gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2021 Pazar

Kitap Nedir? (Her Eğitimli Kadının Bu Cumhuriyete Borcu Vardır !)


Burayı sevdim birdenbire. Önünden geçerken aniden girivermiştim. Yağmur çiseliyordu. Ankara'daki bir arkadaşıma göre orada öğleye kadar kar yağmıştı ve bugünün de sürprizlerle dolu bir gün olduğunu bana söyledi.

Cesurca "Kahve" demişler kafenin adına. Çırağan Kahvesi. Girişteki fiyat listesi karatahtasına Dünya Kadınlar Günü sebebiyle yazıldığını tahmin ettiğim yazı henüz silinmemişti. Bir Türkan Saylan sözü: "(buraya çıkarken o yazıya yeniden bakılıp aynısı yazılacak)" *

Öğrencileri daha çok kafelerde seviyorum. Okullarda ve sokaklarda üzülüyorum onları görünce. Korunmasız ve çaresiz geliyorlar bana. Özellikle de bu Z Kuşağı.

Son zamanlarda çok kişinin kafasını şişirdim bu Y Kuşağı kitabıyla. Y Kuşağı kitabını (2012, Kafekültür Yayıncılık) yeniden basımına hazırlarken aslında bilgi ve yorum bakımından çok eskidiğini düşünürken yaklaşık bir haftamı, gecemi gündüzümü verdim. Kitaptan öğrendiklerimi ve şimdi anladıklarımı heyecanla herkesle sohbetler sırasında paylaşırken neden bu kitaptan hala piyasada başka olmadığını anladım. Akademi henüz sahiplenmemişti bu X, Y, Z kuşakları ayrımlarını. Ve dolayısıyla kitap medyası da alternatif seçeneklerine kavuşamamıştı. Ne diyordu skolastik felsefe düşünürü ve ilahiyatçı Thomas Aquinas  13. yüzyılda: Timeo Hominem Unius Libri, "Tek kitaplı insandan sakınırım". Evet Y Kuşağı'nın da tek kitaplısı zararlı bence. Tamam Thomas Aquinas bunu ilahi metinler için söylemiş olabilir, ama unutmamalı ki tartışılmamış her tek metin de biraz bu kapsama girer. Bir konuyu öğrenmek için en az 1, paylaşmak için en az 3 ve savunmak için de mutlaka 100 kitap okumak gerekir. Yoksa da yazmalıdır.

Çok kişi bana sorar: Kitap nedir? Kitabın ne olduğuna dair tek bir cevabım var: Kitap, onsuz ve, o daha yazılıp okunmadan hiçbir tartışmanın başlatılmaması gereken bir Söz'dür. Bir kitap bir adet bile basılabilir -ama kütüphanelerde yüzlerce kişi okuyabilir sırayla- ama bir kitap asla bir kişi için yazılamaz. Hele hele asla yazarı için değil.

Çırağan Kahvesi'ne ilk girdiğimde beni masa seçimine iten tek neden de son derece sevimli bir ev haliyle döşenmiş iki kitap rafı oldu. Ve hem o kitapları hem de Çırağan Caddesi'nin işlekliğini görebilecek en iyi masaya oturdum. İçerisi boş sayılırdı, öte yandan camlı bir eşikle ayrılan bahçe tıklım tıklım doldurulmuştu öğrenciler tarafından. Onlar ait özgürlük alanlarında (dumanlı hava sahası) çalışıyor sohbet ediyor ve sigara içiyorlardı. Birden oları çok sevdiğimi anladım. Homojen olarak bir aradalarken gençler çok tatlıdır, iyi ve sevimlidirler. Yetişkinlerin mahvettiği bir dünyada yaşamıyorlarmış gibi umut ve ışık saçarlar. İyi ki genç oldum, genç bir oğlum oldu ve gençleri çok seviyorum.

Onların en önemli güçleri mizahtır, şakadır. Her şeyi eleştirme hakları sadece gençlerin vardır; günün birinde de onları değiştirmek zorunda değildirler. Hiçbir şeyi eleştirmeden kabullenmiş şekilde yaşayanlara çok iyi bilinir ki yaşlı denir. Eleştiriyi hele hele özeleştiriyi kaybetmeden yaşayan da hiç yaşlanmaz. Gençlik tehlike altındadır hep. Kimse onları koruyamaz, kollayamaz; gençler bunu istemez asıl. İnsan türünün en zeki halidir gençlik, çünkü önyargı, kötü niyet yok saflık vardır. Varsın yetişkinler bunlara başka bir ad verip dursunlar. Kimse tüm değerlerini kaybetmiş, hiçbir şeyi savunmayan, her şeyi kabullenmiş ve işe yaramayan insanları asla yargılamamalıdır, çünkü yaşları kaç olursa olsun ihtiyardır onlar. Bunların tersini yapan ve olan kişilerse daima gençtir.

***

In solis sis tibi turba locis. (Tibullus)
Yalnızlıkta, kendinin evreni ol.

(Kafeblog 4)


Her Eğitimli Kadının Bu Cumhuriyete Borcu Vardır ! 

21 Şubat 2021 Pazar

Kafeblog 3: Depresyondakilere nasıl davranmamalıyız?


Bun satıyorum, alıyor musun?

Hiç de komik değil. Bu espriyi depresyondaki bir kişiye asla yapamazsın, çünkü o sırada dışarı çıkmaz, dünyayla insanlarla tüm ilişkisini kesmiştir. Ya da kulaklığını takmış melankolik şarkısını 88. kez dinliyordur. Ani değişimlere, günlük rutinlere o an tamamen kapalıdır. duymaz, görmez, bakmaz bile. Eğer sokaktaysa mutlaka bir zorunluluğu vardır ya da hızla kendi dünyasına doğru kaçarken görüyorsundur onu.

Bir gün bir kafede oturmuş çalışıyorum yine. Kulaklığımı sıkı sıkı örtmüşüm: Gün ışığı, her türlü ses asla giremiyor, işime odaklanmışım, ama aslında konu o sırada iş de değil beynimde; maddi manevi hiçbir kazançla çalışmadığıma kimseyi ikna etmek zorunda olmamamın verdiği rahatlıkla, yine evet yine sevdiğim işi sessizlik donanımlı yüksek volümlü kulaklarımın korumasında yaparken aslında içinden hiç çıkmak istemediğim bir duygu halini uzattıkça uzatırken yanımdaki masaya bir kadın oturdu. Makyajsızdı. Yaşı 20-60 arası mıydı kaç gösteriyordu anlaşılmıyordu bile. Yanlışlıkla uzaydan oraya düşmüş gibiydi. Kahvesini söyledi ya da ben hayal ettim, çünkü artık her yer self servis olmuş. Kadın ne içiyordu bakmıyordum bile; o an içinden çıktığım duygu halini yeniden yakalamak için kulaklıklarımı çıkarıp başlangıç konumuna almam gerekti zihnimi, zira o duygu hallerine hemen ulaşamazdım; bazı basamakları çıkmam gerekiyordu. Bunu not ediyorum, yazarım bir ara bu ritüeli, çünkü önemli.

Kadın bana baktı. Hayır. Ben bakmasını istedim. Kulaklıksız olduğumda yüz ifademin değiştiğini, gözlerimin ışıltısının söndüğünü iyi biliyorum. Kadına müzik dinlerken bakamazdım, çünkü özellikle kadınlar bakma ile görme arasındaki farkın zirveye tırmandığı o kulaklıklı parlak bakışları hemen anlar ve hiç önemsemezler. O an müzikteki boşluğa bakmam artık olanaksızdı, ama kadın o müzik parlaklığıyla dolu bakışlarla karşılaşmış gibi kafasını yana çevirdi, yani aslında bana baktı.

Sonra kalktı ve gitti. Ve ona ve kendime bir daha orada hiç rastlamadım. Aynaya bakmış gibi olma etkisiydi bu veya her kültürde farklı isimler alan şu meşhur ruh ikizini arama-bulma safsatasının bedenlenmiş haliydi belki de. Kadın depresyondaydı belli ki. O an ona doğanın vermiş olduğu tüm güzellikleri ve diğer canlıların bütün ilgilerini elinin tersiyle kenara itmişti, ama neden dışarı çıkmıştı? Bunu eminim kendisi de bilmiyordu. Benim herhangi bir ikizim olmadığı açıktı, çünkü o birkaç kare fotoğraf beynime kazınmış gibiydi adeta. O gün bir daha kulaklığım olmadan oturup çalıştığım mekân ve kafelerde kimseyle göz göze gelmemem gerektiğini anladım. Müziğin bakışlarıma verdiği derin parlaklık olmadan depresyondaki hiçbir kişiye aynaya bakmış hissi vermeye hakkım yoktu.

Depresyondakiler boşluğa bakmayı çok iyi tanırlar. Onlara herhangi bir şekilde davranmanın  bir yolu yordamı da yoktur. Yalnızlığı seçmiş birisini rahatsız etmekten daha büyük bir yalnızlık olabilir mi? En büyük anlamsız soru da onlara "Neyin var?" diye sormak ve ısrarla "Neden?" demektir.

Neden?
Sanki sen biliyorsun...






26 Eylül 2019 Perşembe

Herkesin Unutmak İstediği Şehir


İstanbul'da tek umutla yaşıyorum. Sabah uyanıyorsun ve şehir bomboş. Herkes gitmiş.

