şair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Eylül 2021 Çarşamba

Şiir Herkes için midir?

 


Hulki Aktunç, “herkes şairdir, çünkü düş görür” derken şairliği ve şiiri ne denli zor bir konuma soktuğunun sanırım farkındaydı. Hem zor hem de üst... Herkesin el ve göz erimi dahilinde bir iş olarak Şiir, sıradan bir yeti olarak çoğunlukla buluşabiliyor. Oysa şiir, kendi varlığının zorunlu unsurlarını eylem olarak bir düş zemini kadar kaygan ve belirsiz alanda buluyor. Şiir okuma pratiğine katılan okuyucunun da hiç değilse bir şair profilinden çıkış alan ruhla davrandığını; şiir diline girerken aşağı yukarı aynı dilsel ve ruhsal çözülmeye, dalgınlığa tutulduğunu söyleyebiliriz. Bu çözülme ve dalgınlığın, sanatın bütün türlerinde, ancak farklı yoğunluklarda yaşandığını az çok biliyoruz. 

Gündelik yaşamın toplumsal, denetim, özdenetim ve tektipleşme gibi çekim noktalarında giderek ağırlaşması ve bunun olağan dili bir altdile (burada altdili, üstdilin karşı kutbu olarak kullanmıyorum) indirgemesi hiç kuşku yok ki şiirsel dildeki en olağan farklılığı bile bir yabancılaşmaya çeviriyor. “Irmağın karşı kıyısında oturanlar” için şiir dilinin gündelik dilden kopması (!?), şiirin halka yabancılaşması, şairlerin birtakım yüksek yapılarda ikamet etmesi işten bile değil... ancak bu da aşınma (gündelik dil) ve çözülme (şiir dili) arasındaki farkı bize vermiyor. İşte bu yüzden ortalarda bir yerde, “şiirin her zaman için, ta ilk kaynaklarından bugüne, hep bir üstdilde yazılmakta olduğu düşüncesi”nde buluşmak gerekiyor. Bunu açıklama ve anlamlandırma görevi elbette öncelikle şairlere, kuramcılara ve şiir eleştirmenlerine düşüyor.

Her ne olursa olsun, sürekli bir nabız alma gereksinimi içinde bugün ve her gün yanıtlanması gereken soru ve sorunları var şiirin; buna şiirin ontolojik yoklaması da diyebiliriz. Bu soru ve sorunlar şu ya da bu şekilde “ Şiir nedir? Şiir bugün ne anlama geliyor? Şiirin hangi hallerde bulunuyor?” gibi başlıklar altında cisimlendirilebilir. Bu sorular şiir evrenine ilişkin kuram, inceleme, araştırma ve eleştiri çalışmalarının ötesinde daha çok ‘deneme’ türünün alanına giriyor. Formül ve dar kalıplı tanımların bile iki yakasını birarada tutamadığı şiiri her Allahın günü nerde arayacağız peki? 

Özgürlük sözcüğünü sıralara, ağaçlara yazmayı şiir sayesinde söyleyebilen Eluard’ın şair hayatı, birçok ‘şair’  hayat adına bu soruya bir yanıt verebilir pekala. Ya da dünya tarihini kökten etkilemiş derin şiir başyapıtları...

Şiirin, görsel ve sinematografik dilin çağa egemen olmasıyla, ifade aracı olan yazıyı asla terketmeyişi - başka hangi araçtan yararlanabilir ki - onun birtakım bunalımları, belirsizlikleri, kargaşa ve şiddeti açıklama bedelini ödemesini gerektiriyor. Bu türde olgularla ilişkilerini sürekli olarak yenileyen şiir dilinin de bunalımlı, belirsiz, karmaşık hale gelişi hiç kuşkusuz kaçınılmazdır. 

