sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2024 Cumartesi

Nuovo Cinema Paradiso: Çocukluğun hiç geri dönmeyen masumiyeti


20. yaşı için oğlum Can'a

Çocukluk en neşeli yalnızlığımız.
Uzun sürmez. Kış çabuk gelir. Sorumluluklar, kimlikler. Çabucak büyütülürüz. Bu acele yüzünden çocukluğun masumiyeti hemen bizden uzaklaşır.

Nuovo Cinema Paradiso'yu ilk izlediğimde farkında değildim. Benzeri bir daha asla gelmeyecekti. Tıpkı otuz yıl boyunca kasabasına geri dönmeyen küçük Salvatore (Toto) gibi.
Daha çok bilinen adıyla Cinema Paradiso'yu sineması olmayan bir şehirde ilk kez izlemiş olmalıyım. Televizyonda elbette. Orada gereğinden fazla yaşamıştım ve bana bahşettiği dönemin yoğunluğuyla yaptığım şeyler arasında neredeyse bir kitap boyutunda yazıları da katabilirim.
Yazılar elbette Cinema Paradiso ve dolayları hakkındaydı: Taşra, taşralılık, metropol, sanat ve dönüş kavramları üzerine. O zamanlar adeta Dönüş kavramının kıskacı altındaydım. Nereye gitsem hep dönüyordum bir yere, çünkü geldiğim bir yer, çıktığım bir tekvin yoktu. Memleketsizdim. Üstelik bu sorun bile değildi. Akrabalık yok sayılırdı. Hep göçmendik ve her gittiğimiz yere döndüğümüzü sanıyorduk, ama ortada ne gurbet ne de sıla vardı.

Cinema Paradiso içimdeki Dönüş kaderini anlamam ve ona bağlanmamam için çekilmişti adeta.
Bugün geri dönüp baktığımda filmin hikâyesinin zamana karşı yolculuğa çıkan bir başlangıç olduğunu kavrayabiliyorum. Filmle birlikte aslında kültürel tarihlerimizde doğduğumuz ama doyamadığımız yerleri terketme konusunda uzun ve zorlu bir anlatı çalışması da yola çıkmıştı. Bir ağacın dalları, bir deltanın kolları ölçüsünde bu hikâye filmden çok uzağa -ki enfes ve unutulmaz film müziklerinin de etkisiyle- ulaştı, yayıldı, çeşitlendi ve kendini çok aştı. Ve Cinema Paradiso sinema sanatının yüz yıllık eşdoğrultulu sanat arayışında da popülerlik ve estetik kaygıları arasında nitelikli bir şekilde durmaya devam ediyor.

Cinema Paradiso filmine çocukluk gözüyle baktığımızda acımasız yetişkinlik kaderini görürüz. Bu açıdır hepimizi doğduğumuz topraklardan ötelere gönderen; oralardan hiç gidemesek bile. Neden mi, çünkü yetişkinlik umutsuzdur ve direndiği tek şey yaşlılıktır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yetişkinlikle yaşlılık arasında sürekli olarak mesafe ve örtüşme bakımından bir düzensizlik hâkimdir. Anlayamadığımız ve göremediğimiz için görmez ve sorgulamayız, yaşlılık yetişkinliğin bir çeşidi midir yoksa her yetişkin yaşlı mıdır... bilemeyiz.

Cinema Paradiso masum çocukluğun yetişkinlerce öldürülmesidir. Sinema gibi muazzam bir olgu köyüne kasabana kadar gelir, ama egemenlerin eline geçer hemen; tıpkı matbaanın, gazetenin, televizyonun ve diğer bütün bilimsel yeniliklerin ele geçirilmesinde olduğu gibi. Sinema, sanki evlerimizin her yere açılan ikinci kapısıdır. Mimari kapı bizi dışarı çıkarırken, sinema kapısı her açıldığında başka bir mucizeye, felakete ya da unutuşa bizi yönlendirir. Küçük kasabanıza aniden giren sinema sizden hemen yeni bir mabed kapalılığı talep ederken kendine bir de isim arar. Bu isim taşra egemenlerinin egemen dillerinin en çok kullanılan birkaç kelimesinde yatmaktadır. Paradiso, yani cennet... İşte bulunmuştur sinemanın adı. Gerisi çok da önemli değildir, ama bugünden baktığımızda Cinema Paradiso sinema mabedlerinin ilk azizidir, hem film hem de düşsel bir mekan olarak.

