bakarken nerede olduğu bilgisini yavaş yavaş yitiriyordu. Ve sonunda bitti bu farkında oluş.

Artık bir adadaydılar. Onları getiren tekne, tanıştıkları tekne kıyıda yan yatmıştı batmış gibiydi. Bütün bunlar o adadan dönmeyecekleri anlamına mı geliyordu. Son yolculuk muydu?

Kıyı boyunca tek başlarına yürüdüler. Yan yana görünüyorlardı ama yalnız gibiydiler. Her şey değişmişti. Kadın kendisi olmuştu, ama bir adadaydı ve adada zaman anakaradan farklı akıp gidiyordu. Adam ise farkındaydı, adalarda erkekler ağaçların, ışığın ve toprağın kölesiydiler. Adalarda erkekler adamdı, erkek değil.

Yanlış yerde değillerdi ama, zira bu adada biraz daha az ağaç vardı ve biraz fazla kadın.

Adam hiç kimseyi görmüyordu. Yalnız kıyı ve kıyı boyunca ıslak kumları çizerek giden kadını.

Adam kesinlikle onu düşünüyordu.

Arkasından gelmemişti, onu takip etmemişti. Aynı yere gitmeleri ne anlama geliyordu. Üstelik de bir adaya. Kadının daha kadın olduğu, yükseldiği ve erkeğin toprağa yaklaştığı bir ottan farkı olmadığı, güneş altında ırgat olduğu bir kara parçasına.

Kadın için seçilmiş bir yer olduğu söylenemezdi, erkek için de. Ama oraya kaçtıkları kesindi. Gerçek dünyadan. Onları izleyen hayaletlerden ve hatıralardan.

Hatıralardan kaçamadıkları için değil belki de soyunamadıklarından o hayaller önünde.

Bu yüzden ıssız bir kumsalı seçtiler belki de. Sadece ikisine ait hikâyeler önünde soyunabilmek için. Bu ıssız kumsal ona bu hikâyeyi versin diye.

*

Hikâyemizin yeni bölümünde kadınla adam bir adada karşılaştılar bu kez. Girit'e benzeyen bu adada kadın üç katlı bir evin bodrum katını tuttu. Evinin kapısı girişten görünmüyordu, ama arka bahçesi denize kadar uzanan bir tarlaya bakıyordu. Adamsa o tarla içinde, korkulukların sebze gibi dikildiği, ama hiçbir şeyin yetişmediği -belki deniz tuzu yetişebilirdi- o tarladaki ahşap kulübeyi kiraladı.

Şimdilik bir sezonluk anlaştılar evsahipleriyle. Evsahipleri yıllardır boş duran, belki de onları bekleyen bu evlerin tutulmasından çok hoşnuttular. Yalnızlıklarının bozulmasına aldırmadan bu yeni komşularının, birbirlerinden başka şeyle ilgilenmeyen bu komşuların tadını çıkarmaya başladılar.

Deniz tuzları kadar yalnız o tarla, tarlaya bakan evinde kadın. Adam şimdilik sadece denizle ilgileniyordu. Yanında kâğıtlar getirmişti. Kalemi olduğu görünmüyordu, çünkü cebinden hiç çıkarmıyordu, sadece boş kâğıtlara bakıyordu, sonra tarlaya, korkuluklara ve bahçeli evine kadının.

Birbirlerine önce günler boyu baktılar. Aralarında deniz tuzlarının üzerinde yükselen korkuluklar, korkuluklar arası gerili ipler varken uzun uzun seyrettiler birbirlerini. Bu bakışmalarda araştırdıkları tek nokta özlemin sürekliliğiydi.

Adam kadını özlüyordu, o bodrum kattaki kadını. O tarlaya denize açılan bahçesinde küçük masanın etrafına dizdiği sardunya saksılarında yazgının dizilişini arayan kadını. En küçük saksılar kümesi çocukluğu olmalıydı, ortancalar ilkgençlik ve en iri saksıdaki en yüksek sardunyalar ve en gösterişli çiçekleri olan sardunyalar şimdiki halini temsil ediyor olmalıydı.

Adam kalemi günler sonra ilk kez cebinden çıkardı ve en boş kâğıdı buldu tomarların arasından. Kâğıtların hemen hepsi buruşmaya yüz tutmuştu, beyazlıkları sarıya çalıyordu artık.

