kötülük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kötülük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Temmuz 2019 Perşembe
12 Eylül'de Aslında Neler Oldu?
Ve bir sabah uyanamadım
12 Eylül'ü o gün olmaktan çıkarmanız için ona 40 kere adını söylemenize bile gerek yok. 12 Eylül 1980'de ve sonrasında olanlar, o güne kadar olanları eğer 11 Eylül olarak adlandıracak olursak, ortaya şöyle bir denklemin çıkmasını sağladı:
11 Eylül + X = 12 Eylül.
Yaralarınızdan ve süren acılarınız üzerinden tarihe bakarsanız eğer (X), şimdiki zaman bile geçmez. Tarihe bakmadan tarihi konuşmak da o yara ve acıların sesinden başka bir şey olmaz.
Ya biz ne yapmak istiyoruz? Devam etmek mi yoksa kazdığımız çukuru isimsiz ıssız bir mezar yapmak için oraya devrilmek mi?
Ölümümüzden kazma ve küreği suçlayamayız. Ama 11 Eylül de kazma ve kürek değildir. Mezarcıyı 30 sene sonra müebbet hapse mahkum etmek ve hapse atmakla cinayetin suçlusunu yargılamış olmayız. Mezarcılar mezarlıktaki ölülerden sorumludur, onların başına gelen ölümlerden değil.
Bu bir faili meçhul faizi meşru bir darbedir
Müntehirin katili kimdir? İntihar eden kişinin ölümünün sorumlusunu tayin edebilir miyiz?
İntiharın sebeplerini araştırmak, onları saymak dökmek ve kişisel ölümü tamamen dışlamak, o dramı kullanmaktan öte bir şey değildir.
12 Eylül'de bütün Türkiye intiharın eşiğindeydi. Kurumlar toplumlar toplu olarak intihar etmek yerine iflas ederler, yani işlev bozukluklarının gereği olarak artık çalışmazlar, işlemeyi bırakırlar.
Kazayı, doğal felaketi yargılamak hiç ortada yokken o kaza ve felaketlerin gizli faili ve iştirakçisi konumuna sokar. Bir suçu işleyenle, olmayan bir suçu yargılayan arasındaki fark adaletin hangi karanlık yöresine götürür ki bizi?
12 Eylül'ü benzerlerinden ayıran tek şey travma yerine hastalığa dönüşmesiydi, içimizdeki durdurma eyleminin. Olacakları önceden göremezsiniz, olacaklara yenilirsiniz. Ve olacak olan, sizin kaderiniz olur. Tek sorun doğru yapmak değil doğru görmektir. Eylem ile bakış birbirini tamamlar, birbirinin yerine geçmez.
11 Eylül'de hepimiz neredeydik?
Şimdi neredeysek oradaydık. İçimizdeki bu durdurma hastalığı korkularımızla yüzleşemedi bir türlü.
Tarih devamlı olarak sorguluyor bizi. Dersten çok dershaneyi andıran tarih baba, müfredat yerine vicdanımızı, olayların akışı yerine tercihlerimizi kullanıyor.
11 Eylül'de hepimiz 12 Eylül'e bakarken bir şey yaptığımızı ya da yapmadığımızı sandık. Oysa ortada eylem falan yoktu. Eylemsizliğin devrimi başımızı döndürmüştü. Bu başdönmesine karşı koyanlar da aynı dönme dolaptaydı, atlı karıncadaydı. Lunapark görevlileri, başka bir parka gitmişlerdi ve alabildiğince başıboştuk.
Görevliler gittikleri yerden dönmediler ve tarihimizde ilk kez yalnız bırakıldık. Kurucu atalarımızın hayaletleri de dönmediler gittikleri yerden. Tarihin hızına ve başdönmelerimize yenilmişlerdi belki ya da son treni kaçırmışlardı. Ne var ki uzaktan uzağa gülümseyerek, tek başımıza kalışımızın büyümemize delalet ettiğinin farkında, el sallıyorlardı.
X
Yolcu yolunda gerek.