Cinema Paradiso'dan 20 yıl sonra, aradan geçen zamanın filmi nereye getirdiğinden çok bu zamanda sinemanın ulaştığı duyarlılık noktalarından bu filme bakmak sanırım çok daha önemli. Sinema, insanın modern yolculuğu, kültürel sonuçlar ve sosyal gelişmeler yönünden metropol-taşra ikiliği, artık bir ikilem olmanın uzağında, hem yer değiştirmiş olmaları hem de birbirlerine benzemenin ötesine geçmiş olmalarını da kavramamıza yaramıştır. Taşrada mabedden modernliğe, insanın ortak yaşamında başlayan bütün yapıların kentten kasabaya doğru akışında her zaman bir yanlış anlama, büyükkentten gelen yeniliği taşranın devamında sıva harcı olarak kullanma eğilimi, onu taşra yapan tek nedendir zira. Kasaba, sanıldığı gibi kent olmaya çalışmaz; aksine onunla çatışır ve bunu ondan yararlanmaya çalışarak yaptığına inanır. Birbirlerine benzemenin ötesine geçmeleri de taşra ile metropolün nüfus ve sosyal karmaşalar çoğaldıkça dejenere olmalarıyla açıklanabilir.

Sinema acaba Cinema Paradiso'dan beri başka ne gibi duyarlılık noktaları yaratarak kasabalar, kentler ve metropoller arasındaki bu hazımsız ve hiçbir yola çıkmayan kör ilişkileri en azından aydınlatmaya devam etti? Ya da sinema ne denli adına tersine dromomaninin (seyahat hastalığı)  yarattığı bu kördöğüşünün farkında?



29 Temmuz 2023 Cumartesi

Yıldızlararası: Yıldızların Arasındaki İnsan


Yıldızların arasında ne var?

Bir galaksi üst kapsamında düşündüğümüzde sistemler, nebulalar, kara delikler...
Dünyamızdan bir süredir yeni bir teleskopla evreni izlemeye çalışıyoruz. Emekli Hubble'ın ardından onun ardılı olarak yerini alan James Webb acaba bizleri Hubble'ın elde ettiği görüntülerin sarhoşluğundan alıp başka büyülenmelere doğru götürebilecek mi? Yoksa bu görüntülemelerden sızacak yeni galaktik gerçeklerin yarattığı şaşkınlıklar güzelim uzay keyfimizi örseleyecek mi?
Derin bir kuyuya bakar gibiyiz evrene her göz attığımızda. Sinema endüstrisi bu kuyudan su zerreleri getirmeye çalışırken üzerinden o ilk şaşkınlıkları atamamışa benziyor.

Her film türünün şaheserlerini veren ünlü yönetmen Stanley Kubrick'in hem sinema hem de bilimkurgu türü adına kutsal kitabı sayılan Bir Uzay Efsanesi 2001 filmi bir bakıma evren konusunda ilk büyük çığırı açtı. Kubrick'in bu filmin senaryosunun yazımı sırasında yine ünlü fütürist ve bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke ile çalışması filmin sinema sanatının ötesine geçmesini ve hâlâ felsefi bağlamlarda filmin merceğe aldığı konuların tek referans ekseninde tartışılmasına yol açtı.
Kuantum fiziğiyle 20. yüzyılın ortalarında son aydınlanmasını yaşayan bilim dünyası, bu çalışmaların ışıklarını ancak 21. yüzyılda, teknolojinin popülerleşmesi ve sinemanın bilimle birlikte koşması sonucu yakalayabildi.

