iletişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iletişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2022 Cuma

Bu Kaçıncı Babil?



-Kaç dil biliyorsun?
-Beş. Tamamen.
-Ben bir tane biliyorum: 1-0 1-0 1-0 1-0.

Core filminden


Çevrilemeyen ölüm

"Thank You For Smoking" filminde sigara paketlerinin üzerine sigaranın zararlı ve öldürücü olduğuna dair İngilizce yazı konulup konulmamasının görüşüldüğü senato konseyinde çok dilli Amerikan yurttaşları için sadece yazı değil kurukafa görüntüsünün konulmasını savunan konsey üyesi şöyle sorar:

“İngilizce bilmeyen vatandaşlarımızı, sigara paketlerinin üzerine sadece yazı koyarak ölüme mi terk edeceğiz?”

Vahiy: İlk çeviri dili

Günümüzde çeviri hanidir kelimelerle yapılmıyor. İster başına “meta” ya da “hiper” öntakılarını koyalım, istersek de klasik söylemleri bütün fotokopik olanakları kullanarak çeviri adına tek katmanlı olarak kullanalım bu gerçeği daha fazla değiştiremeyiz.

Yazı için söz gerekliydi. En temel anlamda vücudunun yarısı sudan oluşan insan bedeni ve su arasındaki ilişkiye benzetebiliriz yazı-söz ilişkisini. Ezeli “yazı, ses, görüntü” sıralaması bu üç ögenin birbirlerine ardıllık ya da öncüllük etmelerini de gerektirmiyor.

İlk büyük çeviriler kutsal kitaplardır. Hiç durmadan vahyeden sözlerden yazıldıklarından değil, tam tersine kökeni mutlak otorite arayışından başka bir şey olmayan çalışmalardı hepsi de.

Dünyevi mutlak otorite arayışını vahiyler haline getirdiler. Onları yani ilk çevirmenleri tanımıyoruz. Kimileri buna tanrı, oğul, baba, mesih ya da peygamber diyor. Diyebilirler. Bu çalışmanın içyüzünü değiştirmez. Daha ayrıntılı bakıldığında dinler yazının kaleleridir. Yazı eğer ilk teknolojiyse, din de bu teknolojiyi çok sevdi; okuma eylem alanı yaratan yazıyı çok sevdi. Zira okuma insanların zamanını durdurma, onların bütün dikkatlerine tek bir yer ve ana odaklamaları eylemidir. Kutsal kitap okumalarından söz ediyoruz. Dikkat edersek kitap ve okuma eylemleriyle kalınmamıştır. Kitabın aynı yer ve zamanda okunmasını gerçekleştirmek için tapınaklar icat edilmiştir. Pagan, yani kitapsız ve tanrısız dinlerde bu tapınak olgusunun yerini sunaklar alır. Kurban etme, yazının icadına kadar tapılana bir şükran yazısı yerine geçmiştir.

Geçmiş bir aynasızlıktır. Zaman geçtikçe aynalardan uzaklaşırız. Bu uzaklık arttıkça geçmişin ve daha sonra tarih olarak adlandırılacak olan geçmişin etkisi sonsuz derecede büyür, artar. Kutsal kitapların asıl etkisi tarihsel içeriklerden oluşmalarıdır.

Kutsal kitaplar yazıdan önce neden icat edilmedi? Sözün bulanıklığı ve kalıcı bir “kayıt” olmayışı mı? 4000 yıl önce yazı icat edildiğinde söz de böylelikle kırıldı. Musa’nın tabletleri yazının bulunuşundan sonrasına denk gelmektedir. Tabii ki Mısır hiyeroglif dillerini yazıdan saymazsak.

Yazı ile ses ve görüntü arasındaki sıralama aslında tarihsel bir sıralamayı da teslim eder. Fakat son ikisinin bulunuşları arasındaki yakınlıkla yazınınki arasındaki korkunç mesafe son derece kuşkuludur. İnsanın, teknolojik açıdan yazıdan sese ulaşması neredeyse 39 yüzyılı bulmuştur. Görüntü de aşağı yukarı aynı mesafe içindedir. Teknolojiyi insan erimi ve yeteneği dışında kalan olanaklar bütünü olarak tanımlarsak, bu 39 yüzyıl içinde insan bazlı olan ses ve görüntü teknoloji tarafına geçmiştir. Bu uzun bekleyiş gerçekten de kuşkulara yol açmaktadır. Yavaş evrim, yazının bulunuşundan sonraki mutedil ilerleme ve son yüzyıl içindeki ivmelenme patlaması…

Ses ve görüntünün insan bazlı ortamın dışına çıkması, dilini kullanan ve dolayısıyla yazı göndermeli bir etkinlik içinde olan insanı da dilin olmadığı dolaysıyla artık çevirinin de olmadığı ütopik bir ortama sürüklemiştir. Bu yeni ortam İnternet’tir. Burası, Nuh’un Gemisi değildir, ama sık sık Atlantis’e benzetilmektedir. Nasıl Atlantis’in A’sını büyük yazıyorsak İnternet’in İ’sini de büyük yazma eğiliminden yana olanlar ve benzer nüansları sürekli olarak kurcalayanlar bu ortamın içyapısını tam olarak el everen bir davranış içindedirler aslında. Zira İnternet, orada olmayanların orada olmamayı oraya “bağlanarak” ve çevrimiçinde (online) kalarak “orada oldukları” bir yerdir. Bu yüzden baş harfi daha büyük yazılmalıdır. İnternet neo-ütopik bir çağı başlatmakla kalmamış çevrimdışı çeviriyi de konumlandırmıştır. Ağlar, kullanıcılar, %100’e yaklaşan oranda Anglo-Sakson dilinin egemenliği, dolayısıyla aynı kültürün yadsınmayacak etkileri, çeviri temelli eski “çevrimiçi” dilsel anlam aktarımına deyim yerindeyse “stop” demiştir.

Çeviri çağı bitti mi?

Bu soruya çevirinin bağlamının neredeyse ölümsüz olduğunu söyleyerek cevap vermeye başlayabiliriz.

Biten şey belki de monologdur. Buradan şu doğruluk payı ortaya çıkar: Çeviri artık büsbütün bir diyalogdur.

Diyaloğun antikçağda adı felsefeydi. Akıl ile ve düşüncenin söyleştiği bu biçim zamanla korku (din, tanrı) ile sözün konuşmasına dönüştü. Yeni yüzüyle artık bir tek tarafı simgeleyen bu diyalog ortaçağa kadar sürdü. Ortaçağ’ın yarattığı Rönesans ise yayılma eğilimli bir yeni dindi. Bu da yeni bir diyalog ve diyaloglar anlamına geliyordu. Sanayi Devrimi 2. Babil anlamına geldi. Diyalog dev bir pazarda buldu kendini. O güne değin fetihlerle zenginleşen krallıkların kasası, dünya yuvarlaklığı son bulunca sömürgeci imparatorluklara devredilip bu kez buluş ve keşiflerle dolmaya devam etti. İdareden ekonomiye sürüklenen bu paradigma alanı İnternet zamanlarında yerini iletişim dalgasına bıraktı. Bu dalgaya kötücül bir dalgalanma adını koyarsak yanılmış olmayız, zira 2000 yılı sonrasında dünyayı saran finansal krizlerin temel nedeni de bilginin açılan otoyollarda sınırsız ve serbestçe akması ve ucuzlamasıdır.

Dünya giderek 3. Babil çağına, belki de Babil’in ilk zamanlarına referans veren bir hale doğru akmaktadır. Mitolojiden hatırlanacağı üzere bu zamanlarda dil tektir. Bu dilin küresel karşılığı İngilizcedir. Karşılığın yananlamlarını bulmak için İngilizcenin başına ulusal dillerin mastarını koymak yeterlidir: Türkingilizce, Frengilizce gibi…

3. Babil’deki diyalog, felsefe yapmak için artık yetersizdir, çünkü felsefenin tek konusu bizzat diyalogsuzluk olmuştur.

2005


1 Temmuz 2021 Perşembe

Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?




Kendime de soruyorum: Hayatım boyunca kaç kitap okuyabilirim?

Okumaya başladım başlayalı ilk meraklarımdan birisiydi bu ve geçtiğimiz zamanlarda bunu cidden anlamanın ve öğrenmenin peşine düştüğümde 27.000 ile 1200 arası rakamlarla karşılaşınca, pişman oldum demeyeceğim, ama gerçekten de hevesim çok azaldı. Zira bu araştırma merakının arkasından belki de hepimizin okuma alışkanlıklarımızı sorgulamamıza yol açacak, belki de verimli, keyifli okumalara, seçimlere yönelebileceğimiz çeşitli veriler ortaya çıkacaktı.
Kitap okumanın ya da genelde okuma pratiğinin kitap ya da sayfa sayısı olarak hesaplanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öyleyse bu sayı, az ya da çok, ve onu bilmemiz ne işe yarayacak her şeyden önce? Sanırım bu uyanış bizde ilkin bir rahatlamaya yol açacak ve en azından Türkçede 150.000'e yaklaşan tedarik edilebilir-okunabilir kitap sayısına daha sakin bakmamızı ve o yığını seçimlerimiz sayesinde doymuş olarak kabul edebilmemiz sağlamış olacak.