Etiketler:
Fahrenheit 451,
insan,
kötülük,
neanderthal,
özgürlük,
sadizm,
savaş sanatı,
seçimler,
siyaset,
tarih,
toplum,
Türkiye,
yalan,
yalnızlık,
yarın,
yoksulluk,
zorba
23 Mayıs 2019 Perşembe
İyi birisi olmak için Kötülük yapmak gerekir
İyi birisi olmak kaç yıl sürer?
Hayatım boyunca iyi birisi olmaya daha ne kadar devam edebileceğimi hiç kendime sormadım. Yapmayı her an bırakabileceğim bir şey olduğundan değil, sadece aklıma gelmedi hiç. Tıpkı nefes alıp almadığımı kendime sormayı akıl etmeye alışkın olmadığım gibi.
İyi biri olmak, iyilikler daha çok kötülüğün bir oyunu gibi geliyor bana şimdilerde... Bu ideali iyilere veren kim diye soracak olursanız bence kötüler ve kötülükler, derdim bu oyunun farkına varmadan önce. Peki şimdi bu aldatılmış halimle ne yapacağım diye düşünürken aklıma ne geliyor biliyor musun ey kötülük? Senin oyununu görüyor, bunu sana söylüyor ve oyuna devam ediyorum. Bence sen ışık ya da karanlıksın ve ben karanlık ya da ışığım. Hangisi olduğumuz önemli değil, çünkü dünyamızda her ikisinden de neredeyse eşit şekilde bulunuyor. Önemli olan ne zaman ışık ve karanlık olduğumuz değil mi? Evrendeki bu ışık-karanlık, enerji-kara delik, madde-kara madde, büyük patlama-büyüme oyunlarından şimdilik en büyük kozmik yaratılış olan insan bedeni ve ruhu ortaya çıkmadı mı sonuç olarak? Işık karanlığa rağmen karanlık için de oluşmuş olabilir; karanlık da ışık için... Birbirlerine karşı olmaları da tamamen kendileri olmalarıyla ilgili bir farktan kaynaklanıyor sadece...
Döne döne
Söylenmemiş sözleri söylemeyi çok severiz. Bunun adı ilk çağlarda şiirdi ve sadece ne olduğunun bilinmemesi ve sanatın oradan ortaya çıkmaması dışında her faaliyet yerine getiriliyordu şiir söylenirken. Ben daha çok şiirin insanın hafıza etkinliğini artırıcı bir tedbir olduğunu düşünürken (ışık) bunun da zamanla estetik olarak dahil olduğu yarışmaların sonucunda sanata ulaşıldığını ve insani meselelerin de katılmasıyla ilk söz olan şiirin kutsal kitapların icadına giden yolda (karanlık) varlığını geliştirdiğine de inanmak istiyorum. İyilik ya da kötülük dönerek değişerek birbirleriyle dans, savaş ve sohbet ederken birbirleri de oluyorlar ve bizim de belki filozofları daha az ve bilgeleri daha çok dinlememiz gerekiyor bu devirlerde, ama unutmayalım ki musibetin nasihat olduğu zamanlarda siyasi görünümlerini örtebilen bilgeliklerden de az çekmedi bu insan milleti...
Elementler
Bütün bu yazdıklarımın ardından elementler tablosuna girecek olursam bu yazı sanırım bitmeyecek ve diğer yüzlercesi gibi taslaklar klasöründe sonsuz bekleyişini tekrar edecek döne döne. Bir yazıyı bitiremezsem kötülük yaptığımı düşünmeye eğilimli olan zihnim bir yazıyı bitirdiğimde ve yayınladığımda ise bu kez anlamsız bir korkuya kapılıyor. Biten yazının okuyan herkes ve her şeyle başlayan açık macerasının da belki de bir kültür elementleri tablosunda yeri vardır. Bu sanrıdan hareketle kısa süre önce sona eren yabancı bir diziden yazı başlığını değiştirmek istemediğim için kısaca bahis açmak istiyorum. Özgün adı Breaking Bad olan bu dizinin, baş oyuncusunun ve konusunun kimya olması sebebiyle BrBa (Baryum-Brom) diye adlandıracağımız pilot adı bana İyilikKötülük karmaşasını veriyor özetle. Baryum: İyilik. Brom: Kötülük.
