mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos 2023 Çarşamba

İstanbul'a İlk Mektup'a Yanıt






Aradın.

En son ben aradığım için işte bak sen de kaçtın.

Sürem bittiği için bana ayrılan dinlence salonunda yatıya da kalmam gerekti ve seninle o vapur iskelesi kahvesi balkonunda ateş gibi bir havada deliler gibi buhar soluyup çaydanlık üfleyerek kahve içtik.

Sohbet nasıldı hatırlamıyorum, çünkü orda ben yoktumla orada değildim arası bir yerdeydim, sen çiçekler ararken bir çocuk yeteneklerini keşif festivaline.

Çok az şehrimiz oldu olmasına fakat elimizdeki neden bu kent. Bir İstanbul ve bu mektubu ben ona yazdığım ilk mektuba karşı bir yanıt olarak yazarken "Hayat geçti! Hayat geçti!" diye bağırmak istiyorum bu kentten Ankara'ya giden her trenin, ekspresin ardından.

Seni aramayı unutmadım hayır. Seni aradığımı unuttum.

Seni sevmeyi unutmadım. Seni sevdiğimi unuttum.

Seni öpmeyi unutmadım. Beni öptüğünü unuttum.

Bazen geliyorlar. Kalan yokken. Kalıcı hasar ve hasat tespiti yapmalı demeye dilleri varmıyor. Sözlerinin ardında yürek yakan masum aşk arayışları.

Aynı peronda bile değiliz 


Temmuz-Ağustos 2023



20 Ağustos 2022 Cumartesi

İstanbul'a İlk Mektup


Çağırdın.

En son sen çağırdığın için işte bak çıkıp geldim.

Buraya gelmeyi hiç istemezken aslında neden gelmem gerektiğini de geçici olarak unutmuş olmam, unuttuğum şeyin önemsiz olduğunu göstermez değil mi hayatımda?

Madem hayatlarımızı veriyorsak ve sonunda tabii ki geri de alamıyorsak şehirler neden birer özne olmasınlar?

Kim sorusu sorulur özneyi bulmak için. Ama özneyi gerçekten de arıyor muydum ki?

Sen zarftın. Edat. Zamir. Tümleç. Tamlama. Zarf tümleci. Belirtisiz isim tamlaması. Hatta Nesne.

Her şeyin nesnesi. Tesadüflerin, kaderlerin, yalanların, aşkların...

Beni buraya kadar bile okuman bir mucize. Demek ki artık daha sabır dolusun bana karşı. Uzun suskunluğumun anlamını düşünmüşsün ya da beni tamamen unuttun ve ilk cümlelerimden kim olduğumu çıkarmaya çalışıyorsun.

Mektup yazmanın, hele hele konuşmanın, görüşmenin tamamen sıfırlandığı bir çağda sana bu ilk mektubumu yazıyorum. Bunun bir anlamı yok. Sadece ne yazacağımı ve ne zaman konuşacağımı hiçbir zaman bilememle ilgili bir durum bu.

Yaklaşık iki sene sonra seni yeniden hissediyorum. Bunun için bazı aşılar olmam gerekti: Aşı karşıtlarını işitmeme aşısı. Ani ölümlerden korkmama aşısı. Anksiyete, korku, panik, gerginlik aşıları.

Sen dediğin için ciddiye almıştım ve bir Korku Günlüğü tutuyordum ya da hanidir onu yayımlamaya karar verdim, fakat aramıza bir otel girdi: Adı Sen. O otel, bu "şirin" kasabaya yıllar sonra yine "ilk" geldiğimde karşıma ilk kez çıkıverdiğinde onu algılamaya ve anmaya bu kez hazırdım. Korku filmlerinden çıkma, onlara layık bir oteldi burası. Yıkılacakmış gibi duran, hatta anacaddeye doğru hafif bel vermiş, idarelerce artık kaybolmaya yüz tutmuş avlusunun zamanımızın dev oyuncakları olan arabalara otopark vazifesi yapmasına karar verilmiş.

Uzaktan. Uzak. Senin çok uzağından. Bu "hoş" kasabada çocukken geçirdiğim seneler boyunca seni henüz görmemiştim bile. Bir sefer hariç: Babamla, kitap poşetlerini sırtlanıp inip çıktığımız yokuşların ve ziyaret ettiğimiz yayınevlerinin, baba dostlarının çokça bulunduğu Cağaloğlu semtindeki o yaz günlerini hiç unutamıyorum. Babamın aklımda babam olarak kalmasının, belki de şu an olduğum ve yaptığım şeylerin yazıcısı ve kazıcısı olan o birkaç gün. Tam hatırlamasam da bir gece kaldığımız bir başka otel. Otel Tarlan. Yeşil havlusu daha düne kadar o yıllardan kalma en açık hatıralardan biriydi.

Çağırdın geldim ve gürültüler... Betondan sesler, ağlayan hurda sessizlikler... Her yerde "Miras" yazıları. Bu şehir kime miras kalmış ki. 

Çağırdın. Susturamadın beni. Hala soruyorum: Nasıl yaşıyorlar sende hala? Günlük 25 milyon.. Toplamda yüz milyonu geçmiş bu eserlerinin kaderi ülke.

Yeniden yeniden yıkılacağın günler çok yakın. Herkes bunu diyor. Ve yeniden yapılacağın günler daha yakın. Son birkaç ayın ya da haftan dışında hiçbir şeyin hatırlanmadığı için çok sevileceksin yine.

Ben sana mı geldim sahiden. Yeniden bir oku beni ya da kendini sorgula: Sen İstanbul değilsin. 

O, sensin. Sen sensin.

