halil gökhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
halil gökhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2024 Salı

Görünmez Kentler ve Renkler

villes invisibles ile ilgili görsel sonucu

"Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yanyana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli; sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."

Italo Calvino "Görünmez Kentler"


Kentlerin yaşamında sokakları, binaları ve meydanları oluşturan kavram köşeleriyle artık hiç kimsenin ilgilenmediği gün gibi ortada. Kentler rüzgara, zamana ve unutuşa doğru yaşlanırken bu köşelerin, Ortaçağ’ın 11 burçlu şehir kaleleri gibi kentin her yerine serpiştirildiğini, kentin kamu kütüphanelerinde, özel meskenlerin okuma/yazma odalarında bu köşelerin masa, dolap ve koridor sonlarında yaşadığını mırıldanıyor sokak taşları.

Kent bomboş.

Üzerinde insanlar, arabalar, sinemalar, reklamlar ve köprüler dolaşıyor, ama kent bomboş.

Bir Fellini Roma’sı ya da Solanas’ın Buenos Aires’i gibi… El Sur (Güney) taş sokakları yalıyor Tango zamanı.

Boş kentler renksiz görünür. Avrupa’nın kentlerinde öğle vakti ya da akşam yemeğinden sonar yer eden bu renksizlik deniz kenarındaki kentlerde yerini mavinin soluk tonlarına bırakır. Boş kent, kımıltısız bir deniz kadar sessizdir çünkü. Deniz için fırtına neyse kent için insanların kalabalığı odur.

Kentler kurulalı birkaç binyıl oldu olmasına ama kent hayatının neresindeyiz artık? Barbarların istilasından korkan kentlerden uygarlığın çöplüklerine dönüşen kentlere, at üstünde girilen kentlerden bir terör bombasının tehdidiyle kaçılan kentlere gelinceye kadar neredeyiz?

"Belki de kent yaşamının kriz noktasındayız,” diyor Italo Calvino “Görünmez Kentler” adlı kitabında. Ona göre “Görünmez Kentler” yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. “Metropollerin tamamını bloke ederek zincirleme zararlar doğurabilecek büyük teknolojik sistemlerin çekiciliğinden konuşulduğu kadar, doğal ortamın yıkımından da aynı süreklilikte konuşuluyor. Çok büyük kentlerin yaşadığı kriz doğanın yaşadığı krizin diğer yüzüdür."

“Görünmez Kentler”in bir başka meselesi de insan, doğa ve tarih uyumunun kentlerde yitmiş olması üzerinde yoğunlaşıyor. Eşyaların, nesnelerin insan yaşamı ve eylemleri üzerindeki kesin zaferi, insan tarafından kabul edilen bir egemenlik olarak yer etmiş durumda yaşamlarımızda. Dolayısıyla insan hem kendisine hem de dünyaya yabancılaştı. İnsan ürettiğinden daha fazla tüketiyor, çünkü artık insan adına makineler daha çok üretiyor. Makineler tüketemediğine göre insanın “bir makine kadar hızlı” tüketmesi gerekiyor. Bu kopuş, bu teslimiyet, insanın arzu ve isteklerindeki bu azalma kente de yansıyor. Ne var ki kentlerin bir belleği var ve bu bellek elektriksel hareketlerin de ötesinde ahşap, taş, boya, sıva, heykel ve duvar olarak yaşıyor. Onlara dokunuyor, görüyor ve işitiyoruz.

İşitmek mi? Ama nasıl?

Rüzgarın sayesinde.

Kentler kurmakla yanlış mı yaptık acaba? Issızlıktan, yalnızlıktan gelen insanların sosyal sorunlarını çözeceğimiz yerde onu teknolojinin, medeniyetin ve kalabalıkların içinde daha da mı yalnız bıraktık?

İşte Italo Calvino gibi daha birçok düşünür, mimar, şehir plancısı ve yazar bu sorunun cevapları üzerine düşünüyor, kalem oynatıyor. “Görünmez Kentler”de Kubilay Han ile Marco Polo'nun buluştuğu satranç partileri, söyleşiler ve kent masalları arasında okurun yolculuğu sürerken, modern kentlere belki de ilaç olabilecek doğu mistisizmi anlaşılmaya çalışılırken öte yandan modern kent yaşamının içinden çıkılmazlığı ve geleceği üzerine düşünceler etrafımızı sarıyor. Tektipleşmenin, ıssızlaşmanın labirentini aşmak, bu labirent içinde bir yol bulmak. Günümüz kent insanının bütün uğraşı neredeyse bu eylemler.
Labirent uzuyor, kıvrılıyor, büyüyor ve daralıyor.

İnsan küçülüyor. Yaya geçitleri de küçülüyor ve dağılıyor kentin her bir köşesine.

O beyaz çizgiler labirentlerin yol taşlarına dönüşüyor.

Görünmez Renkler

“Görünmez Kentler”de Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı her kent bir kadın adını taşıyor: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini.” “Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzular. İsidora’ya varır sonunda.” “Dorotea iki türlü anlatılabilir: Kenti, her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kat eden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinden yükselen dört alüminyum kaleden söz eder, her mahallenin gelinlik kızlarının öteki mahalleden gençlerle evlendiğini, ailelerin kendi tekelinde tuttuğu bergamut, havyar, usturlap, ametist gibi şeyleri aralarında takas ettiklerini göz önüne alarak bütün bu verilerden hareketle kentten geçmişte, şimdi ve gelecekte talep edeceğin şeylerin tümünü keşfedinceye dek hesaplar yapılabileceğini anlatabilirsin;...” “Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay.” “Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir.” “Yolculuğun sonunda Tamara vardır.” “Altı nehrin e üç sıradağın ötesinde, bir görenin bir daha unutamadığı kent, Zora yükselir.”

Bunlar dışında Maurilia, Eufemia, Zobeide, İpazia, Armilia gibi başka düşsel kentlere de seyahat eder Marco Polo. Kubilay Han, gözler, takaslar, gökyüzü ve ölüler arasında geçen bu kent sohbetlerinin arasında Marc o Polo’ya derin bir kuşkuyla sorar: “Bana anlattığın bütün bu ülkeleri ne zaman vakit buldun da gördün bilmiyorum. Bu bahçeden hiç ayrılmamışsın gibi geliyor bana.” Marco Polo ise bir hükümdarın huzurunda bulunuşun büyük dikkatiyle şöyle cevap verir: “Benim gördüğüm ve yaptığım her şey, kafamda, bu bahçedeki aynı sükûnetin, aynı alacakaranlığın, sadece yaprak hışırtılarının bozduğu aynı sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde anlam kazanıyor. Yaşamım timsahlarla yemyeşil bir nehrin akıntısına karşı boğuşmakla ya da gemi ambarlarına indirilen tuzlu balık fıçılarını saymakla geçse de, düşünmek için dikkatimi yoğunlaştırdığım an kendimi akşamın bu saatinde hep bu bahçede, senin yüce huzurunda buluyorum.”

Diyalog böyle devam ederken Kubilay Han Marco Polo ile kendisini çöplükleri karıştıran iki meczuba benzetir. Bunun üzerine Polo cüretini artırarak cevabı yapıştırır: “Belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer, bir de Yüce Han’ın sarayının asma bahçesi kaldı. Onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız, ama hangisi içerde hangisi dışarda belli değil.”

Görünen Renkler

Turuncu

Tatar imparatoru Kubilay Han, Marco Polo yolculuklarında gördüğü kentleri kendisine anlatırken ona inanıyor muydu? Ama şurası kesin ki Kubilay Han, diğer bütün ulak ve kaşiflerinden daha büyük bir merak ve dikkatle dinlemeyi sürdürdüğü Marco Polo’yu dinlerken zapt ettiği uçsuz bucaksız toprakların verdiği gurur duygusunu yitirmemek için bu “zahiri” yolcuya katlanıyordu besbelli. Bütün bu katlanmanın ötesinde Kubilay Han’ın hayatını saran turuncu kuşak, yaşadığımız kentlerin ötesinde başka hayatlar ve kentler olduğunu bize durmadan bildiren turuncu kuşaktır. Bizler buna kısaca haberci kuşak demeliyiz. Kentlerimizin sokaklarında bulamadığımız bir renktir turuncu. Salon ve odalarda, eşyalarda ona rastlarken kentdışı, mekandışı bir renk olarak acaba Marco Polo’ya Kubilay’ın duyduğu garip hayranlığı da taklit ediyor muyuzdur ister istemez?

Kubilay Han, yalnız Marco Polo'nun anlattıklarında yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin ötesine geçerken de karınca ağızlarından balkabakların içine, kabak çiçeklerinden olgun kayısılara kadar turuncu bir düş denizinin kıyılarında dolanıyordu. Hükümdarlık gururu ve gerçekleştirdiği fetih düşleri onun yeni düşlere dalmasına engel değildi ve Venedikli Marco Polo’yu sarayının asma bahçesine konuk etmesinin asıl nedeni buydu. Gri, yosun yeşili Venedik’ten gelen yolcunun bir hükümdarın turuncu düş bahçesine konuk oluşu… Biraz olsun kentten turuncuyla kaçmak anlamına gelmez mi bu?

Mavi

Melih Cevdet şöyle derdi: “Gökyüzü boş – Nereye bağlasam atımı?” Uzun süre at koşturan kimdir, mavi gökyüzünün altında? Bu ıssızlık yolcusu belli ki bir kente gelmiştir. Gökyüzü boştur, demek ki gündüzdür; yıldızlar görünmemektedir. Gökyüzü görünmediği zamanlarda mavi olduğu için denizler de mavi olabilir. Onca kumu, çakılı, kabukluyu ve balıkları gizlemek için.

Mavi renk, kalabalık bir canlı-cansız sürüsünün çok uzaktan bakıldığında seçilen rengi olabilir mi?

İsidora. Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzulayınca bu kente varır. “Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı helezoni merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır, bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar, ve horoz döğüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür.”

İsidora kesinlikle genç bir kadındı. Surları sarı çiçeklere bezenmiş, meydanında mavi bir kumaşa sarılmış çiçek tarhları barındıran dişi bir kent.

Güzel her kent gibi İsidora’nın da ortasında bir nehir geçer. Bu mavi nehrin adı neden Osiris olmasın? Osiris iyilikleriyle ünlü bir Mısır kralıdır. Ve Osiris duvar resimlerinde mavi bir tahtın üzerinde oturmaktadır. Yanında bulunan koruyucu kuşun başı da mavidir.

Marco Polo, düşlenen İsidora kentinin kendisini gençliğiyle içerdiğini söyler. Bu yüzden geç yaşta İsidora’ya gelir. “Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.”

Kırmızı

Ovada kurulu, ırmak kıyılarında konuşlanmış kentlerde evlerin çatıları kırmızı renktedir. Gökyüzünden gelen her etkiye açık olmaları yüzünden rüzgarın ters yönünde yosun bağlamış bu kiremitler kırmızı renginin her tonunu barındırır. Güneşin batışı, resmi binalardaki bayrakların üzerindeki kırmızı şeritler, otomobillerin güneşteki kırmızı ışıltıları ve içinden kırmızı geçen geçmeyen bütün renk sözleri… Hepsi de bizi kırmızının berisine çağırır bizi. Üzerinde maddenin değil de ışığın yansıdığı bu renk aslında kentli değildir; gökyüzünden, ışık tayflarının arasından gelen bir misafir gibi yerini alır insan mekanlarında.

”Görünmez Kentler”deki Dorotea kenti, gidenlere, yani okuyanlara kırmızı renginin bazı çağrışımlarını uyandırıyor. Marco Polo iki türlü anlatıyor bu kenti: “Her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kateden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinde yükselen dört alüminyum kule…”

Marco Polo bu kente ilkgençlik yıllarında bir sabah vakti gelmiş. Sokaklarda yığınla insan pazara doğru gidiyormuş. Kadınların güzel dişleri varmış ve gözlerinin içine içine bakıyorlarmış. Tahta bir set üzerinde üç asker klarnet çalıyormuş, dört bir yanda çemberler dönüyor, rengarenk pankartlar rüzgarda uçuşuyormuş.

Marco Polo’nun o ana dek hayatında gördüğü tek şey çöl ve kervan izleriydi. O sabah, Dorotea'da, yaşamdan umamayacağım hiçbir nimet yokmuş gibi geldi ona. Daha sonraki yıllarda gözleri, çölün bitimsiz kumlarını ve kervan izlerini seyretmeye döndü; oysa şimdi biliyor ki bu, o sabah Dorotea'da bana açılan bir sürü yoldan sadece birisiydi.

Yeşil

Yeryüzündeki ağaçların, sincapların toprağa sakladığı tohumların unutulmasıyla oluştuğunu okuduğumda fazla şaşırmadım. Hele bir Akdeniz bitkisi olarak bilinen zeytin ağacının bile 2-3 asır önce Akdeniz’e Hindistan’dan getirildiğini öğrenince de… Ama Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirini okuyunca şaşkınlığın ne olduğunu öğreniyorum. “Geceyi gündüzü biliyor/Dört mevsim, rüzgârı, karı/Ay ışığına bayılıyor/Ama kötülemiyor karanlığı; Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak için/Bir öğrenegörsün aşkı/Ağacı o vakit seyredin.”

Kentlerdeki yeşilliklerden öğreneceğimiz çok şey var. En az duvarlar, köprüler, pencereler ve kapılar kadar… Bir keresinde ormanların yer değiştirdiğine dair bir mitolojiyi tam anlamıyla uydurmak için saatlerce kalemim elde beklemiştim. Ormanlar kolayca, bilinçli olarak yer değiştirebilirlerdi ama bunun amacı ne olacaktı?