Hangi 4000 kitap / 1 Ömür?

Bu hesabı tam olarak yapmamızı engelleyen bir unsur da hayatımız boyunca okuyabileceğimiz kitap sayısının yaş, dönem, ihtiyaç ve sosyal-ekonomik koşullara göre sürekli olarak değişecek olmasıdır.
En sonunda şuna karar vermek zorunda hissettim kendimi: Sayılardan uzaklaşıp sayıları ne olursa olsun ne kadar yerine hangi kitapları -tabii zaman içinde onları neden- okuyacağımı öğrenmem daha doğru bir tutum olacaktı. Ve kafamdan gitmeyen rakamsa 4000 kitap / 1 Ömür'dü genellikle, ama HANGİ 4000 KİTAP?
Burada gerçekten de büyük bir kapsamdan söz ediyorum, henüz kitap ve yazar çeşitlerine girmeden. Kimse durduk yerde ömrünü 4000 kitap okumaya adamak zorunda değil; belki de hayatın yarısından sonra bu sayı 400'e de düşebilir tecrübeler ve yaşantılar arttıkça bilgi-sentez yolculuğunda bilinçliliklerimiz çoğaldığı sürece.
Sonuç olarak 4000 kitabın "varmam gereken değil", çıkmam gereken nokta olduğuna karar verdim. Ben ömrüm boyunca 4000 kitaplık bir okuma yolculuğu yapmış olmalı ve son noktada kaç kitap okumuş da olsan zihinsel hacim olarak yaptığım yol bu kadar kitaba denk düşen bir keyif, zevk ve giderilmiş-doyurulmuş merak ve dürtülerine sahip olmamı sağlamalıydı.

Bilmek, Anlamak ve Olmak-Yapmak

Bütün sıra işte bu. Eğer kitaplarınızla işiniz olacaksa ömrünüz boyunca, onları salt eğlence aracı olarak bile görmenizde bir sakınca yok... Bizler, bize bizi gösteren eşdeğer aynalar yaratarak kurduk uygarlığımızı. Sadece dil değil, kültür farklılıklarımızı bile kapatıp anlaşmaya, hayatı ve kendimizi anlamaya çalışırken bu eşdeğer aynaları, yani bize bakan aynalara, yani kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Eğlencelerimiz yorgunluklarımızı ve bıkkınlıklarımızı alarak hayatımıza kısa süreli ve sık yeniden dönüşlerimizi yumuşatırlar. Sıralaması çok önemli değilse de önce bilip, sonra anlayıp en sonunda da gereken neyse onu yapar ya da oluruz. Hiçbir ilerini alır onları şey bitmez, gene aynalardan görüntülerimizin bilgilerini alır ve yine onların uzantısında yine gerekenleri yapar ve oluruz. Kitap bu işlemler içinde en sessiz ve sadık rehberlerdir.
Bu güzel ve anlamlı yolculukta gerçekten de hepimiz kendi 4000 kitabımızın neler olduklarını en azından simgesel düzeyde bilip anlamalıyız.
Bunca satırı neden yazdığıma gelince. Kitabone ve İDEAL KİTAPLIK ile başlayan okuma kültürünü geliştirme fikirlerimin yeni durağı bu "Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?" sorusu. Çok kısa zaman içinde bu sorunun somut cevaplarını proje, ürün ve hizmete dönüştürmeyi tasarlıyorum.

Meraklılarına daha verimli ve isabetli okuma yolculukları dileğiyle...


9 Eylül 2014 Salı

Çok satanlar kitaplar çok okunuyor mu?


Bizi hayvanlardan ayıran şeyin okumak olduğunu öğrendiğim gün okumayı bıraktım. Bunu bugün anlıyorum.
Hayvanların da okuduğunu anladım: Koku, tat... Belki daha az renk, ışık, ama evrimlerindeki tesadüflere bayılmamak elde değil onların. En dengesiz ve değişken çevreleri olarak onların gerçek evrimi biz insanlarız.
Yazarken böyle haritanın rasgele başka bir ucundan konuya girmelere de bayılıyorum. Yüzbinlerce kitapla tıklım tıklım dolu olan bir kütüphaneden bir kitap seçip alır gibi. Belki de öyle bir kütüphanem olmazsa bir daha asla okumam. Yazarları, kütüphanecileri, belediye başkanlarını ve kültür bakanlarını tehdit ediyorum açıkça. Bana o okuyacağım kitapların gömülü olduğu büyük kütüphaneyi bulun getirin.

Aynı soruyu birçok fiil için sorabiliriz.
Ya Bunlar Gerçekten ......... mu? olarak bir şablon koyalım hatta ortaya.
Peki buradan varacağımız sorun ne?
Hiçbir sonuca neden artık eskisi kadar güvenmiyoruz? Neydi araya giren? Eskiden de güvenmiyorduk, varsayıyorduk.

Okumayı, istediğimiz cevaba uygun şekilde tarif edersek -biraz akıl karışılığı yaratarak- olur bu iş. Yani sevmediğimiz içeriklerin aslında okunmadığına herkesi ikna edebilirim öyle değil mi?

Bir içeriği bazı nedenlerle sevmeyiz: Konular, türler ve yazarlar bizi açıkça çekmez. Geçerli, mantıklı nedenler de olmayabilir bunlar. Açıkçası ya yıldızlarımız uyuşmuyordur ya da bir noktada kesişmiyoruzdur.
Bu, o tür ve yazarların kötü oldukları anlamına gelmez. Aksine bir de bol tüketiliyorlarsa başlar çalmaya çanlar. Daha çok sinir olur ve öfkeleniriz onlara, onları okuyanlara ve gözümüzün içine bakıp "bugün bunlar okunuyor" diyenlere, demek isteyenlere...

Geriye tek bir silah kalıyor: "Ya Bunlar Gerçekten Okunuyor mu?" diye sormak. Şimdi geldik mi o kavşağa? Yerine göre okurun, işimize göre yazarın, kimine göre de zamanın beğenilmediği, burun kıvırıldığı ana...
Bir dakika... Biz niçin okuyoruz ki? Başkalarının ölçülerini neden karıştırıyoruz işin içine? Biz sakin sakin ....'mizi, .......'müzü, .....'muzu okurken (yazar isimleri özellikle vermedim ama anlayanlar anladılar bence) A'nın B'nin, C'nin çok tüketilmesi bizi neden rahatsız ediyor. Bence ediyor, şu sebeplerden:

-İyi okur olduğumuza dair düşüncemizde sarsılma olma tehlikesi
-İyi okurun sayıca çok ve iyi kitabın sayıca fazla olduğuna inanmama eğilimi
-Kültürel bir ortam içinde kitap, yazar ve içerik soluduğumuzu düşünen, sosyo-kültürel ayrıntılara, ayrımlara dikkat eden bir takıntılılık içinde olma
-Vasat ve sıradanı kültür alanından kovma isteği
-Gelişime, çağdaş, etik, estetik ve modern yaşama; daha iyi ve güzel olan inanca bağlılıklarımızın kalıcı bir ilişki olduğuna dair derin arzu

A, B ve C gerçekten okunmasın istiyoruz. Yalandan, imrentilerle ve markacılık histerisiyle... Onlarda düşünsel derinlik ve aydınlatıcı unsurlar bulunmasın istiyoruz. Bir tür okumadan "onları biliyoruz"... Sanatsız sözler ve sözsüz bir yazı sanatıyla devşirilmiş başı-boş kitaplar hepsi de öyle değil mi?
Bir trenle giderken yerin ve rayların durup trenin hareket etme kuralının geçerli olmasını istiyoruz değil mi?
Ama yakışıyor mu bunca kültürel entelektüel amaca ve arzuya bu kuralcılık? Asker gibi ne o, soldan sağa okunacaaak oku!
Kültür dediğin ya büyük bir boşluksa savrulmaksa, kaybolmaksa?
Eskiden sorardı yazarlar hep bir ağızdan "Ey okur neredesin?"
Şimdi hep bir ağızdan soruyoruz: "Ey yazar neredesin?"

Arkakapak.com



2 Şubat 2013 Cumartesi

İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu


Yeni buzul çağı ekranlardan mı gelecek?

Aynaya bakarken bazen ağlamak istiyorum. Bir kuşağın insanı  bu kadar da yalnız bırakılmaz ki, tarih ve felsefe tarafından. Yaşıtların dışında, ebeveyn ve yetişkin kuşakların tanık olmadığı olay ve olgularla yüklü bulunduğumuz bu muhteşem yalnız çağı ilk kez biz mi yaşıyoruz bu kadar yalnızcasına böyle?
Hepsi çok hızlı geçti. 1789. 1917. 1939. 1945. 1984. 1995. Ve 2009: Facebook yükseliş yılı. Daha geriye gittiğimizde sürekli medya araçlarının çağı ve insanları değiştirdiğini görüyoruz, gelgelelim 2009'dan bu yana bir program bu işi yapıyor tek başına, zira hala interneti hayatımızda koyacak yer bulamadık, belki de gereğinden fazla, fazladan fazla yayının içinde (online) olduğumuzdan bu böyle. Olguların değişimini haber vermeye bırakın onların değiştiklerini sonradan anlamaya yetecek kadar bile zamanımız yok.
O halde kendi zamanımızla ne yapıyoruz? Belki artık daha az açıklayarak, anlam arayarak, bulmaya çalışarak yaşıyoruz. Konvansiyonel araçlı dünyanın arama-bulma, öğrenme-anlama vs gibi ikili alışkanlıklarının yerini tekliler aldı. Sadece arıyoruz ve anlıyoruz. Arama ve öğrenme çabaları rafa kalktı. Sonrakiler kullansın diye mi tam emin değilim, ama bazen dünyanın olası kıyametlerine dayalı post-apokaliptik filmler, diziler izleyince gelecek tasarımımızın hiç de "ilerici-gelişmeci" çizgide olmayacağına dair fikirler ön sıraları alıyor kafamda.
Yoksa yeni buz çağı gökten değil de ekranlardan mı gelecek?