Sana geldim. Çağırabilirsin her zaman beni.


Ağustos, 2022

13 Temmuz 2021 Salı

“Kalanların Sanatı: Aşk”



 1.

Oğlumun kolaj ödevini birlikte yaparken ona yardım etmek yerine yıllar önce gene koca bir çocukken eğlenmek için uğraştığım bir meşgaleyi tekrarladım. Bu kolajı yaparken makasın ve yapıştırıcının kamuflaj elbise ve botlar gibi birbirinden ayrılmazlığı bellekle ölümü hatırlattı bana.

Önce bellekte ölüyoruz, sonra onu bekliyoruz. Bunun gibi aşk da aynı etkide bizi sınıyor. Önce öldürüyor –iyi anlamda- sonra kalanlardan (kesik nefes, ölgün gözler, dermansız bacaklar ve hep çekilen burun) bir sanat eseri yaratmaya çalışıyor.

Geriye kalanlar; geride kalanların birleştirmeye çalıştığı “kalanlar” sanatın ölü yanında bir ayçiçeği gibi duran, henüz bozulmamış, açılmamış bir enginlik. Açılmamış zarf gibi duran her bellekte oluşan heyecan önce şunu gizler: Birisini unuttuğumuzda bellek, kapalı bir eylem yerine getirir… İki ayrı deniz seviyesinin ortasında gemileri taşıyan ve onlara diğer denizi açan kanal kapakları gibi bellek her yeni kişide başka bir yoğunluk, tuz, bitki örtüsü ve coğrafi karmaşıklık… Yeni kulaçlarla ve bedenle yüzerken bu bilgilerin en egzotik kokuda sadece toplanması yeniliğe karşı verilen ilk tepkiyle kendini bulur: Bayılma.

Yeniler bayıltır, kendinden geçirir.

2.

Onunla ilk karşılaştığımızda G harfinin çepeçevre sardığı bir galeride 2 harf daha bir araya geliyordu: A ve B. A oydu, B ise kaçtığım bütün harflerden oluşan ben.

Beklemenin B’si

Onu beklerken onu beklemiyordum aslında. Kendimi bile bilmiyordum. Kaderin atlıları -bütün dünya edebiyatında bu ordudan geçilmez- galeriyi boydan boya geçiyordu ve nal izleri yerine şarap bardaklarını sayıyorduk. Her yudumda unutuyorduk, aslında hiçbir yere gitmiyoruz. Onu beklemekten başka hiçbir yere…

Ben’in B’si

André Breton Nadja adlı kitabında, yıllar önce kaleme aldığı Ayçiçeği adlı bir şiirinde sözünü ettiği kadınla yıllar sonra gerçek hayatta karşılaştığını anlatır. Paris, Halles semtinde geçen şiirde bir kadından bahsedildiği (André’ye göre Nadja benim içinse A.) rivayet edilir ve aynı kadını André Breton daha sonraları aynı semtte eliyle koymuş gibi bulur. Sürrealizmin “nesnel” tesadüf olarak adlandırdığı böyle bir şiir yok elimde, ama bütün tesadüfleri kıskandıracak bir harf var.

Şiirini çok önce yazmış ve Ben’in bütün algılarını kilitleyen A’nın yüzünde aşkın bütün harfleri ve geleceğin alacakaranlığı okunuyor.

Derken o geldi. Ama ben orda mıydım. Oraya gitmiş miydim, bunu anlatamam. Onu sadece gördüm, ama bu yetmiyor.

3.

Geride kalanların tesellisidir aşk. Birisi gitmeden aşk olmaz. Ve bütün bunları kalanların da gidenlerin de bilmemeleri gerekir. Aşkın gündoğumu için.

***


Ayçiçeği

        Pierre Reverdy’ye


Yaz biterken Halles’den geçen gezgin kadın

Ayak parmaklarının ucunda yürüyordu

Umutsuzluk, büyük ve güzel yılanyastıklarınını göğe yuvarlıyordu

Ve el çantasında tuzluklardan suretim vardı

Bir tek tanrının vaftiz anası içine çekti onları

Uyuşukluklar bir buğu gibi açılıyordu

Sigara içen köpekte

İçin ve karşı, nereye girdiler

Onlar genç kadına kötü bir gözle bakabilirdiler

Güherçilenin kadın büyükelçisiyle bir işimiz vardı

Ya da düşünce dediğimiz siyah fonda beyaz eğrinin elçisiyle

Fenerler kestane ağaçlarında usulca yanıyordu

Gölgesiz hanım Pont-au-Change’da diz çöktü

Gît-le-Coeur Sokağı, pullar eskisi gibi değildi

Gece vaatleri sonunda yerine getirilmişti

Gezgin güvercinler, hayat öpücükleri

Tam anlamların tülleri altında mızrak yemişler

Bilinmeyen güzelin göğsünde birleşiyorlardı

Paris’in göbeğinde bir çiftlik büyüyordu

Ve samanyoluna bakıyordu pencereleri

Çıkagelmişler yüzünden kimse oturmuyordu orda ama

Hortlaklardan daha çok adandığı bilinen çıkagelmişler

Bu kadına benzeyenler yüzücek gibiydi sanki

Ve aşkın içine biraz da kendilerinden katacaklardı

Onları içlerine atacaklar

Hiçbir duyumsal gücün tutsağı olmadım ben

Ve böylece Étienne Marcel heykelinin dibinde bir akşam

Kül kalıntılarında öten cırcırböceği

İşbirlikçi bir göz kırpıp bana

Geç André Breton, dedi.