Dünya döngüsünün ve dengesinin elementlerini bulmuş mu olduk şimdi? Malumun keşfinden öteye gitmez böyle bir uğraş elbette. Belki sadece diziyi izleyenlerin, yazının başlığıyla içine dalacakları bu okuma asla bir tuzak değil; üstelik kişisel sayıklamalarımı, absürd hezeyanlarımı kimseye zorla okutmak gibi bir niyetim de hiç zaman olmadı. Ben belki sadece Breaking Bad demek istiyorum onu benim gibi tamamen izlemiş olanlara. Belki de bazı işler yalnızca onların adını söylememiz ve malumu anmamız için o şekilde yapılmıştır. Kullandığınız yöntem ya da zanaatın bir meseleyi yapıldığı ürün ya da eserle yekpare olarak anlatma yeteneği yoksa bu kötü bir şey değildir: O mesele elbette o ürün ya da eser üzerinden sorunun kullanıcıya aktarımıyla değinilmeye başlanmış ve çözümünü yeni ilgiliden bekler olabilir. Breaking Bad gibi eserlerin özelliği ise meseleyi Br ve Ba gibi iki element arasında yaşanmış kılmalarıdır.
Son kez söylüyorum anlayana: Breaking Bad.
Etiketler:
ABD,
amerikan,
breaking bad,
dizi,
iyilik,
kötülük,
kültür,
televizyon
11 Ekim 2017 Çarşamba
50 Alıntıda Hayat Ağacım 3

(Bitmemiş romanlarımdan)
11.
Dr. Horatius Pelle, onca uğraş ve döğüşle geçen zamanın ardından ilk yaşamını tamamlayıp ikinci yaşamına hazırlanıyordu ki hayatındaki bütün sözcükler havalandı ve yere iki tanesi düştü sadece.
Sonar. Umut.
Diğer sözcükler havada hala dolanırken Dr. Pelle’nin umutla artık pek işi olamazdı, zira o yaklaşık elli yıl olan hayatının çoğunu, başına gelen kötü olayları görmezden gelmekle geçirmiş bir bilim adamıydı ve umutla teslimiyetin uzaktan yakından bir ilgileri de yoktu.
Sonar. Bu beş harflik sözcük gökten düşmüş gibi görünse de denizlerdeki süreksiz balık avcılığı terimler bilgisine dahil olmuş, günlük bilimsel hayattan çok teknolojik hayatın ve biraz da popüler macera sinemasının ilginç konularından biri sayılırdı, o da kısmen.
Dr. Pelle, denizlerde hiç balık aramamış, ama çocukluğunda epey balık avlamıştı. Sınırlı sayıda ve sadece Ege Denizi’nde bulunan, milletçe en az tüketilen, balıksız kıyıların yalnız balıklarını: Isparoz, Sarpa, Kaya Balığı, Vatoz… Dip yosunu, terlik, cam şişe. Kefal, Levrek ve Zargana gibi dip ve yüzey balıklarını doktor ancak düşlerinde tutabilmişi ya da bazılarında deniz birkaç kilometre birden çekildiğinde elleriyle yakaladığı olmuştu.
(İkinci Yaşamın Adası)
12.
Sevgilim
Bu mektubu sana yazarken uzun koltukta uyuyorsun. Seni yatak odamıza götürmek için kollarımı vücuduna doladığımda kokuna dayanamayıp ben de uykuna ve tenine girmek isteyeceğimden çok zor tutuyorum kendimi.
Çalışmalıyım. Hem de çok. Ve bu eğer dünyanın en şanslı işiyse sadece bu ortamda gerçekleşebilir. Senin çok yakınında. Odanın havasında bütün hallerimiz, buharımız ve kokularımız karışmışken; biz, bizi soluyorken.
"Kötülük"ü bitirmeliyim. Hele ki ilham gelmişken. O bizim ıssız adamız olacak. Orada mutluyken kaybolmuş olacağımız ve bulunmayı hiç istemeyeceğiz.
Seninle Hayat şehrinin Mutluluk semtinden ortak bir ev tuttuğumuzda sokağa ismi henüz verilmemişti ve yapılan şehir planı detaylarında Gitmek'e yer yoktu. Gizli haritalar bulundurmama için birbirimize söz vermemiştik; yeter ki sen ve ben nerede olduğumuzu bilebilelim sürekli.