İnternette nasıl hayatta kalınır?

Cevaplar kesinlikle tek başlarına aşağıdakiler değil, ama şurası kesin ki internetteki kara deliklerimiz, kümeslerimiz ve kimliklerimiz aşağıdakiler üzerinden dönüyor.

Sosyal Medya, Kişisel Web Sitesi, E-mail, Üyelik, Tarayıcılar, Programlar, Tasarım-Grafik, Alışveriş, E-Ticaret
İnternette hayatta kalmanın emin yollarından birisi kesinlikle çok korkmak. Karşımdaki sadece bir ekran demeyin, karşınızda şimdiye kadar hiçbir şey yoktu, bunu da düşünmek lazım. Üstelik şimdiye kadar asla yan yana gelmemiş ve bilhassa ayrı tutularak totalitarize edilmiş birçok kavram, kural, istek ve eğilim aynı ekranda. Üzerinde binlerce düğmesi bulunan  büyük bir düğmeye bakıyorsunuz şu an.

Düğmelere aynı anda basabilir misin?


Sosyal Medya: Daha medyaları anlamadan kendinizi sosyal medya sorumluluklarının içinde bulmuş olabilirsiniz. Bu durumda yapacağınız tek şey ekran önünde ciddiye almayı ciddiye almamak. Ciddiyet bir sınırdır. O sınıra kadar ironi, vesvese ve şüphe yok, karar vardır, ama kararlar seçenek değil, uygulama seçenekleri çokluğunda dağılırlar.

Kişisel Web Sitesi: Çoğumuza göre artık hayatımızda yer yok. Bence en azından internette ve hayatta doğru bilgilerle kalmak için en uygun referans kaynağı. Yıllık yenilemesi 5 Dolar'dan başlasa da. Doğru adam olmak için o kadar masraflara yol açıp okullar okuduk veya kendi yollarımızı dokuduk, doğru kalmak için de az çaba lütfen...

E-mail: İlk icatlardan da olsa resmiyetten yavaşlık arayışına kadar bir şapka gibi insan iletişim bedeninin temel ihtiyacı. İmza koymaya her zaman ihtiyaç var, imzanızın size nasıl yarayacağını söyleyenlere kulak tıkamak kaydıyla...

Üyelik: Üye olduktan sonra başınıza gelenlerden anlayabilirsiniz ancak üyeliğin ne olduğunu... Ayrıca istatistiklere göre 3 ya da 4 üyelikten sonraki üyelik bilgilerinizi mutlaka kaydetmeniz gerekir, unutma tehlikesi var.

Tarayıcılar: Kaçımız hayalet, fake, nick ve çakma profillerdeyiz öyle değil mi? Artık ahlaki bile sayılmıyor, bütün paralel kimlikler eğlence sektörüne dahil edildi... O bakımdan en az 3 tarayıcı program (Google Chrome, Mozilla Firefox, Internet Explorer vs) kullanmak Sanal-lah'ın emri...

Programlar: Yenisi daha kurulmadan benzeri ya da üstünü çıkıyor. Ne istediğini bilen kişiler arama motorlarına kesinlikle isteklerini açıkça yazabilmeliler ve forumlar en büyük kurtarıcı hangi programa ihtiyacınız olduğu konusunda.

Tasarım-Grafik: İşlevcilerle boyutçuların bir türlü yenişemediği bir alandır tasarım. İnternet tasarım size benzer. Ne istersiniz o vardır. İstemekten değil aramamaktan korkun...

Alışveriş: Birşeyler aldığınızı düşünürsünüz. Malların ihtiyaçlardan az olduğu dönemlerde ihtiyaçlarımızı, eksiklerimizi iyi bilirdik. Şimdi sayısı artan mallar ihtiyaçları belirliyor. Kasa yanı, yani son dakika mağaza satışlarını yüzde % 8-10 olduğunuzu biliyor musunuz? Süpermarketler gibi internette alşverişe de zihnen tok girmenizde her zaman fayda var yoksa at eyerinden posta uçağı sırığına kadar (PO2) her şeyi alabildiğinizi aldıktan sonra fark edebilirsiniz.

E-Ticaret: Elektronik ticaret a-ticareti yani analog ticareti ne zaman geçecek -perakende için konuşuyoruz sadece- bilemeyiz. Bizce geçemeze benziyor, dünyanın ayın etrafında dönmeye başlaması ve ayın karanlık yüzünün yüzümüz olması gibi bir şey bu, ama olursa dediğimiz sonuçlarla olur zaten. İnternette kullanılan en iyi deyiş "internette birşeyler satmak" olduğuna göre niyeti bozuk bu adamların, aman dikkat diyerek İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu'na başlıyoruz.




25 Mayıs 2012 Cuma

Düzenli Medya Düzensiz Medya Düzen Medyası ve Düzen Medya



Düzenli Medya

Genelde yazılarımı üç kısımda yazıyorum son zamanlarda. Kısımlara ayırmamın ve başlıklar atmamın bir nedeni de o kısımlarda söyleyemediğimi söylemek ya da söylemek istediğimi vurgulamak. Aslında yazılarım daha önce kısımlı değildi, yekpareydi; yazı değil görüşlerimi içeriyordu. Sonra onlar bir düzene otursun istedim. Fikirlerin belli bir planda sunulmasının daha iyi anlaşılabilir olmalarına katkıda bulunduğuna dair çok filozof yazısı okudum. Gazetelere baktığınızda bunu görürsünüz zaten. Sıradışı yazanların pekçoğu okurlara ulaşamadan iletişimin absürd koridorlarında yitip giderler. Geriye ise sadelik, açık fikirlilik ve okur memnuniyeti kalır. Bu son on yazımdan oldukça hoşnutum. Okur sayısında çok ciddi bir artış olmasa da, en azından bütün yazıların hemen hemen yüzden fazla kez okunduğunu, okunma sayılarındaki dalgalanmaların sona erdiğini görüyorum. Düzenliliğin ilk kez burada yararını gördüğümü söyleyebilirim. Bu benim için ilginç bir deneyim oldu.

Düzensiz Medya

Eskiden parça parça yazardım. Herkese "yazılar bir kitaba yönelik de yazılmalı" desem de ben en son uygulayan olduğumu söyleyebilirim. Herkese söylememin sebebi aslında kendime çekidüzen vermekti. Bunlar öfke nöbetleri sonrasında oluşan anlık patlamalardı. Birikime açık değillerdi bu patlamalar. Yaydıkları enerji o ana özgüydü. Sonradan hatırlanması için şiddetliydiler. Belki gündem ya da genel kronoloji adına zayıf atıflardı, içerdikleri konu itibariyle. Onları zaman zaman hatırlayıp okumayı çok seviyordum. Üzülüyordum da bir kitaba giremeyecekleri için. Kimisi bir rüya, kimisi ciddi bir haksızlık gözlemi sonrasında öfke nöbetlerinin arasına sıkışan cümle öbekleriydi. Çok parçalı bir fanatiktim o yazılarda, kızdığım zaman. Zamanla o yazıların sayısıyla birlikte öfkeler de azaldı. Günün birinde sessiz alışkanlara dönüşerek şiddetlerinin almaması için öfkelerimi azar azar o yazılara -285 derecede depolamış ve öfke duyarlılığımın geleceğini garantiye almıştı. Yazılar da form olarak öfkelerimin sıkıştırıldıkları basınçlı tüpler oluyordu. Tam onları uzay boğluğuna sonsuzluğa salacaktım ki alfabenin yerini dilbilgisinin aldığı bir konumda o yazıların arasında birkaç kitaba doğru giden bir ortaklığın bulunduğunu fark ettim.

Düzen Medyası

O yazıları artık yazmıyorum. Zaman ile yaratıcılığın hiçbir zaman benden esirgemedikleri sabır ve çile, beni düzenin yeniden yarattığı bir adam yaptı. Onbinlerce kişi okuyordu artık beni. Konular, fikirler bitmemecesine aklıma yığılıyordu. Onları keyifle yazıya aktarıyor ve artık yazı süremin en az 5 katını da okur mesajlarına ayırmak zorunda kalıyordum. O cevapların bile her biri başlı başına ayrı bir yazı konusuydu.

Düzen Medya 

Yazarımız bilinmeyen bir süre için izne ayrılmıştır.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Tefrika mı e-kitap mı ö-reke mi?