Mitoloji “masalları” insanın tarih ve kültürünün altında yatan büyük neden-sonuç ilişkilerinin mimarıdır. Buradan hareketle “hareket eden ormanlar” mitolojisi çok havada kalacaktı. Ama kentteki ağaçları, kentlerdeki -park, bahçe ve avlulardaki- parçalanmış ormanları düşününce “ormanların sürgünü” terimi aklıma geliyor ve bu kez yer değiştirme mitosu belirgin bir amaçla yükleniyor.

Kentlerdeki yeşilliklerin de surları yüksek, hendekleri derin bir mitolojisi var artık.

Beyaz

Mermerleri sıyırdığımız zaman kentlerden geriye ne kalır? Bir insanın belleğini almak gibi bir şeydir bu. Heykeller yok olur, sütunlar ve de hamamların kurnaları; bazı pencerelerin pervazları da…
Bir kentin soyunması, onun beyazlatılması mıdır gerçekten? Kentlerin üzerinden birçok şey atılabilir: Tarih tabakası, insan tabakası, ölüm tabakaları, doğumlar, mevsimler, olaylar ve anılar… Kent beyazlaşıncaya kadar daha birçok tabakanın atılması gerekir. İlk önce’ye, başlangıca dönmek için kente yapılan akınlar, fetihler, göçler ve istilalar kazınmalıdır. Ta ki bir bozkır kalıncaya ve o bozkırın öncesinde bir buz tabakasına ulaşıncaya kadar.

Üç gün hep güneye gidilince iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu Anastasia’da satılan eşyalar da tabaka tabakadır:Akik, oniks, zümrüt ve diğer kuartz çeşitleri; buralarda, bekletilmiş kiraz ağacından kesilen odun ateşinde, bol kekikle pişirilen nar gibi kızarmış sülün etini de övmek gerekir; bir bahçenin havuzunda yıkanırken Marco Polo’nun gördüğü ve -anlatılanlara göre- yoldan geçenleri, bazen kendileriyle birlikte soyunmaya ve suda şakalaşmaya davet eden kadınlardan da söz etmek gerekir. Marco Polo bütün bunlarla kentin gerçek özünü anlatamayacağını söyler Kubilay Han’a. Çünkü Anastasia'yı anlatmak sonradan boğmak zorunda kalınacak arzuları içinde bir bir uyandırmaktan öteye geçemezken, bir sabah kendisini Anastasia'nın orta yerinde buluveren birinde arzular hep birden ayaklanır ve kuşatıverir. Marco ekler: “Kent her arzunun mutlaka yaşanması gerektiği, senin de parçası olduğun bir bütünmüş gibi gelir sana, oysa o, senin keyif alamadığın her şeyin tadına varır, sana da bu arzuda yaşamak ve bununla yetinmek kalır.”

20 Eylül 2024 Cuma

"İstanbul Oteli" Alıntıları

 

***

“Şimdiki ve geçmiş zamana,” diye yinelediğimde, bunun hâla geçerli olduğuna ilişkin küçük bir gülüşü dudağının kenarında gördüm. Bu ikili bağlılık yüzünden sayıları da ikiye çıkan maskelerin gitgide çıkarılmaz bir parça olarak yüzlerle bütünleşeceği ve yüzün maskeye dönüşeceği korkusu, dudağın öbür kenarında, kadının köşeli çenesiyle eş doğrultulu bir çizgide bekliyordu. Zamana ilişkin kesinlikleri yaratan, yaşamın içine yazgılarımızı da katarak yaşayan bizler değil miydik? Evet, bu dudaklar haklı çıkacak, belki de o binada tutuklu bir sevgilinin dudaklarında bekleyişini, korkuyu silip atarak sona erdirecekti. Yüz, geçmişi, maskenin zorbalıkla takılmak istemesi ve takılması şimdiyi simgeliyordu. İkinci maske bir inadın, başkaldırının habercisiydi. Ancak uygulamada yalnız kalan bütün öbür uygulamacılar gibi kadın da yalnızca mimikleriyle derdini anlatabilme olanağına sahipti.

(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)


Zincirleme bir yaşam kurmak istemiştik, insanları en az üç bireylik ailelere bölerek. Bu yaşamda insanın bireyliği söz konusu değildi. Şu varsayımla üçeylik çıkıyordu ortaya: Bir, her insan ortadakiydi. İki, her insan solunda bulunanın adıyla çağrılıyordu. Üç, her insan sağındakinin adına yaşıyordu. Sırasıyla ortada varoluşa, solda ada, sağda yaşama sahip çıkarak. Bir de bunu deneyelim, safdilliğine kapılmadan bu türde bir zincirlemede karar kılmıştık.

(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)

Derken dediklerim çıkmış, kaçmaya başlamıştım. Artık başımı sokacak, gizlenecek bir evim de yoktu. Tanımadığım, ama suçlandığım bir kimlik altında koşmak kaçışların en tuhafıydı.

(...)

Anlattıklarında özne olarak kendini seçen anlatıcı, hiçbir zaman bu öznenin sonunu ölümle bitirmek istemez. Eğer kendini öldürürse şu kuşkuya yol açacağını bilir: peki şimdi anlatıcı nerede ve nasıl anlatıyor bunları?

(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)

Bir evde nesneler, olgular daha belirgindir. Yatak vardır. Sonra banyo. Kirlerimizi gömebileceğimiz, akıtabileceğimiz su olukları. Bir de yağmurun içinden geçebileceği dar kanallar. Tek katlı bir evin çatısında.

(Karıkocaölünce)

“Burada olduğumuzu anlamak için çok uzaklara gitmemeli. Çok uzaklarda olan biri de bize yaklaşmadan orada olduğunu bizden öğrenebilir ve bize burada olduğumuzu söyleyebilir.”

(I,ı)

Belki bir sanrıydınız. Yokluğu tartışılmış, ama kanıtlanmamış bir sanrı. Belki ahşap bir evden çıktınız, eksik bıraktığınız yüzleri tamamlamak için. Vaktiyle sizin için çalınan bir şarkı vardı. O size adamıştı şarkısını yüzü yarımdı onun da. Ellerinden gizli kalmış bir evlilik tutkusu okunuyordu. Çağırdı gelmediniz. İstedi beklemediniz ve ona umdukları yerine düşünemeyecekleriyle çevrili bir yol gösterdiniz. Kaçışı ve istenmemeyi öğrettiniz. Mucizelerinize inanıyordu. Yüzünün bir yanı sürekli gölgedeydi ve ışıktan kaçıyordu. Bu gölgeyi kullanmayı öğretmenizi istedi sizden. Kullanmak yerine sığınmayı, saklamayı öğrettiniz ona. Peşinden kaçan siz oldunuz.

(Sanrılı Kadın)

Öteden beri tanrının avluları ve kubbesi çok yer değiştirdi. Avlu ve kubbe birbirinden ayrıldı. Avlu serinledi, ama kubbe, yani gerçek ateş, uzaklaştı ve çapını en büyük imanda kurdu. İnanç, imandan ayrıldı aslında. Kimse nereye baş koyduğundan artık kuşku duymuyor. Serinlikte toplanıp eleniyorlar ve yalnızca dayanıksızlar, ateşi olamayanlar gidiyorlar ateşe. Bir ozanın dediğinin tam tersine, ateşi olanlar avluda, serinlikte kalıyorlar.

(Neçare)

Herkes bilir. Bu otobüsle dünya da bir yere gider aslında, ancak herkesin yolu uzundur. Tartışmasız herkesin yolu ötekinden uzundur, kendine göre. Kimse yerini vermek istemez. Ayaktakilere bu yüzden kimse bakmaz. Ayaktakiler de kaçan bakışların hedefi olmak istemezler. Yol uzundur. Ağaçları vardır. İlginç yapılar, uykulu insanlar vardır. Onları izlerler. Oturanlarsa hep ikinci katları, ağaçların tepelerini.

(Neçare)

Doğduğu şehre yolculuğu herkesin çok uzun sürerdi. En azından yaşı kadar yolculuk etmeliydi herkes, ki doğduğu şehirde doğumuna yetişebilsin.

(Bir Başka Gökyüzü)

Sonunda bir küçük çember içine kıyıları alabildiğine sığdırdığımı görmekle mutluyum. Bir kez daha anlıyorum. Çabalar boşuna. Kafam, küçük ayrıntıları hasıraltı etmedikçe bilincime sığmayacak. Işığın yokluğu aynı anda kör olmamızı getiriyordu hani ve bunu en ufak sanrıda üstünlük sayıyorduk. Ne oldu kazılarda? Bilincime inemediğimi anladığım gün ellerimi açıp bulutları çağırmamış mıydım yardımıma? Noktaları sıralamamış mıydım? Hani ne oldu kazılarıma? Başlayamadım bile. Bugün, en küçük yanılgıda bir parça değere rastlıyorsam bu inkâr ettiğimi gösterir, büyük harflerle, bilinci.

(Kazı)

İnsanların ata bindirilmiş yürekleri var. Duaları soğuduğunda, ılık bir çay ışıltısında alevlendirdikleri görsel işaretleri inceliyorlar sürekli olarak. Herkes kendi yurttaşlığının renginde başkalarına güveniyor. Başkalarında aynı akkor, aynı alev rengi olmasa bile. Ölümün bayrağı, ezelden ebede dalgalanıyor. Mutlak bayrak bu iken artık seçim yapmak neden? Dualarla birlikte kendine yabancı kılınan alkışlar da soğuyor. Başının üstünde elsiz alkışlarla her akşam dönüyorlar evlerine. Birilerinin takdirini umarak, dinlemiş gibi yaparak, onurlandırılmayı bekleyerek. Geçmiş bile olsa yaza yeniden başlamak gibi bir şey bu. Hiçbir şey söylemeden umuda dokunmak, umudun bize dokunması, ona içerlememiz. Onun bir deniz gibi alınganlığın içlerine çekilmesi. Ve onun yokluğu.

(Ayna Duvar)


Hiçbir kayıt da bu kentte varolmamız için uğraşmadı. Hiçbir yazı bu kentin köprülerinde gide gele büyüdüğümüzü, kuytu semtlerindeki kira odalarında seviştiğimizi, okullarında okuduğumuzu, sinemalarında öpüştüğümüzü‎, sokaklarına şiirler yazdığımızı belgeleyemedi.

(Bir Gece Yarısı)

Kenarına oturduğum yatağın içinde uzanan ruhsuz bedende, anılarımın kırıntılarına bile rastlayamıyorum. Gidip gelen bir bellekle bu kentin acımasızlıkları daha ne kadar çekip çevrilebilir? Dayakla, sopalarla biten bir sabahta bu kenti hâlâ sevebildiğimizi kime itiraf edebiliriz. Olmuş ya da olmamış bütün gerçekleri, yaşanmış bütün acıları bu kentin üzerine atıyoruz durmadan. Kentin sayısız yüreğinden birine bile çarpmadan, çığlıklarımız geri dönüp iki misli acıtıyor, boğazımızda eski yerlerini alırken.

Şimdi hazırım, yeryüzünü ve onu savunmaya. Her şeyin biraz daha kendine benzemeye, kendi gibi görünmeye başladığı ve her şeyin biraz daha kendi olmaya başladığı bir çağın küçük kira odamızı sarıp, baca deliğinden ufak halkalar halinde çıkıp gitmesi koşuluyla. Bu koşulu koymak istemesem de değişmeyecek kent. Her şeye karşın her şey. Bir şeye karşın her şey...

(Bir Gece Yarısı)

Belki bugünkü ödevim, varoluşunu umursamayan ve hafife alan birini, sabahı kulaklarında soğuk bir rüzgârla ve bir tutam kırağıyla karşılayan, ama akşamı hiçbir zaman düşünmemiş olan birini anlamaktı. Belki yalnızca susmaktı. Tanımadığım dostlara birer ikişer yılbaşı kartı postalayıp, çok sonradan adresleri yazmamış olduğumu anımsamaktı. Belki yalnızca kendinden uzaklaşmaktı; benim gibi kendine karşı çok hafif sorumluluklar taşıyan birini varlığını kaldıramayan zorunluluklarından arındırılmış bir tatil gününe. Evet bugün belki de orada olmalıydım, içinde ‘ben’ olmayan basit ve başka bir gövdede, içe ve dışadönük bütün sorumluluklarımdan uzak en önemlisi de bundan uzak olmalıydım. Ateşten başka hiçbir şeyden korkusu olmayan uzun, geniş, düz bir alanda, sessizliğin ince dal kıpırtılarıyla örselendiği, iki dünyanın bir araya geldiği ve üzerinde karşı tepeye kadar uzanan bir bisiklet izine dönüştüğü çizginin yakınlarında bez bir bebekle oynayan ve barış için savaşın gerekli olduğunu henüz bilmeyen, akşama doğru seyrek çalıların ardından bir görünüp bir kaybolmak taş toplayan ve topladıklarının onun için en değerli şeyler olduğunu, ertesi gün bunları kimbilir nelerle değiş tokuş edeceğini düşleyerek evine dönen küçük bir çocuk olmalıydım.

(Varoluş Özlemi)






29 Aralık 2023 Cuma

Sisifos ve Çizgi

“Yazarken, giderken ve bu dünyada kalırken.” 

