güzellik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
güzellik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Nisan 2021 Cuma

Sana

Sana bir ad bulmalıyım
Adını çağırırken sana benden daha çok şey getirecek bir ad
Başını bu adla çevirmelisin bana ve baktığında
O ses beni anlatmalı, benim bilmediklerimi de anlatmalı
Olmadıklarımı da

Sana bir ses buldum
Çiçeklerin içinde ararken adının yerine
Bir vadiden geçirirken sana dair hatıralarımda
Geçmişin astarı olan bir ses ve geleceğin anlamı
Sen yaratıldın ve ben kayboldum bu anlamda

Adını çağırırken güneşe döndürmeyi seviyorum
Yüzümü… yüzüm yüzünle birleşince bir “ay” doğuyor
Yeryüzü kemiklerine kadar oynuyor sonrasında
Senden önceki yıllarımı da sen varmışçasına hatırlıyorum; gezindiğimi
Bir çember, bir ova ve bir dağın etrafında

İnanmalısın… Bir adam niçin vardır
Niçin ellerini boşaltır yağdığında yağmur
Ve ne bekliyordur iki kaşın ortasındaki hülyada
Tutar damlaları ona kavuşur gibi
Onu bulur hiç olmadığı dünde ve yaşamadığı yarında

Ben hiçbir şey söylemedim
Fakat sen anladın
Neredesin sensizliğimin ortasında
Kalbim neresinde bu hiç fısıldanmamış aşkın
Yoksun ama buradasın hep burada

Uyansam akşam olacak geç kalacağım
Gözlerimi kapatınca senden doğan güneşe
Gözlerinde ışıyan şafağın çiğ zerrelerindeki sonsuz damlaya
De ki susadım sen vardın ama ben yalnızdım, o zaman
Öpsem öpsem bitmeyecek dudaklarındaki rayiha

Eskilerde bir suyun başında nöbette
Henüz var olmamış günler bile gelip geçen günlerden daha mutluluk dolu
Senin büyüdüğünü görüyorum düne bakınca
Üstelik yanımda olmaktan daha fazlasın
Verilmiş bir söz buluyorum her sabah yatağımda

Sana bir ad bulmalıyım
Sesten hızlı, çağırmadan söylenen ve ölümsüz bir sıfat
Denizden gelen henüz doğmamış dalga sesi anlamında
Bütün hayatımı yaşamış ve hayatımdan sonrasını da kavrayan
Bu ad hep yankılansın ben sustuğumda

Yarına kalsın bütün sevişmelerimiz
Teninde yorulmak denizinde yıkanmak gibidir
Her nefesine bir çocuk adı adadığımda
Sesim çırçıplak yıkandığımız ırmaktan geçer
Kalbindeki adam olur, kurumuş dudaklarındaki vaha

Yoksun ve bunun bir yıldızı olmalı gökte
Başımı çevirdiğimde ben görmeden kayan bir yıldız
Sabahları penceremde gün ağarmadan parıldasın ya da
Senin ışığın getirsin senin yokluğunu işte böyle dayanabilirim ancak
Yokluğuna, aramızdaki zamana ve uzaklara

Vakit geçtikçe daha çok sende oluyorum
Bekledikçe daha fazla kayboluyorum sen olan gökyüzümde
Bulutlar kuş oluyor kuşlar açılmamış bir davet, sabaha
Kadar uyumadan sayıklıyorum varmışsın gibi
Koklamadan konuştuğum bir demet lavantada

Bana bir masal anlat dediğinde, yaşamanın
Anlamını söylerken gözlerindeki korkunun
Büyüdüğünü görüyorum sonra
Ellerinden tutuyorum ve bu anlamı verdiğin için
Binlerce kez teşekkür ediyorum sana

Sen hayatıma gelmeden önce hiçbir bahçede
Çiçek yoktu hiçbir şehirde kule
Ve bazı şüpheli meyveler ağaçlarda
Ağaç gövdelerine dolanmış bedenlerimiz
Günahtan arındıran bir dolambaçlı yatakta