Unutmak eylemi eğer kalkıp gitmeye yetecek kadar bir güce sahip olsaydı, İstanbul'da kimseler kalmazdı. Yazık ki unutmanın kendisi için bile kuvveti yok.

İstanbul, herkesin unutmak istediği bir şehirdir. Birşeyleri unutmak için yer değiştiren ve muhtemelen içinden kaybolacağı türden büyük şehirlere doğru yer değiştiren kişi, geldiği yeri en çok unutmayı istediği yerde, o yeri de hatırlamak istemeyecektir. Şehirleri hem unutup hem hatırlayamayız. Ayrıca bir şehri unutmuşsak başka bir şehri ve şehirleri asla hatırlayamayız.

Bu sıkıntılarla bir sabah İstanbul'da uyanıyorum. Söz vermişim. Bu şehri anlatacağım. Belki beş yüz belki birkaç bin kitapla. Şehrin hafızası sürekli direniyor. Başkaları da yaptı, başaramadı; başarmak yok burada, burada unutulmak var. Hatırlamadığını... diyerek.

Şehir konuşmaz, uyanır. Ben uyandığımda insan değil şehirim. Parçası değil kendisiyim.

İstanbul'da bir unutuş cetvelim ya da takvimim yok. Burada herkesi gördükçe ve kişileri de unuttukça buna alışıyorum.
İstanbul'da bir sabah ile her sabah sıfatlar alıp vermeden birbirlerine yabancıdırlar. Bu şehrin sabahının ve akşamının kötü şairlerine arkalarından bakarsanız siluetlerindeki şişkinliği fark ederseniz. Sadece karaciğerlerinin büyümesinden ileri gelmez bu fazlalık. Unuttukça hatıralarınız azalır, ama şişerler. En önemsiz günbatımı nostalji olur, en köhne kasaba kaçış yeri ve bir sabahtan her sabaha o müthiş tutulmayı yaşarsınız: Bu şehir, siz terk edip başka yere giderken aynı zamanda size arkanızdan da bakabilir.

Bu şehirde çok az numara hatırlayabiliyorum. Eskiden gittiğim her şehirde telefon ve kapı numaraları farklıydı. Sokaklara da tanınmayan, bilinmeyen kişi isimlerinin verilmesi belki de onların da unutulmamaları içindi. En doğru çözüm: Unutmak ve unutulmamak için İstanbul'a gel, saklan ve kazan.

İstanbul'a kötü sözler söylemek onu övmekle başlıyor. Ona bakmadan, bir sabahına uyanmadan, onu dinlemeden ona sırt çeviremezsiniz. Övgücüler ve yaygaracılara sorsanız nereden geldiklerini bilmezler; çok acil şekilde İstanbul'un tarihini kendi köylerine göre yeniden yazma ve inanılmaz bağlantılar uydurma peşindedirler.

Son olarak bir hayat kadını da şehrin soylu mahallelerinden kalkıp sonradan ucuzlayan bir semtine büyük alkışlar altında göç etti. Zengin bir koca bulmuştu kendine. Sadece renk uyumunun artık bir önemi vardı şehirde. Para, şehvetin kızı olmuştu ve sonra da karılık etti o bedene.

Ve bir sabah kocasının annesi olarak uyandı. Ve bunların hepsini unutmak, köyüne dönmek istediğinde İstanbul'a girdiği kapıyı bulamadı. Bu şehri kuranlar, özellikle çıkış kapılarını yapmayı bilerek unutmuşlardı. Herkes kolaylıkla gelsin ve ölsün ve başkaları da hep gelsin diye.

9 Aralık 2018 Pazar

Kırklareli: Taşra için bir Yurt



Ayçiçek tarlaları, tahıl ormanları ve “meşe selleri” arasından... Şeytan Deresi’nin kenarından... Bulgar hududuna doğru... Çataklardan ve kuru dere yataklarından... En çok da taşların arasında birdenbire patlak veren Kaynarca Deresi’nin kıyısından; suyun kenarında hayat bulan köylerin rehberliğinde... Karahıdırlı Halil Bey’in kelimeleriyle “Gurbet adlı bir gül”ün yaprakları kadar geniş ve “garip” bir yer, yeryüzünde... Kırklareli..

Şampiyon Hersekli seyahat şirketinin O 403 otobüsünün sunduğu “asri zamanlar”ın klimatize atmosferi içinde; ama her zamanki gibi ayakta üç-beş yolcuyla birlikte Kavaklı’da duruyoruz. On yılı aşkın bir süredir Balkanların Türk göçmenlerine misafirhanelik vazifesini üstlenen Kavaklı korusunu aştıktan sonra, otoyolu çaprazlamasına kesen köy yolu üzerinde bir yolcuyu da aldıktan sonra Kırklareli’ne kalan 7-8 kilometrelik yol, bitişiyle birlikte dikine bir tablo gibi duruyor karşımda.
Hiçbir yerde, “bir bakışta” başlayan ve bu kadar uzun görünerek bu kadar kısa sürüp biten bir yol daha görmedim. Daha kilometreler var ama şimdiden yassı tepeler üzerinde beliriyor Kırklareli. Ya da 1368’te Osmanlıların eline geçtiği zamanki Bizans adıyla Saranta Ecclesia: Kırkkilise.

Otobüs, şose yol üzerinde son hızla giderken aklıma, dört yıl önce yazdığım bir yazının girişi geldi: “Taşra için bir yurt seçmem istenseydi bu yurdun adı Kırklareli olurdu.”
Bu bir kitap yazısıydı. Kitabın adı “Efsaneden Gerçeğe Kırklareli”ydi. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü bitirmiş olan yazar ve gazeteci Nazif Karaçam’ın kitabıydı bu. Nazif Karaçam, kendisini neredeyse tamamen Kırklareli’nin yazmaya ve yaşamaya adamış bir bilinçli, memleketine karşı vefalı bir kent adamı. Yazdığım yazı şöyle devam ediyordu: “Taşralılığın bir sürgünlük olarak yaşandığı ülkemde taşra sözcüğünü bu talihsizlik girdabından çekip alıyorum. Anakentlere ve uygarlık dolaşımlarına giden yollar üzerinde ‘köprükent’ olarak teslim ediyorum taşranın öbür adını.”

Antoine de Saint-Exupéry’nin “İnsanların Dünyası” adlı kitabından hatırlıyorum, yeryüzünde her yeri birbirine bağlarmış gibi görünen yolların, aslında kralların, iktidarların ve paranın yolları olduğu düşüncesini. Bunu okuduğumda ne kadar ürpermiştim. Yoksulluğun, açlığın ve sefaletin kol gezdiği topraklara hiçbir kral yolunun gitmediğini söyleyen Exupéry, tayyarenin bu adaletsizliğe karşı duran bir insanlık aracı olduğunu da eklemeden duramıyordu. Gelgelelim, sınırlar ve karayolları içine hapsolduğumuz bu ülkede, Kırklareli’ne doğru giderken de kralların açmış olduğu bir yolda ilerliyorduk, ama bu yolun bu kadar düz oluşunda topografyanın da büyük katkısı vardı. Üzerinde bulunduğumuz yol, bütün ovalarda, düzlük alanlarda olduğu gibi demiryoluna paralel olarak ilerliyordu.

Sarı taçyapraklar aralanınca çekirdeklerin yeşil zarları içine hapsolmuş yarı saydam bir çekirdek kozası ortaya çıkıyor. Asma yaprakları açıldığı zaman güneşin sıcaklığında olgunluğu bekleyen üzüm taneleri... Ama mısır fazla uğramıyor buralara; sebzeler de, meyvecilik de... Çünkü yeterince su yok... Su gibi, aşırı kentleşme de, aşırı nüfus da pek fazla uğramıyor Kırklareli’ne. İstanbul’dan başlayıp Çorlu, Lüleburgaz’dan geçerek Babaeski’ye uzanan ve Edirne’de sonlanan “medeniyeti ve 20. yüzyılın bütün nimetlerini taşıyıcı” E-5 karayolundan neredeyse kırk kilometre içeride kalan, nimetlerden uzakta, kendi nimetlerini kendi topraklarında kuran bir şehir. Kırklareli.

Otogarda bizi Ünal Başkur bekliyor. Bu kez misafir ve yabancı olduğumuzu hiç hissettirmeyen gülümsemesi ve yakınlığıyla duruyor, garajın ortasındaki küçük büfenin yanı başında. Ondan birer çay içmeyi ihmal etmiyoruz. Kırklareli’nde çay içmek ilk kez bu kadar değişik duygulara sürüklüyor beni. Bir yandan sıla özlemi içinde yanarken diğer yandan da kendi geleceğinin, hedeflerinin yolundaki ışığa gülümseyen bir hasret içinde kuru ve sıcak havayı içime çekiyorum. Diken tohumları ve saman kokusu, henüz ıslatılmış beton zeminden yükselen rutubet kokusuna karışıyor. Bu son koku, büyümekte hiç acele etmeyen; durağan bir zamanın içinde devinirken kalıcı dostluklara, kahve ve dükkân sohbetlerine, ev gezmelerine ve mahalle huzuruna her şeyin öncesinde önem veren Trakya tarzı şehirlerde, kasabalarda yoğun olarak rastlanan bir dinginliğin içine sinmiş bir kokudur. Ekseriyetle vefa taşır bu koku: İnsan sevgisi, yurt sevgisi, derin samimiyet, hatıralara saygı ve tabiat aşkı... İçine daldığınızda zamanınızı, çağınızı şaşırabilirsiniz.