Çizgilerin insan ve dünya üzerindeki bütün macerasını bu cümleyle geçiştirmek mümkünken ben başka bir yola sapıyorum. O yolda, insani maceranın seyahati var. Yolun her iki yanından bana ait çizgiler geçiyor. Birisi çocukluğumun çizgisi. Öteki yaşlılığımın. Her ikisini de ölüm ve cinsellik olarak çağırabilirim. Çocukluk büyümeyi ve bedenimi ehlileştirmeye, onu öteki ve farklı bedenlerle birlikte dans etmeye beni davet ederken, ölüm ise bu davetin altında küçük, belirsiz bir dipnot olarak düşülüyor. Hilmi Yavuz şöyle noktalıyor davet cümlesini: “Kadınları düşünmemek mümkündür! Tıpkı ölümü düşünmemek gibi...”

Ölümü düşünmeden edemiyoruz. Öyleyse kadınları da düşünmeden edemeyiz. Çizgi romanlarda, afişlerde, beyaz sayfalı dergilerde. Ama futbol maçı izlerken değil. Orada saha çizgileri içinde koşuşturan formalı bedenlere ait ellerdeki çizgilerde, yüzlerdeki çizgilerde ertelenmiş bir ölüm düşüncesinin izleri var. Sporda zaten o çığlık vardır: Bedenin yaşadığına dair atılan en güzel çığlık.

Hepimizin üzerinde düşüp kalktığımız, doğrulup tekrar sendelediğimiz bir çizgi var: Hayat çizgisi. Başlangıcı doğumumuzla işaretlenip çeşitli dönemeçlere, zikzak ve dolambaçlara sahip bu yolda kimine göre insan hayatının bütün muhteviyatını görür, üzerinden ve yakınlarından geçer. Bu yolculuğa gerçek yol çizgileri eşlik etmez. Gerçek yol çizgileri bu hayatı bir yerlere götürür ve getirir. Sürülmüş tarlaların çizgilerine paralel ya da dik, dünyanın bütün öznelerini ve nesnelerini küresel bir istikamette harekete geçirirler. 

Dünyamızı belirleyen en büyük özellik hareket ise çizgiler de bu eylemin gerçek evsahipleridir. Bu eyleme tek bir çizgi itibar etmez: Ufuk çizgisi.

Sisifos’un çizgisi

İnsan yaşamaya devam etmelidir. Ama nasıl? Yunan mitolojisinin trajik kahramanı Sisifos bu açmazı şöyle okur: “Tanrı ve ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına ve intihar da bir çözüm teşkil etmediğine göre insan yaşamaya devam etmelidir.” Sisifos, tanrıları aldatmış ve onlar tarafından bir kayayı bir dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştır. Kaya dağın tepesine geldiğinde aşağı doğru yuvarlanır ve Sisifos onu tekrar çıkarır. Bu durum bu şekilde devam edip gidecektir. Absürd kavramının ve varoluşçuluğun en önemli filozof ve yazarlarından Albert Camus, Sisifos’u absürd bir kahraman olarak yorumlamıştır “Sisifos Söylencesi” adlı deneme kitabında. Sisifos’un durumu hem trajiktir ama aynı zamanda bu durumunda metafizik bir mutluluk vardır. O, tanrılara başkaldırmış ve yazgısını (kayayı) sahiplenmiştir. Camus bundan dolayı mutlu bir Sisifos hayal etmemiz gerektiğini söyler.

Homeros’un yazdığı mitolojiler için de insanın dünya yolculuğuna dahil olan bir başka tipik çizgiye rastlarız: Odysseus-Penelope çizgisi. Meşhur Yunan kahramanı Odysseus İthaka kralı. Laertes ile Antikleia'nın oğludur. Çok zeki bir adamdır ve düşmanlarını zekası ve kurnazlığı ile yener. Penelope ile evlendiği sıralarda Troia savaşı başlayınca savaşa gitmemek için çeşitli bahaneler ileri sürer ancak savaşa gitmek zorunda kalır. Tahta at fikri de Odysseus'a aittir. Zeka tanrıçası tarafından çok sevilen kahraman Poseidon'un kinini kazandığından Troia dönüşü başına bir çok belalar gelmişti. Penelope ise Odysseus'un karısıdır. Telemakhos'un annesidir aynı zamanda. Kocası Troia harbine gittikten sonra uzun yıllar tek başına yaşamış ancak kocasına hep sadık kalmıştır. Penelope Homeros'un Odysseia Destanı'yla sadık, iffetli zevce sembolü olmuştur. Penelope kocasının 20 yıl süren yokluğunda, talibi olan bir sürü erkeği bir hile ile kendinden uzak tutmayı başarmıştır. Kaynatası Laertes için dokumakta olduğu kefeni bitirir bitirmez içlerinden biriyle evleneceğine söz vermişti. Ama gündüzleri dokuduğunu geceleri gizlice söküyordu. Tüm taliplerini kendinden uzak tutmayı başaran Penelope için kaynanası Antikleia şöyle diyordu: “Karın büyük bir sabırla bekler seni evinde / gündüzleri ağlaya ağlaya tüketir kendini/bir geceler geçirir ki düşman başına...” 

Ve Penelope çok sevdiği kocasının ölüm haberini aldıktan sonra taliplerinin çıkması üzerine neler yaşadığını şöyle anlatır: “tanrı bir bez dokumayı kodu aklıma ilkin/kocaman bir tezgah kurmuştum odamda/arşın arşın bez dokuyordum ha bire/taliplere de şöyle bir laf ediyordum arada bir:

"Delikanlılar, madem tanrısal Odysseus öldü, 
çaresiz varacağım içinizden birine 
ama ne olur bekleyin bir parça daha, 
bitsin bu dokuma, boşa gitmesin bunca iplik, 
bir kefen dokuyorum yiğit Laertes'e 
gün gelir de, ölüm onu yere sererse upuzun, 
Akhalı kadınlar ne der sonra bana" 
böyle derdim, kanardı bu sözlere taşkın yürekleri. 
Oysa ben dokuduğum koca bezi 
bir çerağ önünde sökerdim geceleri. 
Kandırdım onları işte böyle tam üç yıl 
ama dördüncü yıl başlayıp çatınca ilk yaz, 
bir hizmetçi, saygısız bir köpek duyurur onlara bunu.

Bu yakalanışın ardından Penelope'nin aklına onları yarışmaya sokmak gelir.. 

Gerisini Odysseus destanına bırakalım. Dostu Agamemnon'un yanında savaşmak için karısı Penelope ve oğlu Telemakhos'u geride bırakarak Troya'ya doğru yola koyulan İthaka kralı Odysseus'un savaşın bitimi ile başlayan olağanüstü serüvenlerini anlatan "Odysseia" destanında Odysseus kurnaz ama biraz sivri dillidir. Dönüş yolculuğunda tutulduğu fırtına karşısında deniz tanrısı Poseidon'a meydan okuyunca, tanrının gazabına uğrar ve bir türlü evinin yolunu bulamaz. On yıl sürer Ege denizinin bir yakasından bir yakasına savruluşu. Tek gözlü, insan yiyen devleri, gemicileri baştan çıkaran sirenleri ve Yunan mitolojisinden çıkıp gelen daha nice tehlikeyi savuşturan Kral, ülkesine döndüğünde karısını evlilik hazırlıklarında bulur. Yarışmayı kazanan prens olacaktır kraliçenin eşi. Kılık değiştiren Odysseus, teker teker yener koca adaylarını ve hem karısına hem de tahtına kavuşur. 

Sadık kadın Penelope ile uçarı koca Odysseus’un birleştirdikleri bu çizgi kadın ve erkek olarak adlandırılan iki varlığın dünya yolculuklarında karakteristik bir kader çizgisidir. Doğurduğu çocuğu ve aile iffeti nedeniyle hayatını ihmal edercesine evine ve yalnız bir hayata kapanan Penelope, Odysseus’un dönüşünü bekleyen bir simgedir başlı başına. Absürd Penelope-Odysseus çizgisinin simgesi.

Çizginin Yönleri

“Çizgi”nin olmadığı bir dünya kuşkusuz çok şekilsiz olurdu. Yollar akmaz ve gitmek de olmazdı. Ama yollar gidiyor ve denilebilir ki bu yüzden ayrılıklar, hüzünler ve teselliler var. Ve çizgilerin kolları kadar yönleri de var. Dünya üzerinde insanın nerede olduğu, dünyanın neresinde durduğu onun neredeyse kaderiyle eş anlamlı. Bu kader savaşı içinde çizgiler insanın nerede durduğuyla değil, onun nereye kadar gidebileceği ve gidemeyeceğiyle ilgileniyor. Çizgiler sınırların ve sınırların bekçileri ve mayası.

Büyük bir tarlayı ikiye bölelim. Bunu yapmak için uzunca bir sopayı toprağa saplayın ve gölgesinin hareketlerini on’ar dakikalık fasılalar halinde bir saat boyunca yere işaretleyin. Ortaya çıkan doğru ya da eğrinin geldiği yönü Doğu, gittiği yeri ise Batı olarak adlandırın.

Sopanın yanına oturun ve şimdi bu iki alanı birbirinden ayıracak derin nedenler düşünün.

Bir ırmak, bir vadi, bir yol, haritada kalın bir çizgi, zorunlu bir tanıklık, dinler, uygarlıklar, köprüler?

Hangisi bu büyük toprağı birbirinden kesinkes ayırabilir?

Çizgiler tek başına ne yapabilir? Kullanılmaları gerekir her şeyden önce. Kültür ve dinleri, halkları ve kavimleri, zenginlikleri ve yoksulluğu, kralı ve tebaayı birbirinden ayırmak için çizgiler kullanılır öteden beri dünyamızda. Bir tarafta benzerleriyle birlikte kalındığı için olacak çizgiler sınırlaşınca ve insan alanları sınırlanınca herkes buna çok sevinir.

Öteden bir çocuk yanınıza yaklaşır. Bir çember çevirmektedir. Sopasını her vuruşunda dönen çember toprakta daha derin izler açmaktadır. Ve çemberin arkasından koşan bir yavru köpek vardır. Her iki gölge de kızgın güneş altında Kuzey’e doğru uzaklaşırlar, arkalarında basit ama anlamsız izler bırakarak.

Onlara göre siz Güney’de, bir yandan da Doğu ile Batı’nın arasında kalmışsınızdır.

Dünya’nın herhangi bir yerinde durduğumuzda karşımıza tam dört ana yön çıkar. Az önce sözünü ettiğimiz “çizginin yönleri”dir aynı zamanda bunlar. Hatta çizginin nafile yönleri... Zira gezegenin neresine gidersek gidelim çizgiler önümüzden gider, peşimiden gelir; bazen gölge bazense bedendirler. Tarih geleceği hızlandırır, ama ölümsüzlük otunu bulmak için bol zaman gereklidir ve de sürekli çoğalan ve artan tarihi yazmak için de boş zaman!..

Dünya gezegeni Doğu-Batı yönünde ilerlemesine rağmen güçler ve zenginlikler Kuzey’den Batı’ya doğru ilerler. Gelgelelim Kuzey’in ve Batı’nın refah ve zenginliklerinin geldiği yer Doğu ve Güney’dir. Dünya’daki zenginlik aktarımı Güney-Kuzey, güç aktarımı ise Doğu-Batı eksenlidir. 

Güney’in yoksulluğu ve Doğu’nun suskunluğu karşısında Kuzey’in zenginliği ve Batı’nın öğle üzeri gürültüleri. Işık Doğu’dan yükselir, ama Batı’ya doğru kayar ve orada batar. Bu değişmeyen aktarım sayesinde insanın yeryüzü serüveni de bu dört yön arasında savrulur durur.

Çizgiler dünyayı kuzeyden güneye ve batıdan doğuya enlem ve boylam olarak keserler. Bu çizgiler hiçbir evin mutfağından, Kızılderili çadırlarından, Maya tapınaklarından, çocuk odalarından ya da sınıflardan geçmez. Onlar hayalidir, ama coğrafi hakikatleri söylerler. Çizgiler daha yeryüzüne inmeden, ama yeryüzü üstüne konuşarak vardırlar ve yeryüzünü şekillendirirler.

Çizgi Ötesinde Olmak

Yönlerden bir tanesini seçelim şimdilik. Başlangıç kelimesine en yakışanını... Doğu’yu. Ama Doğu’yu kuşatmamız, etrafını çevirmemiz olanaksızdır. Başı ve sonu olmayan, bilinmeyen bir evrende; başa ve sona izin vermeyen trigonometrik bir cisim üzerindeyiz: Bu bir küre. 

Biz buradayız. Ne zamandır buradaydık ve dönerek ilerliyoruz. 24 saatte ve 365 günde bir tekrar bulunduğumuz yere geliyoruz. Güneş sistemi bir yere gitmiyor; ancak evren nereye gidiyorsa oraya; fakat ormanı görmemek için ağaçta asılı kaldığımız için birşeyler arıyoruz ve “buluyoruz”: Keşif, fetih, seyahat, konaklama, dönüş... Bulma edimlerimiz hepsi de.

Dünyayı yüzde yüz bulduğumuz ve keşfettiğimiz gün üzerine dikey ve yatay çizgiler çektik. Bu coğrafi parmaklıkların gözeneklerinde dünyayı parçaladık. Harita projeksiyonları, tıpkı bir şarkının farklı ses ve çalgılarla yorumlanışı gibi Dünya’yı kâğıt üzerinde yorumluyor!.. Haritada bile sadece Afrika’ya baktığımız zaman Avrupa “nispeten” daha küçük görünüyor; sadece Avrupa’ya bakarken Afrika küçülüyor, kararıyor ve aç bir çocuğun derisi gibi büzüşüyor. Bunun nedeni küreyi yayamayışımız. Toparlak bir cismi bir yufka gibi açmak ve tepsiye yerleştirmek olası değil; ama bunu yaparken hayalgücümüzü kullanıyoruz. Dünya’nın bulunduğu daha sübjektif bir evren, hayal dünyası... 