Sorunsal, soru ya da sorun


Şimdi size dosya türü, program adı, marka ve yazılım isimleri vermeden bir e-kitap yazısı yazmaya çalışacağım. Çalışacağım diyorum, zira buna daha önce hiç çalışmadım. Yazılarımda genellikle çok az referans olsa da yeni teknolojilerle burun buruna olduğumuz son yıllarda belki de 45 yaşa yaklaşmanın huzuruyla ciddi bir adaptasyon sorunuyla karşı karşıya olduğumu görüyorum.
Kırk yaşımdan bugüne kadar hayatımın üçüncü büyük, ama bu kez gönüllü eğitim-öğrenim dönemimi geride bıraktım. Dörder yıllık bu üç çevrimin sonuncusunun farkı, ondan önceki geri teptiğim kişisel eğitim fırsatlarını reddetmemdi. Hayır, teknolojiyle asla onu reddederek flörtleşmedim. Tavrım biraz da bitmekte olan konvansiyonel bir dönemin araçsal üretim tarzlarının kayboluşuna dair bir yastı.
İlk kez bir yastan sonra kaybımı geri kazandığımı gördüm ve bu kez eğitime hayır demedim. Onu kabul ve buyur ettim, ağırladım ve işte bu dönem boyunca asıl ustanın bende gizlenmekte olduğunu gördüm. Usta ilk kez çırak kabul etmiyordu ve ustalar arası bir alışverişle bu son çevrimi de tamamlamış oldum.
Çevrimin iki ucunda çok garip ama hala iki insan duruyor. Birisi, çevrimin başındaki, hala yanı başımda duran adam. Öteki, çevrim sonundaki ben ise yanı başımda duran az meraklı kişiyle bir diyaloğu kesinlikle onaylıyor; ondan kopmayı, bırakmayı asla düşünmüyor, aksine ondan beslendiğini gizlemiyor. Ve biliyor ki teknolojik ilerleme, merakları mideye indirerek, onları azaltarak çalışıyor. Tarihinde ilk kez alet ve araç nesne durumundan çıkıp özne olduğunu iddia ediyor. Buna itirazımız yok, zira özne olarak tarihin en zayıf anımızdayız nesneler karşısında.

Nesne imparatorluğunun nesnesi olan özne


E-kitap'tan hala bahsetmedimse de ben su yatağından konuşmayı seviyorum konu nehir olduğu zamanlarda. Şu günlerde ilgililerinden epeyi beğeni ve merak toplayan tefrika.net çalışması, halen e-kitap'ın içinde bulunduğu ve şimdiki zamanımızla çakıştığı yeri tarif etmeye başladı, kanımca. Acaba ilk tefrikaların gazetelerde yayımlanmaya başladığı zamanlarda, şimdi kitap/e-kitap arasında birtakım tahterevallicilerin yapmayı çok sevdikleri giden kalan oyunu da oynanmaya başlamış mıydı. O devirlerde dünyadaki yazar, okur ve matbaa verilerinin kendi içlerindeki oranları, hiç kuşkusuz bugünkü oranlarla farklılık göstermiyordu. Gazetelerin yaygınlığının giderek artması, şimdiki internet ortamının daha dinamik hale gelişine benzediği kesin. Tefrikaların, okur ve yazarlarda yarattığı korku, imrenti ya da dehşet, insanın eskiyen aracı unutup yenisine gözünü diktiği trajik ana ilişkin olduğu açık.19 yüzyılın ortalarında büyümeye başlayan tefrika türünün başarısı karşısında elbette tepkiler hemen yerini aldı. Bazı eleştirmenler tefrika yayınlarını bir halk ve sanayi edebiyatı, kitle kültürünün değeri düşük bir özelliği olarak gördüler. Kimi asilzadeler meclis kürsüsünde söz alarak bu tür romanlar yüzünden hayal gücünün mantığı bozduğu tehlikesinden bile bahsettiler.

Tefrika/ahlak, e-kitap/modern ilişkisi

Tefrika.net'te bulunan ayrıntılı tefrika edebiyatı tarihinden okumaya devam edelim: "Sadece maddi çıkar taşıyan bu romanların okuyucuyu ahlak çöküntüsüne uğratacağı ve buna bağlı olarak yazarların da yeteneklerini kötü amaçlara alet edebileceğinden korkulduğunu belirtmiştir. Alfred Nettement ise tefrika romanların taşıdığı ticari kaygının bütün edebiyata yayıldığını belirtmiştir. Bu romanlar sadece içeriksel değil, biçimsel olarak da eleştirilmişlerdir. Okurun ilgisini ayakta tutmak zorunda olan tefrika yazarları ise bir bildirge yayınlayarak eleştirilere cevap vermişlerdir. Ayrıca, bu edebiyat türünün işçi sınıfına kolaylıkla okuma yazma öğreteceğini de savunmuşlardır."
Geçmişte edebiyata daha açık ve kesin görevler, hizmetler atfedildiği son derece aşikar. Bugünkü dolaylı durumunu da kötüye yormaktan ziyade insanın kuşkuları, korkuları ve sezgileri arasındaki bir meydan savaşı olarak görmekte çok yarar olacaktır.
Aşağıdaki son cümlelerden sonra da e-kitap'ın nasıl bir dar kapı ya da tünelden geçeceği, oradan da nereye gideceği daha iyi öngörülebilir sanıyorum:
"Bu roman türünün ilk çıktığı çağda kamuoyunun beğenisine göre ve hızlı yazılması yüzünden kötü eserler verdiği sıkça söylenmekteydi ama bugün bu düşünce geri tepmiştir çünkü birçok tefrikacının adı belleklerde kalmıştır. Günümüzdeyse, iki dünya savaşından sonra ve yeni medya araçlarının keşfedilmesiyle (sinema, radyo ve daha sonra televizyon) tefrika roman yavaş yavaş düşüşe geçmiş ve yok olmuştur."

Bu yazı için Küçük SANDIĞIN GİBİ DEĞİLSözlüğü
Tefrika.net:  www.tefrika.net adresindeki bir tefrika roman yarışması.
E-kitap (eBook ing.): E-okuyucu ya da tablet bilgisayar ve akıllı cep telefonlarından okunabilen elektronik kitap.
Öreke: Yünden ip yapmayı sağlayan bir düzenek.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?





Rüyada Ayşe Arman görmek

Rüya tabirlerinin en iyi tarafı sembollerin kullanılmasıdır. Semboller, rüyaları sınıflandırırlar. En iyi tarafları da rüyalarda her şeyin iyiye yorulmasıdır. Gerçek hayat ve dünya zaten acımasız ve adaletsizdir. Bizler de kurtarıcılığı sembollere yükleyip her rüyadan bir kurtuluş umudu yaratırız. Anlayacağınız rüya tabirleri kitapları tam olarak "yardımcı" kitaplardır.
Gazetesinin rüyada ve rüya gören köşelerinin yazarı olan Ayşe Arman, bu rüyadan hiç uyanmayacağa benziyor. Hatta gazetesinde çok yakında uyanık düş gören kimse kalmayacak ve bunları görmezden gelen Ayşe Arman, hiçbir şey yokmuş gibi rüyalarına devam ediyor. Yakında bir hayaller alemine dönüşecek olan gazetesinin rüyası olarak sarı kaküllerini yüzüne döküp gene konuğundan rol çalan ve kendisini ön planda gösteren açılış resimlerini vermeye devam edecek.
Ayşe Arman'ın o gazeteden en son gidecek olması onu kendi rüyası içinde nasıl birisi yapar? Rüyasında Ayşe Arman'dan başka bir şey görmeyen Ayşe Arman, pek yakında gazetesini nasıl bir halde bulacak? Piyanonun torpilli pembe tuşu olan Ayşe Arman'ın karşı-notasına basılması için 20 senelik bir yayın yönetmeninin siyah tuşundan sonra bir beyaz aralığı verilmişti ve şimdi sıra bu pembe tuşa geldi.

Onun adından başka bir şey hatırlamamamız gerekiyor

Ayşe Arman sarı kakülleriyle çok yanlış yapıyor. Bu hatalı imaj çalışması ileride başına dertler açacak. O güneş gözlüklü ve tombul yanaklı fotografına kısılıp kalmıştı ilk yıllarda, sonra anoreksik bir yüzle, dikine, yüksek topukluları, mini etekleri ve çıkma dişleriyle halk arasında da endam etti. Ayşe Arman'ın TV'ye çıkmaktan kaçınması, birkaç kötü deneme dışında çok doğruydu, ama gelgelelim gazetesinde ona ayrılmış rüya köşelerini TV gibi kullanması son derece trajik bir yanılgı, bizden söylemesi.
Yirminci yılına muhakkak hızla yaklaşıyordur kendileri, ama yine de gazeteyi televizyonlaştırma çabaları tamamen boşa çıktı. Gazetesi amiraldi, ama neticede bir gemiydi ve bilirsiniz karaaşırı yerlerde telefonlar ve televizyonlar iyi çekmez.
Şu da var: İnterneti ve kitabı iyi kullanamadı Ayşe Arman. Sonradan bunlara çok hayıflanacaktır, eminiz. Hız sırasıyla işlemek kaydıyla bütün medyaları kullanabilirsiniz, sakınca yok; yeter ki yavaşla hızlıyı desteklemeye, hızlıyla yavaşı yarıştırmaya kalkmayın.
Ayşe Arman'ın adından başka bir şey geriye kalmayacak, öyle görünüyor ve bu durum "ee ne var başardı işte kadın, isim oldu marka oldu" diyenler açısından en az Ayşe Arman için olduğu kadar vahim. Müşterisi (ürün) ya da alıcısı (hizmet) olmayan bir çalışma (gazetecilik) ise sözkonusu olan, siz bunu gerçekten anlamamışsınız Ayşe Hanım.