İşte böyle bir şehrin merkezinde fazla beklemiyoruz. Çünkü fazla fazla zamanımız var. Her şey için. Merkez dediğimiz yer vilayet binaları, okullar, orduevi ve istasyona uzanan ağaçlı bir yoldan oluşan bir “centrum” karışımından ibaret. Mustafa Kemal’in şehre ilk ayak bastığı tren istasyonuna açılan Atatürk Bulvarı -halkın dilindeki adıyla İstasyon Caddesi- Atatürk Meydanı ve Atatürk Stadı isimleri, Kırklareli’nin cumhuriyetin simgesi bir şehir haline getiriyor hemen. Şehre buradan bakılınca, çok değil, 20-30 yıllık bir yerleşim yeri olduğu duygusuna kapılıyor insan. Fakat burası şehrin yeni ve modern meydanı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki zamanlarda vilayet binası bu meydana taşınmış ve Atatürk Meydanı zamanla şimdiki belirgin görüntüsünü kazanmış.

Araç değiştiriyoruz. Ve alanı hızla geçerek Kofçaz kasabasına kadar uzanan yola düşüyoruz. Devlet hastanesinin önünden geçiyoruz, ve sepetçiler mahallesinden. Kısa  süre içinde şehir bitiyor; bütün Trakya illeri gibi. Anlaşılmaz biçimde beliriverir Trakya’da kasabalar, şehirler. Bir bozkır topoğrafyasında, ama meşe ormanlarının giderek modernleşen insanın elinde tahıl havzalarına dönüşmesiyle  sadece verimliliğini sunan topraklar... Hava fazlasıyla sıcak, ama rutubetten uzak bir atmosfer hâkim yol boyunca, Topçular Köyü’ne yaklaşırken yüzümüzü yalayan rüzgâr serinletici bir etki yaratıyor otomobilin içinde. Buğdaylar çoktan sararmış, günebakanlar başlarını dikmişler ve yol kenarındaki tarlaların sarı örtüsü sıcak havanın etkisiyle yalpalanıyor.

Havada, sanki “yedi krallık yerde nam ve şan sahibi” olmuş Sarı Saltuk’un sesi var. Ölümünden sonra kırk yerde makam ve yedi yerde mezarı bulunduğu var sayılan Sarı Saltuk’un Trakya ve Balkanlar’da 13. asırda kurduğu ve Hacı Bektaş Veli geleneklerine bağlı Türk derviş tekkelerinin nefesleri duyuluyor. Bu ses ve nefeslere karışırken Topçu Baba türbesinin önünde duruyoruz. Başı örtülü kadınlar, küçük çocuklar, alçak damlı bir evden oluşan türbenin küçük kapısı önünde sıra durmuşlar. Türbenin içine ayakkabılarını çıkararak girenler getirdikleri hediyeleri bırakıyorlar, secdeye varıp dualar içindeki dudaklarını yatırın yeşil kumaşına değdiriyorlar. Çoğunun yakarak bıraktığı mumlar, türbenin içini aydınlatan tek insan eli ışığı meydana getiriyor.

Her yıl Topçular Köyü’nde yapılan ve Trakya’dan, İstanbul’dan ve Kırklareli civarından gelen binlerce insanın katıldığı Topçu Baba kurban törenlerinin yapıldığı gün gelmişim Kırklareli’ne. Tesadüf. Aynı gün, 12 yıldır Kırklareli’nde düzenlenen Sabahattin Ali Kültür Günleri etkinliklerinin de sondan bir önceki günü aynı zamanda... Çağdaş olmasalar da iki halk evliyası, inançların ve modernizmin Türkiye’sinde, aynı gün içinde buluşabiliyor ve halkı etkilemeyi, hatıralarını yaşatmayı başarıyorlar. Bu ilginç kesişmeye sanırım çok az yerde rastlanabilir.

Binlerce kişi, bir çatağın dere yatağına doğru inen tepenin yamaçlarına oturmuş. Getirdikleri çıkınları ve yer bezlerini yaymışlar. Bir traktörün kasasından imal edilmiş otantik sahnede, İstanbul’dan gelmiş bir ozan türküsünü söylüyor. Kazanlar kaynıyor. Yamaçlara oturmuş insanlar da öyle... Meşe ağaçlarından bir palamut düşse yere değmeyecek sanki. Görevliler, ellerinde kovalar herkese yemek dağıtıyor. Öte yanda Topçu Baba’da bütünleşmiş inancın uğruna kesilen kurban etleri dinsel bir ayin ortamında yeniliyor. Ağaçlar arasında giderek ağırlaşan ve yoğunlaşan havanın içinde tuhaf bir şey dikkatimi çekiyor. Görünürde herkes konuşuyor, türküler söyleniyor, oyunlar oynanıyor, kazanlardan buharlar yükseliyor, çocuklar koşuşuyor; ama sanki büyük bir sessizlik bulutu dolaşıyor ortalıkta. İnançların buluştuğu bu kutsal orman çanağında sesler akis bulmuyor, sadece kalpler konuşuyor; ve cümle hüzünlerin, kötülüklerin çiçekleri uzak duruyor.

Mitolojilerde şarap tanrısı Bakhus'a tahsis edilmiş yerler olarak ifade edilen; Bulgaristan, Edirne, Tekirdağ ve İstanbul ile çevrili olan Kırklareli'nin topraklarının yarısına yakını dağlık. Yıldız Dağları (Istrancalar) ilin kuzeydoğusunda yer alan en büyük yükseltiler. Ilıman bir iklim kuşağı altındaki bitki örtüsünün çoğunluğunu ormanlar oluşturuyor. Topraklarının yarısına yakını tarım arazisi. Türkiye'de kalkınmış iller arasında onuncu sırada olan Kırklareli en zengin iller arasında ise beşinci. Kırklareli geçmişte önemli bir bağ memleketiymiş. Bu iş daha çok azınlıklar tarafından yapılırmış. Geçmişte düzenlenen bağ bozumu şenlikleri döneminde yörede yüksek bir şarap kültürü hâkimmiş. Yüzyıllar öncesinden gelen bu kültür, günümüze kadar gelen bilgi ve ilgisizliğin neticesinde o eski görkemini ve şöhretini yitirmiş. Üzümün, şarabın ve bağcılığın açık bir uygarlık göstergesi olduğu gerçeği karşısında bu kültürün Kırklareli adına sadece hatıralarda kalan bir miras olduğu da tartışılmaz bir tespit olarak kalıyor.

Cumhuriyet dönemine kadar Kırklareli’nin adı Kırkkilise olarak kalmış. Şehrin peşini hiçbir zaman bırakmayan “Kırklar” mastarının etimolojisinde yörede hüküm seren çeşişti uygarlık ve kültürlerin birbirleri ardına “kırk” mitosunu zenginleştiren olaylara ve efsanelere sahne oluşu yatıyor. Konstantinus döneminde Hıristiyanlığın resmi din olması ve serbest bırakılması sonucunda Kırklareli bir piskoposluk merkezi haline gelmiş ve burada bir dindarlar birliği oluşmuş. Bu nedenle kilise yapımına hız verilmiş. Roma valileri de keşişler için manastırlar yaptırmaya başlamışlar. Bu bölges, o devirde Hıristiyan azizlerin gidip geldiği, tarikatların birbirleriyle mücadele ettikleri yermiş.

Kırklareli'nde Mayıs ayının ilk günlerinde kutlanan Hıdrellez bayramı yerine yapılan Kakava kutlamalarına 16. yüzyılda başlanmış. Kakava'nın anlamı Tencere Bayramı demek. Bu bayram genellikle Şeytan Deresi kıyısında kutlanıyor ve Kakava Ateşi yakılıyor. Bu ateşin yakılmasından bir gün önce, kırlardan toplanan kırk bir çeşit ot ve yüzük, düğme gibi şeyler, içinde su bulunan toprak çömleğe konuyor. Bu çömlek geceden, bir gül ağacı veya fidanın dibine bırakılıyor. Hıdrellez sabahı erkenden gül fidanı dibindeki bu toprak çömlek alınıyor; içindeki su ile yüzler yıkanıyor. Sonra çömleğin başına geçmiş bulunan bir genç kız, diğer kızların söyledikleri manilerle niyet küpünden, niyetleri çekmeye başlıyor. Küpten niyet çekmek hüner isteyen bir iş. Çünkü niyetten çıkan her mani çekilen kişi için bir talih, bir haber, geleceğe dair bir bilgi değerini taşıyor.

“Güzelliğin sevgilim
  Bulunmaz Hint’te Çin’de
  Hele bir eşin yoktur
  Kırkkilise içinde.”

“Edirne eyaletine vergi veren başlıca sancaktır. Bayındır köyleri vardır. Kalesi yoktur. Şehrin dört tarafında karataşlık, kırmızı topraklı bağ ve bahçeleri var ki, insan içinde kaybolur. Şehir kat kat kiremit örtülü, bayındır, yüksek saraylarla süslü sevimli bir kasabadır. Halkı zevk sahibidir. Yirmi bin kadar bağı vardır. Sulu üzümler olur. İçkisi, pekmezi gayet güzeldir.”