Gizemli konuşmalarımdan hiç hoşlanmıyorsun biliyorum. Bunun nedeni sana anlatamayacağım kadar ilgisiz çünkü bizim için. Savrulmalar yaşıyorum konuşurken, birşeyler anlatırken. Yazma sebebimse hatırlayabilmek. Bazen yazmayı bırakınca bellek yitimine uğrayacağımdan çok korkuyorum. Ve yazdığım her şeyi saklıyorum. Onları okuduğumda geçmişimden bazı sahnelere yerleştirdiğim gizemli ifadelerin, açıklamaların anlaşılmayacağı korkusu beni ele geçiriyor.
(Kötülük)
13.
Ama dostum biliyor musun oralarda Tanrı yok. Kötülüğün gerçek anası Tanrı Kuzeybatı’da. Burada eğleniyor. Sizin oralara ise özgürlüğü göndermiş, yokluğuyla oyalanın diye.
Hiç Kuzeybatı’ya gelmemiş olmak seni kızdırmaz, ama öfkeni keskinleştirirdi hatırlıyorum. Seni zeki bulurdum, ama daha çok da açıksözlü bir heriftin.
Ya dostum. Bıktım artık buralarda yalnız başıma dolaşmaktan. Kuzeybatı'da şiir bile yazamıyorum. Şıp diye âşık olamıyorum. Kendime üzülmeyi bile bıraktım durduk yerde. Değmeyeceğini düşünmüyorum ama birçok şehirden ve kasabadan daha zor burada kelimeler bulabilmek, bir dilin olduğunu hatırlayabilmek. Şehrin dili daha çok ağır basıyor ve gece gündüz dilsiz dolaşıyorsun. Bunlara bir de sağırları, körleri eklersen, özgürlüğün neden Doğu’nun dağlarında gezindiğini daha iyi anlarsın. Kısacası senin adın özgürlükse ben de yoksulluk olmalıyım. Hani derdik ya aslında yoksulluk, açlık ve işsizlik yoktur; hepsi birer ekonomik modeldir," diye ekonomi derslerinde. İktisat dersini emekli olmuş ya da hâlâ muvazzaf albaylardan almak ne trajikomikti hatırlasana. Birisi hatta bir sınıf arkadaşımızın babasıydı ve 1960 ihtilalinde devrimci bir harbiye öğrencisiydi. Galiba yeni mezundu ve bütün sınıfını kıtaya sürmüşlerdi Harp Okulu ihtilal içinde ihtilal yaptığı için.
Sen şu an neredesin kimbilir neler yapıyorsun?
(Kuzeybatı)
14.
1/1
Saniyenin kendisi kadar sürede pencerenin üst çizgisinden yere doğru düşen yağmur damlalarını izliyorum. Pencere önüne geldiklerinde kardeş gibiler, ama yere çarparken soydaşlara ayrılıyorlar ve daha küçük damlalarla çevreye yayılırken bilinçlerini kaybediyorlar.
Sulanmış bilinçlerin büyük toplantısı olan sokak su birikintilerinin, yağmurun hızlanmasıyla birlikte sele dönüşmesini izliyorum.
Saniyenin kendisi kadar süreyi bana açıklamalısın: En düşük enerji seviyesindeki Sezyum-133 atomunun (133 Cs atom çekirdeği) iki hyperfine seviye arasındaki geçiş radyasyonunun 9.192.631.770 perioduna karşılık gelen süredir.
Dur. O kadar gitme. Nereden geldiğini bilmek istemiyorum. Nereye gittiğini bilmek istiyorum sadece.
Obtüratör fotoğraf filmine düşürülecek ışık miktarını ayarlamada 2 değişkenden biridir. Diyafram ve obtüratör fotoğrafta iki temel ayardır. Diyafram, makineye giren ışık ışınlarının geçtiği dairenin çapını belirtirken, obtüratör hızı ise filmin ışığa ne kadar süre maruz kalacağını belirler. İki değerin birlikte ayarlanarak film üzerine ışığın istenilen düzeyde düşürülmesine pozlama denir. Obtüratör hızına aynı zamanda perde hızı, shutter speed, enstantane de denilmektedir.