Kameranın gözüyle gerçeklik çağında, birçok dilsel öge, gösterge ve anlamla birlikte çalışan şiirin kamerası ne olacaktır? Bu sorunun yanıtsız kalması ya da buna doyurucu bir yanıt verilememesi şiirin çağ karşısında yaşadığı bir eksilmeye işaret etmektedir. Eksilen şiir değil, onun çağın gerçekliklerini ifade güçlüğüdür. Bu her bakımdan kabul edilebilir bir şeydir. Peki çağın gerçekliklerini açıklama pahasına şiir araç mı değiştirmeli, doğasını karşısına alarak?...

Dünyanın yeni zamanlarında kameranın gözünden akan yansımalar aracılığıyla gerçeklik dilinin oluşmasını bir bakıma dünyanın gerçeklik evreninin şiirselleşmesi olarak da yorumlayabiliriz. Bu anlamıyla dünya ve hayat giderek şiirselleşmektedir. 

Gitgide daha çok yaşanan çözülmeler ve artan hayat dalgınlıkları yüzünden nasıl olsa günün birinde ‘her gün Şiir’ demek zorunda kalacağımızı birçoğumuz çok iyi biliyoruz aslında.

Bundan 23 sene önce yitirdiğimiz Fransız şiirinin son büyük isimlerinden Alain Bosquet’nin ‘Şair Üzerine’ adlı şiirinden şu bölümü keşke bütün şairlerin mezartaşı yazısı olarak okuyabilseydik:


“Unutmak için beni

  yüzümü fırtınaya sattılar

  ve sesimi ağustos ayının son pazarına.

  Şiirimi düzyazının ortasına gömecekler,

  bu toplu mezara.”





21 Mart 2021 Pazar

Oğlum ve Babası 1



Oğlumun iki babası vardı. Hayır, annesi başkasıyla evlenmedi ya da ben ölmedim; sadece onun hayalindeki baba en az iki kişilikti.

Oğlum adına bu denli açık konuşmayı ben istemedim. Oğlum bana yer verdi ve işte karşınızdayım onun babası olarak.
Kendini ve babasını anlatmak için oğlum, anlatıcı olarak başkasını seçebilirdi. Bir belediye başkanı, vali ya da bir gazeteci. Babasını neden seçtiğini bilmiyorum, ama onu ve babasını yazarak bu sorunun cevabını bulacağıma inanıyorum.

Oğlum ve babası, birbirlerini diğer insanlardan daha az görmüşlerdir. Birbirlerini seçmedikleri halde seçmiş ve aitmiş gibi yapıp, bu zaman ve uzay içinde devamlı olarak birbirlerini ararlar, buluşur, görüşür ve vakit geçirirler. Bu durum bize hiçbir şey öğretmez. Sevmek ve istemek için gerçekten de seçmiş olmak gerekmez. Çünkü oğlum beni seçmedi, ama babasını seçti; şimdi anladınız mı zeki oğlumun neden iki babası olduğunu ve ondan en az iki tane istediğini, onlara sahip olduğunu?..

Oğlum kavramları sever, onlarla oynar; onlara yemek yedirir, kimi zaman da onları yer. Bazen ısırganotu gibi canını yakan sözlere aldırmaz ve susar. Susmak onun en büyük kibridir. Evet benim oğlum babası gibi değildir, kibirlidir. Dünyadan almış olduğu bir şey yoktur, aksine vereceklerini iyi tanır, onları korumak için alelade bakmaz dünyaya, nesnelere ve sözcüklere.

Bir önceki, her yeni doğana kendisinden daha şanslı olacağını söyler durur hep.

Övgüde bulunur gibi kendi geçmişinin uzantısı olduğunu kapalı ifadelerle belirterek, ona, bulunduğu durumu anlamak ve sevmek için kendisinin ne kadar daha az elverişli bir geçmiş hayata sahip olduğunu devamlı yineler. Sanki kendi hayatı, onun doğmasıyla durmuş ya da bir şekilde sonlanmış ve yeni gelenin tek başına varolma özgürlüğünü elinde sadece onun geçmişi tutuyormuş gibi…

Bir gün babası bunlardan söz etmeye çalıştığı bir sırada oğlum zamanı durduran bir hareket yaparak kafası karışmış bulunan babasının hayatına büyük ve ciddi bir cevap sokuverdi aniden. Onu öptü…

Ve babası hâlâ o öpüşün şimdi geçmişte mi kaldığını, yoksa ikisini bağlayan, bir arada tutan gerçek nedenin o olup olmadığını düşünüyor.