Yukarıdaki satırların yazarı Evliya Çelebi'nin Seyahatname’sine göre Türk Halk kültürü kahramanlarının en şenlikli siması “mir-i sahib-kelam” Karagöz Kırklareli'lidir. Çelebi’ye göre, Karagöz, İstanbul tekfuru Konstantin’in saisi (habercisi) idi. Edirne yakınlarındaki Kırklareli’nde söz sahibi ve ayyar-ı cihan idi. Ve adına Sofyozlu Bali Çelebi derlerdi. Bu bilgilerden de anlaşıldığı üzere Karagöz, bir Osmanlı romanı olmasına karşın devlet nazarında itibarlı birisidir.

Kırklareli otogarının hemen çıkışında, küçük bir parkın ortasında  yükselen bronz Karagöz anıtının önünden geçiyorum. Karagöz’ün kambur siluetine gizlice göz kırptıktan sonra yutkunuyorum. Boğazımda birikmiş olan dibek kahvesinin acı tad yoğunluğu biraz daha azalıyor. Kendi kendime “iyi ki üzerine su içmemişim” derken, İkizler pasajının dibindeki, Ali Şeref Saka’nın işlettiği kahvehaneyi hatırlıyorum. Az önce oradan son bir Kırklareli gezintisi için çıkmıştım. Ali Şeref’in kahvesi ve kahvehanesi Salah Birsel’in “Kahveler” kitabına giremedi ama çoktan gönlümdeki kahve kitabında yerini aldı. Hem de üç kuşaktır babadan oğula, ondan da toruna geçen dibek de Lüleburgazlı Aşık Hasan’ın deyişiyle “manada arife irfan” bir mevki kazanıyor aynı yerde.

Belki kim bilir ne zaman gelirim, diye İstasyon Caddesi’ne doğru ilerliyorum. Caddenin sonuna, istasyona kadar varmadan, şöyle kısa bir tur. Kırklarelililerin doğup, büyüyüp yaşlandıkları bu ağaçlar altındaki açık hava beşiğinde...

ATLAS dergisi, 2003

10 Nisan 2017 Pazartesi

Kafeblog 5: Ve gittin rüyalarımdan


Elin ne klavyeye ne de kahveye gidiyor. Geceleri soğuyan dünyanın yarısından daha da soğumuş olan fincana uzak duran elini yumruk yaptın ve bir gün gitmeye söz verdin kendine, o rüya şehrine gitmeye. Yıllardır bütün rüyalarında, tekrarlanan düşlerinde gördüğün yerleri bir gün çok tuhaf şekilde bir haritada birleştirmiştin düşünme yoluyla. Hiçbirisinde yaşamadın, ama gerçek dünyadan daha çok aşinaydın o yerlere; hepsi birbirine yakın bu yerler garip bir şekilde coğrafi olarak birbirlerine aşırı uyumluluk gösterir derecede benziyordu ve kendince yaşanan yerler, mekanlar olarak buluyordun onları. O rüyalardaki kişileri, olayları ve yerleri giderek gerçek dünyadan daha çok hatırlamaya başladığını anladığında çok korktun, çünkü hafızanda gerçek hayatın anıları ya daha az yer kaplamaya başlar ve günün birinde giderek artan rüya anıları hafızanı tamamen ele geçirirse? Gerçek dünyada gözlerin açık uyumak olmaz mıydı bu?

Günün her vakti rüyadan yeni uyanmış gibi hallere bürünebiliyor kafan. Az önceki rüya mıydı diye sormanı engelleyen, böylece aklını kaçırmanı önleyen sadece ve sadece geceden gündüze taşıdığın rüya kalıntıların. Gerçekle düşü ayırt etmeni sağlayan izler... Yoksa delirirdin. Düşünsene, kırk bin kilometre çevresi olan büyük bir akıl hastanesindesin ve dörtte üçü sularla kaplı bu hastane duvarlarının.

Omzunun dürtüklenmesiyle uyandın.

"Ne alırsınız?" diye soran bir ses duydun ve sordun kendi kendine: 'Bu ses nereden geliyor? Rüyadan mı gerçek dünyadan mı?'

***

Bir kafeye oturduğumda, eğer ki oraya oturmuşsam büyük ihtimalle hafızamda henüz unutamadığım ve bir önceki gecenin gösterisine dönüşmüş olan rüyalar vardır kırıntılar olarak kalmış da olsa...

Rüyalar çalışmamı önler, çünkü çalışmak nedir, o hiç sanmıyorum ki iyi değildir rüyalar için. O gecenin rüyalarını bilemezsin ve düşünürsün tüm gün, acaba o günün hangi çakaralmazı, objesi olacak o geceki rüyalarının...

Ve biri sana fısıldadığından beri rüyalarına ve beynine küstün. O an içindeki evren boşaldı, atmosfere karıştı. Soluyup geri verdiğin bir parça azota dönüştü rüyaların tüm sinematografik büyülü arka planları...

Onlar sadece uyku sonuna doğru hafızanın çalışmaya başladığı yaklaşık bir dakikalık sürenin meyveleriymiş. Bu hiç tatmin etmedi seni. Kayıptı kalan bütün rüyalar. Göremediklerin. Ve göremeyeceklerin. Belki görmemen gereken rüyalardı hafızanın da uyuduğu anlarda beyninin kapalı devre "yaptıkları ve yaşadıkları ve sakladıkları".

Yaşamadığın bir hayatı nereye saklayabilirsin? Böyle bir hayatı ister misin? Ama böyle şeyler var bedeninde, belki de hala kuşku duyduğun ruhunda.

Artık uyurken hiç de sevinçli değilsin. Çocukluğunu yitirdin böylelikle. Daha çoğunu istemekte haklısın hayatının neredeyse yarısını verdiğin uykulardan. Madem gece ve gündüz var, sen de gece ve gündüz olarak iki ayrı beden ve ruhsun. İki karakter; birisi hiç bilmediğin, diğeri başkalarından dinlediğin; o da yarım ederse sadece buçuk tanıyorsun kendini. Rüyalarından çok şey istemenin nedeni bu. 2. İki. İki bedenini de ruhunu da tanımak bilmek. Ama bunlar neden verilmiyor sana? Bu dünyanın, Ay'ın ve gezegenlerin karanlık yüzlerinde neler saklı? Neden saklanıyorlar?






7 Mart 2017 Salı

Kafeblog 2: Kafesk Hayat


Çok fazla kahve içmiyorum aslında. Kahveyi sevmiyorum da denilebilirdi eskiden. Sigarayla arayı açtığımdan beri çay ve kahve onun yerini aldı. Birşeyler yazarken zihnin nefes alması -ki buna tein kafein de denilebilir- gerekiyor kesinlikle. Bir şişe suyu nasıl yudum yudum içebiliyorsunuz çay ve kahve de birer nefes yudumlarına dönüşüyor size eşlik ederken. Yazı melodiyse onlar da açıkçası ritim ve armoni.

Çalışmak için gittiğim bütün mekânların ortak adı "kafe"... Bu konuda anlaşalım sevgili okur. Yine de hepsi café, kahvehane, kıraathane, kafe ya da bar değiller: Çeşit çeşittiler hep. İçlerinde dönemine göre çoğu internet kafe olmak üzere simitçi, çayevi, fotokopici yani printcenter ve pastaneler de oldu.

Günün birinde şunu anladım: En çok gittiğim, durumum elverdiğince müdavimi olduğum yerlerin ortak bir iç mimari zevkleri vardı: Genelde retro döşenmiş, ışıktan çok gölgesi bol, loş mekânlardı. Örneğin Beyoğlu-İstiklal Caddesi'ni esas alacak olursak en başında ortasında ve sonunda sürekli gittiğim üç yer vardı. Bir ortak özellikleri de alkol ruhsatlarının olmasıydı. Açık söyleyeyim menüleri zengin, batılı ve fiyatları hiç de düşük değildi. Sonuçta Beyoğlu'ndan söz ediyoruz. Herkes gibi benim de 1-2 araba, ev, yazlık parası ve nice kredi-kredi kartları harcadığımız bir yer burası. Ortalama bir hesapla ortalamanın 3-4 katı zaman geçirerek o mekânları tutumlu kullandığımı düşündüm hep, ne var ki bu tutumu başarılı bir ekonomik zincire bağlantılandıramadığım için solo olarak kaldı çalışma hayatımın içinde bu kafe ve mekânlarda çalışma alışkanlığım.

Buralarda çalışmaya mecburdum sevgili okur. Hiç ofisim olmadı çünkü. Ofisevlerim birkaç taneydiler, ama her iki mekân da ayn yerde buluşmaya hep çekindiler nedense. Hep yaya, arabasız, sarı arabalı, az da olsa toplu taşınmalı, sırt çantalı, 8 senedir de laptop ağırlığını da üstlenmiş bir iskeletle bu kafesk hayatı sürdürüyorum bütün çeşitlilik ve güzellikleriyle.