İşte suskun Doğu’nun konuştuğu, hayat bulduğu, zengin ve geveze olduğu altıncı kıta; kayıp kıta, akıllardaki ve rüyalardaki dünya. Burada coğrafi enlem-boylam parmaklıklarının gözenekleri patlıyor; büyüler, tılsımlar ve masallar sıraya girerek bir hayal âleminin sınırlarını çiziyor.

Harabelere, göç ve muharebe meydanlarına giden yollara bakarken bulduğumuz Batı’nın medeniyetlerinden öğreniyoruz Doğu’nun barbarlığını. İlk anlamıyla “barbar” medeniyetten uzak olandır -ikinci anlamıyla da “yabancı”-, öyleyse Doğu’nun suskunluğu medeniyetin suskunluğu değil midir? Ama kendi dilinde ve gramerinde Doğu konuşmaktadır. Doğu’nun bir sesi vardır, ama konuştuğunda sadece ses çıkardığı algılanır; medeniyetler gramofonunda çalan bir plağa okunmamış olduğu bu sesler, çalınamaz ve taklit edilemezler: Bu yüzden ikinci ağızlardan anlatırlar.

Batı bilgiye ve kanıtlara dayalı olarak yazılırken, Doğu ise Batı’nın “mutluluk arayışının dinamiklerini (bütün harareti ve paradokslarıyla) açığa çıkaran nadir etkinliklerden biri” olarak gözlemler sonucu sadece ve sadece anlatılır.






Bazı Kitaplarımı Yazmamalıydım ve Bazı Kitapları Okumamalıydım


Aslını ve ustanı unutma

Bu yerde yazmaya başlarken kısa ve öz bir mesajı nasıl vermem gerektiğini düşündüğüm zaman bu sözü yazmıştım. Önemli bir söz, ama bunu ben yazdığım için ve henüz tarihteki haklı yerimi almadığım için henüz değerli bir söz değil. İnandığım şu ki usta ile köken arasında bir tercih sorunu asla yaşanmaz. Kimse ustasını seçemez kökünü seçemediği gibi. Bu benzeşme kimseyi usta ya da çırak yapmaz.

Bazı kitaplarımı uzun süren öfkelerin etkisinde yazdım. Bazı kişilerin yazar olup olmaması gerektiğine inandıktan ve bunun için sınırsızca uğraştıktan sonra bu durumu taşıyamayacaklarını anladığımda uzun öfkelere kapıldım. Bu işlerde savaşa asker seçercesine, salt görünen özelliklere göre karar veremezsiniz. Aynı zamanda tarihin ve koşullu bir tarih olan geleceğin de içinde yer alacak fikir çivilerini en uygun yerlere çakmak zorundasınızdır. Gelecek öyle çoğunun bilinmezliğinden yararlanageldiği bir bahane değildir. Gelecek çok açıktır. Sadece hataya  karşı çok açık ve duyarlıdır. İşte ben de geleceklerini elimde tuttuğum, kendim de dahil olmak üzere birçok sanat erbabının seçimlerine karışırken ve yönlendirirken bazı hatalar yaptım.

İtiraf ve itham ediyorum

Burası bir mahkeme olsaydı iftira da edebilirdim. İftira atılmaz, edilir. Yargının konusu olan iftira, ortaya konmuş ve yerleşmiş olan sözü etkilemez, ona gidişi geciktirir, engeller sadece. Söz, gerçeğin en güçlü bileşenidir. İtiraf da etsem itham da etsem, sözünü ettiğim sanat erbaplarının gerçeklerine de müdahale ettiğim için pişmanım aslında. Uğruna savaştığım birkaç kavramdan birisi olan iyilik adına önemli deneyimlere, derslere açılan bir kapıyı da aralamış oldu bu pişmanlık aslında bende. Kendimi çok suçlamasam da derinden derine kırılmış olduklarını hissettim bazı kişilerin, yaptıklarım yüzünden. Zamanın akışı üzerinde bir etkim yoktu, ama geçiş sıralarını bilerek-bilmeden değiştirdiğim kişilerden belki de geride kalmış olanları küstürmüş olabilirim. Başarıları geri çevirmek istemediğimiz gibi hataları da geri çevirmek, geri göndermek isteseydik bu çok şey değiştirir miydi acaba? Başarılara bir imza, hatalara ise leke muamelesi yaptığımız için bir şeyleri değiştirme gücünden uzakta olamaz mıyız? İtham edici bu soruların cevaplarının gayet güzel itiraflarım olabilme olasılığını saklı tutuyorum tam da burada.

Esinlenme bir yetenek midir yoksa gerçekleşmemiş bir şike teşebbüsü mü?

Bu ara başlığın bir yazı konusu olduğunu düşünürken birdenbire bu yazının içinde kendi yerini bulmuş olduğunu görüyorum. Bundan sıkılmıyorum, çünkü artık yazı yazmakta değil bitirmekte zorlanıyorum. Zira yazı başlıkları, yazı hızımdan daha fazla beni yoracak derecede oluşuyorlar ve deyim yerindeyse bir depo gibi birikiyorlar.
Depo demişken, yeteneği sonsuz, sınırsız bir depo olarak da tanımlamak istiyorum. Yetenek, belki de ne olduğunu tam olarak saptamadan en üst derecede kutsadığımız parlak ifadelerden biri hayatımızda. Yetenekli çocuk, kabiliyetli kız, üstün zeka... Kökeni, kaynağı nereden gelirse gelsin bağını asla sormayız. Bu yüzden de sıralamanın en başında yer alıyor yetenek. Bir tür batıl inanç olarak...

Esinlenmeyi "ilham perisi" kültüyle adlandıranlar ve buna halen devam edenlerin yetenek tanımları elbette farklı olsa gerek. Yetenek onlar için dış kaynaklı bir şey olmalı. Nörologlar başta olmak üzere bilimden yana olanlar ise içten yanan bir boya küpünde ısrarlılar. Eğer gerçekten de periler varsa, desteklediğim ve desteklemeye devam ettiğim sanat erbapları için ben bir peri terbiyecisi ya da avcısı olmalıydım. Yok eğer bu yazarlar sürekli içten yanıyorlarsa ben de ateşe kömür atan ter içinde bir işçi olabilirim.
Her iki durumda da adres ve ona göre benim duruşum aynı. Her durumda sorgulanan ya da çekim merkezi olan yetenek, obje ve süje olarak "yazar arkadaş"ımızda yerini alıyor zaten.

Öyleyse benim derdim ne?

Aslında kimseyle bir derdim yok. Tek sorun zaman. Zamanın yargısı daha çok. En az konuştuğumuz kadar sustuğumuz için de değerli, önemli ve suçlu olabiliriz. Ben susarak görüşlerimi ifade etmek yerine konuşarak eylemde bulunmayı ve çoğunlukla da pişman olmayı seçtim. Birisi pişman oldukça kimse kariyerinde yükselmez, fakat zamanın yargısı olgunlaşır ve daha isabetli hale gelir. Sık sık hataya düşmekten, birilerinin yazarlık kariyeri hakkında yanılmaktan, yanlış ata ve kazaya oynamaktan, dolayısıyla durmadan pişman olmaktan korkmuyorum. Belki de gelişim dediğimiz şey, ancak ilerledikçe bulabildiğimiz doğrularla gerçekleştirdiğimiz bir olgudur.
Artık hiçbir şey okumuyorum. Sadece bakıyorum. Okuma gözlüğüme yeni ayarları eklemedimse de bakışlarımı geliştirdim. Yeni ve daha fazla kitap ve yazarla ilerlediğini ve kendi doğrularına yaklaştığını düşünenlerin aksine artık ne söylediğim yerine hala konuşup konuşmadığıma bakanların karşısında zamanla alkıştan tahlile onaydan muhalefete birçok konumu anlatan bakışlar üzerine çalışıp onların gerçek eylemlerim olduğunu düşünmeye başladım.

Doğru şekilde, yönde ve önemlisi sürekli olarak gelişmenin tek derdim olduğunu düşünüyorum şimdilerde.



13 Ekim 2022 Perşembe

Şair öldü


Yitip gitmek bir alacakaranlık başlangıcıysa, 19 Nisan 1998 günü ölüm karşısında yeni bir güneş daha oluştu. Pazartesi sabahı Mexico’nun önde gelen solcu gazetelerinden La Jornada’nın Şair Öldü sözcüklerine bürünen başlığı Paz için sürmekte olan tarihin ritim aralıklarından biriydi sadece. 1914 yılında doğan Octavio Paz, çocukluğundan başlayarak kendini edebiyatın ve siyasetin içinde buldu. Zapata’ya yakın bir avukat olan babası Meksika devrimi sırasında Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmek zorunda kaldı. Octavio’nun bütün çocukluğu ve ergenliği Mexico’nun güneyindeki bir kenar mahallede, kızılderili romanları yazan ve Fransız kültürü tutkunu dedesinin evinde geçti.
 
23 yaşında, Yucatan’da bir halk okulu kurmak için şiir dergisini ve hukuk öğrenimini terk eden Paz’ı çok yakın bir zamanda yüzyılın tarihi bekliyordu. İspanya iç savaşı sırasında antifaşist yazarlar kongresine davet edildiği Valensiya’da Ehrenbourg, Neruda ve Tristan Tzara ile karşılaştı. Mexico’ya geri dönen Paz, Taller dergisinin yazarları arasına katıldı. 1943 yılının sonunda Gugghenheim vakfının bir bursu üzerine Berkeley’e gitmek için Mexico’yu terk etti. Paz, 1945 yılında Meksika adına diplomatik göreve başladı. İlk görev ona Paris’te verilmişti. Paz, Paris’te Peret ve Breton gibi gerçeküstücülerle tanıştı ve onların etkinliklerine katıldı. Onun Paris yılları yazınsal gelişiminin de doruk noktasına çıktığı yıllardı. Fransa’da yayımlanan şiir kitapları ününü artırdı. Özellikle Aigle ou Soleil (Güneş mi Kartal mı) kitabından sonra Latin Amerika’nın önde gelen ustaları arasında sayılmaya başlandı.

İnsan Yalnızlığının Gizi: Yalnızlık Dolambacı

Düzyazı ve denemelerini, iki şiir arasındaki boşluğu doldurmak için kaleme aldığını söyleyen Paz, Meksikalı kimliği üzerine Yalnızlık Dolambacı adını verdiği kitabı 1949 yılında yazmaya başladı. Roland Barthes’ın Mythologies’sinden on yıl önce bitirilen bu kitapta Paz, Kızılderili kültürü ve batı dünyası arasında bocalama geçiren Meksika toplumunun çağdaş sorunlarını ve antik mitlerini sorguluyordu. Bu sorgulama Meksikalının ulusal karakterini ve yaşam öyküsünü anlatma biçiminde gelişirken, Meksika’yı Meksika yapan ‘o kapalı ve suskun ruha’ yaklaşıp onu deşiyordu. Bu kitap Meksikalı kültürün bilinçaltı katmanlarını çözümleyen bir inceleme antropolojik, sosyo-psikolojik, tarihsel, siyasi ve yazınsal bir inceleme olmasının yanında insan yalnızlığının evrensel gizini de araştıran bir belgeseldi. Öyle ki Yalnızlık Dolambacı batı çevrelerinde Ortega y Gasset’nin Yığınların Başkaldırısı’ndan sonra çağdaş İspanyol düşüncesinin en güçlü belgeseli sayıldı.

Tartışmalar

Meksika’nın bu yalnız güneşi öldüğünde kuşkusuz az düşmanı yoktu. 1968’te diplomatik hayatını sona erdiren Paz, aynı yıl ülkesine dönerek yeni ve polemikli bir hayatı da başlatmış oldu. 1971’de Plural dergisini çıkarmaya başladı. 1976’da Vuelta adını alan bu dergide Paz Soljenitsin’i savunan yazılar yayımladı; Sovyetler’e başkaldıran yazarlara ve Andre Glucksmann’la birlikte ‘yeni felsefeciler’e yer verdi Latin Amerika entelejansiyasının büyük bölümünün düşmanlığını kazanan Octavio Paz yanında marksizmin düş kırıklığına uğrattığı Perulu Mario Vargas Llosa’yı bulmasına rağmen antimarksist çabasını Lima’lı kardeşi kadar uzağa götürmedi. Paz’ın 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması tavırlarına daha da resmiyet kazandırdı.

Yalnızlık Dolambacı’ndan Türk Kimliği’ne

Yalnızlık Dolambacı’nın çevirmeni Bozkurt Güvenç, kitabın ilk baskısına yazdığı önsözde “Paz’ın Meksika’ya adadığı gibi bir yapıt neden Türkiye’ye armağan edilmesin?” diyordu. Böylesi kutsal bir serüvenin üstesinden ancak ozanların gelebileceğine inanan Güvenç, yıllar sonra (ozanlardan umudu kesmiş olmalı ki) Türk Kimliği adı altında bu kutsal serüveni kendi topraklarında aradı. Önce Kültür Bakanlığı Yayınları’nda yayımlanan bu kitap daha sonra bağımsız bir yayınevinin kanatları altına alındı (Remzi Kitabevi). 
Bozkurt Güvenç fetheden-fethedilen ortaklığında gördüğü Türkleri ve Meksikalıları bir noktada yol ayrımına getiriyor. Güvenç’in yorumuna göre her iki toplumun da bayramlarının fazla olmasına karşın Meksikalılar yalnızlığı fiestalarda uyuturken Türklerse çoğu bayramında kendi gurbetçiliğinin seyircisi durumunda. Bize uzak ve yabancı bir toplumun kimliğinin anlatıldığı Yalnızlık Dolambacı’nın 1978 yılından bugüne Türkiye’de dördüncü baskıya ulaştığını, Türk Kimliği’ninse bugün sadece beş baskıda kaldığını görünce seyirci kaldığımız gurbetliğin aslında bir uyku halinden başka bir şey olmadığını görüyoruz.