23 Mayıs 2020 Cumartesi

50 Alıntıda Hayat Ağacım 4



16.

Elleri bakraca benzer
bir heykelini yapacak olsa bu dünyanın
en yorgun ve dayanıklı mermer

Sütleri oluk oluk kurumuş denize akar
Gemiler gidebilsin diye çocukluğumuza
Eğer bunu yapmak isteseydi anneler

Orda durmuş bana kızıyor besbelli
Babamın adasını çitlerle çevirirken yengeçlere karşı
Çimen yeşili gözlerinde bize verdiği hayatların buğusu

Hiç sönmeyecek bir ateş ama henüz yanmamış
Annem diyerek ona yaklaşmayı su içer gibi öğrenmişim

(Yaz, 2019)


17.

Bu gece bütün balkonlarda kendimi arıyorum. Bir adanın sahilinde, oradan çıkamamamın kıyılarında. Çok önceden o balkonda bana bir yer verilmiş gibi orada olmayı hep arıyorum. Balkondan sahneye yayılan bakışların bir adı var. Senin adlarından birisi…
Sen balkonun köşesinden sahnenin kıyısına kadar bakışlarımda yayılıyorsun. Dudaklarımız mesafeyi kısaltıyor, iki şehir arasındaki fırtınalı hasreti çoğaltıyor ve gelgit olarak yağıyor eve.
Bu gece bütün balkonlardan sana baksa doyamayacağım sana. İki şehrimi dünyanın bütün şehirlerine değişsem unutamayacağım kadar anıyla yüklüsün. Sana her döndüğümde aslında hiç gitmemiş olduğum hali, sözlerimize bağlı olduğum hali mi bulacağım? Başka bir hal için çıkıyorum balkona. O kadar yakın ki gözlerin. Işıldıyorlar. Bana hayatta kimse öyle bakmadı. Yakındalar. Öpüyorum. Sana dokunmuşum. Seni senden almışım. Sende çoğalıyor ve coşuyorum. Birçok deniz vardı seni aradığım. Bir tanesinde diz çökmüşüm ve ufka bakıyorum. Ufuktaki balkonda bir adam sevdiği kadına bakıyor. Onu ararken onu kendine âşık olarak buldu. Bir gece.
Bu gece birçok balkonda bir benzerim var. Seni düşündükçe hepsi bir şey arıyor sahnede.

18.

Ne okuduysam daha çok hiçbir şey bilmiyormuşum gibi geliyor
Bu açık duran kitapların alaylı göz uçları beni deli edecek
Kitaplık aralarından ve dosya raflarından bir küvöz gibi patlıyor
erken doğmuş yeni dünya ve seslere ilgim, bu böyle gitmeyecek
Bakıyorsam da er geç döneceğim demektir yalnız kadın evlerinden
Bir sofuluğa girer gibi satırbaşlarında, paragraflarda ve kitaplıkların
en yoğun olduğu mahallelerde adımlarım ayak izlerine gizli
Ayak izlerim mutlaka bir sırrın peşinde bulmak için yansıtan yüzü
Ve kefensiz kitabı ki o gün sıraya gireceğim
Arkamda dünyanın bütün ahmakları bir gram beyin için kuyruk etmişler
Bugünlerini: Yarın onlar için yine bugün.
Benimse hep borcum var ve bittiğinde bugün, diyeceğim
Ölüme sırtımı döndüğüm güne.

19.