***

Kapılar üzerine geliyor bazen onları yeteri kadar açık bırakmayınca... Kapıları kapatmadan da içe kapanmak son derece güç bir iş. Fazlasıyla ömürden çalıyor. Ritim ve frekanslara kafayı takmış bir şekilde devamlı olarak hayatının ayarlarıyla oynuyorsun. Ne yapacaksın? Daha iyi ve daha mutlu olacaksın değil mi? Elbette. Buna hakkın var. Bunu yapmayı elden bırakmazsan daha az aşınacaksın ve kötü takıntı ve saplantılardan uzak duracaksın.

Burada duruyorsun şunu iyice anlamış olarak ve bunu sadece yıllarca ve yıllarca evden, kendinden ve sana iyi gelecek her şeyden uzak durarak anlayabilirdin: İstemediklerini anlayarak istediklerini anlayan bir bedenin içinde hapsolmuş durumdasın. Yazının icadından beri tersten kurdun insan zamanının saatini. Ne istediğini asla bilemeyeceksin. Ne istediğini biliyorsun ama. Tek şey: Ölmemek. Yaşamayı isteyemiyorsun, çünkü sonlu şeyleri anlayamıyorsun, yani öğrenemiyorsun ve dolayısıyla yaşamayı da bilmiyorsun. Ve sadece ölmemek istiyorsun. Yaşamak yetmiyorsa, ölmemeyi istemek her şeye yetecektir sanıyorsun ki bu doğru.

***

Ona en çok ihtiyacın olduğu anda ondan kaçtığın için kimseyi affetmeyeceksin.

24 Şubat 2017 Cuma

Kafeblog: Kafe ve Mekânlarda Çalışma Günlüğüm ve İzlenimlerim


Kafeblog. Hoppala nereden çıktı bu şimdi.

Eh, yazmadan olmazdı. Onca ülkeyi, diyarı gezme, tozma... Uçağa hatta gemilere de binme. Hayatını sadece çalışmaya ve çalışmaya ve de birkaç ana cadde ve sokaktaki mekânlarda kulaklığını takıp dünyadan kopma gezilerine çık ve bu gezileri anlatma...

Gezdiği yerleri anlatmak mı gezdiği yerlerde kendine ne olduğunu anlatmak mı? Yolculuklara buna yolda karar vermek için çıkılmaz mı?

Bu gezilerde yazdıklarımın hep başkaları için olmasının tek nedeni bünyemin ve beynimin yazmayı sadece ve sadece başkaları için olursa kabul etmesi olabilir mi? Benim galiba beynimin bir lobunda iki ana lobun arasında gerçekleşen söz sanatlarının elektriksel hareketleri gerçekleşiyor. Amigdala > Ego. Bizde böyle.
Bu kısa gezi yazısı başlığından sonra gözlerimi kapıyor ve hatırlamaya çalışıyorum: Şehir ya da ev dışında ilk nerede yazmaya başladım başkaları için?

Bugüne kadar yaklaşık 10 şehirde ciddi anlamda isteyerek ya da zorunlu olarak yaşadığıma göre bunlardan birinde, hatta ikincisinde çocukken ilk yazmaya başladığım yer kitapçı dükkanımızın vitrininin altındaki gizli dehliz olmalı. Her türlü ambalaj, eski dergi, gazete, iade edilecek yayın ve ıvır zıvır için kullanılan bu dehlizin kapısı yoktu. Eğilerek hatta sürünülerek girildiğinden ve çok tozlu olduğundan çıkınca oraya girildiği çok aşikâr oluyordu. Hatta dükkânımız öylesine çok kitap ve insan derisi tozuyla kaplıydı ki ve her bölgenin toz yoğunluğu da farklı olduğundan uzaktaki toza göre nerede olduğun kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Kitaplardan çok üst ve başımızın tozlarını almakla geçerdi dükkânda zaman.

O dükkândan sonra ne içinde saklanabilecek başka bir kitapçı ne de gizli dehlizler arayacak dolu zaman bulabildiğimi artık itiraf edebilirim. Çocukluk, çocuk olmakla çok meşgul olduğumuz en dolu zamanımızdır. Artık çocuk değilsek boşa geçer zamanımız. Şurda burda şuna buna yaranmaya yararlı olmaya yanılmamaya çalışmaktan zamanlarımız da hayatlarımız gibi boş olur gider.

Şimdi zamanımı yeniden bulguladığım ve hayatın saflıklarını aradığım son 15-20 yıl içinde hiçbir şeye şaşırmadığımı söyleyebileceğimi düşünemezdim.

Dünya ve hayat bu kadar kayıp şeyler olabilir mi? Ne yaptınız bunlara beyler hanımlar? Derdiniz ne sizin?

Zaten hiç olmadı bu hayat bu dünya! Olmamış gidin çalışın ya da sadece gidin!

***

Keşke kapatabilseydim kapıları. Tüm kapıları bu sözlerden sonra. Diyorum ya bana tek kalan zaman ve onu nasıl algılamam gerektiğine karar vermek. İnsan olmayan canlıları insanlara tercih edeli beri -başlangıcını hatırlamıyorum- saflığı hissediyorum her adımda. İşte o zaman bir yere gittiğimin bir anlamı da kalmıyor nereden geldiğimizin de...

Şimdi ve şu anda bulunduğum yerde kahve ve gürültü kokuları var. Ses duymuyorum. Kulaklığımdan yansıyan müzik beni sadece sağır etmeye yetecek düzeyde. Bir tek kulakları kapalı olan açık bir bedenim: Yine gerçeklere açık, umutsuzluklara, yürüyen dramlara, geri gelmeyen hiç gelmeyen şanslara.

Hep gece olsa. Hep uyusak. Hep rüyalar olsa. Hiçbir şey olmasa. Hiçliği de bilemeyecek kadar hiçlik olsak.

Yokluyorum. Bu bir masa. O kadar küçük ki üzerine bir dünya şey sığabiliyor. Elektronik ve elektrikli açık bir katlanır defter. İri bir kahve fincanı. Fareye benzeyen bir kırmızı ışıklı kalem. Her yerden sarkan kablolar.

Kafenin adı N. Ünlü bir Roma imparatorunun adı olması için sonuna bir N daha gelmeliydi. İtalyan kafesi olması bir N'si eksik ismin o imparatorun Latince adı olduğunu da doğrulayabilir. Tıpkı Cicero gibi. Bu İtalyanlar ne zaman Romalılardı ne zaman İtalya oldular? Helen ne zaman Yunan oldu? Ya Fars İranlı? Beijing Pekin? Nicosia Lefkoşa?

Eh ben de 17 senedir bir "kafe" gezgini olarak bu ayrımları ve dönüm noktalarını bilmeye çok meraklıyım. Bu merakın bulaşıcı olması için malumatfuruşluk taslamayıp kafelerde açık defterimle ve fareye benzeyen kalem ve kablolarımla, beni dış dünyadan koruyan ve sağırlığımın altın nedeni kulaklığımla gezmeye devam ettikçe burada her şeyi ama her şeyi başıma gelen gelmeyen gelebilecek olan ve olmayanları yazacağım.

***
Hayır asla reklam yok. Hatta tek yasak reklam.
Çünkü dünyayı yayalar kurtaracak. Bir insani gezmekle başlayacak her şey.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Kitabın Gezi'si ya da 8. Kadıköy Kitap Günleri


http://www.kafekultur.com/icerik/34
(Birazdan okuyacağınız satırlar son derece öznel ve nesnel bakış açıları ile tespitler içermektedir, mesleki deformasyon, pişmanlık ya da pes etme iddialarını reddetmektedir.)

1-5 Haziran 2016 günü Kadıköy Haydarpaşa Garı'nda güzel birşeyler oldu. Sanırım ilk kez okurlarla tanıştım hayatım boyunca. Hayır hiç imza günüm yoktu; son derece sınırlı sayıda kitabım vardı standımızda, çok azını da imzaladım; hatta bir arkadaş-okurum imzalamamı istemedi ve hayranlıkla şaşırdım ona yeni bir şey daha öğrenerek. Bu da sanırım olanların işaret fişeğiydi.

Tabii ben sadece bu arkasında durduğum 5.40 metreye 80 cm şeklinde dizilmiş birkaç bin kitabın içinden yazıyorum.

Bence kültür adına bu fuar Türkiye'de Kitabın Gezi'siydi. "Emniyetli" yayıncılar ve "güvenli" yazarlar bizi çevrelemişti iki ayrı peronda. Gaz maskeleri olarak sık sık tükettiğimiz kağıt bardaklar kullanıyorduk. Kitap standlarında ise elektrikler neredeyse kesilmişti. Pos cihazları ve kişisel taşınır bilgisayarlar dışında elektrik kullanmak yasaktı. Bunun, garın bir kez daha "yanabileceği" endişesi yüzünden yapılan dikkatli bir uygulama olduğunun farkındaydık. İyi ki mobil cihazlar şarj edilebildi orada ve Kitabın Gezi'sinin gerçek kareleri paylaşılabildi. İki gün aynı saatlerde yağan yağmur TOMA'larının karşısına gövdemizi siper edip kitaplarımızın üstüne kapandık, zira getirmediğimiz ama yarattığımız naylonlar kitapları örtmeye yetmemişti ve Gezici okurlar da bunu bir ritüel sanıp kapatılan naylonları yağmur altında açıp kafalarını içine sokarak kitaplarımızı incelemeye devam ettiler büyük bir olağanlık içinde. Buradan Avrupa yakasının daha az yağış aldığı sonucunu çıkardık ayrıca.