Miras ve Yapıt

Octavio Paz, organik olarak artık bir miras kadar uzağımızda ve bir yapıt kadar da yakın bütün okumalarımıza. Aklın hala sürdüğüne inanmak istediğimiz altın çağının düşünürlerinin bize bıraktığı miras çağının alacakaranlığına daha gelmedik. Aklın en basit sonuçlarından biri olarak kavramlarla düşünme; sözcükleri ve dolayısıyla dili kavramsal bir yapıya kavuşturma eğilimi sonlanmadan Paz gibi düşünce adamlarının giderek azaldığını görüyoruz. Geçmişte tamamlanacak bir yapıt olarak tasarlanmış bir düşünce sistematiğinin varlığı üzerine hala büyük kuşkularımız var. Octavio Paz ‘hem güneş hem bir kartal’ olarak ve her anlamıyla düşünmeye devam etmenin en melez yöntemlerinin bir habercisi olarak zamanımızın ve tüm zamanların en büyük ustalarından biri.Ve hep öyle kalacak, şu iki dizenin ondan gelmiş olduğunu bildiğimiz sürece:

“ Bir tarihim ben
Kendini yaratan bir bellek.”


(Radikal 2, 1998)

20 Ağustos 2022 Cumartesi

İstanbul'a İlk Mektup


Çağırdın.

En son sen çağırdığın için işte bak çıkıp geldim.

Buraya gelmeyi hiç istemezken aslında neden gelmem gerektiğini de geçici olarak unutmuş olmam, unuttuğum şeyin önemsiz olduğunu göstermez değil mi hayatımda?

Madem hayatlarımızı veriyorsak ve sonunda tabii ki geri de alamıyorsak şehirler neden birer özne olmasınlar?

Kim sorusu sorulur özneyi bulmak için. Ama özneyi gerçekten de arıyor muydum ki?

Sen zarftın. Edat. Zamir. Tümleç. Tamlama. Zarf tümleci. Belirtisiz isim tamlaması. Hatta Nesne.

Her şeyin nesnesi. Tesadüflerin, kaderlerin, yalanların, aşkların...

Beni buraya kadar bile okuman bir mucize. Demek ki artık daha sabır dolusun bana karşı. Uzun suskunluğumun anlamını düşünmüşsün ya da beni tamamen unuttun ve ilk cümlelerimden kim olduğumu çıkarmaya çalışıyorsun.

Mektup yazmanın, hele hele konuşmanın, görüşmenin tamamen sıfırlandığı bir çağda sana bu ilk mektubumu yazıyorum. Bunun bir anlamı yok. Sadece ne yazacağımı ve ne zaman konuşacağımı hiçbir zaman bilememle ilgili bir durum bu.

Yaklaşık iki sene sonra seni yeniden hissediyorum. Bunun için bazı aşılar olmam gerekti: Aşı karşıtlarını işitmeme aşısı. Ani ölümlerden korkmama aşısı. Anksiyete, korku, panik, gerginlik aşıları.

Sen dediğin için ciddiye almıştım ve bir Korku Günlüğü tutuyordum ya da hanidir onu yayımlamaya karar verdim, fakat aramıza bir otel girdi: Adı Sen. O otel, bu "şirin" kasabaya yıllar sonra yine "ilk" geldiğimde karşıma ilk kez çıkıverdiğinde onu algılamaya ve anmaya bu kez hazırdım. Korku filmlerinden çıkma, onlara layık bir oteldi burası. Yıkılacakmış gibi duran, hatta anacaddeye doğru hafif bel vermiş, idarelerce artık kaybolmaya yüz tutmuş avlusunun zamanımızın dev oyuncakları olan arabalara otopark vazifesi yapmasına karar verilmiş.

Uzaktan. Uzak. Senin çok uzağından. Bu "hoş" kasabada çocukken geçirdiğim seneler boyunca seni henüz görmemiştim bile. Bir sefer hariç: Babamla, kitap poşetlerini sırtlanıp inip çıktığımız yokuşların ve ziyaret ettiğimiz yayınevlerinin, baba dostlarının çokça bulunduğu Cağaloğlu semtindeki o yaz günlerini hiç unutamıyorum. Babamın aklımda babam olarak kalmasının, belki de şu an olduğum ve yaptığım şeylerin yazıcısı ve kazıcısı olan o birkaç gün. Tam hatırlamasam da bir gece kaldığımız bir başka otel. Otel Tarlan. Yeşil havlusu daha düne kadar o yıllardan kalma en açık hatıralardan biriydi.

Çağırdın geldim ve gürültüler... Betondan sesler, ağlayan hurda sessizlikler... Her yerde "Miras" yazıları. Bu şehir kime miras kalmış ki. 

Çağırdın. Susturamadın beni. Hala soruyorum: Nasıl yaşıyorlar sende hala? Günlük 25 milyon.. Toplamda yüz milyonu geçmiş bu eserlerinin kaderi ülke.

Yeniden yeniden yıkılacağın günler çok yakın. Herkes bunu diyor. Ve yeniden yapılacağın günler daha yakın. Son birkaç ayın ya da haftan dışında hiçbir şeyin hatırlanmadığı için çok sevileceksin yine.

Ben sana mı geldim sahiden. Yeniden bir oku beni ya da kendini sorgula: Sen İstanbul değilsin. 

O, sensin. Sen sensin.

Sana geldim. Çağırabilirsin her zaman beni.


Ağustos, 2022

9 Ağustos 2022 Salı

Aynı Odada Herkes için Piyano Dersleri



Mevsimin kıştan çıkması hiç önemli değildi. Aynı odada başlayan üç ayrı derse kar ve yağmur yağıyordu. Piyano dersi ise güneşliydi.

Piyano sustukça ders uzuyordu. Hayata bakan son pencereye düşen gözlerimiz kuşkuyla açılıp kapanırken devam etmemiz gerekiyordu. 

Gerçekte kaç oda olduğu kâğıtta yazılıydı. Hangi oda olduğu, hiçbir zaman önemli olmadı. Dersin ritmine göre odalar değişiyordu. 

Kâğıtta böyle yazıyordu.


Aynı odadayız evin sevimli köpeğiyle. Her iki gözüyle siyah, parıltılı ve püsküllü bakıyor bana. Yalanıyor. Bir gözüyle artık tırmalamaktan usandığı kapıyı gösterirken beni iknaya çalışıyor, kapıyı aç, der gibi. İkimiz de çıkamayız. Evin hanımı içeride müzik öğretiyor bir afacana daha.

Tatlı köpeğimin boncuk gözleriyle piyano çalıyorum: Püs. Kül. İki notalı köpeğimin gözleriyle hiç duyulmamış tını ve melodiler üretiyorum. Püs, pusluyor gözlerimi: Sus, daha çok yakınma gidenlerden. Gidişlerden. Yoksa kaybedeceksin anılarını. Kül. Yerine iki yeni gül koy giden gözlerin yerine.

Köpeğim için iki boyutlu bir dünya var artık bir gözünü veteriner masasında bırakalı. 

Ve ben o odadan beri, evin güzel piyanist hanımını, köpeğimi, akıllı kızımı, kendimi görmüyorum. 

Yağmur ve kar, susuz yağıyor tüm piyano derslerine.

Duyuyorum hepsini.


28 Mart 2022 Pazartesi

Nadja: Kapı gibi çarpan kadın



Her şeye rağmen André Breton ve sürrealizm 'oriental' dünyamız içinde yabancı kalmayı sürdürüyor. Her şeye rağmen, diyorum, çünkü her ikisi için de son elli yıl içinde, Türk edebiyatının elit çevrelerince bir hayli giriş denemesi yapıldı ve modernizm çerçevesi içinde gayet başarılı sunuşlar gerçekleştirildi. Bu yabancılık, sürrealizmin yazınsal üretim biçimleri üzerinde sesli ve eylemli olarak düşünülmemesinden kaynaklanmıyor; aksine, sürrealizmin edebiyatta sadece 'genel kültür' düzeyinde algılanırken sanatta ise bir dünya görüşünü paylaşmanın çok uzağında 'formel' olarak yansıtılmasından ileri geliyor.

Breton'un 'Nadja'sının az önce adını andığımız sunuşlar içinde apayrı bir yeri var elbette. Bütün eleştirmenlerin aksine en çağdaş Fransız eleştirisi, 'Nadja'nın 'romandan başka her şey' olduğunda birleşiyor.

'Nadja'nın Türkçedeki macerası da Nadja'nın macerasına az çok benziyor. Gerçi Dost Kitabevi'nde yeni baskının çıkmasına kadar uzunca bir süre 'ortalıktan' kaybolmuştu 'Nadja' ama kayıplar âlemindeki bu seyahati onun efsaneleşmesinin önüne geçemedi.
'Nadja' her şeyden önce sadece sürrealizmin ve André Breton'un değil, 20. yüzyılın başyapıtlarından biri. Bunu söylememizdeki en büyük etken ise, sürrealist hareketin ve yapıtın artık elli yıldır akademilerin önemli bir konusu olmasına, yani soğumasına rağmen 'Nadja'nın yapıt düzleminde kendi etkisini giderek daha fazla hissettirmesi ve sıcaklığını sürdürmesi... Bunu 'Nadja'nın Breton'un en çok okunan ve bilinen kitabı olduğunu belirterek de pekiştirebiliriz.

André Breton'un 4 Ekim 1926 günü kasvetli geçen bir öğleden sonranın son demlerinde Lafayette sokağında "birdenbire, karşı yönden gelen, çok yoksulca giyinmiş genç bir kadını" henüz on adım ötedeyken görmesiyle kitabın henüz 57. sayfasında canlanan Nadja'nın bu gecikmiş haliyle bir roman kahramanı olamayacağı apaçık; ne var ki Breton'un bu sayfadan sonra 12 Ekim 1926 gününe ve daha sonrasına kadar sürdürdüğü bölümlerde yarattığı tuhaf resimli roman tarzı 'Nadja'yı 'Nadja' yapan en önemli yazınsal tutum. Daha da açacak olursak yazarın Lafayette sokağında karşılaştığı yoksul kadının, 1926 yılında sürrealizmin papası konumunda olan ve en az Marx ve Rimbaud kadar dünyayı değiştirmekten söz eden André Breton'a verebileceği sadece aşktı ve "önemi yok.

Aşktı sadece, benim bildiğim anlamdaki aşktı -gizemli, mümkün olmayan, biricik, akıllara durgunluk veren, kuşku götürmeyen aşk-, yani, ancak her türlü deneyde olabildiği kadar kadarıyla aşk, burada mucizenin gerçekleşmesine olanak tanımış olan aşk," diyordu, onun sunduklarının düzeyinde olmadığını düşünen Breton.

Breton'da aşk kavramını adeta 'patlatan' ve bu kavramın kelimelerle saçılmasına yol açan mucize-kadın Nadja sadece romanesk güzelliği ile değil düşünen ve sorgulayan çehresiyle de yazarı hayretler içinde bırakır. Fakat bunun dışında 'var olmayı bilen' Nadja zamanı da umursamayan, ağzından çıkan boş sözcüklerle Breton'un önem verdikleri arasında bir ayrım yapmayan bir kadındır. Nadja'nın gönül eğlenceleri yazarı çileden çıkarır çıkarmasına, ancak belli ki André Breton kurtuluşu, bu hoppalıklara kendini kitabın yazarı ve anlatıcısı konumuyla cevap vererek direnmekte bulur.

Tanışmalarından iki gün sonra Breton'un iki kitabını satın alarak ve okuyarak gelir Nadja. O 6 Ekim günü Nadja basit cümlelerle bazı bibliyografyalara taş çıkartır. 10 Ekim günü Breton'a olağanüstü buyruğunu verir: "André? André?... benimle ilgili bir roman yazmalısın. (...) Bir şey kalmalı bizden..." Aynı gün ihtiyar bir kadın Nadja'ya bir kartvizit verir. Ertesi gün kartvizitteki adrese Paul Eluard gider. Kimse yoktur. 12 Ekim günü Breton'un kafasındaki tek soru Max Ernst'in Nadja'nın bir portresini yapıp yapmayacağına dairdir.

Son günlerden birinde Breton sorar: "Kimdi gerçek Nadja?" Gönül eğlendiren Nadja mı, yoksa esinli ve esinlettiren, tek gerçek deneyimi sokak olan ve "sonsuz bir hülyaya atılmış her insanoğlunun sorgulamak istediğinde elinin altında olan Nadja mı?"

Onu defalarca görmek Breton'daki Nadja düşüncesine berraklık kazandırır ve onun ifadesi hafifler, özgünleşir ve derinleşir. André Breton en sonunda ondan kalan birkaç cümleden başka bir şey hatırlamak istemez:

"Soluğumun tükenişiyle birlikte sizinki başlıyor." "Eğer isteseydiniz sizin için bir hiç olurdum ya da sadece bir iz." "Düşünceleri ayakkabılarının ağırlığıyla daha da ağırlaştırmamalı."