Kâğıda bir şeyler karalayıp buruşturdu. Havaya attı. Rüzgâr buruşturulmuş kâğıdı biraz ötedeki korkuluğun yanına kadar attı. Sonra kağıdı yerden aldı, açtı tekrar bir şeyler karalayıp havaya fırlattı, rüzgar bu kez kağıdı geriye doğru sürükledi; kadının bahçesine doğru.

*

Kadın mutfakta yemek yapıyordu. Üç kişilik bir masa hazırlamıştı, ama kimseyi davet etmemişti. Her akşam yemek vaktinde tekrarladığı bu ayin için yaptığı hazırlık sırasında gene her zamanki gibi heyecanlıydı. Gelecek misafirleri uzun zamandır görmediğinden değil de sanki misafirlerden birisine karşı duyduğu özel ilgiden olmalıydı.

Fakat yine kimse gelmedi. Kadın yemeğini tek başına yedi. İki kişinin boş tabaklarına yine baktı. Yıllar önce giden birilerinin günlük yasını tutması sona erince boşalmış ve boş tabakları topladı, ertesi sabah yıkamak üzere evyenin üzerine bıraktı ve okuma odası haline getirdiği yarı loş yarı aydınlık odaya çekildi. Odanın penceresinden kararmakta olan havada, gökyüzündeki korkuluk siluetlerine baktı. Korkuluk tarlası geceye hazırlanıyordu.

Adam başka bir adaya gitmişti ve birkaç gündür ortalıkta yoktu. Okuma masasının üzerindeki lambayı yaktı ve masa üzerinde günlerdir duran buruşturulmuş kağıtları yeniden gözden geçirdi.

Kağıtlarda bir adres, isim ve not vardı. Mavi bir kurşun kalemle yazılmıştı hepsi de.

Gidiyorum. Gelmezsem. … adası. Mavi pansiyon.

Kadının hiçbir şey sakladığı yoktu, ama masaya koyduğu iki kişilik boş tabakları her sabah özenle yeniden yıkıyor ve mutfak dolabına yerleştiriyordu. Tabakların anlattığına göre birisi bir deniz kazasında ölen küçük kardeşi, diğeri de giden ama dönmeyen sevgili içindi. Onlar olmadan boğazından bir şey geçmemesi bir yana soluk bile almıyordu. Belki de bu yüzden korkuluk tarlasına kadar gidiyor ve öteye geçemiyordu.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Papirüsten Parşömene Kâğıdın Tarihi



Kâğıdın Tarihi

PAPYROS, PAPIER, PAPER

İnsanın bir milyon yıldır şimdiki haliyle dünya gezegeninde varolduğunu, ama altı bin yıldır yazı yazdığını biliyoruz. Bugünkü şekliyle tanıdığımız kâğıdın bulunmadığı, henüz keşfedilmediği Eskiçağ’da çok sayıda farklı yazı malzemeleri kullanılıyordu.

Günümüze kadar kalabilen anıt ve yazıtları kâğıt öncesi yazı malzemelerinin dışında bırakırsak bu malzemeler anorganik (çanak, çömlek, bakır, kalay parçaları) ve organik (ahşap, keten, ağaç kabuğu, fildişi) malzemeler olarak ikiye ayrılıyordu.

Ne var ki bu malzemelerin hiçbiri papirüs kadar önemli ve etkili olamamıştır kâğıdın tarihinde. Yunanca papyros sözcüğü haklı olarak bugün Batı dillerinde yaşamaya devam etse de (paper, papier) Yunanlılar bitkiden elde edilen yazı malzemesine, yani papirüsa khartes derlerdi. Latince’de chartes olarak adlandırılıyordu bu malzeme. Almanların karte, Fransızların carte dedikleri “harita” sözcüğü de buradan gelmektedir.

Zaman içinde kitap anlamına kavuşan Yunanca byblos sözcüğünün ise ilk anlamı papirüs rulosuydu. Bu sözcük bugün hâlâ kullandığımız “kütüphane (bibliotek), kitapsever (bibliofil), kaynakça (bibliyografi)” sözcüklere kaynaklık etmiştir. Hatta İncil anlamına gelen Bible sözcüğü de buradan gelmektedir.