Hala kimse farkında değil aslında neler oldu. Bence resmen beklenen kesimden değil aynen Gezi'de olduğu gibi beklenmeyenlerden beklenmeyen tepkiler yağdı. Hem de sessizce, efendice.. Çünkü orada sadece kitaplar ve okurlar vardı. Olması gereken olduğundan kimse ne olduğunu anlamadı. Ve kitap kültürünün temaşa tarafının aslında ülkemizde saptırıldığı gibi danışıklı fuar yerleri olmadığı, ama tarihin ve talihin garip cilvelerinden birini bunun örneği olarak yaşadığımızı, bir daha olursa da aynısının olmayacağını iyice anladık. Aynı Gezi gibi 8. Kadıköy Kitap Günleri okurun yayıncıya, yazara, kitabevlerine, maniple hemcinslerine bir isyanıydı.

Anlayana.

Ben de kendime isyan ettim.

Kitap günlerinin her günü "bugün son yarın böyle olmaz" dediğim için. Bunu bildiğimi düşündüm böyle düşünürken, zira bildiklerim öğrendiklerimden ileri geldi hep şimdiye kadar ve şimdi anlamış bulunuyorum ki okur katında - ki aslında okurları hiç merak etmem onların devinimlerinin ölçülebileceğini düşünmediğimden ve bir yazar olarak da okurun kılıcını kafamın üzerinde değil de göğsümde saplı bulundurmayı tercih etmişimdir hep, çünkü hep kendimiz için yazarız, bu yazının temel iletim (iletişim değil) şansıdır, kendin için yazmadığın anlaşılırsa çok satarak ve en az okunarak ve zamanla da hiç satmayarak cezalandırılırsın, ey genç-yeni yazar kafana lütfen sok bunu, okuru düşünme, onun da seni düşündüğünü düşünme; bu işte iletişim diye bir şey yoktur; o kitap satıcılarının yazara müdahaleyle daha çok para kazanmayı düşlediği andır ve boz o anı - evet okur katında anlamış bulunuyorum ki okur tek başına vardır ve yazar vardır bir de gerisi başka alanların ürünüdür. Diyeceğim odur ki yazar ve okur - eğer bir araya gelmek istiyorlarsa, ki bunun pratik ve zihinsel değerlerini hiç anlamış değilim - asla bir araya gelemezler. Okur, imza seansında yazarını genellikle henüz okumadığı yeni kitabıyla büyülenmiş olarak bulur ve buna son derece üzülür, zira o, okuduğu kitabın filmini çekmiştir ve bunun hala bir gösterim cihazı keşfedilmediğinden, yazara bu filmi göstermek yerine anlatmak istemektedir. Araya giren imza ise tarihsel olarak bu imkansızlığın onayıdır.

8. Kadıköy Kitap Günleri'ne kadar neler oldu peki? Neler oldu da daha çok kitabın endüstriyel ilgililerine tokat atan bu isyan meydana geldi?
Efendim, kitap hala önemli bir modernist araçtır. Modern olmayan kitapların dünyayı ne hallere sürüklediğini gördük. Hala da görüyoruz. Kitap masumiyet tellallığı yapacaksa önce kendisi masum olmalıdır. Her kitap masum değildir. Buna hiç okunmamış, yayınlanmamış bir kitap da dahildir, çünkü her an patlayabilir... Şurası üzücü ki dünya yeniden sosyal medyalarla kitapları keşfetti ve sürekli manipülasyon, spekülasyon imkanları içinde bilmem kaç harflik, bilmem ne etiketlik cımbız ve büyüteçlerle onlara bakmayı, onları parçalamayı seçti deyim yerindeyse. Tam da bu satırları yazmadan önce bir arkadaşımdan gelen bir link beni iyiden iyiye çileden çıkardı. Sözkonusu linkin uzantısında yine şu 10-20-50'ci ve aslında yazı olmayan, aktarım değeri de taşımayan bir konu irdelenmişti: Şu Kadar Sayfadan Az Her Kayfede Okuyabileceğiniz Bilmemne Kadar Kitap.

Tabii ki inceledim. Kurucusu ve sahibi olduğum yayınevinin kitaplarından olmadığını anladıktan sonra derin bir oh çekerek sahifeyi kapattım. Ama şurama bir ok saplanmıştı resmen. Kitaplar arasında Albert Camus'nün Yabancı adlı romanı da vardı.

Efendime söyleyeyim iyi yazarlar, her yayıncının sadece tek başına yayıncısı olmayı düşlediği yazarlardır. Bir düşü nasıl paylaşabilir ki insan? Salt veraset süresi bitti diye bütün yayıncıların koro halinde bir yazarın hem de onun popüler kitabını intikam alırcasına yayınlamaları kusura bakmayın ama ticari orji gibi geliyor. Talihin cilvesi yayınlamakla övündüğüm yazarlar arasında veraseti tükenen yazarlar da vardır. Ama ben kesinlikle onları kitap piyasasındaki yaygın kullanım şekliyle değil hiç işlenmemiş ya da ilk kez işlenmiş haliyle yayınlamayı seviyorum. Bir kültür yayıncısı olarak benim ilk ödevimdir bu. Aynı zamanda bir zamanlar düzgün giden bu sektördeki iyi yayıncılardan uzak ve yakın mesafelerde gönüllü/gönülsüz aldığım derslerin görgüsüdür de bu.

Bu inanışla inandığım sevdiğim yazarların zamanla genç ölümlerle aramızdan ayrıldığı gibi ortak bir özelliğin üzerine yayınevimi kısmen inşa ettiğim sonucuna vardım bu kitap günleri sırasında. İrkilmedim bu acı gerçekle, tabii hemen savunmaya geçtim. İyi ünlü çağdaş ve yabancı yazarlar bütçe olarak çok meşakkatliydiler; üstelik çoğunun zaten yıllardır iyi yerli yayncıları vardı. Ama ben genç ölen yazarların yayıncısı mı kalacaktım hep? Böyle başlamamıştım ki zaten. İyi yeni yazarları bulmak, yeni ve iyi yazarlara yol açmaktı başından beri tek ve genel amacım. Falan filan... Ki bu fikrin hep peşindeyim henüz kendim de dahil başarılı olamasam da... Evet cidden çok zor ünlü ölümsüz ve ünsüz ölümlü yazarları arasında milyonlarca seçeneğe ve yeni müdahaleye açık bu bir yayıncı olmak.

Ve bu yazdan itibaren yazarlığıma yeniden dönmeye onu ve ona sımsıkı tutmaya/tutunmaya karar verdim. Bu tuhaf yayıncılık macerası benim için zihnen Kitabın Gezi'siyle bitti ve yazarlığım başladı. (Yayınevini kapatmıyorum bu arada, soranlara; aktif yazarlığımın yayınevine katacağı olağanüstü yeni sonuçlarla ilgilenen herkes şimdiden hazır olsun:)

Demem o ki bu minik fuar hem beş günde ülkenin en iyi kitap fuarı olma yolunda rekorlarla işe yeniden soyundu ve hem de bu konuda yeni rekor ve şaşırtıcı sonuçları oluşturma konusunda aktif ve tecrübeli yerel yönetim ve candan ekibiyle şu önemli işe ilk kez kendi çapında imza attı: Kitabın gerçek ilgilileri olan yazar ile okuru bir araya hem zihniyet hem de gerçek olarak bir araya getirmiş olmak. Tek dileğim bizde yanlış anlaşılan ve aslında dünyada sadece profesyonel olarak uygulanan, okurların hiç de ilgi göstermediği kitap fuarlarının adını ta ilk baştan Kitap Günleri olarak koyan Kadıköy Kitap Günleri yönetimi ve tüm çalışanları bizi yine Haydarpaşa Garı ambiyansıyla şaşırttı ve eminim buna yeni sürpriz ve başarılarla daha da fazlasıyla devam edecekler.
                                                                                              
                                                                                                                          09.06.2016/Ankara

Not. Dikkat edilirse yazımı bitirmedim, sadece sonlandırdım. Bunu yaparken bu fuar için kaleme alınan yazıların birinde rastladığım uzun ömürlü olsun temennisine ayrıca hiç katılmıyorum, çünkü iyi şeyler ve Gezi'ler bir kere olur. Fuar benim için bitti ve ben uyandım. Başka şeyler yapmak ve olmak zamanı.


2 Haziran 2013 Pazar

Ağaç Etkisi: Bir ağaç isterse orman olabilir


Uzayan Mayıs

Bu mayıs ayı son derece ilginçti. Daha nisandan birçok hazırlıklar yapmıştık. Ne zamandır bitirmeyi tasarladığımız 1968 DEVRİM PLAJI kitabının iyiden iyiye mayıs sonlarına sarkması çileden çıkarıyordu. Fakat hep o kitabı erteliyorduk. 29 Mayıs'ta basıma giden kitabın kargo ihmaline uğrayıp elimize ulaşması 1 Haziran'ı yani bugünü bulunca dün ve bugün kafamızda adeta birleşti ve 48 saatlik bir 31 Mayıs'ımız oldu. Mayıs'ın hiç bitmemesi tek dileğimiz...