OKURUMA SON MEKTUPLAR - Birinci Mektup

Dün gece uyumadan önce sana bu mektubu yazmaya karar verdim.
İlk ve son mektubum olacak. Sana daha önce “hiç yazmamıştım”. Bunu, senin için yazmadım olarak da anlayabilirsin. Bence bir sakınca yok. Hiçbir yargıdan korkmuyorum.
Şöyle sorabilirsin: “Benim için yazmıyorsan ben neden varım?”
Sen yoksun aslında. Deniz feneri için gemiler de yok. Ateş için tütün de. Aşk için beden de yok.
Hepimiz bazı eşyalara, tarz ve konulara bağımlıyız. Onların etrafında dönüp durmanın bir dili olarak konuşuyoruz kendi aramızda. Ama dediğim gibi bu sadece bir dil. Yazısı yok. Biz konuşurken tükürükle yazılıyor her şey.
Senin için sanat yapıyorum diyemem. Senin için yazıyorum da diyemem.
Sen benim oğlumsun, ama anneni hatırlamıyorum. Kızımsın, annen senden daha genç ve güzel. Öfkemsin, sana kızdıkça soğumayan kalbine tutunuyorum.
Sana ikiyüzlü dediler. Senin için sözde kahramanlar türettiler. Ama kurbanın sen olduğunu kimse söylemedi. Bunu söylemeye kimsenin dili varmadı.
Cesaret. Benim için cesaret olamadın. Seni belki bu yüzden sevemiyorum. Seni düşündükçe kırılan cesaretim yüzünden sana kızdım. 
Geri gelmeyen günlerim gibisin.

Artık uykum geldiğinde sana yazmaktan vazgeçmiştim, fakat bu sözlerin çoğu kafama dolmuştu bile. Nasıl olsa yazdığım pek çok şey gibi bunları da unutacaksın.
Şimdi sana yazmakla yazmak arasındaki farkı anlayabiliyorsun. Sen rüzgarsın ve rakibin olan eylem öznesi de taş. Sadece benim aklımda yaşayabiliyorsun. Taşlarla dolu aklımda.

20.

Daha uzak bir tepeye konmuş konuşuyorum. 
Şehirlerimizi ve kıyılarımızı birbirlerine benzemediği ortadayken bir gemi bütün denizleri ve limanları aynı yapıyor. Gemilerin ve tayfaların uğramadığı, her yere benzeyen ve her yer olmaya cüret eden yalnızlıklar koyu benim şunu anlamama yardım ediyor: 
Ey uzak koy! Gövdeni uzat bana ki alabileyim kokusunu deniz fenerlerinin. Kokuyla dönülüyor umutla gidilen yerlerden. Karanlık korkutuyor ölülerimizi. Ölüler, kadınlardan daha da çok bekliyor terkedenleri. Terkedenlerse, kokusuz, rüzgârda yönlerini kaybetmiş, nerden geldiklerini unutmuş ve ne olacağını hatırlamaya çalışırlarken ışıkla beslenen kaderlerine doğru kürek çekiyorlar.
Uzak koy! Ben de kürek çekiyorum. Damarlarıma asılıyorum. Yurdum nerede bu denizler arasında? Denizimi başkasına veren kaderimi başkasına versem. Başkası olsam. Denizler kadar boş baksam geçen güne, martının rüzgârına güvendiği kadar ülkeme dönmekten korkmasam. Bu ayaklarım, sanki ülkemden çok uzakta bacaklarımdan fışkırmış gibi. 
Deniz yüzüm, rüzgâr gövdem.
Tepe altımdan denize doğru kayıyor. Taşlar arasında kil topaklarla yazılmış kaderimi buluyorum kaderime doğru yuvarlanırken. İşgal ettiğim toprak az sonra ruhumu karşılayacak limanın dolgusu olacak ve sarsıntı biraz daha sonuma doğru ilerlerken denize daha yer olup olmadığını soruyorum.
Bütün hatırladıklarımla oraya geliyorum. Biber acısına uyanmış, aç ve susuz bir dil daha ne kadar dayanabilir?

(Halil Cibran ve Ben)

16 Şubat 2019 Cumartesi

OĞLUMA...