 (Türkçesi: HG)

 

13 Mart 2019 Çarşamba

Genç bir yazara öğütler



Bookmarks – Page 4 – Scribble & Stitch


Öldürmeyeceksin der baştan itibaren bütün kutsal kitaplar. Öldürmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeden nasıl öldürmeyeceksin?
Bir yolu var. O da ölmekten geçer.

Bütün yasalar, kurallar, dersler ve öğütler bazı şeyleri deneyimlemeden yapmanı söyler. Söyleyenlerin yaptığı ve deneyimlediği ortadayken, onlar bunları yapmışken nasıl onlara güvenebilirsin?

Herkes senin ne yaptığını yaşadığını merak ederken kime ne senin dünyaya bakışından.

Herkes aynı dünyaya bakar aynı şeyleri görür, belki senden daha iyi görür ve yorumlar, ama bunu anlamak için sana ihtiyacı vardır.

Her gün bir mektup yaz. Zarfa ne yazarsan yaz mektuplarının hiçbir yere ulaşmadıklarını, gönderen adresi olmadığı halde bütün mektupların sana döndüğünü ve açamadığını göreceksin.

Çocukluğunu ara, kaybolduğunu anlamak için. Bunu anladıktan sonra kaybolmuş olmak seni rahatsız etmeyecek. İhtiyacın olan cesaret değil, anladığın korkularınla yaşama gücü.

Dışarı çıkarken şiirden ve kendinden uzak dur. İçeride zaten her şey şiirden ibarettir. Günahlarını kendine sakla.

Her salgını düşünce sanma, her düşünceni de salma; bırak sıralarını zamanlarını beklesinler veya bir ömür boyu sussunlar.

Hayatını toparlayıp bir aynaya hapsederek ona karşıdan bak ya da kabul et yalnızlığını, kaybolduğunu.

Çölünün rüzgarından yön bekleme. Kuma suyu sorma. Suya geldiği yeri söylet.


Genç bir yazara öğütler 2

8 Mart 2018 Perşembe

Yazının Cinsiyeti: Bir Kadın yazısı var mı?


Bir kadın yazısından söz edebilir miyiz?

(21. yüzyılda artık bu sorunun karşıtını sormanın hiçbir yararı yok.) Ama soralım her türlü gereksizliğine rağmen ayrıca: Bir erkek yazısı var mı?

Elbette var. En başta düzenleyicilik ilkesinden doğan bütün yazılı yeryüzü yasaları. Trafik kuralları manzumeleri. Kredi ve kredi kartları sözleşmelerinin sadece karıncalar tarafından okunabilen metni. Ev aletleri kullanma kılavuzları ve unutma-dan: Bütün imzalar ve imzayı gerektiren bütün “korkak” metinler.

Yazı, eril bir başlangıç yaşadı ve bu konuda büyük aşamalar kaydetti. Onu “biteviye” alkışlar ve sırtını sıvazlarken dünya hayatının eril düzeninin de kuruluşuna tanıklık etmiş oluyoruz. Tanık, ikinci derecede sanık da olabilir. Çünkü olaylar karşısında iki tip yazı kaydı belirler:

1. El yazısı: Yazılmamış “ham” düşüncenin kayıt fuayesi. Yazının bekletildiği oda.
2. Tipografik yazı: Vitrin. Sadece vitrin. Dönüşün olmadığı, ancak bir tekzibe ya da sonraki tipografik çalışmaya ve gerçekleştirmeye kadar açık olan yazı.

Yazının kaydı neredeyse yazının “kendisi” demektir. Çünkü sözlülüğün karşısına bellekten ezberlemeyi kesimleyen, sonra onu yok edip yerine kayıt sistemini çıkaran bir duruş içindedir. Kayıt çeşitlerine bakalım biraz:

El yazısı dişildir. Söz'ün yazı'ya teslim olduğu bellek-kayıt geçişinden kurtulan bu dişil süreç, matbaanın, yani yazıyı çoğullaştırma aracının icadıyla sona erer. Yazı yani ifade evreni artık tamamıyla erilleşmiştir. Yazarak “faşizan” olunabilir, çünkü kaydın hâkimiyeti kesinleşmiştir. El yazısı sakla-namaz bir şeydir, çünkü tektir; en azından çoğaltılması zordur.

Kaydı belirleyen üçüncü, ama sözde “üçüncü” kitap devriminde “ilk” yazı çeşidi sanal yazıdır:

3. Sanal yazı: İfade ve anlam evreninde gidiş ve dönüş artık yok. Saha var. Global illüzyon, fakat sapmalar tek noktadan ya da doğrultudan başlamıyor. Bütün sapmaların “döndüğü” çevrimler kayıp.

Yazı yapısının anlaşılmazlık düzeyinde oluştuğunu; felsefenin, dilbilimin hatta edebiyatın bu düzeyi 20. yüzyıl boyunca koşturduğunu görüyoruz. Birbirine karışan gerçekte anlam ile anlamsızlığın yönünü yitirmişlik duygusu değil; anlam ile anlamsızlığı birbirinden ayıran çizginin ortadan kalkması. Yazıya salt “anlamı verme aracı” olarak bakışın yazının cinsiyetini öldürdüğüne tanık olduk bu yüzyıl boyunca. Yazı, sözlülüğün sözcülüğünü yitirdiğinde kendini erilliğe teslim etmişti. Bu dışbükey durum, sözlü metnin yazılı metne, elyazısının, tipografik yazıya, mektubun e-mail'e teslim olduğu ve belki de yakın gelecekte “yazının metayazıya” teslim olacağı -kayıt teknolojisinin kaybolacağı dördüncü devrim zamanı- bir dönüştü.