Nadja, André Breton ile karşılaşmadan önce hiç resim yapmamıştır. Onun yanında 18 Kasım 1926 günü yaptığı 'Aşıklar Çiçeği' resmi Breton'a her ikisinin simgesel bir portresiydi.

Breton onun aşkına karşılık veremez. Çünkü aşırı derecede şiirsel mucizeler gerçekleşmektedir onun etrafında. Akıl ve gerçek arasındaki çelişkileri hiç durmadan aşmaya çalışan bir sürrealist olmasına karşın Nadja'yı günden güne asosyal kılan ve ilişkilerini daha da çatışmalı hale getiren zihinsel yabancılaşmanın ilk belirtileri karşısında güçsüz bir durumdadır. Ve Nadja'dan ister istemez uzaklaşmaya başlar. Bu uzaklaşma okur katında, Breton'un gözden düşmesiyle son bulur gözükmektedir, zira yazar, Nadja'nın akıl hastanesine kapatılmış olması karşısında sadece psikiyatriyi ve akıl hastanesi kavramını eleştirmekten öteye gidemez.

Nadja'nın sözünü tutar ama Breton: Onun hakkında bir kitap yazar: 'Nadja'.

Nadja ile André Breton, 20. yüzyılın en tutkulu ve 'çırpınmalı' arayışlarından birini başlatır. Hegel'in "en iyi dünya, bu dünyanın kendisini diğerlerinden daha iyi ifade eden dünyadır" sözünde olduğu gibi Nadja'nın karşı konulmaz ve sürekli çağrısına cevap verir.

'Nadja'da Nadja ele geçirilemez, ancak ifade edilebilir. Fakat 'L'Amour fou'da* gerçek aşk ele verildikten sonra Nadja da, 'çırpınmalı güzellik' de çözülecektir.

André Breton, Nadja ile karşılaşmasından üç yıl önce yazdığı 'Tournesol' adlı şiirdeki kadına 1934 yılında rastlar. Ve 1937'de bu rastlaşmanın kitabını, 'L'Amour fou'yu yazar. Ve o kadınla evlenir.


NADJA, Andre Breton, çeviren: İsmail Yerguz, Dost Kitabevi Yayınları, 2002, 146 sayfa


5 Ocak 2022 Çarşamba

Kırılganlık Sapması



Yorucu ve rüya dolu uzun bir gecenin ardından “asker” olarak uyandı. Uzun zamandır o böyle miydi yoksa belleğinin acımasız bir oyunu muydu? Yastığını kırıp büktükten ve salyasıyla ıslattığı yastık kılıfında yüzünü oynattıktan sonra ezik bir burun ve dağılmış kısa saçlarla, eğilmiş omurgası üstünde doğruldu. Uyandığı sabah, bildiği, tanıdığı dünyanın bir sabahıydı. Yıllar sonra ulaşabileceği bir dinginlikle yumuşamış belleğine tek direnen, çorapsız ayaklarıydı. Gece uykuya daldığında çoraplarını çıkarmamıştı. Zaten öteden beri, yatmadan önce çoraplarını çıkarmak gibi bir alışkanlığı olmamıştı. Şimdi, kırılgan bir eşyanın sakıncasını taşıyan bu sabahta ayaklarında çorapları yoktu. Ya birisi gizlice çoraplarını çıkarmıştı ya da gece uykuya daldığı saatte yalnız değildi. Yatakhane gürültüleri arasında tek başına oturduğu bir evde sessizce uykuya dalmayı düşlüyordu. Gözkapaklarını açmadan önce el yordamıyla; açtıktan hemen sonra üstüne kirpikler batan bakışlarla... defalarca, defalarca hayır! Hayır! Yatak, bu direnmeyi ağırbaşlılıkla karşılamış olacak, hâlâ sımsıcaktı; demek ki saatlerce bu sıcak yatağın üstünde uyudu. Dilinin altında biriken onca hayır'dan birini, dün akşam evden yatılı okula dönen ve o anda üst katta büyük sınıfların yatakhanesinde uyuyan ağabeyine aylar önce söyleyebilseydi, şimdi çorapları ayağında olacaktı. (O anda küçük sınıflardan daha fazla uyuyan büyük sınıflardan çok daha fazla uyuyor olacaktı.)

Bir su kenarında durmuşlar, küçük havuzda yüzen alabalıkları izliyorlardı. Bütün sorumluluğu yüklendiğini söylemişti, ağabeyi. Otobüsün verdiği molanın bitmesine az kala, geri dönebileceklerini, döndüklerinde her şeyden kendisinin sorumlu olacağını söylemişti. ondan istediği, biraz daha düşünmesi ve yatılı okul sınavına girmekten vazgeçmesiydi.

Denize düşen bir yelkenin ıslanması ilkin yüzeyde oluşur. Yelken bezleri genellikle su geçirmez kalın kumaşlardan yapılır. 

Üç gecedir, küreklerini karada unuttuğu bir kayıkta ya da yatağında, yelken yerine beyaz bir çarşafı rüzgâra tutarak kaçmaya çalışmadı mı... gerçekliğe direnen bilincinin, ayrışan bellek tanecikleri arasında, sürekli yinelenen görüntüler halinde, üç gecedir üst üste gördüğü ve gündüzleri de devam eden bir düşle yoğrulduğu ne kadar yanlış; ya ne kadar doğru, orada bulunduğu, orada olduğu; bunu kim değiştirebilir... düşünce yoluyla orada bulunmamasına ne kadar etki etti, onca Hayır?

Askeri okulun rüyalarına taşıdığı adanın iskelesine bağlı küreksiz kayıklar. Orada, yılda iki kez kürekleri geri veriyorlar. Saptanan bir tarihte dönmek üzere, ana karaya kürek çeken öğrenciler için en büyük zorluk, kayığın bir burnu olmayışı. Bu yüzden gidişler ağır ve dönüşler, adaya doğru koşturan bir yüzey akıntısıyla hızlı. Saptanan tarihte geri dönmeyip, ana karada kaldıklarında kürekler kendiliğinden kırılıyor ya da yok oluyor. 

Kürekler bir mahzene kapatılıyor, genellikle. Üç gecedir kendi dörtgen kayığına binip, yanında getirdiği çarşafa dolacak rüzgârla kaçmayı denemişti, adadan. Sonraki gecelerde bu rüya, yerini, katılaşmaya başlayan sağduyusuna ve bilincine karşın, tatil sabahları mahzen önünde oluşan uzun kuyrukların birinde ağabeyinin onu çağırmasıyla sürüyordu. Ağabeyi, yanlış kuyruğa girdiğini söylüyordu. Küçük sınıfların kürek deposu, denize daha yakın olandı ve orada bir önceki gece yangın çıkmış, bütün kürekler yanmıştı. Ağabeyinin kürekleri başka bir mahzende olduğu için, onun kürekleri vardı. Kayıkların tek kişilik oluşu kaygılandırdı onu. Sonradan suya girmeyi düşündü. Kayığa tutunarak karşı kıyıya kadar böylece gidebilirdi. Ağabeyi buna karşı çıkmazdı. Ancak izin verilecek miydi? Rüyanın sonlarında ağabeyine iskeleden el sallıyordu. Kayık çok açılmıştı. Ana karaya neredeyse varacaktı. Mutsuz olmadığını düşündü. Çünkü üzerinde durduğu iskele, daha birkaç ay öncesinde, bütün kaldırımlarında kitap sergisi açtıkları kıyı kasabasının iskelesiydi.

Çoraplarını ararken, eşyaların değişmez bağlılığını düşündü. Hiçbir eşya sahibine kırılmazdı. Sahibi eşyaya ne yaparsa yapsın, eşyanın küsmeye, darılmaya hakkı yoktu. Eşya, köle ve buyruk aracıydı. sövemezler, öfkelenmezler, yalnız gülümserler, kırıldıklarında bile her parçada kahkaha atarlar. Kırılmak, bütün eşyaların yazgısında saklıdır. Kırılmak, bir tek kırılgan eşyaların yazgısı değildir. Bir eşya kırılmasa; ezilse, bükülse, yansa, çürüse de bu gerçekte bir kırılmadır. Eşyanın kırılganlığıdır, bu.
Küreklerin yanması, kırılmalarıyla eş anlamlıydı. Deniz ortasında hangi dost güç ve iktidar kırılan parçaları birleştirebilirdi. Eşyalarda bir yere tutunma, bir yerlerde durma, bulundurulma, doğumla eşanlamlıydı. Tutunmalar bozuldu mu eşya bir yerde durmak, geri gelmek istemezdi nedense. Gelse bile aynı eşya olarak gelmezdi. Bütünü çoktan terk etmiş olurdu. Kürekleri yandığı için kayığına binememiş, adayı terk edememişti. Ne pahasına olursa olsun oradan ayrılmalı, ana karaya ulaşmalıydı. Ana karada annesi, babası, kardeşleri vardı.

Ancak ilk önce çoraplarını bulmalıydı. İçinde uyanacağı her sabahın, bundan sonra, bu dünyanın bir sabahı olacağı henüz onun için dayanılmaz bir kesinlik değildi; ne var ki sekiz-on yıl sonrasını görmemek elde değildi. Yıllar sonra bu kesinliği kanıksamak yerine şimdiden ona yabancı kesilmeyi, onu içine sindirmemeyi göze almalıydı. kesinliklerin bir başlangıcı olduğu mutlaktı. Bu kesinliğin sona ermesini bekleyecek miydi? Şimdilik ağabeyini bekleyecekti. Uyandığında kuşkusuz onu arayacaktı. Üç gece boyunca, öteki ranzalarda yatan öğrencilerden birkaçı sürekli olarak ağlamıştı. Onu okula babası getirmiş, üç gün sonra da ağabeyi tatilden dönmüştü, aynı okula. Acaba, ilk günlerinde ağabeyi de ağlamış mıydı? Ağabeyini, evinden uzaklaştığında, kendini tutamayıp ağlayacak kadar duygusal buluyordu. Ne var ki ağabeyiyle aynı yatılı okulda okumanın, gözyaşlarını düşmeden sileceği kesindi.
Üç gün önce kendisine karanlık bir sınıf kapısı göstermişlerdi. İçeride, üstünde ne varsa çıkarmış, yerine yeni iç çamaşırı ve forma giymişti. Bir de para almışlardı ondan, örgü kemer için. Babasının gitmeden önce ona bıraktığı cep harçlığının dörtte biriydi neredeyse. Berberde babası yalnız bırakmamıştı onu. Kafatasının biçimi ortaya çıktığında, aynı sahneyi üçüncü kez yaşamanın verdiği alışkanlık içinde okulu terk etmişti.

Karanlık sınıfta ayağına geçirdiği çoraplar şimdi yoktu. Yatakhanenin yarısı boşalmış olmasına karşın, içerde bulunanlar içinde bir tek o yataktan çıkmamıştı. Ötekiler ya ceketlerini giyiyorlar ya da ayakkabılarını bağlıyorlardı. Az sonra onların da çoğu yatakhaneyi terk edecekti.

Onu karanlık bir hücreye bıraktıklarında, kuşkusuz, çoraplar yine ayağında olmayacaktı. Zira, hücreye konulmasının nedeni çoraplarını bulamamış olmasıydı. Çoraplarını yitirmişti. Ya da çalmışlardı onları. Niye bu olasılık üzerinde kimse durmuyordu? Öncelikle de o. Çalabilecekleri hiç aklına gelmemişti. Üstelik çorapları yeni sayılırdı. Üç gündür yıkanmamış olmasına karşın, su değmediği için daha boyası bile gitmemişti üzerinden. Peki, hücreye kapatılırsa, çorapsız, yalınayak ne yapacaktı? Sonbahar bu, belli olmazdı. Hücrede mutlaka tahta bir eşya bulunmalıydı. Varsa, onun üzerine çıkar, bir parça da olsa ayaklarını ve karnını soğuktan korumuş olurdu. Ancak, kendini hücreye kapatacak kimse görünmüyordu ortalıkta.

Yatakhanede kalan birkaç kişi, onun yataktaki varlığından, kahvaltıya gecikeceğinden haberdar değildi. Bunu kanıtlarcasına kapıdan çıkar çıkmaz büyük bir gürültü içinde kapatmışlardı kapıyı.
Daha da geç kalacak olursa yatakhane görevlisi, kapıyı üzerinden kilitleyebilirdi. Acele etmek için ayakkabılarını çorapsız giyebilirdi. Ancak bunun ne kadar tuhaf karşılanacağı ve zararlı olacağı açıktı.
İçini kaplayan korkuyu çıkarıp atmak o denli güçtü ki. Daha kimseyi tanımıyordu. Hiç bilmediği bir öğretim yapısı içinde, haftanın ilk gününde ne yapması gerektiğini kimse ona söylememişti. Önceki akşam, çok acıkmış olduğu için, lokmaları çiğnemeden yutarcasına yediği akşam yemeğinde galiba pazartesi günü yapılacaklar üzerine bir şeyler söylenmişti. Sonradan öğrenmek işine gelmişti. Çünkü çok acıkmıştı. Nedense, ne öğrenmesi gerektiğini unutmuş, gerekenin ne olduğunu da unutunca bir şey yapmaya gerek kalmamıştı.