Papirüs bitkisi (cyperus papyrus) rutubetli ve sıcak ortamları seven otsu bir bitkidir. Eskiçağda en çok Nil deltasında yetiştiği için papirüsü ilk kullananlar Mısırlılar olmuştur. Günümüzde Aşağı Mısır’da, özellikle de Nil deltasında ve bir zamanlar başlıca papirüs üretim merkezlerinin gelişip serpildiği Arsinoitis’te artık soyu tükenmiştir.

Papirüs bitkisinin ilk detaylı tarifini yapan Aristoteles’in öğrencisi Theophrastos papirüsün Suriye’de de yetiştiğini yazmaktadır. Theophrastos bu tarifinde papirüsün kullanım alanları konusunda başka kaynaklara kadar uzanan bir liste vermektedir.

Papirüs nişasta içeren saplarıyla ucuz ama lezzetli bir besin maddesidir. Liflerinden sepet, halat, lamba fitili, sandalet, giysi hatta kayık yapılıyordu. Kökleri ise alet yapımında ve yakacak malzemesi olarak kullanılıyordu. Çiçeklerinden çelenk, küllerinden ise ilaç yapılıyordu.

Bizi ilgilendiren yazı malzemesi papirüs, papirüs sapının alt kısmındaki özden elde ediliyordu. Saplar henüz tazeyken parçalara bölünüyor ve enli parçalar halinde kesiliyor, suyla ıslatılmış bir tahtanın üzerine yan yana diziliyordu. Çeşitli işlemler sonrasında elde edilen papirüs rulolar halinde piyasaya sürülüyordu.

Papirüs Eskiçağ’da en çok Nil deltasında yetişiyordu. Antik dünyada idari kurumların bulunduğu büyük şehirlerde hayli fazlaydı ve papirüs ticareti de bu nedenle çok gelişmişti. MÖ 5. yüzyılda Atina’daki idare papirüs kullanıyordu. Belge suretleri çıkarmak için papirüs satın alındığına dair gider faturalarında bu görülmektedir.

Papirüs buluntularının çoğu bugün Mısır’da ortaya çıkarılmıştır ve çıkarılmaya devam etmektedir. Ne var ki papirüslerin bulundukları yerler kuru çöl bölgeleridir. En önemli buluntu yerleri bugün artık kumlar altında kalmış olan vaha yerleşimleri, özellikle de Fayyum bölgesindeki şehirlerdir.
Mısır dışında en çok papirüs bulunan yerler ise Fırat nehrinin orta batısındaki Dura-Europos’tur.  Daha sonra Roma’nın garnizonu olan bu şehirdeki Mısır’dakine benzer kuru iklim sayesinde, parşömen ve Yunan papirüsleri dışında Roma askeri idaresinin Latince papirüsleri de korunabilmiştir.
Filistin’de bulunan en tanınmış papirüs örnekleri Ölü Deniz’deki mağaralarda bulunan ve papirüs rulolarıdır.

Roma egemenliği altındaki Mısır’da papirüs üretimi önce krallığın daha sonra da imparatorluğun mülküydü ve özel kişilere kiraya veriliyordu. Bitkilerin yetiştirilmesinden satışına kadar bütün safhalar özel sektörün elindeydi. MÖ 2. yüzyıldan sonra papirüs üretimi doruk noktasına erişti.Roma imparatorluğu döneminde kalitesini korudu. Fakat 3. yüzyıldan sonra bu kalite kaybolmaya başladı. Mısır’da papirüs üretimine 10 ya da 11. yüzyılın sonunda son verildiği tahmin ediliyor.


Kâğıt ve Kıskançlık

Bazı keşifler yokluktan, kıskançlıktan ya da rekabetten doğar. Tanrı’nın keşfi ve teoloji dünyasının icadı da belki bu durumun ilk örneklerindendir. Bu keşfin meyvelerini yine kâğıdın arşivci ve bellekçi kucağında vermesi bir tesadüften öte kâğıt medeniyetlerinin insanlığı gizliden gizleye yönetmesinden ve saklamasından başka bir şey olamaz.
Ne yaparsak yapalım “araç”ların amaçlarımızı ve ruhlarımızı yönlendirmesini önleyemeyiz. İnsanın ruhunu kurtarmak için maddeyi kullanması ve onda “kalması” gerekir.