Abyssus abyssum invoc

Son dersimiz olan Latince deyimlere gelmiş bulunuyoruz. Yukardaki ukala dümbeleği söz yumağı özetle şu anlama gelir: "Uçurum uçurumu çağırır." Veya hiç düşünmeden yorumlarsak felaket felaketi çağırır (doğurur). Sarı kaküllerden, gazeteyi televizyonlaştırmaya kadar Ayşe Arman'ın kendisi için hazırladığı kariyerde hızlıca tırmandığını çok iyi gözlemliyoruz.
Yazımızın başlığını tekrarlayalım şimdi: "Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?"
Şu ana kadar yazdıklarımızla artık bir bağ oluşmuştur sanıyorum. Başından beri veya değil, ama Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni olarak hazırlandı. Hiçbir kriz, yönetici, hükümet ve mesleki türbülanstan etkilenmemesini başka neye bağlayabiliriz?*
Ayşe Arman çizgisi -çizgi demek zorundayım zira ona eklenmiş bir takipçi henüz görünürde yok ya da o vagonsuz bir tren hala- abyssus'lardan yani felaketlerden ve uçurumlardan, ama sadece bu dramatik seviyelerin yüzeysel duruşlarından beslendi yıllarca. Ayşe Arman hayatı boyunca sadece haber değerleriyle söyleşti, gazetecilik şadırvanının etrafında dolandı durdu, bir türlü abdeste ve imana durmadı. Hiçbir mabede girmeden bir mabed tarif etti ve şu günlerde ona hazırlanan amiral tersanesinde -deniz de bitti gemiler de- birkaç metreküp su içinde, sanal gerçeklik oyuncaklarıyla bu mabedin ilk ve son mümini olarak mutlaklığını ilan edecek.
Çünkü gazetede ondan başkası kalmadı.


*Ertuğrul Özkök'ün gazete yönetimini bırakmasından sonra onun devam eden etkisini soğuracak yeni bir pasif yönetim işi devraldı ki yeni ve esas genel yayın yönetmenine görev sert bir geçişle değil, uygun bir ortamda sunulsun, diye düşünüyoruz.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Sosyal medya, sosyal bir balon mu?

1.

İnternetin ikinci onyılını idrak ettiğimiz bu günlerde bazı şeyler dikkatinizi çekmiyor mu?

Genellikle yaygınlık, değer ve yararlarıyla ölçülen gazetecilik, habercilik, yayıncılık hizmetlerinin adı güç ile iktidar ile daha çok anılır olmadı mı? İstatistikler rakamların arkasından resmen güç taleplerinde bulunan bir üslup savaşının askerlerine dönüşmüş durumda.

Şunun trafiği, bunun takipçisi, onun üyeleri, şunların TT'si, bunların ttnet'i ve onların tivibusu... Taraftar, taraf, taraftarlıklar; ortam, kapsam ve içerikten çok daha önemli oldu.

Neyse ki daha değerli olmayı bir türlü beceremediler. Zaten kötülüğün de bu alemdeki ezberi olan kolaycılık, köşecilik ve sabırsızlıklar aynı zamanda kendi son döngülerini oluştururken, arkalarından pençeleri germiş bekleyen ardıllarını da yeni kara şölenlere hazırlamıyor değil aslında. Onlar, yaşamın karanlık tarafında hiçbir yere gitmeye ve bitmeyedursunlar, bizler de onların bir gün tükenecekleri ve gidecekleri üzerine kurduğumuz umut pastamızın ekmek kırıntılarından oluştuğu masalını artık bir kenara bırakmalıyız, sanıyorum.
İnternet, ilk onyılında web alanını oluşturmakla yetindi... Düşük erişim hızlarında gördürdüğü rüyaları ve dayattığı hayalleri şimdi inanılmaz hızlarda gösterememesinin nedeni ne acaba?

Diyelim ki şimdi bu işlerin başında aynı yöneticiler yok. Zamanında Avrupa'yı istila eden Yeni Ekonomi cambazları ve risk sermayesi papazları şimdi neredeler? Risk ve sermaye ikiye ayrıldı tamamen yani uykudan uyandı dünya; ikinci yarı başladığında ortada global krizlerin pansuman ihtiyaçlarından başka bir şey durmuyordu. Riskler gerçekleşti ve asıl kabus da görüldüğü için rüyalar, iletişim ve yeni medyaların geleceğine dair hayallerin alter egosu bile değil artık.

İlk yılı ikinciden ayıran temel farklılık finansal süreçler tabii ki. İlkinde risk sermayeleri, yani birçok firmanın internetin geleceğine dair vizyonlara bile girişmeden bu alanı finansal bir havalanma pisti olarak görüp aşırıya gitmeleri vardı. İnternetin ses, görüntü, yazı ve linklerle görünen kısmı olan Web, bu dönemin lucid dream'i oldu bir bakıma. Gözü açık rüya gören sermaye sahipleri, rüyada olduklarından ve yenilik dinine daha çok inandıklarından "gözleri kapalı" açıldılar bu balonun sepetinde, yüksek irtifalara. Kimsenin bilmediği şey dünya tarihinde ilk kez bir keşif, gelişme ve ilerleme adına denemesiz ve test sürüşsüz havalandırılıyordu.

İlk balon patladığında, etkisi ülkemizde de çok fazla hissedilen şu fenomen oluştu: İnternete giderek daha çok erişim sağlama olan strateji şu cevabı hazırlamayı unutmuştu: İnternete ne adına erişecekler veya orada ne bulacaklar? Her Şey Pahasına Erişim sırasında GSM yani mobil telefon ortamının ağı da dünyayı kaplamaya başlamıştı, ama henüz yeteri kadar ucuz değillerdi. İnternetse yeteri kadar yayılmış ve seçkin olmaktan kurtarılmıştı, fakat ortada uygun ürün, içerik ya da ortam yoktu. Dolayısıyla büyük finansal araçlar ve buluşlarla beraber ilk balon patladı ya da internet ilk kez battı, öldü.

(devam edecek)

17 Aralık 2011 Cumartesi

İnternetten Tanıştığın En İyi Kişi

Kapına geldiler. Ellerinde taşınabilir bilgi araçları mevcuttu.
Bilginin ücretsiz ve bol olduğu bir gündü. Ve nedense sana da öyle geliyordu. Demek ki doğruymuş dedin, içinden. Bilgi, tartışılmaz derecede bol ve ücretsiz. Dünya artık ne güzel bir yer.

Anket ya da her neyse internette tanıştığın en iyi kişi üzerineydi. Hiç böyle bir tanışma yaşamış mıydın? İnternet hemcinslerinle ya da karşı cinslerinle tanışman için en iyi ve en ideal yer miydi? Neden hayatımızdaki yeri bu kadar büyümüştü internetin ve bunun değerli olup olmadığını da düşünmüş müydük hiç? Giderek tanıdıklarımız arasında "gerçek hayat"tan olanlar, yani gerçek hayatımızdan tanıdıklarımız azalıyor muydu? Bu azalma seni endişeye sürüklüyor muydu?  Bu endişeye karşı ne yapıyordun? Sırf bu yüzden hayatından çıkardığın "internetten tanıdığın kişi" olmuş muydu? Ya bir gün sahiden bütün tanıdıklarımız internetten olursa diye sordular en son.
Taşınabilir bilgi araçları kapandı. Kapı da onları izledi. İçeride yeniden yalnız başına kaldın. Birdenbire. Öylece. Sanki hiçbir tanıdığın kalmamıştı hayatta, o an öylesi bir duyguya kapıldın ve evin kapısının kapanmasıyla gerçek hayat sel suları gibi evini basmıştı. Her şey çok gerçekti.

Üzerine kapıyı sıkı sıkı kapattılar. Ellerinde özgürlüğü kısıtlama araçları vardı.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Şeytan Mesaj Giyer


Şeytan Mesaj Giyer

HALİL GÖKHAN


"Küresel köy, siyasi projesini bekleyen teknik bir gerçekliktir. Teknoloji, coğrafi mesafeleri kısalttıkça kültürel mesafeler önem kazanmaya ve insanların birbirlerini hoşgördüğü hümanist bir projeye ihtiyaç duyulmaya başlanır. Aksi halde yüzyıllardır özgürlüğün ve ilerlemenin etkenleri olan bilgi ve iletişim 21. yüzyılda savaş nedenleri haline gelebilir.”