Çok geçmeden yatakhanenin kapısı gıcırtıyla açıldı. Bu gıcırtı onu irkiltmeye yetmişti. Tanımadığı bir gölge, ranzalar arasında dolaşıyordu. battaniyenin altına iyice büzüldü, görünmemek için. Ancak bu son derece yararsızdı. Zira, yatakhaneye giren mutlaka nöbetçi olmalıydı ve yatakların düzgün bırakılıp bırakılmadığını kontrol ediyordu. Onun kabarık yatağını gördüğünde yorganın altında biri olduğunu kolayca anlayacaktı. En iyisi saklanmamak, gerçeği söylemekti.

Ranzalar arasında dolaşan gölge, yatakhanenin öteki ucuna yöneldi. Orada bir kapı daha vardı, ancak kilitliydi. Oradan dışarı çıkıp gidebilirdi. Ancak nöbetçi, öyle yapmadı. Kapının kilitli olup olmadığını denetledikten sonra ona doğru yöneldi.

Nöbetçi yanına geldiği anda yatakta durmaması, ayağa kalkması gerekebilirdi. Terlikleri yatağın altındaydı. Gölgenin yanına varmasına birkaç ranza kala terliklerini giyerek ayağa kalkacak ve geç kalma mazeretini bildirecekti. Nereden bakılırsa bakılsın haklıydı. Savunmasını iyi bir biçimde yapacağına inanıyordu. Gece çoraplarıyla yatmıştı. en büyük kanıtı buydu. Şu anda bir tür tutuklu gibi hissediyordu kendini. Ancak az sonra aklanacak, beraat edecekti. Çünkü çoraplarını çalmışlardı. Çünkü başka çorabı yoktu, giyecek. Çorapları olmadan ayakkabılarını giymek, ayaklarına yapılacak en büyük insafsızlıklardan biriydi.

Nöbetçi gölgesi yatağının başucuna geldiğinde, birden ayağa fırladı. Terlikleri ayağına geçirirken ayaklarındaki çorapları fark etti. Kendini savunması boğazında, hiç titreşmeyen bir ses teline takılıp kaldı o anda.



29 Eylül 2021 Çarşamba

Bir gün herkes 15 sayfalığına yazar olacak!


Neden 15 sayfa?

İşareti Andy Warhol çakmıştı aslında. Fakat 15 dakikalık şöhretler kimseyi tatmin etmedi. Daha da fazlası istendi.
 
Kısa süreli şöhret olmayı kabul eden unutulmayı neden hazmedemez, anlaşılır değil. Warhol'ünki bence bir lanetti, bedduaydı. "Beni de meşhur ettiniz ya, tanrı belanızı verir  inşallah!" diyerek popüler unutulmuşluğun ateşini yaktı ve geriye unutulmayan tek pop starı olarak da o kaldı.

Andy Warhol, bu yazıda olduğu gibi birçok yazının konusu haline geliyor günümüzde. Önemsenmenin ve önemli olmanın popülizme denk olduğu çağımızda, o beklemediği kadar ünlü ve lanetli olmayı lanetini yayarak tadıyor; hatırası bundan da bıkmıyor.

Bu 15 sayfaya ne yazılacak?

Hangi gün olacak bu "bir gün"? Ve bir sayfa ne kadar sürecek?

Şöhreti, şiddet yerine süre olarak algılamamız işleri karıştırıyor. Ses, yazı ve görüntü medyaları arasında birimsel bir denklik ya da ölçek çalışması yapmadık şimdiye kadar. İlerlettiğimiz teknolojilerle onları kelime, byte ya da piksel olarak algılama çıkmazına girdik.

Neler neler? İtiraflar, kişisel profiller, dedikodular, hakaretler, flörtler, date'ler, chat'ler, SMS'ler, MMS'ler... Bunlar tanıdık geliyor mu? Bunca metinle haberleşmeyle ne yapacağız? Stokçuluktan ya da stok fazlalığından stoksuzluğa doğru gidiyoruz. Dünya da zaten çok kısa bir zaman içinde aşırı nüfus yoğunluğundan "dünya" ve "hayat" kelimelerinin anlamlarıyla vedalaşıp insansız bir gezegen olarak kozmik macerasına devam edecek.

16. sayfadan geliyorum

16 ile sonsuzluk arasında büyük bir mesafe yok. Günün birinde birşeylerin sonunun olmasına alışmalıyız. Beklediğimiz ölümsüzlük sanatın, devrimlerin ve belleklerin elinden tıp ve farmakolojinin eline geçemez mi? Mutlak iksirle başlayan serüven ölümsüzlüğün yarına kalan, ölümden sonra da yaşayan "dosya"larla kağıttan elektronik sayfaya kadar süregiden ilişkisinde kabuk değiştiriyor.
15. sayfa, ortalama olarak bir kitabı rezil edecek düzeyde içeriksizliği, iletişimsizliği de içeriyor. Süreyle birlikte sayfa sayısıyla da ölüme karşı durma gücünü tarif eden yayıncılık elektronik kitaplarla yeniden kodeks öncesi volumen dönemine dönüşüyor.

Kağıt ya da papirüs, taş ya da tuğla... insanın her yüzeye yazdığı işaretlerde ölüme karşı bir ağıt bulmak her zaman mümkün.
 
17. sayfa artık hiç gelmeyecek.


30 Nisan 2021 Cuma

Sana

Sana bir ad bulmalıyım
Adını çağırırken sana benden daha çok şey getirecek bir ad
Başını bu adla çevirmelisin bana ve baktığında
O ses beni anlatmalı, benim bilmediklerimi de anlatmalı
Olmadıklarımı da

Sana bir ses buldum
Çiçeklerin içinde ararken adının yerine
Bir vadiden geçirirken sana dair hatıralarımda
Geçmişin astarı olan bir ses ve geleceğin anlamı
Sen yaratıldın ve ben kayboldum bu anlamda

Adını çağırırken güneşe döndürmeyi seviyorum
Yüzümü… yüzüm yüzünle birleşince bir “ay” doğuyor
Yeryüzü kemiklerine kadar oynuyor sonrasında
Senden önceki yıllarımı da sen varmışçasına hatırlıyorum; gezindiğimi
Bir çember, bir ova ve bir dağın etrafında

İnanmalısın… Bir adam niçin vardır
Niçin ellerini boşaltır yağdığında yağmur
Ve ne bekliyordur iki kaşın ortasındaki hülyada
Tutar damlaları ona kavuşur gibi
Onu bulur hiç olmadığı dünde ve yaşamadığı yarında

Ben hiçbir şey söylemedim
Fakat sen anladın
Neredesin sensizliğimin ortasında
Kalbim neresinde bu hiç fısıldanmamış aşkın
Yoksun ama buradasın hep burada

Uyansam akşam olacak geç kalacağım
Gözlerimi kapatınca senden doğan güneşe
Gözlerinde ışıyan şafağın çiğ zerrelerindeki sonsuz damlaya
De ki susadım sen vardın ama ben yalnızdım, o zaman
Öpsem öpsem bitmeyecek dudaklarındaki rayiha

Eskilerde bir suyun başında nöbette
Henüz var olmamış günler bile gelip geçen günlerden daha mutluluk dolu
Senin büyüdüğünü görüyorum düne bakınca
Üstelik yanımda olmaktan daha fazlasın
Verilmiş bir söz buluyorum her sabah yatağımda

Sana bir ad bulmalıyım
Sesten hızlı, çağırmadan söylenen ve ölümsüz bir sıfat
Denizden gelen henüz doğmamış dalga sesi anlamında
Bütün hayatımı yaşamış ve hayatımdan sonrasını da kavrayan
Bu ad hep yankılansın ben sustuğumda

Yarına kalsın bütün sevişmelerimiz
Teninde yorulmak denizinde yıkanmak gibidir
Her nefesine bir çocuk adı adadığımda
Sesim çırçıplak yıkandığımız ırmaktan geçer
Kalbindeki adam olur, kurumuş dudaklarındaki vaha

Yoksun ve bunun bir yıldızı olmalı gökte
Başımı çevirdiğimde ben görmeden kayan bir yıldız
Sabahları penceremde gün ağarmadan parıldasın ya da
Senin ışığın getirsin senin yokluğunu işte böyle dayanabilirim ancak
Yokluğuna, aramızdaki zamana ve uzaklara

Vakit geçtikçe daha çok sende oluyorum
Bekledikçe daha fazla kayboluyorum sen olan gökyüzümde
Bulutlar kuş oluyor kuşlar açılmamış bir davet, sabaha
Kadar uyumadan sayıklıyorum varmışsın gibi
Koklamadan konuştuğum bir demet lavantada

Bana bir masal anlat dediğinde, yaşamanın
Anlamını söylerken gözlerindeki korkunun
Büyüdüğünü görüyorum sonra
Ellerinden tutuyorum ve bu anlamı verdiğin için
Binlerce kez teşekkür ediyorum sana

Sen hayatıma gelmeden önce hiçbir bahçede
Çiçek yoktu hiçbir şehirde kule
Ve bazı şüpheli meyveler ağaçlarda
Ağaç gövdelerine dolanmış bedenlerimiz
Günahtan arındıran bir dolambaçlı yatakta

Buraya gel demezdi hiçbir yol levhası
Buradayım derken bütün şehirler
Sorardım nerede başınla birlikte doğan ayla
Denizimizi görüyorum içinde kıyılara doğru çoğaldığımız denizi
Kuşkularımı yemin yapan gözlerine baktıkça

Hazzın en yüksek yerinden düşmek için söz vermedim
Arzularını büyütmek ve saklamak için de vaadim yok
Denizin en sıcak suyu olup ayaklarımı ıslatmadıkça
Sen adında bir rüzgâr tanımayacağım
Ve en heybetli dağ olarak duracağım karşında

2007

20 Mart 2021 Cumartesi

Oğlum ve Babası 2





Çok yalnızdım. 

Uzaktan bile sevebileceğim bir kimse yoktu. 

Ateşle oynamak için ateşe yakın olmalıydım, ama ben kutup soluyordum.

Dev’in bahçesinde henüz yazdı. Çiçekler solmuş yerini meyve çeneklerine bırakmıştı. 

Dev, büyük bir okaliptüsün gölgesinde uyuyordu. Çocuklar da bahçenin kapısında onun uyumasını bekliyorlardı.

Çocuklardan birisi oldum. Meyve vermeliydim. Ağacımı buldum ve yağmura sordum: Gelecek misin?

Geçmişim ben, dedi yağmur. Eteklerinde ne varsa saldı üzerimize. Büyümemiş çocukluklarımız, oyuncaklarımız, kopuk uçurtmalarımız ne varsa yağdı. Uçurtmanın ipi gözyaşlarıma dolandı. Nefesim kesilmişti.

Dev bahçeye yaklaşıyordu. Çocuklar tedirgindi. Dev ise hüzünlü. O küçük çocuk bu yaz yoktu ve onun ağacı yaprak bile açmamıştı.

Bir çocuk daha oldum. Büyüdüm ve bir şehre gittim. O şehirde geçen hayatım boyunca tek bir şeyi aradım: Bu dünyadan geçmiş olduğuma dair eşyalarla dolu bir sandığın anahtarını…

Sandığı bulamadıkça eşyalar çoğalıyordu. Bunu eksilen, kapanan lunaparklardan, meyve ağaçlarından anlıyordum. Sevinçler yokluklara dönüşüyordu ve bunu durdurmak için bir pastanenin camekânında kendime bakarak hep somurttum ve sustum.

Ve bir gün o geldi. Elinde bir anahtarla oğlum. Anahtarı tutan eli soğuktan yanmıştı ve hiç bırakmıyordu. Anahtarı alıp oğlumun elini, gözlerini, yanaklarını öptüm. Bana yolculuğu sırasında bu şehirden geçerken gözpınarları kurumuştu. Susuzca ağladığını çok sonra fark ettim. O ağladıkça dalgakıranların içi parçalanıyordu. Bütün balıklar gitmişti, tekneler karaya çekilmişti. Oyuncakçılar dillerini yutmuştu.

Bu sessizlik içinde sandık, anahtar, oğlum ve ben denizdeki yalnız tekneye binerek uzaklara çekildik.

23 Şubat 2021 Salı

Bir Yıl Yağan Yağmur Kadar


Kim bu kadar deli olabilir?

20 yılı aşkın bir süredir çekmecende, hatta kolilerde, bodrumlarda sakla beklet ve hatta bunun hazzını kendine bile açıklayamayacak duruma gel. Ve sonra günün birinde bir itiraf gibi...

Kitabın sonunda şu tarihler yazıyor:

(29.08.1994 - 01.12.1995) 

KIRKLARELİ-ANKARA-İSTANBUL-GİRNE-GAZİMAĞUSA-LEFKOŞA

Bu aslında Türkçenin en büyük edebi dalgıcı Nâzım Hikmet ustanın  "Şairim / Bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım" dizeleriyle başlayan ya da açılan büyük bir şiirsel helezonun içine gözüpekçe atılmaktan başka nedir ki?

Kendimi övmenin biyolojik bir yasak da olduğu bedenim ve ruhumdan ancak ve ancak ikinci bir tekil şahsın ardından kendimle en fazla alay edebilirim. Ancak kara mizah yoluyla kendimi sevebilirim. O yüzden kendimden bahsederken eleştirel gözlere ve duvarlara karşı her zaman son derece rahatım.

Bir Yıl Yağan Yağmur Kadar, Şiir'e yazılmış, şiirsel kaynak ve kökenlerime de selam duran, şiiri ve şairi "anlatan", kaynağında oğluma doğmadan önce ve doğduktan hemen sonra yazmaya başladığım ve o 20 yaşına geldiğinde açıklamayı planladığım "OĞLUMA ŞAİR OLURSA" şiirsel uzantısıyla aynı maddeden yapılmadır.