20. 01. 1996

tüm adları veriyorum sana
üstüne örtülenin buğday olduğu haberini
bu yüzden şimdi veriyorum çünkü adın yok daha
iki nokta arasındaki uzaklığı
sesli ile sessiz arasındaki açıklığı görmek uğruna
göz olabilecek bir ad için bütün adları

bilmek zorundasın
önceden hazırlanmış yaşam ve şiir yoktur
suyun
bulunmadığı zamanlarda açılmış bir kuyudan
düşen ufku,
senin gözlerinin seviyesinde
oturunca gök olan dörtgen kubbeyi veriyorum ad olarak


16. 02. 1996 (doğduğun gün)

şairler bu dünyadan yana olurlar
bir günde dört güneş ile örtünmeye hakları vardır
taş ve bulutla yıkanmaya

bu yüzden soluyorum senin şair gelişini
kolluyorum her yerde

her yere ayaklarını basıyorum
her yere ayaklarını koyuyorum


14. 03.1996

bugün şiir olan şeyler nedir
göz, gökyüzünü okuyunca nereye çıkmalı
ya bir kitabın yüksekliği nedir
yazılanların sonundan aşağı bakınca

henüz artıklarla yürüyen
bir sokak görüyorum
herkesin konuşmadığı, ağzında kalan artıklarla

“bitmiş olan bir şey varsa”
“yeniden yol almalı”
“yine akşam”
“ateşler içinde”
“yara izidir yaşam”
“bir sürünün ortasıdır gece”



1 Ağustos 2017 Salı

Onbeşinci Şairler Sokağı



"...çok önceleri, çocuk olamamış şair babama..."

Susmayı yeğledim. Öteki köprü ayakları gibi. Suyla buluşunca ke­siksiz mutlulukları düşlemenin bile deniz karşısında nasıl çiğ kaçtığını anlayıverdim. 1978 yılında, on bir yaşında, bir yüzden ilk düştüğünde hiç açılmamış bir kapıya yordum gülüşü. Bazılarına yapıldığı gibi bi­zim evimize de gece yarıları bomba atılabilirdi. Ve pencereye en yakın yatan ben, alevleri ilk yutan olabilirdim, bütün güçsüzlüğümle. Oysa 1978 yılında, bu olasılıktan doksan sekiz kilometre ötede, yanaklarım günden güne şişiyordu.
Bir gün bir de baktım, arka sokağımızda bir tabela. 

Sokağa bir isim konmuştu. Bir ucu bataklığa, öbür ucu denize varan sokağımıza. Bir yanında, henüz çimentonun, demirlerin talan edemediği suyla ve boyu­mu aşan kılıçotlarıyla dolu arsalar vardı. Kalasları yatırır, ucuca ekler, ensiz yollar çizerdik, keskin otlar üzerinde. İlk çiziği alan genellikle ben olurdum, ya parmaklarımdan ya da yüzümden. Kırmızı çizgiciği ilk gördüğümde "karaya" en yakın kalaslı yoldan eve kaçardım. Bilmi­yorum, otlarla kaçıncı savaşımdı, eve kaçarken babamla karşılaştım. Kılıçotlu bataklıkla oynamamıza çok kızardı. Oysa o sırada oldukça dalgındı, elinde, arka sokağın yıkık bir duvarına asılan tabelanın kar­tondan bir benzeri vardı. Eve birlikte yollandık. Kapıyı açtı. İçeri ilk o girdi. Ayakkabılarını çıkarmadan, salona geçti ve ilk işi tavanı gözden geçirmek oldu. Sonra duvarları. Terasa çıktı. Ben peşinden geldim.

Uzunca bir süre denize baktı. Bakışlarını merak ediyordum. Yüksek gerilim tellerini, kavakları, minareyi, Liman Başkanlığı binasını. Sarıkız heykelini, iskeleyi ve en sonunda açığa demirli kayıkları delip ge­çen, deniz dibinde burgulanan bakışlarını... Babamla göz göze gelince, bakışlarındaki sivriliğin, iki-üç damla gözyaşından ileri geldiğini anla­dım. Ağlamıştı. Babama o tabelâyı duvara niçin astığını sordum. Bir şair dostu önceki gün ölmüştü.