Dominique Wolton

Şeytan yarım asırdır televizyonlarda ve daha fazla bir zamandır magazin dergilerinde oturuyor. İletişimin, komplodan yanlış alarma kadar uzanan geniş yelpazesi artık Anka kuşunun tüylerinden yapılmış değil. Batan güneş yeniden doğmayabilir söz dünyasında. Peki ne oluyor? İnsan neden bu kadar şeytana özeniyor?
Evrenin sessizliği, çözülemezliği tanrıya ait bir durumken, renkli hayatlar, şatafat, sarhoşluklar ve hazlar şeytana gönderiliyor sürekli. Öyleyse şeytanın mabedi Yeni Dünya olmalı. Eski Dünya’da savaşlar, açlık ve vebayla gezintiye çıkan şeytan, uzay fethinden önceki son buluş olan sömürgeciliği yaratmıştı. Sonra küçük meşguliyetler: Modernizm ve şimdi iletişim.
En az iki katılımcı kalıncaya kadar iletişim dünyamızı o ebedi savaşa doğru götürecek. İki kişiyle başlamıştı zaten her şey. Ses, görüntü ve yazının orjisine kadar gelip dayandı. Bilginin sınırsız 1/0 deposunun belirsiz tayfları arasında belirsiz ve ufuksuz bir “arama” uğraşı içinde dünyadan artık daha hızlı dönen bir insan başı. Rüyalardan daha hızlı ve fantazmagorik uyanık bilinçler. Bilgi hipnozu her şeyi kavuruyor. Korku, kendi tünelinde yapayalnız, emekliye ayrılmış. Anlık panikler her yerde.
Çok “iletişimsel” bu manzara insanın son cenaze alayı gibi kalabalığı mezarlığın binlerce kapısından birine doğru götürüyor. Bu kapı diğerleriyle ve kadın rahimleriyle aynı “ağ” altında. Ağ, seks yalanları ve montaj skandallarıyla yapış yapış küresel bir örümceğin primat hali. En ilkel arkeolojilerimiz ve dar açılı fütürizmlerimizle bekliyoruz, ta ki bir café camekânında adımızı görünceye dek: Giriş.
Başladığımız noktaya bizi geri getiren, fakat bunu yaşamımız boyunca bilemeyeceğimiz bir döngü mü hayat? Ve bunca kötülük eylemi bu bilinemezlik yüzünden alınan hesapsız intikamlar mı? Tanrı ile şeytanın insan üzerinden konuşması iyiliğin ve kötülüğün diyaloğu üzerine kurulmuş gibi. Emin olamadığımızsa insanın fail olarak yer almadığı bu konuşma ne zaman biteceği.
Bu konuşmadan mesajlar kopup ayrılıyor. Artık sadece alıcının önemli olduğu bir haberleşme alanında üretilmiş. Olabildiğince kısıtlanmış ve indirgenmiş, çünkü artık herkes her şeyin farkında: Özgürlük ve eşitlik için yaratıldığı söylenegelen sosyal, siyasi aygıtların iyilik-kötülük diyaloğunun şövalyesi -ya da ses düzeni- olduğunun... Kutsal ya da lanetli, Söz’ün tükendiğinin ve sonsuz tekrar döngüsüne girdiğinin… Bu döngüde başı dönmeyecek olan insanın ifade burgacının kendisidir. İnsan keşifsiz bir çağa girdiğini anladığında meraka dayalı kimyasını da yitirecektir.
Ne var ki mesajlar bunlar bilinmiyormuş gibi gidip geliyor. Bilmek ve bir şeyler arasındaki halat parçası çoktan kopmuş. Gemi cep telefonlarının sireniyle limandan uzaklaşmış.
Mesajlar başıboş. En tehlikelisi de hiçbir şey taşımıyor, kendilerinden ve sermayenin küreselleşmesinden başka.

25 Kasım 2011 Cuma

Yüksek Kültür ve Sanat Daireleri, Kapıcıları ve Ofis Eşyaları


Yüksek Kültür ve Sanat Daireleri, Kapıcıları ve Ofis Eşyaları




HALİL GÖKHAN


1.

Geçenlerde, hanidir almak istediğim, ama nedense duraksadığım bir aylık derginin yeni sayısını aldım. Derginin adı “Ba…”. İlgimi daha çok, sonradan bir müzik markette gördüğüm yabancı bir CD’nin kapağından yapılmış dergi kapağı çekmiş olmalı ki, CD kapağını gördüğümde gülümsemiş ve bir dergi için zaten çok fazla bir çalışma olduğunu düşündüğümü hatırlamıştım. Sözünü ettiğim CD olağanüstü bir çalışma değildi. Belli ki dergi, kapağı çok beğenmiş ve tekrarlamakta bir sakınca görmemişti. Aslında dergide bu kapak çalışması fena da durmuyordu.
Gelgelelim dergi naylon poşetinde 3-4 gün boyunca gezdi durdu çantamda. Tatilime ara verip İstanbul’a gelmiş ve hızlı bir iş hayatı diliminin içinde bocalayıp duruyordum.
En sonunda beklenen an, yani naylonun yırtılma anı geldi çattı. Dergiyi çıkardım, önce her zaman yaptığım gibi okumadan sayfalarını çevirdim. Yazı ve konu oranlarını anlayarak derginin türünü çıkarmaya çalıştım. İlkin kafamda bir müzik dergisi olduğu fikri uyandı. Bu fikre güvenmeksizin başlığını beğendiğim bir-iki yazıyı okumaya çabaladım. Künyeyi en başta okumuş olduğum için, oradaki isimlerin genellikle yabancı olması beni belirsiz bir heyecana zaten sürüklemişti. Bu bakımdan yazılara başlarken bende peşin bir beğenme arzusu zaten hâkimdi. Sayfa boş olsa bile, yani yazı olmasa bile okuduğumu beğenmeye hazırdım. Tamam belki sürprizler peşinde değildim, ama ne olursa olsun içinde yaşadığım dünya ve hayat için kafasına vurulan, bastırılmaya ve susturulmaya çalışılan kalemlerin yeryüzüne çıktığı ışık sızan bir delik arıyordum ve bulduğumu sanıyordum.
Derginin sonuna kadar bütün yazıları okumayı denedim.
Hiçbir yazı başlamıyordu. Sanki yazılmamışlardı. Bir dilleri vardı, Türkçe’ydi, artık çok rastladığımız üzere Osmanlı, Fars ve Arapça sözcük seçenekleri fazlaydı, kulağa hoş geldiği düşünülen bu seçenek arenası içinde başka yazarlarda olduğu gibi yazı en azından fonetik olarak akmalıydı, ama olmadı.
Yazı yoktu. Sadece matbaa hareketleri içinde ciltlenmiş 6-7 forma, dörtgen biçime yakın bir dergi parmaklarımın arasında kalakalmıştı.
Ait olmadığım bir yere girmiş olma hissi… Bu da tam açıklamıyordu yaşadığımı. Yazılı ve basılı bir nesne parmaklarımın arasından kayıp giderken, gelecekle ilgili bir soru işareti de kafamda yok oluyordu.
Hayal kırıklığı kavramı da açıklamıyordu yaşadığımı. Çünkü bir şey beklemiyordum. Bir serinlik, evet, belki…
Pencere kapanmış ve ortalığı çok rutubetli bir hava basmıştı. Nefes alamıyordum. O hep belirsiz olan gelecek artık yoktu sanki. Onu hissetmiyordum. Bu da artık beni sokağa bile çıkarmayacak yeni bir durumdu.
O güne kadar ben hep konuşmuş ve başkalarının beni dinlediğini sanmış olmalıydım. Onca şey yazmıştım ve başkalarının beni okuduğunu sanmıştım. Hatta yazar olduğumu hissetmemi sağlayacak kadar yaptığım sanat da içinde olmak üzere hep, miras olarak aldığıma inandığım, kesinlikle günlük konuşmadan arındırdığım, dilbilgisi ve sözdizimiyle biçim verdiğim, retorik ve prozodiyle beslediğim bir yazıya inanmıştım. Genel ve yaygın gazetecilik dilinin hâkim olarak kullanıldığı magazin dergilerinin sınırından da öteye pek gitmediğim için yaşadığım bu okuyamama deneyimini o an kavramam son derece zordu. Üstelik düşünme yetim de felç olmuş gibiydi. Belki de o güne kadar doğrusal okuma içinden muhalif ses ve düşünceleri algılamaya alışkın olduğumdan, okuyamadığım bir yazıyı anlayabilmem neredeyse imkânsızdı.
Tuzağa düşürülmüş gibi hissediyordum kendimi. Tuzağı kuranlar kesinlikle okuyamadığım yazıları yazanlar değillerdi, fakat onlara karşı bir acıma da belirmedi bende. Ya birileri onların yazabildikleri konusunda yalan söylemiş ya da başkaları onları okudukları konusunda dürüst davranmamıştı.