Söz. El yazısı. Mektup.
Bütün bunlar koruyucudur. Anlam ve söz evrenlerinin koruyucuları.
Yazı. Tipofrafik yazı. E-mail.
Bütün bunlar hakimiyetçi. Erillik tapınağının bekçileri.
Dördüncü yazı devrimini, yani “metayazı” dönemini öncekilerden ayıran “dördüncü” zaman kategorisi kesinlikle insani olmayacak.
Geçmiş, şimdi ve gelecek olarak tanımlayabileceğimiz kutsal insani zaman “üçleme”sinde gizil olarak yatan “izafiyet” tanrısını alaşağı edecek dördüncü kategori, kesinlikle şüpheli ama “bizden” olacak.
Kozmik ama alegorik. Geleceğin yerine ama gelecek için bir zaman “şey”i... O zamanda yazının cinsiyeti olmayacak. Her şey yazılmış ve kaydedilmiş olacak. Yazının sonu değil, cinsiyetin sonu...

14 Şubat 2018 Çarşamba

Sevgililer Günü için mektup 2



Sevgili Sevgililer Günü

Altı yıl sonra yeniden karşındayım. Senden özür beklerken, özür dilemek istiyorum şimdi. İyi ki varsın. Fakat artık uzak bir dostumsun. Banaue pirinç terasları gibi bilinmeyen, ama mevcut bir uzak yersin benim için. Sesim bu sebeple sana güzel gelebilir. Aldanma.

Altı yıl önce ben 44 yaşındayken sana fena kızmıştım. Çünkü uslu birisi sayılmazdım. Örneğin toplama çıkarma biliyor, ama ne evimi ne de hayatımı toparlayabiliyordum; hayatımdan çıkması gerekenler konusunda da klişe eylemim genelde aynalar üzerinden kendime hep çıkışları göstermekti.

Aradan geçen zamanda ne değişti dersen; bence sen değiştin 14 Şubat. Hani tam 24 saat değil de 23 saat 57 dakika 43 saniye olduğundan da eminim; sen tam olarak sen değilsin. Aşkın metaforusun sen, yani aşkmış gibi yapan aşk. Başka nasıl anlatabilirim seni.

Lütfen kızma, az sonra özür dileyeceğim. Suçlu tabii ki ben değilim. Nasıl olabilirim? Suç cehennemse suçlu Tanrı'dır diyen bir yalvaç tanıyorsan söyle bana; ona aşkı sormalıyım, çünkü ben aşkın bendeki anahtarını kaybettim. O anahtar ki , sadece bende olduğu konusunda beni ikna etmişti. Tek maharetinin bu olduğunu elbette söyleyemem, ama nedense diğer yetenekleriyle o bir kadın olsaydı bile gerçekten ilgilenmezdim, çünkü ben eşyanın bir insan olduğunu düşünebilirim ancak. Yeteneğim bu kadar. Ve kadını kimin yarattığını bilmiyorum, ama beni Aşk yarattı bunu çok iyi biliyorum.

Beni yaratan Aşk, doğduğum gün başımda bana en sevecen ve sorumlu bakan bir çift göze neden adil davranmadı. Aşkın adaletsiz olduğunu söylemem için bir dava açmış olmam gerekiyor ona. Aşkın davası olmaz da derler, buna gerçekten inanmalı mıyız? Unutsak daha az acı çeker ve daha az zaman kaybederiz.

Bazen içine bir kitap kaçmış gibi olur ya bilirsin bu hissi... Bence Aşk'ın içine soneler kaçmış olmalı. Hani şiir sanatının heceli ve serbest vezin arasında duran o müthiş şiir biçimi.

Aşkın şiiri olsaydım gözyaşıyla yazılmış bir sone olmak isterdim.

Sevgili Sevgililer Günü 1

12 Şubat 2012

P.S. O soneyi 2019'da yazdım daha sonra. 

24 Ocak 2018 Çarşamba

L'ye Mektuplar



AD

Bu adın gizli tutulması gerekir.
Bir korkunun adı bu. Bir geri çekilmenin, bir suskunluğun ve birçok söylenin. Korkuyu anlatırken bir yay boşalıyor ve tutsaklığın adı anılıyor. Çok söylemişizdir bunu. Bir o kadar da susmuşuzdur, dilimizin altında tuttuklarımızı söyleyecekken.
Her şey bir son ve ondan sonra gelecek bir başlangıç içindi.
Çünkü yeryüzünde hep aynı kapsamda dönüyordu bu.
Her şeyin temelinde bir kabuk bağlatmak ve bir gerekçe bulmak yatıyordu. Unutmadan bunun da bir gerekçesi olduğunu söylemeliyim. HER ŞEYİ BİR GÖLGEYLE TAMAMLAMAK ZORUNLULUĞU adı altındaki gerekçe bu işte.
Önceki yazdıklarıma anlaşılmaz ama güzel, diyorsun.
Güzel, beni zorluyor. Beğenin anlamana yardımcı olacak.
Her şeyi anladığında beni eski yerimde bulamayacaksın.
Belki hiç bulamayacaksın. Hiçbir yerde.
Anlaşılmamakta yatıyor olabilirim. Anlaşılmaz olduğum sürece sana ulaşıyor ve sürüyor olabilirim.

G.