Kâğıdın tarihinde papirüsten sonra gelen ve az önceki örneği doğrulayan parşömenin efsanevi nitelik taşıyan keşfi Küçük Asya’da, Mısır’ın papirüs tekelinden kurtulmak isteyen Bergama kralı II. Eumenes’e mal edilmektedir. Zaman geçmekte ve en az dünya tarihi kadar birçok insanlık konusu yazılmayı ve kaydedilmeyi beklemektedir.

Plinius’un Romalı bilge Varro’dan aktardığına göre İÖ 2. yüzyılda Mısır kralı Ptolemaios VI. Philometor (İÖ 180-145) ve Bergama kralı Eumenes (İÖ 197-159) birbirlerinin kütüphanelerini kıskanmaktadırlar. Bu nedenle Ptolemaios papirüs ihracatını yasaklar ve İskenderiye-Bergama arasındaki papirüs yolculuğu sona erer. Bunun üzerine Bergama’da (Pergamon) parşömen mecburiyet üzerine keşfedilir ya da icat edilir. Bu bilgilere göre parşömenin Pergamon’da icat edildiği biliniyor olsa da daha eski dönemlerde parşömenin bilindiğine dair bulgular bizi şu açıklama götürüyor muhtemelen:

İÖ 1790-168 yıllarında Suriye kralı Antiokhos Epiphanes Mısır’a saldırdığında ve İskenderiye istila edildiğinde papirüs ihracatı kesintiye uğradı. Bunun üzerine kütüphaneyi genişletmeyi sürdürebilmek için eskiden beri bilinen parşömenden yararlanılmaya başlandı. Ancak daha sonra yeni kitap biçimi olan kodeks bulunduğunda ise parşömen yavaş yavaş papirüsün yerini aldı.

Rivayetler ve belgeler arasındaki bu çelişkili durumu daha da ortaya çıkarmak için tarihin ozanı Herodotos’a kulak verelim şimdi. Herodotos’a göre eski dönemlerde yaşayan İyonyalı Yunanlılar papirüs kullanmaya başlamadan önce keçi ve koyun derilerine yazı yazıyorlardı. Bu noktada birbirlerine benziyor olsalar da deri ve parşömeni karıştırmamak gerekir. Deri, hayvan pöstekisinin tabaklanmasıyla elde edilirken parşömen üretiminde deri tabaklanmaz, kireç işleminden geçirildikten sonra kurutulur ve daha sonra ince şekilde kazınarak düzleştirilir.

Yunan dilinde “Bergama derisi” anlamına gelen “pergamane” yani parşömen, genellikle koyun, dana ya da keçi derisinden elde edilirdi. Buzağıdan elde edilense en değerlisiydi.

Parşömenin bulunuşuyla birlikte iki önemli gelişme daha kaydedilmiştir. Bu yazı malzemesi öncelikle kaba kamış fırçasından daha geniş olanaklar sunan kaz tüyünün kullanılmasını sağlamıştır; son olarak da parşömen, kitabın doğuşuna neden olmuştur. Kullanımı zor olan papirüsün yerini alan parşömen birbirine bağlanınca Roma kodeksi oluşur: Yani artık bugün anladığımız anlamıyla kitap doğmuştur.

Kullanımı çok ağır yaygınlaşan parşömen kitap yapımında papirüsün yerini ancak İS 4. yüzyılda alabildi. Hammaddesinin papirüse oranla daha az bulunması ve aynı zamanda hazırlanışının gerektirdiği el emeği sonucu maliyetinin yüksek olması, fiyatının da yüksek kalmasını gerektiriyordu.
Kâğıdın Ege ve Akdeniz’deki yolculuklarından, serüvenlerinden bahsettik şimdiye kadar. Buna karşın kâğıt elbette Doğu’da da vardı. Güneş gibi oradan doğmamış olmasına karşın kâğıdın Çin’de İS 105 yılında hükümdarın muhafız alayına mensup bir sanatkâr tarafından bitki kabuklarının kullanılarak elde edilen kâğıt hamurundan yapıldığını biliyoruz.

Asya’da 2 ve 3. yüzyıllardan sonra Hintçe başta olmak üzere birçok dilde yazılmış kâğıtlar bulunmaktadır. Uygurlar da Mani dinini kabul ettikten sonra yazı yazmaya ve kâğıt kullanmaya başlamışlardır.