Şimdi, okuyamadığım metinlerden örnekler vermek, onları yargılamak içimden elbette gelmiyor, zira o şaşkınlık ve aptallık halini kaybetmek istemiyorum. Bu hal belki bundan sonra hiç geçmeyecek. Tıpkı üzerinde bir an bile olsa yedi rengi gösteren bir cam parçası gibi sarılıyorum bu hale ben. Durgunlukların, krizlerin, anomalilerin çağında bunu daha çok istiyorum. Hayal kırıklığı çağı bitti. Zevk çağı zaten bitmişti.
Bu okumama etkinliğimi teşhis edememenin verdiği rahatsızlıkla kıvranırken yaşadığımı daha çok hissetmemi sağlayan kültür bakterilerine selam olsun. Daha çok hastalık yaratmak zorunda bıraktı, büyüttüğünüz sağlık canavarı. Adını koyup gittiniz. Ve şimdi siz adını koymadan bile ben etkinliği zar zor anlatabildim iki sayfada. Sonrasında adını koymanın artık anlamı var mı? Anlayan anladı. Bu deneyimi yaşayanlar belki de artık hayal kırıklığına bile uğramadıklarının farkında değiller. Onlara sözüm yok.
Bütün bunlar günün birinde okumayı okumamaya çevirecek deneyimi, deyim yerindeyse çok önceden yaşamama neden oldu. Bu deneyimin erken doğumu, yazı etkinliğinin zamanımızda prematüre yazarlar ve ölüm sonrası okurlardan söz edebileceğimiz bir kültür potasının bahsinden söz açmamızı gerektiriyor gibi. Saray, sadece soytarıya ve gülme eylemine indirgenmiş sanki. Varlık koşulları ve nedenleri görmezden gelinmiş bir kültür düzeyinin günümüz “yazar”ları tarafından yağmalanması en basit deyimle masum bir fırlamalık mı? Yazı etkinliğini her türlü sosyal ve ahlaki “boyunduruk”tan soyutlayan yeni soytarı düzeni, kültür sarayının bandosunu da kurmaya başlamıştır kuşkusuz. Bu bandonun ağalarını babalarını yaygın basınımızın köşelerinde zaten çoktandır görmeye alıştık bile. “Harbi” jargonlardan taşan fazlalık kelimeler, neo-ironik üslupların, 9-8 ritmini aratmayan yazı denemelerinin usturasında tarihlerinde görmedikleri kıyımlara uğruyor hanidir. Bunların yanına en hızlı pop trenine yangından kaçar gibi eklenmiş, sürprizli de olsa kabul edilmiş “yeni google yazarları” da bindiriliyor.
Bilginin yaygınlaşmasını, ucuzlaması olarak algılayan tekboynuzlu atların manejinde kum ve talaşların arasında muhtemelen taze boklar da dumanlarıyla boy gösteriyor.

2.

Konuşur gibi yazmayı tarihimizde çok kalem denedi, ama yazdığı gibi konuşmayı becerebilenlerin olup olmadığı bir yana böyle bir denemeyi düşünmek bile akılları epeyi zorlar, bundan eminim. Artık saklamak istemiyorum, böyle birisini çok yakından tanıyorum. Bu işin nasıl başladığını sanırım o da bilmiyor, fakat bugün gördüğümüz onun yazdığı gibi konuştuğu üzerine bir tespitten daha da ötesi: Apaçık bir gerçek. Onun yazarken konuştuğunu sanıyorum, konuşurken de yazdığını. Onun bu imkânsız “diyalektiği”, okuma konusunda büyük şüpheler edinmeme yol açıyor ne zamandır. Kendime engel olamıyorum.
Onun okuma referanslarının görkemi hepimizi yıllardır büyüledi.
Onun konu yelpazesi, ansiklopedi kavramının tarihsel sınırlarını sürekli olarak zorladı.
Onun kendisini bir ansiklopedi içinde öldürmek istemesine hiçbirimiz karşı çıkamadık.
Ve en sonunda yazdığı gibi konuştuğu zamanlardan birinde gitmesini bekliyoruz.
O yazdığı gibi konuşmaya başladığında okuma, yani yazı saydamlaşıyor. Söz bulanıklaşınca onu okumaya başlıyoruz ve konuşma da saydamlaşıyor. Sözün ve yazının klasik sınırlarını kendine göre değiştirme çabası, bu sınırın ufuk çizgisi olduğunu göremeyecek kadar egometrop oluşu -bu terimi eminiz duymamıştır, ona armağan ediyoruz, bunu kullanmak çok hoşuna gider- bandoda onun da şef olarak yer almasını sağladı ve birçok soytarı yetiştirdi. En ahlaki eylemin kendine gülme olarak yer etmesini sağladı.
Ve onun tek gidiş bileti bir yazı şablonu olacak biliyoruz. Üzerinde sadece onun beylik edat, tümleç ve zamirlerinin yer aldığı; konu değiştikçe özne, yüklem ve nesnelerin sokulup çıkarılacağı bir otomatik yazı makinesi. Özdevinimsel yazı değil.
Bu biletin kesilmesinden sonra artık herkes yazardır.

3.

Ortada hiç marş yok ve bando çalmaya devam ediyor. Ama şef olup bitenlerin farkında, her şey kontrol altında ona göre.
İnternet’teki forumlar, yorumlar, bloglar, kişisel siteler… Okurların yazarlardan intikamı mı?
Belli ayrım ve sınırlar yüzünden okur tarafında kalmaya mecbur olanlar için bu intikam çok insani görünüyor, çünkü yazmak İnternet’e kadar otokratik ve bulanık bir eylem olarak okurların başında sallandı durdu, fethedilemeyen gizemler kalesine dönüştü. Gizem yazarı oluşturdu, yazıyı sakladı, retorik ve onun büyü imkânları da kaleyi yüzyıllarca korudu.
İnternet’i matbaanın icadından, hatta volumenden kodekse geçişten daha az önemli bir devinim -devrim değil- yapan şey, onun araçsal değil ağsal oluşudur. Bilginin roketle uzaya çıkışı gibi bir şey. Üçüncü boyutunu, yani gezi imkânını yakalayan bilgi de İnternet’te kendisini değil, kendisine erişilmeyi ucuzlaştırdı, çünkü onun nasıl ve nerede kullanılacağını bilmek hala en pahalı edimlerden birisi. Daha çok bilgiye erişim, gerçeğe en yakın yorum ve analiz demek, oysa son on yıldır kimse bunu yapmıyor. Çünkü herkes “pazar”da.
Okuldan, evden, camiden, devlet dairesinden, meclisten çıkan herkes bu pazarda buluştu.

4.

Marş bitti, bando paydos. Bu ne zaman olacak?
Herkes kendi başına çaldığı zaman. Düzen yoyosu bizi hep bandoyu toplamaya, ortak bildiğimiz düzenin içindeki eleman olarak ortak bir marşı çalmamızı çağırıyor.
Herkes, kendi bildiği gibi kendi başına düzensiz bir şekilde yazabilir mi?
Yazı her şeyden önce kutsal kitap demektir, kanun, senet, çek, loto kuponu, tahvil, bono, hesap cüzdanı, hesaplar, hesaplar, hesaplar…
Televizyon sesi ve görüntüyü yıllarca destekledi; tanıttı, övdü, kullandı ve şimdi İnternet kazanına attı. Müzik endüstrisi kendi ölümünü görüyor. Sinemanınki kapıda. İnternet erişim hızına bağlı her şey.
Yazı için henüz böyle bir tehlike yok.
Yazı her şeyden önce kutsal kitap demek, kanun, senet, çek, loto kuponu, tahvil, bono, hesap cüzdanı, hesaplar, hesaplar…

5.

Kaybolmaya yüz tutanlar: Kavramların ses, sanat ve fikir değerleri.

6.

Sonra: Yüksek sanat ve kültür daireleri, kapıcıları ve ofis eşyaları…



14 Mart 2011 Pazartesi

Kültürel İllegalite


Kültürel İllegalite

Kültür için sokaklara dökülmeyiz. Ölmeyiz de. Ama birçok değerimizi korumak ve yüceltmek için sarf ettiğimiz klişe yalanları kültürel formlar içinde söyleriz.
Şu meşhur 50 kelime olgusu da bir kıstastan çok mesafedir. Daha çok kelimeyle anlaştığını iddia eden kesim, oturumu 50 kelimeden açar. Bazı mekânsal rastlantıları da ortadan kaldırmak için.
Kültür biz, birleştirmekten çok ayırmak için çalışır. Bu onun öğretim ve öğrenim yöntemidir. Tek değildir, elbette ama biz tepki göstermedikçe makine böyle çalışır.
Siz bir şeyin özelliklerini belirtirken onu en bireysel parçacıklarına ayırır, parçalarını söker, etiketler ve toplamadan bırakırsınız.
Parçalarına ayrılmış halde en “kültürel” haliyle evinde yatan ve uyanmak-kendine gelmek-yaşamak-hayatta kalmak için birleşmeyi, benzeşmeyi arayan kişiye gereken hizmet, eğer ki kültürel mekanizma çalışmıyorsa –tersine- gecikmeden gelir. Hizmet bekleniyorsa, seçmediğiniz, seçmeyeceğiniz şeyler önce gelir genellikle. Kültürün 4 temel koridorunu –devlet, okul, aile, din- kullanarak… Bu saydıklarımızı hepsi de ilk günkü gibidir: Yontulmamış, soyulmamış ve rafine edilmemiş. Sos ya da garnitür kabul etmezler. Tepkisizliğin doğurduğu boşluklara karşı endikedirler. Hemen boşlukları doldururlar.
Kim olduğunu bilmiyor musun? Devlet bunu sana anlatır.
Ne yapacağını bilmiyor musun? Din sana söyler.
Neyin ne olduğunu bilmiyor musun? Okul ezberletir.
Nerde olduğunu bilmiyor musun? Aile belletir.
Hepsinin de değişmez kitapları, kalıpları, ezberleri ve yöntemleri vardır. Yazılı, yarı yazılı, sözlü ve sözlü-yazılı yasalarla karşına çıkarlar.
Ölümcül değildirler, ama adamı yaşatmazlar da.
Panzehirleri anarşizm, ateizm, özgürlük ve sanattır.
Dolayısıyla düşmanları da…

2 Ocak 2009 Cuma

Bir gün herkes blogger olacak!