A D I M

İnan, yaptıklarımız, soğukluğumuz ya da sıcaklığımız, gerçek ve doğrular, görüntülerimiz, yapaylıklarımız, zorlanmalarımız, doğumlarımız, açılar, ölümler, kırışıklar, üzüntüler ve yine acı.. hiç önemli değil. Tüm bunların inan, hiç bir önemi yok. Yokoluşa bir adım kala da olsa, son yudumları da  olsa doğrular,  yaşama ilişkin hesapların döküleceği o belirsiz son gün saplantılarının, son ya da sondan bir önceki kuşağın başını çekiyor da olsak, gerçekleştirmemiş ve üstelik hiç de yaklaştırmaya  çabalamamış olsak yüzümüzü evrensel görevlerimizin yanına, üstelik hep ceza çekmiş ama hiç suç  işlememiş olsak, yargıları birbirine dolaştırmış, hep kavramların yağıyla kavrulmuş, unufak beklentilere bile sığınmamış, yalnız bugün ve bir sonraki bugün için yaşamış da olsak hiç önemli değil, inan.

G.


B U G Ü N

Dokunulmadığı sürece zamanca ilintisiz yaşayan küçük kaypaklıklarla derialtının işlenmesine ses çıkarmayan, yarın ve sonrasını beyninin zarsız, sonunda bir gün öncesinin buğusunu saatlerden silip kazıyarak yeniden çıkaran bugün’le tanıştım. Bu anın altı çizilmeli mi? Oysa sorulara gereksinimi olmayan biri -bu bir zaman belirteci bile olsa- varlığı ve çeperinde yoğunlaşan geçiciliğiyle aşınmaya dayanabilir ve alt çizgilere bir daha asla gereksinim duymazdı.

G.

C A N   Ç E K İ Ş M E

Şimdi geri çekilme zamanı. Bir saatin kıvraklığı kadar bile yakın değilken bir kıyıya, buradayım, diyebildim. Bu kazanç mı sence… geri çekilmelerde ortaya konan bir oyunsa, kalıcılığı nereye kadar deneyebilir, ılımlı ölçültlerde ? Oyun, içtenliği inkar etmez mi; gerçek yaşama öykünmek yalancılık değil mi? Yaşamak, yaşamak derken ikinci özneyi hep atlıyoruz. Suçlarken de  hep ilk çoğul öznede takılıp kalıyoruz.. Duraksamalarımız yaşamın tutukluğu karşısında sözü açılmamış gerçek başarılar mı yoksa? Nereden biliyoruz içimizdeki kıpırdanan ruh taneciklerinin bizim olduğunu? Yakalayabildik mi ; koştuk mu peşindem; tutukevi mi olduk bu tanelere, yalnızca… Sonuncusu gerçek paydalarda tartışmasız doğru biliyorum. Bu taneciklerin çevremi sardıklarını gördüm, yanıldıklarını, yanlış gövdede, ısrarlı olduklarını işittim ama niye izin verdim girmelerine? Kapıyı gösteremezdim. Kapı yoktu onlar için. İçeriden dışarıya açılan bir kapı yoktu en azından. Dış kapılarsa hep kilitliydi.
Hep kapalı. Hep yoklardı. Hep yoklar. Varolan, dışlanan, sorulmayan bendim. Sonraları karşılaştım ilk özneyle. Sonraları sevdim. Bırakandım.

Ölümlü olduğum doğru. Daha fazla ileri gitmeyeceğimi biliyorum.
Yelkenler çürük bir bezden yapılmıştı, biliyordum.
Ve hiç bir yolculuktan geri dönmedim, biliyorsun.

G.


Ç A Ğ R I

Sesinin değişmediği, beklentilerle kavrulan bir eşiğe döndügü tınıyı bekliyorum.
Hiç beklememiş olmanın yalancı gururu bu. Bir ağaç; yıldızların sönüklüğünü algılamış; hiç doymamış bir ıslaklık.
Üstüme çevrilen okların, burgaçların farkındayım. Endişesizliğim burada noktalandı ilk kez.
İlk kez, buluşmanın yansımalarından bu noktada sıyrıldım.
Çağrıyı işittim.
İlk kez yanılan benmişim gibi. Sonra bir gemi, dedim. Yalnız bir gemi yeter. Varsıllığa. Gökküre. Eşilmemiş bir kum. Üstünde yitik denizciler ve taşlar.
Sonunda bu ses de eskidi.
Sensizliğe döndüm.
Yokluğa gerisin geri.

G.



1989-1990

28 Ekim 2016 Cuma

Genç bir yazara öğütler 5


Zamanın var mı?
Ya da zaman kaldı mı...
Birşeyler yapmalı diyerek mi çıkılırdı yola eskiden?

Eskiler, eskiyenlere ait olmamalı sadece genç yazar. Eskiyenler, eskilerin değerini düşürür yoksa. Zamanın varsa geçmişin önemlidir senin için. Yarın için birşeyler yapacak bir saniyen bile yoksa düş geçmişin  yakasından.

Evet bir zaman çizelgesi yapmalı, iyiliğin hatırı için.

İyilik kördür. Zamanca. Hiçbir zaman vakitlice gelmez, arandığında orada değildir.

Tesadüflerin belki daha çok yararı dokunur iyiliğe. İyilik ona bir harita sunulduğunda kör olduğunu unutur ve bakmaya çalışır gideceği yola.

Birisi ona kim olduğunu söylemeli ya da hatırlatmalı: Zaman, verilmiş sözleri olmayanlarla sözlerini unutanlar için lükstür.

Saati unuttuğumda birşeyler okurum zamanı yitirmekten korkmamak için. Satırlarda ararım gerçeğin saatini. Hepsini aynı kavşakta beklerken bulurum: Zaman, vakit, saat, an... Aynı noktada olmaları onların aynı olmaktan korur. Ve bu dört kız kardeş uzaklaşırlar birşeyler okunduğunda.
Okumak senin kavşağın olsun, kayboluşun yerine.

Ozanlardan uzak durma; zaten yaklaşamazsın. Şairleri geç bir kalemde, yoksa hayatın boyunca düşersin. Ve şiiri hep özle, asla yakanı kaptırma ona. Şiir, tanrının bile elinde değil hanidir.