"-Adını çok önceden duymuşsundur, diyordu. Hep anlatmaya çalı­şırdı: Kaybolan evler değil sokaklardır. Uzayan yollar seni gezgin yap­maz gezgin ol, derdi hep. Susmak, en şatafatlı gezginlikti onun için. Bana daha geçen gün telefonda bu şehirde tam on dört sokağa şair ad­larının verildiğini söylemişti."

Avın, babamı içine aldığı bir gündü. Aynı gün babam, henüz bir ya­kasında evler olmayan, bir ucu bataklığa, öbür ucu denize açılan soka­ğın yıkık duvarından, üstünde "Onbeşinci Şairler Sokağı" yazılı tabe­layı sökerek, sokağın başındaki sokak lambasına astı. Sokağın bir yanında evler öbür yanında şairler vardı.

Ocak 1990 - Düşler Öyküler; 6. Sayı, Şubat-1998

26 Mart 2014 Çarşamba

Bir kez ağlasak belki geçer her şey


Uzun zamandır denize bakmışlığımız yok mu ne... Gözlerimiz yerde. Toprak böyle zamanlarda ateşten bir katman olur ve ayıplar adamı.
Bir kez ağlasak belki geçecek her şey.
Geçecek ne vardı ki, diyorsun biliyorum. Her şey battı. Çöktü. Kaybolduk.
Çanlar bile susuyor, tarih durdu, saatler bozuk hatta... Dönüş yolunu kaybettiğimiz yerde yoldan da çıktık.
Umut sadece bir edebiyat dersi.
Parmağını kaldırıyorsun. Bulutlara değiyor tırnak ucun... Yağmur yok. Sen yağıyorsun göğe. Göz pınarlarının çölünde kavurucu rüzgar, senin yerine konuşuyor hüküm veriyor, asıp kesiyor.
Bir daha dönüş yok ana kucağına baba evine. Şehirlerde asıldı kaldı zamanların. Sadece ölüleri değil dirileri de uzun binalara gömüyorlar. Toprak yetmiyor hepimizin arzularını hırslarını gömmeye.
Üzerimize atacak yorgan yok, toprak da ipotekli; hava hacizli havagazı bin para... Işığı yakınca musluklardan karanlık akıyor.
Dur diyen yok.
Neden olsun ki?
İyiliğin adını her andığında gelip bulmuyor mu kulaklarını o çağıran ses:
- Dünya ne zaman bugünden daha iyi oldu ki?
- Hiç iyi olduk mu?
Kandırıyorsun kendini. Bu edebiyat dersi asla bitmiyor. Belki umut alınıp satılıyor.
Ölüp gideceksin, ama yaşıyorum diye kekeliyorsun. Sözlerini şurda burda unutuyorsun... Ne anlamı var.
Su, su, su... Biraz da tuz...

Bir kez ağlasan belki geçecek her şey.

4 Ağustos 2013 Pazar

Bu kaçıncı ölümün Ahmet Erhan?

İnsan bir kere ölür...
Şairlerse bu ölümleri yazarak, defalarca...
Ölüm, kendimizden kesinkes bahsedileceğine emin olduğumuz ve sonrasını bilemeyeceğimiz tek eylemimiz.
Bir şair öldü mü hep onun şiirleri okunur.
Unutulan, o güne kadar daha az okunduğudur.
Unutulmayan artık o şairin hiç susmayacak olduğudur, unutulsa da...
Evet, herkese korkunç gibi gelebilir ama bir ölümsonrası işidir şairlik. Yazarlık da az çok...
Senin doktor raporlu ölümünle başkalarının seni ve kendilerini birbirlerini durmadan öldürmesi arasında savrulan bu can bozkırında hepsi şairin ölümüdür.
İntiharsa kafiyeli, kazaysa nüktedan, hastalıksa cinaslı...

İnsana ne olduysa şairden bilinir. Olmadıysa da...
Ölümsüzlüğüne hoş geldin Ahmet Erhan.