Ağaç Etkisi

Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Edward N. Lorenz'in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir. Daha sonralarda hava durumuyla ile ilgili verdiği şu örnek ile ünlenmiştir. "Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, Dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir."

Hepimizin yakından bildiği duyduğu bu tanımlar, bazıları için planlı bir etkiden ibaret. Ne var ki ağaç imgesi, 31 Mayıs - 2 Haziran günleri arasında kalan zaman ülkede olup bitenlere daha çok uyuyor. Köklerinden utanmaya zorlanan bir dünya görüşünün bu ezilmeyi özgürlük talebiyle aşmak istemesi, her otoriteyi rahatsız edecektir.

Özgürlüğün azı zarar

Yetmedi, yetmiyor, yetmeyecek.

Türkiye insan hakları ve özgürlükler bakımından gelişime açık bir ülke ve bu duyarlılık otoriteseverler tarafından her zaman sömürülegeldi. Hiç kimse tutucu ya da özgürlükçü olduğu için susturulamaz; yaşam ve ölüm hakkı kadar kutsal olan bir insani değer de, insanın yaşam denen mucizeye aldığını geri verme yükümlülüğüdür. Bunu da ancak özgür olarak ve kalarak yapabilir. Kalan ise az özgürlüktür yani yaşamın her şeyinden az yararlanmadır ki bu da akla ve her şeye zarardır. Özgür olmayan bir insandan, insan olmak dışında her şey beklenebilir. Tutsak ve mecbur bir insan her şeyi yapabilir. Eylemlerinin sorumluluğundan da özgür kalarak kurtulabilir.




26 Ocak 2012 Perşembe

Haritada sessiz bir nokta: Banaz


Haritada sessiz bir nokta: Banaz

Tren sesi ovanın sessizliğine ilişmeden iki dakikalık bir süre için istasyonda duruyor.
Banaz. Rakım 914 metre.
Her gün ilçeden geçen altı trenden en erkencisi olan Haydarpaşa-Uşak Meram Ekspresi’nin tekerlekleri kısa bir süreliğine rıhtımı bile olmayan bu küçük istasyonda duraklıyor. Bu süre, Banaz’daki doğa ve insan hayatına sadece harita üzerinden bakanlar için gerçekten de çok uygun bir zaman aralığı. Zamanımızın renklerini ve kokularını dünyanın ücra köşelerine götürdüğü sanılan demirden arabaların vaat çizgilerinin masa başlarında çizilmesi de ayrı bir haksızlık notkası... Ve bu çizgi herkesin gözleri önünde olabildiğince, dünyanın her yerine gidiyor.
Trenlerin öylesine geçtikleri küçük istasyonlarda fazla durmamaları, bu istasyonların genişliğini, istasyon görevlilerinin sayısını, hatta istasyondaki çeşme sayısını belirliyor. İki dakikalık bu kısacık süre, tren Banaz’da durduğu anda bir bozkır sabahı serinliğine dönüşerek hızla ilçenin içlerine dağılıyor, önlerinde hala su tulumbalarının bulunduğu dükkanların ve evlerin ön cephelerini yalayarak kamu binalarını çevreliyor; nüfus kayıtlarını, ticari tutanakları, bütçe belgelerini, hükümet bildirgelerini ve devlet dairelerinin ofis malzemelerini zaptediyor.
Bozkır sabahı serinliği aynı hızla geri dönerek Meram Ekspresi’nin küçük istasyondan kalkış saati haline geldiğinde tekerlekler dönmeye başlıyor. Ulusal demiryolu şebekesinin Banaz istasyonuna ayırdığı bu “uzun” iki dakikanın sonunda kasaba, bütün yapı çeşitleri ve nüfus özellikleriyle yeniden inşa ediliyor. Bir arabanın yola çıkışı ya da bir insanın sokakta yürümesiyle Banaz’da yeni bir gün başlıyor.
Gerçekse, bana göre, Banaz’a sabahları gelen ilk trenin istasyonda kalış süresinin bu ilçenin ne olduğu kadar ne olamadığıyla bir ilgisi olduğu...

İstasyondaki dört çeşmenin birinden su içmekte olan çocuk “Hayır, diyor; bu yolun nereye gittiğini bilmiyorum. Ben Susuz’luyum.” Sabahın erken saatlerinde Banaz’ın ortasındaki istasyonda, Banaz’a gidecek bir yol arıyorum. Ve karşıma çıkan ilk canlı olan bu çocuk, Susuz’lu olduğunu söylüyor su içerken.
Karşılaşmaların garip bilmecelerini çözmek yerine yoluna devam eden dervişleri örnek alıp kasabanın muhtemel iç bölgelerine doğru yürüyorum. Karşıma çıkan her sokak bir öncekini unutturuyor. Sabahın erken saatlerinde bütün Anadolu kasabalarına vuran terkedilmişlik güneşinin ilk ışınlarıyla Banaz, uyanmakta olan bir yer değil sadece; uyanmasına rağmen birbirine eşdoğrultuda uzanan önemli bir karayolu ve çok eski bir demiryolu hattının arasına sıkışmış bir şehir kütlesi olarak da kıvranan bir yer. Tarihin ve şimdiki zamanın kalıntıları arasında da sıkışırken düzenli bir kasaba görüntüsünü “şimdilik” boşlamışa benzeyen, acelesi varmış gibi görünen fakat bu görüntüyü azalan yeraltı suları gibi önemsemeyen bir küçük şehir Banaz.

1953 yılında Uşak’ın il olarak kabul edilmesiyle birlikte resmi olarak ilçe halini alan Banaz, asıl adını 20. yüzyıl başlarında yöreden demiryolunun geçmesiyle birlikte giderek büyüyen ve adını bir kasaba merkezine teslim eden Banaz Köyü’nden almış. İlçeye üç kilometre uzaklıkta bulunan Banaz Köyü, tapu senetlerine göre başlangıçta Binnaz olarak adlandırılıyormuş. Fakat köyün ilk sahipleri olan Tiryakiler sülalesinin, daha sonra yöreye yerleşen başka sülalerle mal bölüşümü sırasında çıkan “Bana az düştü, bana az düştü” feryat ve sızlanmalarının Binnaz adını Banaz’a çevirdiği sanılıyor. Ama bizce bu küçük nükte, dönemin egemen sınıfına karşı “bin naz”dan vazgeçerek bu mal bölüşümünü bir kara mizah unsuruna dönüştüren ve zengin sınıfı alaya alan ince bir halk zekasından başka bir şey değil.
Yüzde 99’u okur-yazar olan Banaz’ın içinde ve köylerinde öğrenim sorunu neredeyse hiç yok. Ilçede Afyon Kocatepe Üniversitesi’ne bağlı olarak öğrenim veren Banaz Yüksek Meslek Okulu etkinliğini sürdürüyor.
2 kasaba, 45 köy ve 8 mezraya sahip olan Banaz’ın hiç bilinmeyen en büyük tarım özelliği ülkemizde en çok haşhaş ekimi yapılan Uşak ili içinde en çok haşhaş üretiminin gerçekleştirildiği ilçe olması. Artık tahıl tarımına ve sanayiye ağırlık veren Afyon’un, Türkiye’nin haşhaş deposu olduğu yılların çok gerilerde kaldığını anladığımız bu bilgiyle birlikte haşhaş bitkisi tarımının aslında yüzeysel olarak artmadığı, sadece “yer değiştirdiği”ni anlıyoruz.

Banaz’a bağlı köylerin hemen hemen hepsine asfalt ulaşım sağlanmış. Piknik alanları ve doğal içme suları, düzenli kanalizasyon çalışmaları ve asayiş, ilçenin giderek büyüyen ve gelişen ama tevazuda ısrarlı nitelikleri haline geliyor. Bu niteliklerin başına Hamamboğazı adı verilen yüksek kapasiteli termal tesisini yerleştirmek gerekiyor. Mineral bikarbonatlı ve sülfatlı su karakterine sahip ve ağrılı, romatizmal hastalıklarının, böbrek, cilt ve deri hastalıklarının tedavisinde kullanılan ve 80 derece sıcaklıktaki bir tür şifalı suyun 405 metre derinlikten çıkarıldığı bu tesisin geniş kapasitesinden ilçe halkının da evlerinde yararlanması planlanmış yetkililer tarafından. Aynı zamanda jeotermal enerjiye dönüştürülecek olan bu kapasitenin kanımızca kesinlikle bir an önce nitelikli bir turistik tesisle taçlandırılması gerekiyor.
Yörenin en önemli sosyal özelliklerinden birisi de hayli şöhretli bir televizyon dizisinden herkesin tanıdığı ünlü Banazlı İsmail. Bu kabadayının Banaz’da ikamet ettiğine ve yaşadığına dair hiçbir izin olmayışı, hatta Banazlı’nın hikayesinin ve hayatının Turgutlu’da geçtiğine dair elde bulunan kesinlikler Banazlı İsmail mitosunu daha da gizemli kılmaya yetiyor. Elbette ki Banaz adı, bir kabadayının ön adı için yeterli korkutuculuk ve uyarı özelliğini taşıyacak fonetik kalınlıkta ve kulaklarda kalıcı bir ses niteliği taşıyor. Ama gerçek olan şu ki, televizyon dizilerine konu olan ve ünü bir hayli yayılan İsmail’in Banazlılığı, döneminin yasadışı havasına uygun bir uyuşturucu ticareti ve kanunsuzluklardan başka bir değer taşımıyor. Banazlı İsmail, haşhaş tarımının karanlık, yasadışı zamanlarının ve zorbalığın adından başka bir şey değil ve şöhretinin yankıları kültürel ve sosyal anlamda Banaz’ın yakınlarından bile geçmiyor.