Sana öğüt verenlerden kendini sakın. Öğüt vermediklerinde neler derler onları işit sessizce. En çok susarken birşeyler söyler bu kendini beğenmiş ustalar. Onların sadece ustalıklarını beğenmeye çalış. Boşver kendilerini, bütün kendi ve efendileri.

Sana bir şey sorulduğunda kendi sorularını hatırla: Hani uzun zamandır soramıyordun. Artık soru işaretlerinin kalmadığı bir dünyada nasıl bazı yalanların bile cevapların olabileceğini anlayabileceksin? Bazı sözlerini kapalı söyle, anlaşılmasın; anlaşılmaz olduğunu söylesinler ve hayatlarının kaçınılmaz işlerinden kaçmak için suçlasınlar seni, aldırmadan onlara yeni soruların işaretsiz geleceklerini söyle, uzun süre karanlıkta sınanmayan sözlerin soru olamayacağını da sözlerine ekle.


7 Temmuz 2015 Salı

Rüya Seçimleri


8.6.2015

Dün seçim gecesiydi ve yine oy vermedim.
Çünkü çok önce seçmiştim ben seni. Bundan yıllar önce öğrendim seni bulunca.
Ve şimdi seni yine arıyorum bunu öğrenmek için değil anlamak için.

Dün gece bütün seçimlerimden sen çıktın. Tek başına.
Seni her gece aslında rüyalarımda seçiyorum. Asla vazgeçemiyorum. Başıma gelen en güzel şey ve tek şeysin.
Gerçek seçim bu.

Aslında başıma hiç de iyi şeyler gelmemişti benim. Bunu senin kalbine ilk geldiğimde anladım.
Tadını da seni ilk kez öptüğümde almıştım. Bırakamadım.

Dün gece rüyamda giderek en kararlı davranışlarınla beni bir kez daha zaferlere boğdun.
Kolladın ve korudun beni. Kararlıydın. Rüyalarımdan hiç çıkmayarak zaten bunu anlatıyordun ve bir cümlenin dilbilgisel devinimi gibi rüyadan rüyaya sözcükten sözcüğe geçerek bana anlatıyordun ne olduğumuzu.

Sen gittiğinden beri hiç müzik dinlemedim, tablolara bakmadım, heykellere yanaşmadım ve şiir yazmadım.
İçimdeki bütün seçimlerin tek galibi sensin; benim tek muhalifim ve kader ortağım...


25 Aralık 2013 Çarşamba

sen bu yüzden mi sevmedin beni


Bir yatağım yok... Evim, pencerem, günışığım / geceyi bile ben kapatmıyorum üstüme / sen bu yüzden mi sevdin beni
.....
Çaresizlik dilini bilir misin / o dilsizken çok şey konuşur / ama ne söyler ne bildirir / acıdır gözettiği / sen bu yüzden mi sevdin beni
.....
Nasıl bir ağaç köklerine dokunmak istemez / bir gemi denizle sohbetin ötesine geçmek batmak nasıl ister / hiç yok demedim kendime hayatımda / var, yok'un en kolay tarifi / sen bu yüzden mi sevdin beni
.....
Mucizelere küsüyorum bazen affet / meleklerle de aram hiç yok / beyaz rengi hanidir çıkardım düş defterimden / ihtimal, seni hissediyorum sadece yağmur fırtına yerine yüzümde / sen bu yüzden mi sevmedin beni
.....
Beni senden çıkar ya da tuzu denizden sök at / dünyanın sonu sen başlamadan da gelir / eğer yürümüyorsak aynı.yıldızlar altında / o kadar karıştım ki kimimsin dediğim gerçeğe / sen bu yüzden mi görmedin beni



12 Şubat 2012 Pazar

Sevgililer Günü için mektup

Sevgili Sevgililer Günü


Aşkı bir güne indirmek kimin aklına geldiyse onu aramak da en gülünç bahanelerden birisi haline geldi. Seninle 365 günün bir tanesini paylaştığımız bu günde çiçekçilerden hediyelik eşyacılara kadar bizi kimlerle muhatap ettiğinin bilmem farkında mısın?
Aşk süreçti sonuç oldu.
Aşk sonuçtu sebep oldu.
Aşk maceraydı düzen oldu.
Adını koymayalım, kaçar dedik kovalamaca ve teknik takip oldu.
Yazalım dedik kayıt oldu.
Şiir dedik söz oldu.
Aşkı kanunlaştırmanın ne alemi vardı ey Sevgililer Günü?
Şimdi ben yılın 364 günü kimsenin sevgililer gününü "şimdiden" kutlayamayacak mıyım? Ya birden çok sevebiliyorsam! (Tanrı korusun...) Kötüsü, çok seviyorsam da o gün bir kişi dışında kalan çoğunluğu üzmek zorundayım.
Bir yalan makinası mısın sen? Doğrucu Davud mu? Kimsin?
FBI? MİT? CIA?
Ne ulusalsın ne evrensel. Yerel olsan mahallenin namusu kılığına bürünüyorsun, yasal olsan nikah memuru çağırıyorsun hemen; şahitler bozacı ve şıracı.
Senin arkandan kadınlar, anneler ve babalar günü de ne çabuk geliveriyor. Oluşturduğunuz zincir kolye, mecbur ve muhtaç ruhların prangası gibi görünüyor.
Sevgili ya da Sevgisiz. Ne fark eder. Karım yoksa ben erkek değil miyim? Kocası yoksa ötekisi kadın değil mi ki de sevgililer gününde sevgilisi olmayan mağdur olsun ve sevgilisinin yanında olamayan da mundar...
Ey Sevgililer Günü! Çık git aramızdan. Sana ihtiyacımız yok. Sevgilimle aramıza girme. Yılın her günü bizim.
Hadi al 14 Şubat da senin olsun, ama git lütfen.