Sözü uzatmayayım. Bir Yıl Yağan Yağmur Kadar, 4383 sözcüklük, 26.224 vuruşluk tek bir şiir.

Artık modası geçmiş de olsa, bir dönem tüm  şairlerin anaakım bir uğraş gibi tek uğraşı haline getirdikleri, aslında hâlâ bir yanıyla vasat ve bayağı olarak da hissettiğim bu sapmış şiir kitabımı ne olursa olsun tarihin en karanlık sayfalarına kadar sunuyorum.




8 Şubat 2021 Pazartesi

Evren Yeşildir


Yaklaşık üç asırdan bu yana fizikçiler, ışık denen muammayı çözmeye çalışıyorlar. Isaac Newton, 1666 yılında, bir cam prizmadan güneş ışığını geçirerek; kırmızı, sarı, yeşil ve maviden oluşan bir gökkuşağı elde etmişti. O zamandan bu yana, renklerin, 350 ile 750 nanometre (nm) arasındaki güneş ışığının muhtelif parçalarından başka bir şey olmadıkları biliniyor. Renklerin ayrıştırılması işlemi, geriye doğru da gidebilir. Eğer yeşil, kırmızı ve mavi ışık karıştırılırsa, beyaz ışık elde edilir. Bilimsel olarak bakılırsa, beyazla siyah, renk değildir.

Newton'dan tam bir yüzyıl sonra, Goethe de renkler dünyasına el attı. "Renklerin Öğretisi" adlı kitabında Goethe, sarı, mavi, kırmızı yanında bunların karışımlarından oluşan mor, turuncu ve yeşil renkleri de tarif ederek, bu altı renkten oluşan (günümüzde de hâlâ sanatsal renk kompozisyonlarının temelini oluşturan), 'renk çemberini" düzenledi.

Burada Goethe ve Newton birbirleriyle çelişkiye düşmüş sayılmazlar. Çünkü, renklerin farklı iki tipi var. Newton, prizma ile, sadece ışığın renklerini açıklamıştır. Goethe'nin belirttiği ise, maddelerin renkleri. Cisimlerin renkleri, güneş ışığının bir kısmını emmeleri, bir kısmınıysa yansıtmaları ile oluşuyor. Bir örnek verirsek; kırmızı bir gül, ışığın yeşil dalga boylarını absorbe eder ve geri kalanını yansıtır. Bizim gördüğümüz, beyaz eksi yeşildir. Bu da, kırmızıyı verir. Gülün sapı ise, tam tersini yapar: Beyaz - kırmızı = yeşil. Canlı cansız bütün cisimlerde aynı olay gerçekleşiyor.

Nereye baksak o renk. Dünya üzerinde en çok bulunan renklerden biri. Kırmızı ne kadar insan bedeninin yeryüzünde olmanın neşeli çığlığını veriyorsa yeşil de o kadar karşılık veriyor: Doğanın karşılama rengi sanki. İnsanı kucaklayan mavi Dünya gezegeninde hep onun yanında, yaşamak için ayakta kalmak içim umut veren, hayat veren bir renk.

Yeşil renk sakinleştirici bir özellik taşıdığı için, enerjimizi dengeliyor ve şefkat duygularımızı arttırıyor. Sahip olduğu özelliklerden dolayı, sinir sistemini dengeleyici ve ateş düşürücü etkiler gösteriyor. Renk spektrumunda maviye yakın olan açık yeşil (camgöbeği tonları) birçok hastalığın tedavisinde kullanılıyor. Dostluk, ümit, inanç ve barış duygularının geliştirilmesinde de yeşil rengin enerjisinden yararlanılıyor. Yeşilin en etkili olduğu bölge, kalp şakrası. Bu özelliği ile kalp rahatsızlıklarında, yüksek tansiyonda, baş ağrısı ve bitkinlik hallerinde tedavi amaçlı olarak kullanılıyor. 

Yeşil umudun ve doğanın rengi. Doğurganlık ve huzur yeşilin anımsattığı diğer değerler. Yeşil-sarı ilk baharın gençlik gücünü doruğunda gösteriyor. Maviye kayan bir yeşilde manevi yaşam ötesi artıyor. Yeşil, rengine ve açıklık koyuluk derecesine göre çok çeşitli anlamlar ifade edebilir. Ayrıca kültürel/dinsel faktörler yeşil rengin algısında önemli rol oynar. 

Baş ağrısı, yüksek tansiyon, mide ülseri ve kanser gibi rahatsızlıklara karşı yeşil renk öneriliyor. Yeşil renkle ilgili şakraları düzgün çalışan kimselerin vicdan sahibi ve adil kişiler olduğu ileri sürülüyor. Bu renk merkezi özellikle ruh sağlığı açısından çok önem taşıyan bir merkez. Eğer yeşil renkle uyum hali içinde bulunan bu şakra düzenli çalışmıyorsa, bu kişiler kötü kalpli ve kindar bir kişilik sergiliyorlar. Arkadaşlarına ihanet edebiliyor ve başkalarıyla asla işbirliği içinde olmuyorlar. 

Yeşil renk ruh ile beden arasında denge ve uyum kurulmasında önemli bir renk. Bu renkle ilgili tedavi esnasında sodyum, bakır, nikel, krom, kobalt, azot, klorofil, demir sülfat gibi elementlerin hastanın üzerinde bulunması tavsiye ediliyor. Baş ağrısı, kan çıbanı, kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, mide ülseri ve kanser gibi rahatsızlıklar hep bu merkezin düzensiz çalışmasından dolayı ortaya çıkıyor. Tedavi devam ettiği süre boyunca bol miktarda yeşil sebze ve meyvelerin yenilmesi tavsiye ediliyor. 

Yeşil doğanın, ağaçların rengi. Tabiat rengi olduğundan rahatlatıcı, huzur verici. Bu renk klorofil ve karbon rengidir. Hint geleneksel tıbbına göre, yeşil renk insan bedenindeki uyumsuzlukları dengeliyor. Psikolojik problemlerin giderilmesinde çok önemli rolü var. Uykusuzluklara, aşırı heyecanlara bel ağrılarına, yüksek tansiyona, alkol bağımlılıklarından doğan asabiliklere , aynı zamanda mide, akciğer, rahim, göğüs ve kalın bağırsak kanserindeki ilerlemeleri durduruyor ve ağrıları dindiriyor. Uzmanların yine de üzerinde birleştikleri bir konu var: Bu renk uzun zaman kullanılmamalı.


Yeşil, renk körlüğünün de belirleyici renk. Renk görme ile ilgili olan koni reseptör hücrelerinin algıladıkları ışık dalga boyları ölçüldüğünde bu konilerin her birinin görme spektrumunda yer alan renklerden yalnızca bir tanesinin görülmesiyle ilgili oldukları bulunmuş. Bu üç koni tarafından algılanan renklere üç temel renk deniliyor. Bu temel renkler KIRMIZI, MAVİ ve YEŞİL. Görme spektrumunda yer alan ve normal insan tarafından ayırt edilebilen 180 ayrı rengin tamamı renk görme ile ilgili 3 ayrı renk konisinin değişik oranlarda uyarılması ile gerçekleştiği ortaya çıkıyor. Buna bağlı olarak örneğin, sarı renge ait dalga boyu, kırmızıya ve yeşile duyarlı reseptörleri birlikte uyararak, sarı renk duyusunun oluşmasını sağlayabileceği gibi kırmızı ve yeşil temel renklerinin karışımı da aynı renk duyusunu oluşturabiliyor.

Normal bir insanın renk görmesi, üç ayrı cins koni hücresinin uyum içinde çalışmasıyla gerçekleşiyor. Bu tür normal görüş "trikromat" renk görme olarak nitelendiriliyor.

Eğer bir kimse renk görmede yalnızca iki koni hücresine sahipse ve bu iki koni hücresiyle algılanabilen renkleri ve onların karışımlarını görüyorsa, bu şekilde renk görmeye "dikromatik" renk görme veya dikromatik renk körlüğü deniliyor. Bu durumdaki kişilerde renk görme ile ilgili olan bir koni şeklinin yokluğu düşünülmekte.

Bir koni çeşidinin bulunmadığı dikromatik renk körlüğü, yok olan pigmentle ilgili olarak,

- kırmızı renge duyarlı koni hücreleri yoksa, "PROTONOPIA" kırmızı renk körlüğü,

- mavi renge duyarlı koni hücreleri yoksa, "TRITANOPIA" mavi renk körlüğü,

- yeşil renge duyarlı koni hücreleri yoksa, "DEUTERANOPIA" yeşil renk körlüğü deniliyor.

Örneğin, kırmızı rengi ayırt eden koni hücresinin olmadığı protonopia durumunda sadece koyu kırmızı renk algılanamıyor. Kişinin gördüğü renkler koni hücreleri ile ilgili olarak yeşil, mavi ve bu iki rengin karışımıyla görülen renkler. Yeşil ayrımı yapan yeşile duyarlı konilerin bulunmadığı deuteronopia’da ise, yalnızca kırmızı ve mavi renkler ile bunların karışımı görülüyor. Yeşil renk ayırt edilemiyor.

Renk görme bozuklukları seks kromozomları ile resesif olarak nesilden nesile geçiyor ve ilgili genin kalıtımla geçişini X kromozomu sağlıyor. Erkeklerde XY kromozomu, kadınlarda ise, XX kromozomu olduğundan ve genin özelliğinin resesif olmasından dolayı, erkeklerde mevcut bir X kromozomunda kadınlarda ise, her iki X kromozumunda bulunmasıyla ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle erkeklerde kadınlardan daha sık olarak görülüyor.

Yeşil renk görme bozukluğu en sık görülen durum. Bundan sonra görülme sıklığı itibarıyla yeşil renk körlüğü, kırmızı renk körlüğü ve kırmızı renk görme bozukluğu geliyor.

Renk körlüğü olan erkeklerin kız çocukları renk körü olmamakla birlikte renk körlüğünün taşıyıcısı durumundalar. Taşıyıcı kadınların erkek çocuklarının yarısı da renk körü olarak doğuyor.



Renk körlüğünün açığa çıkarılması ve ayrıca renk körlüğü veya renk görme bozukluğunun tipinin belirlenmesine yarayan pek çok test vardır. Teşhiste en kolay yol, renkli iplikleri karıştırıp, şahıstan renkleri gruplandırarak ayırmasının istenmesi. Renk görme ile ilgili problemi olanlar, bu işlemi beceremezler. Teşhiste ayrıca ishihara ve Stilling levhaları da kullanılmaktadır. Bu levhalar renkli noktalardan yapılmış. Renkli noktaların içine ise renk körlüğünü veya renk görme bozukluklarım ortaya çıkaracak şekilde özel olarak renkli sayılar, şekiller veya harfler yerleştirilmiş. Renk görme problemi olan kişiler bu harf, şekil veya sayıları ayırt edemiyor; böylece teşhis konulmuş olunuyor.

Değişimin ve dönüşümün rengi yeşil aslında ana renk değil, mavi ve sarı rengin karışımı. Fakat, parlak olandan en pastel yeşile kadar çeşitlilik gösteren ve en fazla gördüğümüz, bildiğimiz bir renk. Dünyaya daha yakından baktığımız zaman, daimi bir değişim ve dönüşüm içinde bulunduğunu gözlüyoruz. İçsel olarak bir değişim dönemine girmiş bulunan kişiler, alışveriş yaparken ve kendilerine kıyafet seçerken, farkında olmadan yeşilin tonlarını tercih ederler. Çünkü renkler ihtiyacımız olan enerjinin harekete geçmesinde bize en fazla yardımcı olan unsurdur. 

Eğer bir değişim süreci içinde bulunuyorsanız ve çok fazla bunun sıkıntısını yaşıyorsanız, üzerinizde, evinizde ya da işyerinizde yeşil renk bulundurmanız gerekiyor. Böylece, ihtiyacınız olan değişim enerjisini harekete geçirmeyi başarabilirsiniz. 

Araştırmalara göre yeşil gözlü insanlar çabuk tepki veren esnek insanlardır. İçgüdüsel olarak hemen o anda olayları değerlendirir ve yargılarlar, işte o ilk düşünceleri önemlidir çünkü genelde doğruyu bulurlar. Durup dururken ortada kaldıklarını sanırlar ama bu onlar için salt bir duygudur. Yeşil gözlü insanları bir düzene veya klasmana sokamazsınız, sizi her an şaşırtırlar. İnsan sevecen ve besleyici, onunla yaşamaktan zevk alırsınız, size zevk verir, kendinizi sıcak bir günde ulu bir meşenin altında serin bir gölgede bulursunuz. bilimsellik, sevecencilik, maceraperestlik, yenilikçilik sizin özelliklerinizdir. Özellikle doğa yeşili; uysal, etkili, ruhsal, gizemli ve duyarlı olmanızı sağlar. Yeşilin müzikteki notası fa'dır.

Saygı uyandıran, dikkat çeken bu renk aynı zamanda bağımsızlığı simgeliyorr; kalıplardan kurtulmayi ve gelenekleri yenilemenin gereğini anlatır. Yeşili seven biriyseniz size en yakın rahatlatıcı renk mavi olacaktır. Mavi-yeşil renkler yaratıcıdır; moda, gastronomi sanatı ve dekorasyon için mavi-yeşil renkleri sevmeniz önemlidir.