Obtüratör film üzerine düşme süresini belirleyen mekanik bir sistemdir. Bu süreler çoğunlukla saniyelerin birimleri kadardır. Örneğin 1/1, 1 / 2, 1 / 4, 1/8, 1/15, 1/30, 1/6 0, 1/125, 1/25 0, 1 /5 0 0, 1/1000 gibi.1/1 de perdenin açılıp kapandığını gözle görebilirken 1/1000’de gözle görülemeyecek kadar kısa sürede perde açılıp kapanır. Objektifler arası ve perdeli olmak üzere iki tip obtüratör sistemi vardır. Obtüratörün iki fonksiyonu vardır. 1) Işık miktarını saptamak, 2) Hareketi saptamak.
(Vamos)
Yıl 1654.
Gururlu vahşi hayvanlar ve onurlu medeni insanlar bir anlaşma yaptılar.
O güne kadar insanların bölgelerinde yaşayana, soylarından ve gururlarından uzaklaşan hayvanlar affedilecek, hayvanlar dünyasına dönmelerine izin verilecekti.
Aynı şekilde vahşi hayvanlar arasında yaşayana insanlar da aynı aftan yararlanarak insanların arasına katılacaktı.
Her şey buraya kadar iyiydi. Ama insanlar arasında yaşayan hayvanlar ve hayvanların bölgesinde insanlardan uzakta yalnız yaşayan insanlar bir araya gelerek üçüncü bir bölge yarattılar ve buraya İNSHAYYA ve HAYVİNSANYA (Humanimal-Animan) dendi. İki isimli olmasının nedeni, en az kendi soylarıyla yaşamaya başlayan hayvanlar ve insanlar kadar gururlu olduklarını kanıtlamaktı. Bunun yolu da eşti olmaktan geçiyordu.
(Hayvanlar ve İnsanlar)
(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)
Etiketler:
50 Alıntıda Hayat Ağacım,
alıntı,
edebiyat,
fantastik,
felsefe,
Hayat Ağacı,
ilişki,
kitap,
kötülük,
roman,
savaş,
yazar
17 Kasım 2015 Salı
Kıyamet geliyor!
Kıyamet geliyor,
Birazdan son bombalar da patlayacak üzerimizde. Çölde bilinmeyen bir benzin istasyonunda tek katlı her yeri ahşap ve kağıttan yapılmış lejyona doluşup toz fırtınalarının geçmesini bekleyeceğiz.
Kıyamet geliyor,
Orda daha güvenli olacak her şey. Geçmişi asla hatırlamayacağız ve bu yüzden korkmayacağız hiçbir şeyden. Ne kadar çok şey görmüş ve biliyorsak o kadar korkaktık.
Bütün bunlar yazılıydı bileceğiz ve bütün bunları bildiğimiz yazmıştık bir kitaba; bütün çölde o kitabı ararken unutmuş olacağız bütün sözleri ezberlemiş olduğumuzu.
Kıyamet geliyor,
Bu kendine durup bakma ve basit ahlakımızı sürdürme oyunu olmayacak. İyilikler uğruna dünyayı ne hale koyduğunu mu görmezden geleceksin şimdi o sıkıştırılmış kağıttan kalende?
Kendini daha iyi hissedince basit ahlak korunmuş mu olacak ve geçmiş olacak çıkardığın savaşın casus belli'si?
Bunu hep söylemek istedin aslında. Kıyamet geliyor,
O gelmeden önce. İlk bomba atılmadan önce. Bunun bir yazgı olduğunu söyleyen bir kutsal kitap bulmuştun ve orada yazıyordu: "Gün gelir ve ışıktan ordular yağar yere inen savaşa."
Tam olarak böyle yazıyordu, ama sen bunu yanlış çevirdin bilerek.
Kıyamet geliyor.
Hiçbir zaman güneşin daha sıcak olmayacağı bu kıyamet en uzun ateş gününü de getirecek beraberinde.
Temmuz 2015
9 Eylül 2014 Salı
Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"...