Aslında ağır aksak bazı kanonlar oluşuyor “uzay filmleri”nde. Star Trek ve Yıldız Savaşları’nı bilimkurgu macera sınıfına sokup teşekkür ederek bilimkurgu sinemasının “yıldızları arasında” bir yolculuğa çıkacak olursak bu yolculuğun yolunun önemli bir durağı olarak Nolan’ın Yıldızlararası (Interstellar) filmi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu zorlu yolda kolay ve hızlı başarılar olmaz genellikle. Her şey hemen anlaşılmaz. Bu yönüyle Yıldızlararası çok tutmuşa benzemiyor. Böyle işe başlayan filmler genellikle sabırlarıyla öne çıkarlar. Devamlılıklarına çok güvenirler. Bu bakımından Yıldızlararası’nın olmasa bile Nolan’ın kariyerinde yeni “uzay film”lerinin yer alacağı çok açık.

Gelelim filme. Kuraklık ve kıtlık dolu bir dünyadayız yine. Yakın gelecekte. Yükselen tek meslek ve umut çiftçilik, tarım. Dünya kendine yetemiyor. Bu distopyanın son zamanlarına doğru bir astronot ve ailesi çiftçilikle geçiniyorlar. Astronotun kızının odasına gelen garip mesaj ve hareketler filmin temel sorunlarına bizi yaklaştırıyor: Çokboyutluluk, zaman ve yerçekimi.

Yıldızlararası’nda popüler fizik ve evren belgeselleriyle hemen hemen çok yaygınlaşmış birçok teori son derece basit anlatımlarla kullanılıyor. Kara delikleri, solucan delikleri, paralel evrenler, 4 ve 5. Boyutlar… Bence çok çarpıcı olan bir şey varsa o da Christopher Nolan’ın aşk kavramını bile uzayın en bilinmez derinliklerinde, görecelilik her canlının ömrünü savururken çok incelikli şekilde kullanması. İzleyicinin belli ki kafası çok karışacak; bilgilerini yoklar ve sağlamalarını yaparken merak ve sürpriz gelgitlerinde boğulmasını engellemekte başarılı olmuş Christopher Nolan gerçekten de. Aşkın yanı sıra en insani duygu olan ölüm korkusu da Amerikalı yönetmenin bilim ile kurgu arasındaki seçimde kurgudan yani insandan yana tavır koyduğunu gösteriyor. Solucan deliğinden başka galaksi ve yıldız sistemlerindeki gezegenlere giden kahramanlar, hayatta kalmak için her şeyi yapmaya devam etmelerine yol açan şu sözü kanıtlamaktan geri kalmıyorlar: “İnsan her yerde insan.”

Gotik ve epik bilimkurgu sinemalarının yanında daha azınlıkta kalan, fakat geleceği parlak olduğu görülen psiko-fizik bilimkurguya el atan Christopher Nolan’ın (ve senaryo ortağı kardeşi Jonathan Nolan’ın) bu alanda daha çok yolculuk etmelerini umuyor ve diliyoruz. Ayrıca popüler evren fiziğinin gözde konularından olan yerçekimi kavramının uzay-zaman-boyut ilişkisinde yorumlanmış olması fizik düşünen zihinlere de sinemanın en önemli ve eğlenceli katkısı olarak görebiliriz.

Yıldızların arasında sıkışıp kalmış, ama buna henüz emin olamayan insanın, kendini evrende tanıma yolunda bir teoriler geçidi Yıldızlararası filmi.


10 Nisan 2012 Salı

Festivallerin sonu mu geldi?