Gerçek bir Banazlı olan İrfan Sargın’ın eşliğinde arabayla geçerken, belindeki cep telefonu altın bir diş gibi parıldayan bir bekçiyi almadan geçmiyoruz Ahat Köyü’nden. Köyün ortasına çakılı bulunan üç yolun en kavisli olanına saptıktan az sonra yeniden haşhaş ve pancar tarlaları başlıyor. Evlerinin duvarlarında eteklerine yerlesmiş olduğu Akmonya akropolünden kimi sütun ve duvar taşları olarak canlı izler taşıyan Ahat Köyü, Banaz’ın en eski ve zengin yerleşim bölgelerinden. Arapça tek ve ulu anlamına gelen “Ahad” adı, rivayetlere göre boşuna verilmemiş bu köye. Arap illerine bir geziye çıkan Evliya Çelebi, Ahat köyüne uğramış ve vaktiyle bir yörük beyinin köyün ortasındaki büyük bir kaya üzerine yaptırdığı konutta konaklamış. Rivayete göre Evliya Çelebi, bu eve “Ahad” adını vermiş ve o günden sonra bu konut etrafından gelişen köy Ahat adını almış.
Tarih sahnesinde Ege yöresinde görülen Friglerin başkenti Sart’a giden önemli bir ticaret yolu da Ahat köyünden geçiyor. Yapılan araştırmalara göre Friglerin önemli bir kolu ve boyu olan Akmonyalıların tarihteki merkezi Ahat yöresi. Akmonyalıların şehir ve hükümet merkezi köyün hemen güneyinde kalan Hisar tepesinde kurulmuş. Frigya Krallığı içinde kendine ait parası olan Akmonya sitesi daha sonra Bizanslıların istilasına uğrayarak yakıp yıkılmış.
Ahat köyü ziyaretinin en önemli amacı Hisar tepesinde bulunan Akmoneon akropolünde kısa süre önce başlatılan kazıları yerinde izlemekti. Küçük arkeolojik kazı yolculuğunun ilk kilometreleri lastik tekerlekler üzerinde bir tepenin yamacında son buluyor. Zira bundan sonra Akmonya’ya (Akmoneon) yürüyerek gideceğiz.
Tam bir hafta önce (Haziran ayının son günleri) başlamış Akmoneon akropolünün tek sivil kazı bekçisinin henüz bekçilik mazbatasını kaymakamlıktan almadığını öğreniyoruz yolda. Bekçinin henüz 4 ayı var, gerekli bir yılı doldurmasına. Yüksek hava sıcaklığının ve çok düşük rutubetin altında buğday tarlalarını yara yara ilerleyen akropol yürüyüşü sırasında, arkeolojik kazının kalbine doğru ilerlerken aslında akropolün tam üzerinde yürüdüğümüzü biliyoruz. Zira Erken Roma döneminin bu görkemli şehri, alışıldığı gibi yamaçları keskin bir vadiye Hisar tepesinden bakıyor, öyle ki küçük akropol yürüyüşü de bu yamaçların birinde gerçekleşiyor.
Bir üzüm bağının tam ortasında başlayan ve henüz çok taze olan kazıyı bir müze müdürü yönetiyor, Ahat Köyü’nden 4-5 işçiyle birlikte. Kazı yetkilisi, haftanın bir günü izinli olarak kazı bölgesinden ayrıldığını ama o günü de yeniden kazının başlayacağı sbaatlerin heyecanı içinde geçirdiğini anlatıyor.
Bu sırada bir gymnasium’un tam üzerindeyiz. 75 cm. derinligindeki bir havuzu andıran bu spor odasının tabanı 1 cm. genişliğinde kare mozaiklerle kaplı. Sökülmüş mozaikler ise bir kovanın içine özenle toplanmış. 7-8 metre genişliğindeki gymnasium’un vadiye bakan tarafında ise yerde yatıyor izlenimini veren bir çiftin resmi var, renkli mozaiklerle yapılmış. Asırlarca önce vadiye yüksek bir tepeden bakan bu gymnasium’da spor yapan bir-iki Romalıyı hisseder gibi oluyorum yanımda, ötemde. Şimdi bir bağlık olan bu bölgenin hemen altında yer alan Akmoneon, Helenistik dönemden kalma ve Bizanslıların kireç elde etmek amacıyla yaktıkları bütün mermer sütunları ve anıtlarıyla bu yukarı şehirde hala yaşıyor gibi...

Murat Dağı’nın zirvelerine doğru kısa ama yorucu bir yolculuk... Amacımız yaşı 500 yılı aşan Tepedelen Çamı’nı görebilmek. Kusursuz trekking alanlarından hareketle çamın bulunduğu 1870 metre yüksekliğe yavaş yavaş çıkıyoruz. Tepedelen Çamı, adını yöre halkının hayret ve ilgisinden almış bir karaçam. Anadolu’da genellikle 1800 rakımdan yükseklikte pek rastlanmayan karaçamların bu rakımdan daha da yüksekte hem de “tepe delen” bir tarzda yetişmesi elbette hayret verici. 380 metrekarelik bir alanı kaplayan bu karaçamın boyu tam 11 metre. Çapı 3.05 metre ve gövde genişliği neredeyse beş yetişkinin el ele vererek kaplayacağı cinsten: 9.60 metre.

Banaz’dan akşam üzeri yedi sularında geçen ve Afyon’dan aktarmalı olarak Haydarpaşa’ya şehrin insan izlerini ve manzaralarını ulaştıran Meram Ekspresi’nin gelmesine birkaç saat kala Dümenler Köyü’nde muhtarın evine girmek üzereyiz. Kısa köy turu sırasında dikkatimi hemen hemen birçok evin yanında yer alan ahşap kulübeler çekiyor. Yerden teması kesilmiş bu kulübelerde insanın sentetik eline dair hiçbir işaret yok. Kulübenin duvarlarını ve çatısını oluşturan ahşap doğramalar zamanla rüzgarın ve suyun etkisiyle aşınmış, ve ağacın damarları sıyrılmış. Boyasız ve penceresiz bu küçük evlerin birer tahıl ambarı olduğunu neden sonra öğreniyorum.
Orta boyda bir çiftlik evinin, aynı zamanda traktör ve at arabaları için yapılmış büyük kapısından içeri giriyoruz. Ve gevremiş tahta basamaklardan sonra bir salondayız. Sohbet güncel siyaset, köyün sorunları üzerinde dönerken üst katta bulunan evin sofasının kapısından içeri bir kahvaltı tepsisiyle muhtarın kızı giriyor. Köyün gerçek yaşantısı ve içtenliği sunulan bu tepsinin içinde, bir başka yeryüzü diliyle yaşamın bir yüzü kendini anlatmayı bekliyor. Dümenler Köyü’nün güneyinde kalan geniş ve ekilen bir araziye kısa bir süre önce, bir akarsunun şişirilmesiyle oluşturulan gölet yüzünden köyün hemen hemen bütün verimli ekili alanları sular altında kalmış, üstelik bu göletin Dümenler sakinlerine sulama anlamında fazla bir yararı da yok.
Akşamın tepelere sunduğu gölgeler eşliğinde köyden ayrılıyoruz. Göletin kenarından geçen yol boyunca, birkaç gün önce orada boğulan çocuk gözlerimin önüne geliyor. Dilimin ucundan ünlü bir Çin öyküsünün pek kısaltılmış ve hüzünlü özeti dökülüyor:
“Bacağım kırıldı ne felaket! Ama savaşa gitmeyeceğim ne mutlu! Ama madalyam olmayacak, ne acı!”

Tren Banaz istasyonuna yaklaşırken, bozkır akşamının boğucu sıcaklığı istasyon çeşmesinin başında toplanıyor. Saatler hiç olmadığı kadar durgun ve istasyon bir o kadar terkedilmiş hissi veriyor, orada bulunan birkaç kişiye bile. Çünkü bekleme salonu, bu dünyayı susturabilecek kadar çok sessizlik barındırmasına rağmen sessizliğin ait olduğu kimseler yok ortada. Sanki Banaz’ın sıcak yazı gibi onların da nereden geldiği belli değil.
Banaz, güneş batarken bile susuyor. Tıpkı sabahları bozkırın soluk nefesine aldırmadığı gibi.
Tren gidiyor. Tren giderken geride iki Banaz kalıyor. İlki, Akmoneon akropolünün eteklerinde ve düz ovada  köyleriyle, gelişen, büyüyen, “çağa ayak uyduran” bütün kıpırtılarıyla yeni Türkiye’yle uyum içinde bir küçük şehir.
Öteki Banaz ise sadece demiryoluyla ulaşılan ve Cumhuriyet’in ilk atılım izlerini biraz toza ve yıpranmışlığa  rağmen hala taze olarak taşıyan ve çoğumuz için haritada sessiz bir nokta.

(ATLAS)