İslam dünyasında bilinen en eski tarihli kâğıt 879 yılına ait, üstünde Binbir Gece Masalları’ndan birkaç satır Arapça metin bulunan parça ile 1080 yılına ait Uygur harfleri, Karahanlı Türkçesiyle yazılmış alım-satım senedidir.

Kâğıt yapma sanatının meslek ve ticaret olarak Çin’den Semerkant ve Kahire yoluyla Avrupa’ya ulaşması bin yılı almıştır.

14 Şubat 2018 Çarşamba

Sevgililer Günü için mektup 2



Sevgili Sevgililer Günü

Altı yıl sonra yeniden karşındayım. Senden özür beklerken, özür dilemek istiyorum şimdi. İyi ki varsın. Fakat artık uzak bir dostumsun. Banaue pirinç terasları gibi bilinmeyen, ama mevcut bir uzak yersin benim için. Sesim bu sebeple sana güzel gelebilir. Aldanma.

Altı yıl önce ben 44 yaşındayken sana fena kızmıştım. Çünkü uslu birisi sayılmazdım. Örneğin toplama çıkarma biliyor, ama ne evimi ne de hayatımı toparlayabiliyordum; hayatımdan çıkması gerekenler konusunda da klişe eylemim genelde aynalar üzerinden kendime hep çıkışları göstermekti.

Aradan geçen zamanda ne değişti dersen; bence sen değiştin 14 Şubat. Hani tam 24 saat değil de 23 saat 57 dakika 43 saniye olduğundan da eminim; sen tam olarak sen değilsin. Aşkın metaforusun sen, yani aşkmış gibi yapan aşk. Başka nasıl anlatabilirim seni.

Lütfen kızma, az sonra özür dileyeceğim. Suçlu tabii ki ben değilim. Nasıl olabilirim? Suç cehennemse suçlu Tanrı'dır diyen bir yalvaç tanıyorsan söyle bana; ona aşkı sormalıyım, çünkü ben aşkın bendeki anahtarını kaybettim. O anahtar ki , sadece bende olduğu konusunda beni ikna etmişti. Tek maharetinin bu olduğunu elbette söyleyemem, ama nedense diğer yetenekleriyle o bir kadın olsaydı bile gerçekten ilgilenmezdim, çünkü ben eşyanın bir insan olduğunu düşünebilirim ancak. Yeteneğim bu kadar. Ve kadını kimin yarattığını bilmiyorum, ama beni Aşk yarattı bunu çok iyi biliyorum.

Beni yaratan Aşk, doğduğum gün başımda bana en sevecen ve sorumlu bakan bir çift göze neden adil davranmadı. Aşkın adaletsiz olduğunu söylemem için bir dava açmış olmam gerekiyor ona. Aşkın davası olmaz da derler, buna gerçekten inanmalı mıyız? Unutsak daha az acı çeker ve daha az zaman kaybederiz.

Bazen içine bir kitap kaçmış gibi olur ya bilirsin bu hissi... Bence Aşk'ın içine soneler kaçmış olmalı. Hani şiir sanatının heceli ve serbest vezin arasında duran o müthiş şiir biçimi.

Aşkın şiiri olsaydım gözyaşıyla yazılmış bir sone olmak isterdim.

Sevgili Sevgililer Günü 1

12 Şubat 2012

P.S. O soneyi 2019'da yazdım daha sonra. 

7 Temmuz 2015 Salı

Rüya Seçimleri


8.6.2015

Dün seçim gecesiydi ve yine oy vermedim.
Çünkü çok önce seçmiştim ben seni. Bundan yıllar önce öğrendim seni bulunca.
Ve şimdi seni yine arıyorum bunu öğrenmek için değil anlamak için.

Dün gece bütün seçimlerimden sen çıktın. Tek başına.
Seni her gece aslında rüyalarımda seçiyorum. Asla vazgeçemiyorum. Başıma gelen en güzel şey ve tek şeysin.
Gerçek seçim bu.

Aslında başıma hiç de iyi şeyler gelmemişti benim. Bunu senin kalbine ilk geldiğimde anladım.
Tadını da seni ilk kez öptüğümde almıştım. Bırakamadım.

Dün gece rüyamda giderek en kararlı davranışlarınla beni bir kez daha zaferlere boğdun.
Kolladın ve korudun beni. Kararlıydın. Rüyalarımdan hiç çıkmayarak zaten bunu anlatıyordun ve bir cümlenin dilbilgisel devinimi gibi rüyadan rüyaya sözcükten sözcüğe geçerek bana anlatıyordun ne olduğumuzu.