Sanat için sanattan kurum içi(n) sanata

Geçenlerde gecenin epeyi de ileri bir saatinde, ahlak ve erdemine çok inandığım esaslı bir arkadaşım benden yardım istedi: Sinema festivali için gittiği bir seansta önde oturan bir hanımın film başlamasına rağmen olanca inatla akıllı cep telefonundan sosyal medya profillerinden kopmamakta gösterdiği ısrar arkadaşımı deliye çevirmişti. Saygısız izleyiciyi uyarmış, bu uyarıyı yanındakiler de desteklemiş, ama genç kadın onların kanını donduran ve orada, bir film festivalinin özel seansında neden bulunduğuyla ilgili gerekçelere çok ters mantıkta bir cevap vermişti:

-Sana ne!

Burada filmi donduralım ve biraz geriye gidelim. İnsanlık için çok kısa, ama sinema tarihi için uzunca bir süre geriye; kırk seneye yakın bir zaman öncesine. İstanbul'da bir kültür sanat vakfı kuruluyor. Saygın bir işadamı ve sanatsever ailenin önderliğindeki bu festival günümüze kadar birçok sanat etkinliğine imza atıyor ve ölümsüz İstanbul film festivalleri de bu vakfın himayesinde serpiliyor boy atıyor gelişiyor. İstanbul'un ölümsüz ve ezeli kültür semti Beyoğlu, bu etkinlikler sayesinde eski batılı tarzını sürdürebiliyor. Şehir kültürü bu vakfın duyarlılığı sayesinde çağdaş dokusuna kavuşuyor bir anlamda.

Peki o kız orada n'arıyor?

Bu soruyu arkadaşıma sorduğumda onu birkaç film seansında daha gördüğünü ve o ters cevabıyla bu durumun çeliştiğini söyledi. Biraz ara verip festivalizmden bahsetmeliyim. Senelerdir duyduğum ve bana amansız imrenti veren bir gelenektir artık bu İstanbul'da: Salonlar tıklım tıklım dolmasa da ellerinde koçan koçan biletler, başta hanımlar olmak üzere festival süresince o filmden bu salona, şu yönetmenden bu aktöre koşturulur durulur artık. Tarifsiz bir heyecandır bu. Yıllar içinde yavaş yavaş dünya çapında festivallerde yaşayan bir sinema tadı ve geleneği yer eder. Macaristan'da geçen sene "sanatsal" bir film mi çekildi? Onun ülkende vizyona girmeyeceğinden eminsen de bir gün mutlaka film festivaline geleceğini adın gibi bilirsin. İşte böyle bir şeydir festival. Entelektüel bir gusto yaratır kültürlü sanat gurmelerinin dimağında ve damağında. Gerçekten ciddiyim, buna inanıyor ve altını özellikle çiziyorum: Sanat yaşanabilir bir şeydir. İyi ki sinema var. Tabii ki diğer perde, sahne ve temsil sanatları da. Sinemasız bir opera, tiyatrosuz bir bale düşünülebilir mi aynı sanatsal çanakta. Hepsi birbirini etkiler, besler, anlamlandırır.

Arkamda oturan üç bayana anlatamadığım şey 

Gecenin o saatlerinde arkadaşıma hak verip, onun twitter mesajlarını başkalarına da yönlendirip dayanışmayı sürdürdükten sonra bir hayal kurdum: Bir arkadaşımı arıyorum. Beyoğlu'na çok inmez. Kültürle sanatla çok ilgisi yoktur. O sene bir yerden başlamaya karar verdiğini biliyorum. Bir şey olduğunu hissetmek, tahsillerinin karşılığını vermek, yüzeysel bulduğu yakın çevresinden uzaklaşıp, farklı ve farkındalıklı olmak adına geçerli nedenler aramak ve bulmak istediği her halinden belliydi. Derken film festivali programı geçiyor eline birden. İnternetten on tane film bileti satın alınıyor hemen. Saatlerin çakışmamasına özenle dikkat ediliyor. Mekanların da. İlk kez gittiği için de yeni şeylere tanık olacağını, yeni kişilerle belki karşılaşacağını hayal ediyor. İçi ısınıyor. Yüzeysel dostluklar, içi boş ortamlardan öteden beri sıkılıyordu. Başka bir şey arıyordu o.
Hayal bu ya. O arkadaşım festival esnasında tam film başlarken facebook veya twitter'dan heyecan içinde takipçilerine ya da arkadaşlarına gittiği filmin bilgilerini, o ortamın elitizmini, insanların şahaneliğini yeni yakaladığı farkındalıkla anlatırken arka koltuktan ciddi bir sesle uyarı alıyor. O anda başından aşağı inen kaynar sular, o gün takındığı günlük kültürel kimliğini de silip süpürüyor ve eller havaya ruhu kabarmış olan arkadaşım dönüp mahvediyor yeni kimliğini:

-Sana ne!



7 Nisan 2012 Cumartesi

Neden her şey Amerika'da geçiyor?

Nerden bileyim?

Ama anlamak istiyorum.
Sadece Amerika'yı izlerseniz bu izlenime kapılmanız çok normal, demem gerekiyor burada.
Eğer soruyu "her şey neden Amerikalıların başına geliyor" diye sorsaydınız o zaman cevap "çünkü senaryoları onlar yazıyor" olacaktı.
Bize göre Amerika diye bir yer var, ama Amerikalılara göre dünya diye bir yer yok: Dünya eşittir Amerika. Her şey Amerika'da geçiyor, çünkü her şey orada imal ediliyor.
Ediliyordu, madde olarak... Ama daha sonraları buna rüyalar da katıldı. Avrupa ve dünyanın kalanını dünya savaşlarına sürükleyen bütün nedenlerin tam karşıtı hayaller, beklentiler ve idealler... Din, ekonomi, yönetim konusunda Avrupa'da olanın ve yapılanın tam karşı kutupları Amerika'da "american dream" olarak adlandırıldı. Bu rüyayı belki de en iyi Türkler anladı -görmeyerek- zira dev sanal ansiklopedi Wikipedia'nın Türkçe'sinde amerikan rüyası 377 harf karakteri kadar tanımla yer bulurken, İngilizce'sinde bu tanım 23.709 karakterle kendini buluyordu.

O rüyayı biz gördük

Görmeye de devam ediyoruz. "American dream" deyince herkes 1.000.000 USD, Florida sahillerinde villa, malikane, süper hızlı otomobillere sahip olma hayali görüyor. Garsonluktan milyonerliğe, temizlikçilikten Hollywood yıldızlığına giden mesafe iki metro durağından daha kısa ve daha da önemlisi bu mesafe mümkün. Amerika bunu herkese kanıtladı. Dünya Amerika'yı, amerikan rüyalarını görmek için orada yaşayan, beklentiden kıvranan insanlar topluluğu olarak görürken, Amerika'da ise bu rüya çoktandır görülüyor. Avrupalı duyarlılığa göre rüya, psikanalizin önemli bir konusuyken Amerika'da pragmatik psikanaliz en trendy rüya konusu.
Amerika, tam da Avrupa'nın tersine insan ruhunu parçalamıyor, onu toplumu açıklamak için daha sonra toplayıp hapsetmiyor. Tam aksine insan ruhu rüya görmüyorsa toplumu defalarca parçalayıp, çekirdek rüyanın ayarlarını düzenliyor ve bundan sonra şehirleri, eyaletleri, ulusu ve devleti tayin ediyor. Avrupa iki yüzyıldır rüyaları analiz ederken, Amerika analizlerin rüyasını görüyor.