Buraya gel demezdi hiçbir yol levhası
Buradayım derken bütün şehirler
Sorardım nerede başınla birlikte doğan ayla
Denizimizi görüyorum içinde kıyılara doğru çoğaldığımız denizi
Kuşkularımı yemin yapan gözlerine baktıkça

Hazzın en yüksek yerinden düşmek için söz vermedim
Arzularını büyütmek ve saklamak için de vaadim yok
Denizin en sıcak suyu olup ayaklarımı ıslatmadıkça
Sen adında bir rüzgâr tanımayacağım
Ve en heybetli dağ olarak duracağım karşında

2007

20 Eylül 2019 Cuma

Kirli Güzellik


Güzel olan şey hiçbir zaman devinmez. Buradan "güzellik hareketsizdir" önyargısını çıkarmamalıyız. Güzel olan, güzelliğin eylemidir. Çünkü güzellik cismen yoktur.

Aynaların bize bildirdiği her şey simetriktir. Yazılı güzelliğin yansıma alanı olan yazı da düşünce ve fantezi dünyasının asimetrisinin boyunduruğu altındadır. Yazdıkça düşünceler kendi etraflarında dönerler; geometrik olarak büzüşür, genleşirler. Fantezilerse yazı dilinde aynı etkileri yaratırlar. Yazı alanının köşeliliklerine sığdıkları söylenemez; bu darlaşma yazı dilini bir öforiye dönüştürür. Yazı tam da burada söylenmeyenleri, bağışlanmayan ve anlaşılmayanları içine almaya ve onları sıradanlaşmış bir sözdizimi kalıbına sokarak sunmaya başlar.

Güzellik biçimlerle var olur. Sınırsız bir serbestlik alanında güzellik elde edilemez. Yazı da güzelliğe sınırlı ve verimli bir bakış yargısı alanı verir. Her ikisinin de bu uyumlu görünen işbirliğinin son sınır çizgilerinden birisi etik olabilir. Bir diğeri de saydamlık.

Güzelliğin insan -özellikle de kadın- bedenine tıkıştırıldığı 20. yüzyıl sonlarında sanat ve bedenin de ayrışması yaşanır: Utanma çağının sonu demektir bu. Yaşamın, dünyanın ve insan bedeninin fazlasıyla görüntülerine ihtiyaç duyulduğu bu dönem, yaşamsal, dünyasal ve insansal bedenleri de cinsiyet kategorilerine kodlar: Dünya için ülke sınırları (büyük siyasi kutuplaşmalar), yaşam için ekonomik sınıflandırmalar, insan içinse özgürlük ve demokrasi kalıplaşmalarının da yardımıyla sayıları 6'yı bulan cinsel kategoriler.

Kapı (sınır kapısı), para (ekonomi) ve seks (cinsel kategoriler)… 21. yüzyılın başında güzelliğin normalleri bunlardır.

"Güzelin kendisini, sade, saf, katıksız, insan teninin, renklerin ve daha birçok süprüntünün kirine buluşmamış güzeli, kendi olduğu gibi görebilen, formunun biricikliği içinde temaşa edebilen bir insan neler duyar acaba?" Platon, Şölen

Ekran, perde, monitör ve silisyum alaşımı taşıyan bütün diğer eşyalar. Bunların tümüne birden "kir göstermeyen" göstergeler diyebiliyoruz. Yazıdan görüntüye hakikat, içinde doğrulardan başka özneler de barındırmaya başlanılan bir sürece girmiş bulunuyor. Bu sürecin çıkışı, siber toplulukların dörtlü yazı sistemine (hiperyazı: ses, yazı, görüntü ve link) tam olarak uyum sağlamaları ve yazının bu dört element içinde bir bütünleşik olarak son halini almasıyla gerçekleşebilir.

Bu kesin durum karşısında güzelliğin klasik anlamıyla ne yapacağız? Onu hâlâ saflık, sadelik ve katıksızlık filtreleriyle aramaya çalışmamız bizi tanımsız bir labirente terk etmez mi?