Dikkat! İletişim kurduğunuz kişi sayısına göre sınıflandırılıyorsunuz. 2-100 arası kişiyle iletişim halindeyseniz mobilephoner, 101-500 arası ise websiter, kişi sayısı 2’den azsa blogger’sınız.

1.
Hemen itiraz etmeyin. İletişim diyoruz. Konuşma ya da anlatma, söyleme değil. Yani gönderdiğiniz mesaja cevap aldığınızda ve bu cevap hayatınızdaki bir etkinlikte değişim yarattığında iletişim büyüsü gerçekleşiyor. Değilse tek başına söyleyen ve dinleyen, çevresinde söyledikleri bir kulağından girip ötekinden çıkacak kişi bile bulunmayan yalnızlar ordusunun öteden beri Web’de yerleri var: Bloglar.

Blogger’ın tarifi çok kolay. Ama onları anlamak zor. Kendini anlamayı tanımayı bir psikologla konuşur gibi içtenlik içinde gerçekleştiren kişiler blogger’lar. Teknoloji ya da sanat veya medya, günlük, oyun; ilgi alanları ne olursa olsun her an yazmayı, yayınlamayı elden bırakacaklarmış gibi görünen birörnek sayfalarında dipten dibe gelişen yeni yalnızlık devriminin sessiz isyancıları.
Bir gün dünya blogger’ların olacak. Bir gün herkes blogger olacak!


2.
Blogger yeni bir Red Kit mi? “Ben yolların yalnız kovboyuyum,” deyip atını ufka doğru sürerken geride yalnızlığın derin izlerinden başka bir şey bırakmayan?
Unutulmamalı ki o yalnızlık özgürlüğe çıkan tek yol. Dolayısıyla da bağımsızlığa. Her iki kavramın ve etkinliğin karıştırılması, hatta bilerek kavramların birbirlerinin yerine kullanılması blogger’ları olduğu kadar bütün hayat kullanıcılarını yalnızlığa iten ve yalnızlığı çıkmaz hale getiren en önemli etken.
Red Kit özgürdü, ama bağımsız mıydı? Atı, köpeği, Daltonlar ve görev talepleri bitmek bilmeyen şerifleriyle yolunu kendi seçme lüksü var mıydı?
O bir çizgiroman kahramanı diyenler için son sözüm şu: Bu giderek küçülen kürede yaşayan bizler de evrenin kötü bir şiiri ya da kafiye hatası olamaz mıyız?


3.
Web’de dolaşırken bir Fransız sitesinde aşağıdaki şiiri buldum: Chant de blogger. Belki de yazan kişi -anonim olduğu belirtilmişti- meşhur gotik Fransız şair Lautréamont’un “Chants de Maldoror”undan esinlenmişti. Fransızlar, İngilizcedeki –er soneklerini kasten “örggğğ” olarak okurlar, “ırr” olarak telaffuz eden İngilizlerin aksine. (Bkz. Pembe Panter filmi, Steve Martin, 2006)
Maldoror’un kitabı Maldoror’un Şarkıları olarak Türkçeye çevrilmişti. Bense Blogger’ın Türküsü demeyi uygun gördüm.

BLOGGER’IN TÜRKÜSÜ
O şimdi blogger.
Ellerini buz kesiyor
Eldivenleri gibi geçirdiği klavyede
Adının eksik halka harflerini arıyor
Buraya nereden geldi bilmiyor
O hiç hiç hiç ama hiçbirşey bilmiyor
O şimdi blogger
Az önce sanki bir at geçti uyuklayınca
O bir elma sepeti bekliyordu
Ctrl+alt+shift yapınca
Buraya nereden geldi hiç bilmiyor
O hiç hiç hiç ama hiçbir şey bilmiyor
O şimdi blogger
Girişleri ters bağlanmış itilmişliğin
Ona kalan hayatın artık bir nedeni yok
Çemberin dışında doğmuş girsin girmesin
Buraya nereden geldi hiç bilmiyor
O hiç hiç hiç ama hiçbir şey bilmiyor
Anonim


4.
Yalnızlar rıhtımının hiçbir sahile, iskeleye gitmeme gibi bir özelliği vardır.
Buna rağmen büyük blog üreticilerinin, yani blogger’lara ücretsiz servis sağlayan dev web şirketlerinin -son olarak en büyüğü olan blogger.com’u google.com satın almıştı- gerçek blogger’lara liman mı mezbaha mı oldukları sorusu düşündürücü cevapları da yanında getiriyor.
Blogger kullanıcıları bu şirketlerin servisinden sonra mı doğdu yoksa blogger’lar mı bu şirketleri doğurdu sorusu da en basit tanımıyla yumurta-tavuk felsefesi çıkmazına sürüklüyor bizi.
Tabii ki Google, Youtube.com’u da aldıktan ve facebook hisselerini ilk alma fırsatını Microsoft’a kaptırdıktan sonra gözünü blogger’lara yeniden dikti, zira bloglar video paylaşım sitelerinin gerçek kaynak sağlayıcısı. Video paylaşım siteleri genellikle haber sitelerinden ulaşılan linklerle kaynaklarını sağlıyorlar, aramalar ve e-mail trafikleri dışında. Tabii bir de facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin duvar yazıları.


5.
Blog servis sağlayıcısı firmaların sermayeyi kedilere yüklemeleri kadar abesle iştigal bir durum olamaz. Örnek mi: Blogger.com’un örneğin yahoo.com gibi bir dağıtıcı, eski portal yapısını anımsatan yeni önyüzleri gibi bir önyüze sahip olmaması. Sanırım bu konudaki organizasyon maliyetleri şimdilik “ucuzcu” gibi duran, ama alttan alta yapılanmayı, satın alarak büyümeyi seven Google gibi firmalarda çekinmeler yaratıyor. Risk yüksek, sonuç olarak ilk başta “.edu” uzantılı e-posta adresleriyle kurulan, bir anda dünyada patlayan ve pek yakında da “patlayarak” üreticisinin elinde kalacak gibi duran facebook.com bile bu süssüz önyüz virüsüne bulaştı. Bu durum temel olarak web’in içeriksiz geleceğini ve yakın geçmişini de ifade ediyor. Bomboş bir önyüzle birlikte açılsa da içeriksiz web’e alternatif olarak ortaya kendiliğinden çıkan bloggizm akımı da içerik geleceğinin en önemli şanslarından.
Bloggizm köşe yazarlarından gazetecilere, kültür yayıncılarından eleştirmenlere kadar birçok konvansiyonel medya aktörlerini tehdit ediyor. Web üzerine olduğu sürece bu tehdit tamamlayıcı, geliştirici bir faktör olmanın ötesine gitmemeli, gitmeyecek de. Çünkü web alanı, isimsizlerin yeni kıtası ve artık kesinkes pazarlama dünyasının yönettiği klasik haberleşme ve iletişim dünyasına karşı yeni, gerçek, özgür, bağımsız (her ikisi ya da sadece biri) ve etkin kıpırdanmalar içinde.


6.
Dünya iktidar ve sanayi devriminin mirası olan ekonomi paradigmalarından sonra 21. yüzyılın başına iletişim paradigmasının egemenliğine tamamen girmiş durumda. Bilgi yönetişimi bütün ekonomik süreçleri etkisi altına alıyor, çünkü dünyayı yeterinden fazla “tanıyoruz”. Bilgi dünyanın 23˚ 27’ açıyla eğik dönüş hızından daha hızlı dönüyor artık. Bu dönüş sırasında kişilerin evrimi evriliyor, çevriliyor; tüketici kullanıcıya, okur izleyiciye dönüyor, ziyaretçi katılımcıya…
Bilgiden yoruma giderken uğradığımız kontrol noktası hâlâ insani karakterini koruyor: Vicdan. Bilgi-yorum yolunu “bilişim otoyoluna” çevirdiğini düşünen; dünyaya, insana ve bilgiye hiçbir şey vermeden alacaklı gibi bakan teknologger’ların pazarlamacı algılarını içerik fırtınalarıyla sarsmanın zamanı geldi bile.
O algıdan bakarsanız şu kategorize edici haberi her zaman anladığınızı sanabilirsiniz:
“Dikkat! İletişim kurduğunuz kişi sayısına göre sınıflandırılıyorsunuz. 2-100 arası kişiyle iletişim halindeyseniz mobilephoner, 101-500 arası ise websiter, kişi sayısı 2’den azsa blogger’sınız.”