Sen gittiğinden beri hiç müzik dinlemedim, tablolara bakmadım, heykellere yanaşmadım ve şiir yazmadım.
İçimdeki bütün seçimlerin tek galibi sensin; benim tek muhalifim ve kader ortağım...


5 Kasım 2014 Çarşamba

Bana hayatımda kimse öyle bakmadı.


Bana hayatımda kimse öyle bakmadı.

Bu gece bütün balkonlarda kendimi arıyorum. Bir adanın sahilinde, oradan çıkamamamın kıyılarında. Çok önceden o balkonda bana bir yer verilmiş gibi orada olmayı hep arıyorum. Balkondan sahneye yayılan bakışların bir adı var. Senin adlarından birisi…
Sen balkonun köşesinden sahnenin kıyısına kadar bakışlarımda yayılıyorsun. Dudaklarımız mesafeyi kısaltıyor, iki şehir arasındaki fırtınalı hasreti çoğaltıyor ve gelgit olarak yağıyor eve.
Bu gece bütün balkonlardan sana baksam doyamayacağım sana. İki şehrimi dünyanın bütün şehirlerine değişsem unutamayacağım kadar anıyla yüklüsün. Sana her döndüğümde aslında hiç gitmemiş olduğum hali, sözlerimize bağlı olduğum hali mi bulacağım? Başka bir hal için çıkıyorum balkona. O kadar yakın ki gözlerin. Işıldıyorlar. Bana hayatta kimse öyle bakmadı. Yakındalar. Öpüyorum. Sana dokunmuşum. Seni senden almışım. Sende çoğalıyor ve coşuyorum. Birçok deniz vardı seni aradığım. Bir tanesinde diz çökmüşüm ve ufka bakıyorum. Ufuktaki balkonda bir adam sevdiği kadına bakıyor. Onu ararken onu kendine âşık olarak buldu. Bir gece.

Bu gece birçok balkonda bir benzerim var. Seni düşündükçe hepsi bir şey arıyor sahnede.

25 Aralık 2013 Çarşamba

Karanlıkta anladığıma çok pişmanım, varlığını


Şimdi değil / bu evrende söylüyorsun bana bunu / ve şimdi diye bir şey yok / eğer yıldızlar bizimse
.....
Işığını ilk gördüğüm anda / hissettiğim ürpermenin hala devam ediyor olması / kaç supernova patlaması?
.......
Karanlıkta anladigima çok.pişmanım, varlığını / yokluğun hep unutturdu oysa varlığının güzelliklerini / dünya bir cennetse eğer / bu karanlığı anlatamamam yetmez / seni görüyorum.gündüz gibi / çünkü güneşimsin / uzakta



6 Temmuz 2013 Cumartesi

Dua


49. Ve senin ışıklı yüzüne dönüp hayatı gözlerinde aradım.

48. Ve kem söze kör kalbe aldandım ve bakışlarına sığındım.

47. Ve ben hep sana döndüm, kaderimden kaçamadım.

46. Ve cenneti yanlış yerde aradım ve ayaklarına kapandım.

45. Ve sesinle başlayan, gülüşünle duran zamanı yakaladım.

44. Ve içi boş kubbelerde pervaneler gibi yalpaladım.

43. Ve ıssız, sahipsiz şehirlere sürgün edildim ve gizli bahçene vardım.

42. Ve ayaklarıma bitmeyen tutku yollarını sarmaladım.

41. Ve aşkına ibadetti uçurumdan sarkan her adım.

40. Ve güneşler vazgeçti ateşten, sana yanmaktan yorulmadım.

.....



26 Haziran 2013 Çarşamba

Daha iyi günler olmayacak...


Tam ortada
İki suret var
İkisinde de sen varsın
Ben kenarda korkuyordum sen şarkılarını söylerken
Kıskançtım çok yaşayanlara karşı
Sana kendi yolunda kilometrelerini geç söyledim
Kavşaklarına köprü yolcularına dur dedim
......
Hayat seni tam ortadan ikiyle daha çarptı
Kırık camlardı adını söyleyemediğim kayıp pencere
Gözlerini gözlerime bağlayan
Ve her gün çöller gibi sahte ağlayan bakışlarıma karşı
Soyundun çıplak ve merhametli

Daha iyi günler olmayacak... Bunlar bize kalanlardı
Daha az acılar belki, çok tuzlu bir deniz ve mavi gözyaşları kıyısında
Hatıranı kalbinmiş gibi saklayacağım sen bana sabah uyanınca
Gözlerinden öpeceğim tedbir olarak. Hayat...
daha çok çılgınlığa izin vermeyebilir...