Amerikan rüya sineması

Bu rüya nasıl görülüyor?
Çok da karmaşık değil aslında.
Sadece Amerika'ya düşen göktaşları ve sadece orayı tercih eden uzaylıları hepimiz yakından tanıyoruz. Son yıllarımızı sarıp sarmalayan apokaliptik bilimkurgu filmleri, dünyanın sonu felaketlerini çeken zombi sineması... Vampir romanları, fantastik kurgu filmleri... Bunlar ve benzerleri Amerika'nın görmeye devam ettiği rüya kategorileri yalnızca. İşin daha da derininde bu rüya sinemasının sadece bir sahne perdesi olduğunu görüyoruz. Daha da derinlerde samimi olarak Amerika bu rüya sinemasını kendi dinsel ritüeli, ekonomik sarhoşluğu ve başkanlık zaferleri olarak resmen yaşıyor. Orada sadece bir güç, imparatorluk, zorbalık görmek isteyen avrupai bakışların hepsinde biraz eksiklik, kötü yerde konuşlanmışlık var cidden. İyi-kötü, doğru-yanlış eksenleri üzerinden Amerika'yı sonsuza kadar beğenebilir ya da nefret edebiliriz. Bu onu iyi anladığımızı asla göstermez.
Her şey her zaman Amerika'da geçer. Bu iyi ya da kötü değildir.
Bu bir rüyadır.
Sadece.







25 Aralık 2011 Pazar

Sinemanın en tehlikeli görevi ne?








Sahnedeki Hareketli Cezaevi: Sinema 


Soldan sağa afişleri okuyorum.
Mission Impossible: Ghost Protocol.
Sinema her zaman tehlikeli görevlere soyundu: Televizyonu yarattı, radyoyu görselleştirdi; otomobil ve uçaktan sonra en hareketli üçüncü kültür olarak hayatlarımızı cezaevine çevirdi.
Sinema üzerine karamsar düşünceler geliştirmenin hiç alemi yok; o zaten bunu sizin adınıza yapıyor. Şenliğin ortasında kitlelerin büyük lütfunu hoyratça harcıyor.


Hayatının bir anlamı yoksa, hayatın felsefesine soyunursun. Ve bunu bir anlam aradığın konusunda kendine yalan söyleyerek yaparsın.
Çok düşünmek mutluluk getirmez sana, mutlu olmayı çok düşünmek de bunu sağlamaz.
Verilmemişse bile bir sahne ararsın. Eğer kapatılmış hissedersen kendini, bir otorite.
Atmosferi değil mekânı solumaya başladığında her şey biter. Sahne karşısında oturma bağımlılığı içindesin. Dünya ve fizik kuralları yerine hapishane ve toplum kuralları başlar. Yanılıyorsun; hapishane toplumun zıddı değil bileşenidir.
Ve toplum sahneyi kutsallaştırır. Tek’i, bir’i önüne koyar. Ya tek ya hiç olacaksın. Hiçlikte sanal bir çoğunluk, çoğulluk vardır. Hiçlik iktidardır. Hiç homojendir. Bir olma yerine birbirine benzeme olasılıklarını zorluk çıkarmadan sana verir. Yaşadığın evren ile, yaşamadığın Evren arasındaki her türlü bağlantının sağırlaştığı bu hiçlik sana kaybolma korkunu kaybettirir. Aramaz sormazsın hiç olunca. Anlamın anlamı yoktur.
Koltuklar dolar, localar taşar. Biletçiler, yer göstericiler kalabalık arasında kaybolur ve tam o sırada sahne hareketlenir. Aynı röpertuvar başka binlerce yerde daha gösterilmelidir. Uyku bozulabilir. Hiçliğin foyası ortaya çıkabilir.
Tehlike anında salınan adrenalin kendini kopyadan öteye gidemez. Seni kapatan aklın bu kez senden korkması onun için hiç de iyi değildir.
Ve sahneyi perdeye indirgeyen keşif ânı çoğalır, yeniden her şey bir gişeye, klişelere kavuşur. Kapatılma kutsanır, senin zamanının nasıl ve hangi hikâyeyle geçeceğini bağıran afişler asılır: Bu akşam bu sinemada!