Ne alarm çalıyorum ne siren sesi ne de çanları çalıyorum.
Diyalogsuzluk var, aynı dili de kullansak bütün bölmelerimizde kültür hayatımızın. Aynı dili aynı amaçla kullanırsak iletişim kurabilmiş olmaz mıyız?
İşte bir önyargı: Kitabevleri, okurlar, yazarlar ve hatta yayıncılar için...
İyi kitap nedir?
Gabriel Garcia Marquez, son yıllarda ölümü sonrası kitapları yeniden çok satan ender dünya yazarlarından birisi oldu. Onun 1980'li yıllardaki sessiz aktarılışına, 90'lardaki heybetine, 2000'lerdeki krallığına tanık olmuş birisi olarak, Kırmızı Pazartesi dışında etki akım alanından çok etkilenmemiş de olsam, Latin Amerikalı yazarların başında geliyordu Marquez benim için. Yüzyıllık Yalnızlık'ın bütün dünyada Marquez'in ardındna yaşadığı büyük okuma seremonisi, belki de yazarının ölümüyle Marquez ayarı yazarların sonunun da geldiğini işaret ediyordu, kimbilir... Yani 20. yüzyılda doğmuş, yaşamış, yazmış ve ünlemiş, yazar olarak göçmüş bir karakter.
21. yüzyılın yazarları nasıl olacak peki? Aynı yüzyılda doğmanın dışında hayatlarının bir döneminde yazmış olabilirler; yazmaktan sık sık vazgeçmiş, geri dönmüş, kaybetmiş, belki hiç kazanmamış...
20. yüzyıl en çok kahramanların, liderlerin ve diktatörlerin konuşulduğu, yazıldığı bir dönem oldu. 21. yüzyıl ise kayıp kişilik ve kavramların konuşulduğu bir yüzyıl olacağa benziyor. Ve bunun yazar-okur eksenine yansımasının "yeni Marquez'ler olmayacak" demesi, her şeyi açıklayabilecek mi?
Kutsal kitabın dediği gibi ilk önce yazı vardı, yani okuma. Sonra yazarlar geldi. 19. yüzyıla kadar insan sözü büyük bir yazarsızlık çölünü kat etti ve sonunda Aydınlanma ile kutsanan sözlükler ve ansiklopediler bütün dünyayı kapladı. Ben, kitap denince tam da bunları anlıyorum: Sözlük ve ansiklopediler zamanın ta kendisidirler. Edebiyat ve diğerleri ise geçen zamanı, yani kaybolan zamanı temsil ederler.
Kitapların okurlardan çok olması, okurların kitapların sayısından fazla olmasına yol açan sonuca götürdü bizi. Ve yazarlar her zaman okurlardan az olduğu ve kaldığı için kitaplar sayıca bir'den çok basıldı. Günün birinde herkesin okur olacağı ütopyası kapitalizmi her zaman kurtaran önemli bir dipnot olmuştur. Tam da burada kitaplı kültürün temel dinamikleri olan merak, keşif ve bilme dürtülerinin kurgulandığı, kullanıldığı ana denk geliyoruz: Bu anda kitaba tamamen kendi okurunu -ve de yazara- yaratma zorunluluğu yüklendi: Ödüller, listeler ve arz fazlası (ne kadar arz o kadar talep mantığı) bu zorunlulukları kesin çizgilerle değiştirip bir güç gösterisine dönüştürdü. Ve sinema da bu gösterideki yerini 20. yüzyılda aldı: Kitapları, yazarları, okurları dönüştürdü, ama kendisi hiçbir şeye dönüşmedi.
Şimdi durum ne?
Durum vahim, çünkü son durumun ne olduğu hiç hesaba katılmadan eski durumlar üzerinden her şey anlatılmaya, açıklanmaya çalışıyor kitaplı kültür dünyasında. Sözgelimi fiyatları oluşturan rakamlar satış ve tiraj rakamları neredeyse aynı anlamda kullanılıyor. Klasik tabirle elmalarla armutlar birbirine karıştırılıyor. Her şey elma ya da armudun çöpü gözümüze kaçınca net olarak genel durumu göremiyoruz.