11 Aralık 2011 Pazar

Sarışınlar isyanda!

Biz de senin için üzülüyoruz HG ve benzerleri!..

(Aşağıdaki mektup, Sarışınlar Derneği ya da Sarışın Aklı Platformu gibi grupların elinden çıkmamış olup bizzat yazarın sarışın olan annesi tarafından kurgulanmıştır.)

Çocuğum


Baban da senin gibi düşünüyordu mutlaka. Bu konuda sarışınlara onca şey yazmış olmasına rağmen senin gibi bu okunması anlaşılması zor metni yazmazdı, ama emin ol o da bir sarışın düşmanıydı. Ve yüzden benimle evlendi eminim.
Babanı bir sarışınla evlenmeye iten ayrım esmerler değildi, zira o dönemde sınıfın en güzeli bendim. En zekisi, başarılısı da... Baban, daha iyisini bulamayacağını anlamış olmalı ki peşimden koştu. Halen de evrende yine peşimden koştuğuna ve daha güzelini bulamadığına eminim. Bulamaz, çünkü evlendiğimizde arayışını bıraktı, çok iyi biliyorum.
Biz sarışınlar, diyecek değilim, ama iyi biliyorum ki biz sarışınlar dünyanın dengesiyiz. Seçimsiz, sandıksız, tercihsiz, kararsız, hatasız ve şüphesiz...
Sarışınları kafana çok takma çocuğum. Sana tavsiyem bu. Alemdeki diğer kusursuzluklar gibi onları da sorgulamadan kabul et. Rahat edersin. Böyle yazılar da yazma bir daha. Hangi sarışın, oğlunun, onu es geçip sürekli olarak babasını yad etmesine, her zeminde ondan söz etmesine katlanabilir? Sarışın bir anne!
Sarışın da olsa anne annedir oğlum. Ben bunu hep görüyor ve susuyorum. Senin de bunu hep sorguladığını, kaleminin hep babandan tarafa kaydığını gördüğünü ve sustuğunu biliyorum. Baban ve sen birbiriniz için bir konusunuz. Genellikle tarihte yazar baba-oğulların birbirleriyle diyaloğu verimli olmaz. Ya eserleri birbirleriyle konuşamaz ya da baba ile oğul. Dikkat edersen yazar anne ile yazar oğul ya da yazar baba ile yazar kız karşılaşması hemen hemen hiç yoktur. Bunun adı susmadır, kutsal sessizliktir. Kendi özgürlükleri adına bu sessizliği seçerler.
Sen babanı yaz yavrum. Onu anlat. O, anlatılmaya değer bir hayat yaşadı. Belki bu yüzden kendini yazmaktan çok yaşamaya adadı.
Görüyorum ki sen kendini hem yazmaya hem de yaşamaya adamışsın. Sarışınlar için çok üzülmeni de, benim için üzülmene bağlıyorum. Ve çocukların en büyük sevgi belirtisi de ebeveynleri için duydukları endişelerdir. Sakın unutma.
Sevgiyle.


Annen.

6 Aralık 2011 Salı

Maria Metro


Maria Metro


AYNA, ANSİKLOPEDİ

“Uqbar’ın ortaya çıkışını bir aynayla bir ansiklopedinin bir araya gelmesine borçluyum.”
Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe

Pablo,
beni metronun girişinde bu ilk kez bırakışın ve bu anı, yani senin beni evime taşıyan anıtın kapısındaki bu anı ölümsüzleştirmek için bu günlüğü yazıyorum. Yoksa niyetim bu isimsiz gecede evime senden bir şeyler taşımak değil.
Bir gün, yine senin beni bıraktığın gibi, gecenin geç saatlerinde evime dönüyordum ve sisler içinde kalmış şehrin tek metrosunun herhangi bir istasyonunda trenden yeni inmiştim. Bu acayip metro ve metro durağı, bir köprünün altından geçiyordu ve yolcularını köprünün güneyde kalan ayaklarına en uzak kalan mesafede bırakıyordu. Artık tamamıyla arabalara, kamyon ve otobüslere terkedilmiş bu şehri kalbinden tam ikiye ayıran metro -tabii ki kurucusu ve ilk işletmeceleri olan büyükbabalarıma ismini o vermişti-  duraklarını şehrin alelade ve özensiz yerlerinde seçiyordu. Hatta daha da ileriye giden son işletmeciler -onlara lastik tekerlek düşmanları da denilebilirdi- her allahın günü metro duraklarını değiştirmekle övünür olmuşlardı. Bu şu anlama geliyordu: Her gece evime dönerken nerede ineceğimi artık bilemez olmuştum ve kesinlikle küfretmiyordum, bir arabamın olmayışına. Çünkü bu şehirde –adını unutacaksınız ama şehrin adına Uqbar diyelim hadi- insanlar gece ile gündüz gibi olmasa da yağlı-yağsız gibi bir ayrım içinde “metrolular” ve “asfaltçılar” olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Şehrin göğünü kaplayan bulut bulamacının içinde bu basit  ayrımın meyvelerinden başka hiçbir şey yoktu: Yüzlerce metrelik tanıtım afişleri, batık zeplinler, kırılmış stadyum ışıklandırma direkleri, havada yüzen bilboard’lar, dev balonlar, gökdelen atıkları ve agnostik ışık efektleri...
Bu bulamaç altında bunalan ve terleyen bir şehrin tam ortasında geçen bir metrodan sözetmek zamanı durdurmakla neredeyse eş anlamlıydı Pablo. Sen beni evime bırakırken durdurmayı istediğim zamanın bu şehir tarafından her gece çalındığını düşünebiliyor musun? Ben, evime ne kadar uzaklıkta olduğunu hiç bilemeyeceğim keyfi bir istasyonda inerken her gece, şehir de aynı düzensizlikte altımızdan kayıp gidiyor her allahın günü... Ama lastik tekerlekler üzerinde, ama tabanlarımıza kadar batmış olduğumuz kara asfaltların tıraşsız yüzünde, ama teknoloji küresinin hediyesi olan bulut bulamacının altında, oflaya puflaya...
Işıklar çekiliyor ve evimin kapısını açacak olan müjdeciyi arıyorum, bacaklarıma yapışmış eteğin gizli bir cebinde. Bu sıkıştırılmış plastik anahtar selül de yüksek efor altındaki vücut sıcaklığıma dayanamayıp erimiş olmalı ki yara izleriyle dolu sağ omzumla ve her zamanki inceliğimle (?)  kapıya yükleniyorum ve bir hırsız gibi giriyorum evime. Her gece kapımı çalmak yerine, bir şeyler çalmak üzere, bir hırsız gibi Pablo.
Hep aynı yara izleri, sağ omzumda; eriyen ve yeniden yaptırılan ama yine eriyen anahtarların yokluğunda evimi bana açan sağ omzumda hep aynı yara izleri... ve giderek moraran derinin altında giderek kısalan omuz kemiği. Anatomideki adı bilinmediği için böyle çağırıyorum onu... omuz kemiği! Her gece bana evimi açtıkça kısalan kemik!
Plastik-file bir pike altında gecenin içine giden uyku dehlizine dalarken, metro yoluna devam ediyor Pablo!
İki bacağımı ayırdım ve her biri 107 santimetre uzunluğundaki bacaklarımın kökleri kalçalarımda toplanmasına rağmen iki tren rayı gibi paralel duruyorlar ve dölyatağımdan kopup gelen bir tren, şehrin sessizliğini derinleştiriyor; çünkü bu sessizlik –çığlık çığlık kararan bu şehirde- sadece metroya ait; şehrin içinde kıvrılarak sonsuz bir turu tamamlamadan yolcularıyla birlikte kaybolan metroya... Metro iki bacağımı ayırırken, ya da ben iki bacağımı ayırdığımda metro yeni bir istasyon daha seçiyor şehrin dölyatağında. Yaklaştığım her istasyon sanki bir rüya ve evime en yakın istasyona geldiğimde uykudan sıçrayarak uyanıyorum.
- Eureka İstasyonu!
Tren sarsılarak yoluna devam ederken bacaklarım kapanıyor ama hiçbir ağrı yok. Içimde bir metro taşıyorum, ama gözyaşlarım bir damla bile olsun akmıyor. Trenin sarsılması da bir rüya ve uykumda bağırıyorum:
- Yeni Topraklar İstasyonu! Rakım sıfır!
Oysa bilen bilir: Hiçbir tren yeni topraklara gitmez. Bir uyku kadar yalancıymış bu metro.

*
 Kapı gürültüyle açıldığında, kapı altından atılmış bir zarf buluyorum yerde. Zarfın içinde adıma düzenlenmiş bir fatura, bir reçete ve bir mektup. Mektup, Mateo Kolomb imzalı. Mateo benim eskiden tanıdığım bir kadın hekimi. Önceki meslekleri hayli karanlık olan ilginç bir kişilik. “Amor Veneris” adında hoş bir roman yazdığını biliyorum sadece. Bunlar dışında muayene için aldığım son randevuyu hatırlıyorum. Ama aradan aylar geçmiş ve tedavimin sonuç ve masraflarını bana bildiren bu zarfın içinde en az Mateo’nun geçmişi kadar karanlık bir mektup var.

“Sevgili Maria Metro,
Tetkikleriniz sonucunda kasıklarınızdaki ağrılar ve vajina içi ve dışında gelişen yaralarınız için ekteki reçeteyi size sunuyorum. Sonuçların bu kadar gecikmesinin bir nedeni de alınan örneklerin tahlillere anlaşılamayan nedenlerle geç yanıt vermesidir. Bana daha önce sözünü etmiş olduğunuz ve ısrarla okumamı salık verdiğiniz “Anatomist” isimli kitabı okudum. Bütün bilimsel dayanaklara göre söyleyebilirim ki ağrı ve yaralarınızın bu kitapta yazanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Ama sanki şu alıntı, şüpheci ruhlara dinginlik verici nitelikte, ne dersiniz?
‘Bazı metafizikçiler ve anatomistler ruhun, kadın bedeninin hangi bölgesinde bulunabileceğini araştırmışlardır. Ben size ruhun bedende bulunmadığını söylüyorum, ruh bedenin etrafında bir melek gibi kanat çırpmaktadır. Kadınlara gelince, onlarda da erkeklerinkine benzer bir ruh arayacak olursanız, onu ancak şeytanın evi olan kadın bedeninin içinde bulabilirsiniz. Evet şeytanın evi kadın bedeninin içinde, tam olarak da size şimdi sözünü edeceğim organın bulunduğu yerdedir. Eğer bu organın işleyişini açıklayabilirsek, en sonunda kadınların anlaşılmaz davranışlarının nedenini açıklamayı da başarabiliriz.’
Bu ansiklopedik sözlerin, ruhunuza tutulmuş bir ayna olmasını diliyorum Maria. Sevgiler.

Mateo Kolomb.”

(to be continued)