20 Mart 2012 Salı

AŞK: Kısa Süren Sonsuz Mutluluk

Aşkın küçük yolculuğu

Yanlış formüllerle doğru deneyleri yaşayabilir miyiz?
İşte bütün sorun bu. Bir kafatasını yukarı doğru kaldırmamıza gerek yok Hamlet gibi. Tek sorun o kafanın içinde nelerin döndüğü.
Bize sonsuz zamana ve uzamla beraber verilen özgür irade neden ölümlü ve sonlu bir bedene hapsolunmuş? Bu bir ödev olamaz mı: Bedeni ölümsüzleştirme ödevi.
Bedenimizi ölümsüz kılacağımız güne kadar ödevi bize devamlı hatırlatacak eylemlerden en önemlisi aşk olabilir mi? Olabilir, ama aşkı hemen sosyal hastalıkların doktoru gibi göreve çağırmak, aşktan dönüşüm ve değişimler beklemek, onun rüzgarına kapılıp her türlü doğruyu kenara atmak ve terk edildiğinde ölümlü bedenin yasını tutarcasına susmak, hataları düşünmek, yanılgılar meditasyonuna gömülmek.
Aşkın bu küçük yolculuğu ruhu bedenden ayırmaya yeter de artar bile. Gelgelelim ona bir ilim, bir ansiklopedi ya da terapi olarak bakmak, ciddiye almak, gerçek dünyada ona çok yer vermek, onu yok etmenin en önemli silahlarıdır da.

Aşka kaç gün dayanabilirsin?

Aşksız yaşanmaz. Bu sözü parasız yaşanmaz sözünden daha çok duyarsın. Ortak noktaları ikisinin de kıt olmalarıdır. Farklılıkları da yöntem konusunda başlar. Aşık olmak ya da aşkı korumak için yöntemler yoktur.
Kimi onu görmeden duramaz, kimi her gün her saat düşünür kimi de ayrılınca anlar aşık olduğunu ya da sonsuz uzatmalara yaslanıp uzatır uzatır kimisi. Bunlardan en önemlisi melankolidir.
Melankoli bir yöntem mi? Aşk hastalığını güçlü bir semptomu olsa da bir kayboluştur daha çok. Aşka uzanmanın, ona sahip olmanın kıyısında acıları kurtuluş, hastalığı da aşk sanabiliriz. Melankoli görmekten vazgeçiştir. Duyusuz görmeyi denemek. Duygular yoluyla kimyaya haritacılığı öğretmek.

Tanrı, aşkın ışığı mı?

Seküler bir tanrı kadınları sevebilir. Kadınlar bu dünyadandır ve erkeklerse evrenin güçlerini -tek yanlı bir görev olarak- teslim ederler. Erkeklerin dünyadaki soylarını devam mecburiyetlerinin nesnesi olan kadınlarla anlaşmazlıklarının arasında geçerli etkin tek dil aşktır. Erkek ile kadın, haz ateşiyle yakınlaştıklarında ancak bu dil çözülebilir ve anlaşılır hale gelir. Her ikisinin de diyaloglarını onların dünyaya bıraktıkları şeyler olarak uzaktan gözetleyebiliriz bir tanrı gibi. Tanrı evrendir ve evrendeki her cisme eşit uzaklıktır.

23 Şubat 2012 Perşembe

Ben sana neden bu kadar aşık oldum?


Ben sana neden bu kadar aşık oldum?
Bir marifetmiş gibi
bunu bilmiyorum

O kadar kabahat dururken
o kadar gemi dururken ve ışıklı gece sahili
sana zincirlendim

Sana doğdum sabahları
Geceleri yükseldim gülümsedim dikkatini çekmek için
Battım, ağladım, dev ve sıcaktım ama kayboldum

Şimdi ben seni aydınlatırken uyandım diyorsun
Ben gözyaşlarımı saklarken sen "ağladım" diyorsun
Aşk olsun