Bir yayıncı dostumdan duydum bu sözü: "Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"... Kitabevlerinin çaresizliklerini kendi çaresizliği sanan birisinden yine de iyi bir savunma gibi geliyor ilk bakışta. Şurası açık ki her iki taraf da bir zamanlar kitaba tek bir noktadan bakmayacak kadar birbirlerine yakındılar ve az çok benziyorlardı. Okur da kendine ciddi ciddi neredeyse çatık kaşlarla bakan bu ikiliye karşı ne yapabilirdi? Yazarın da kimliğini güçlendirerek bu bakışmaya katılması ortalığı birbirine kattı. Bir koalisyon ya da eşgüdüm oluşması gereken bu birliktelikle hiç kimsenin kazanamadığı görüldü bir süre sonra: Her şey ve herkes berabere.
Eskiden de br yazar olan bu yayıncı dostum sözlerine şöyle devam etti:
"Kitabevleri artık evet stoktan ziyade vitrinlerini güncel tutuyorlar ve sipariş merkezlerine dönüştüler haklı olarak... Bu da yüzeysel ve ticari kitap ve okurların kitabevlerine dönüşmelerine yol açtı. Özel kitaplar yine de kalıcılıklarıyla bu zorluğu aşacak güçte o yüzden ben kitabevlerinin bu popüler tercihlerini çok önemsemiyorum... Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"..."
5 Haziran 2014 Perşembe
Ben neden bu Türk dizilerini sevemiyorum?
Bu yazıya girmeden biraz önce kendime kibarlık sözü vermiştim hayatımın her alanında.
Yapamadım.
Ya da beni en çok sıkan konulardan birine hemen daldım kibarlık budalası olur olmaz.
İnanıyorum her şeyin kibarca çözümü olduğuna hatta her sorunun böyle çözüleceğine; ve hatta yargı yasalar bile ağır kalıyor bir şeyin sorun olarak kalmasını istemiyorsan.
Kibarca bir söz verince insan kendini dışarı atıp hemen kırlara mı çıkmalıdır? Hazır Nisan olmuşken her yer... Çiçekler duraksıyorlar topraklarımda.
Burada da ben duraksıyorum. Nerden benim oluyormuş bu topraklar. Bu bir balkancılık ve 20. yüzyılda ömrünü tamamlayan ulus-devlet yalanı değil mi?
Hazır bütün televizyonlar çokmaksatlı kimlik kartı, internet gereçleri pasaport, evler bayrak ve asfalt sokaklar toprak olmuşken.
Damarlarımın içinde değil tenimde atan kalbim vardı bir zamanlar, belki bütün kavgalarımı bırakıp onu yeniden aramalıydım.
Şimdi öfkelerin tamtamlarına gerilmiş bir kalbim var. Atıyor mu çok da önemli değil. Çok önceden kalplerimizin atışlarına göre uyanırdı dünya ve karanlığa gömülürdü sonraki gündoğumu umuduyla.
Şimdi öfkelerimizin güneşleri her yerde sabrımızı ısıtıyor.
Daha çok şey anlatmak için çok şey söylemeye hiç gerek yok, dediğin anda hatırlayacaksın aslında hiçbir şey söylememiş olduğunu.
Her sözünden sorumlu olduğunu durmadan sana bildiren sesin de düzensiz bir kayıp fiil çekimi olduğunu...
Türk dizilerinin aslında bu dünyada ciddiye alınacak tek bir gerçek hikayeye bile sahip olmamışlığımızın son derece yavaşlatılmış hikayesi olduğunu...
Giderken ağladığımızı, ama gülerken ağlayamadığımızı...
Birkaç eski siyah-beyaz fotoğrafın tarihimizden daha çok şey anlattığını ve bir gramafon iğnesinin bütün bilgisayarlarımızdan daha çok kullanılmış belleğe sahip olduğunu...
İş hatırlamaya gelince belleğimizin olmadığını unuttuğumuzu...
Belleksiz yaşayabildiğimizi, ama taklitsiz, imrentisiz, özentisiz, öçsüz ve kansız yaşayamadığımızı...
Çok şey söylemeye hiç gerek yok.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)