Eskizden vektöre, fotoğraftan dijital sanata, çizgi romandan anime filmlere geçerek bunları yaşamaya başladık bile. Hazırlık olarak mı? Belki. Belki değil. İçinde kaybolacağımız yeni bir dünyada klasik dünyanın sonuna hazırlanıyoruzdur mutlaka.

Ya bedenler? Bedenler sanallığa direniyor. Haz, arzu ve tatmin arayışları bu direnci kırmaya koşullanıyor kredi kartları tarafından.

Güzellik bankası. Güzel para makineleri. Müşteri temsilcileri. Sigorta poliçeleri. Yalan ve kandırma kusan güleç yüzler. Akşamın altısına kadar alabildiğine sahte ve rahatsızlık vermeyen bir günlük koşuşturma. Kansız bir dolaşım. Tüm bunların içinde sahici, gerçek, hakiki ne olabilir. Gerçeklik, bir üst akıl adına dolandırılmıştır. İnsan, demokrasi, sosyal düzen, şehirleşme, kirlilik, temizlik, küreselleşme. Katil öldürürken kendi adını bilerek söylüyor ve bütün ipuçlarını ortalıkta bırakıyor.

Katilin kartviziti haline gelmiş maktulün özgür iradesi.

9 Eylül 2014 Salı

Çok satanlar kitaplar çok okunuyor mu?


Bizi hayvanlardan ayıran şeyin okumak olduğunu öğrendiğim gün okumayı bıraktım. Bunu bugün anlıyorum.
Hayvanların da okuduğunu anladım: Koku, tat... Belki daha az renk, ışık, ama evrimlerindeki tesadüflere bayılmamak elde değil onların. En dengesiz ve değişken çevreleri olarak onların gerçek evrimi biz insanlarız.
Yazarken böyle haritanın rasgele başka bir ucundan konuya girmelere de bayılıyorum. Yüzbinlerce kitapla tıklım tıklım dolu olan bir kütüphaneden bir kitap seçip alır gibi. Belki de öyle bir kütüphanem olmazsa bir daha asla okumam. Yazarları, kütüphanecileri, belediye başkanlarını ve kültür bakanlarını tehdit ediyorum açıkça. Bana o okuyacağım kitapların gömülü olduğu büyük kütüphaneyi bulun getirin.

Aynı soruyu birçok fiil için sorabiliriz.
Ya Bunlar Gerçekten ......... mu? olarak bir şablon koyalım hatta ortaya.
Peki buradan varacağımız sorun ne?
Hiçbir sonuca neden artık eskisi kadar güvenmiyoruz? Neydi araya giren? Eskiden de güvenmiyorduk, varsayıyorduk.

Okumayı, istediğimiz cevaba uygun şekilde tarif edersek -biraz akıl karışılığı yaratarak- olur bu iş. Yani sevmediğimiz içeriklerin aslında okunmadığına herkesi ikna edebilirim öyle değil mi?

Bir içeriği bazı nedenlerle sevmeyiz: Konular, türler ve yazarlar bizi açıkça çekmez. Geçerli, mantıklı nedenler de olmayabilir bunlar. Açıkçası ya yıldızlarımız uyuşmuyordur ya da bir noktada kesişmiyoruzdur.
Bu, o tür ve yazarların kötü oldukları anlamına gelmez. Aksine bir de bol tüketiliyorlarsa başlar çalmaya çanlar. Daha çok sinir olur ve öfkeleniriz onlara, onları okuyanlara ve gözümüzün içine bakıp "bugün bunlar okunuyor" diyenlere, demek isteyenlere...

Geriye tek bir silah kalıyor: "Ya Bunlar Gerçekten Okunuyor mu?" diye sormak. Şimdi geldik mi o kavşağa? Yerine göre okurun, işimize göre yazarın, kimine göre de zamanın beğenilmediği, burun kıvırıldığı ana...
Bir dakika... Biz niçin okuyoruz ki? Başkalarının ölçülerini neden karıştırıyoruz işin içine? Biz sakin sakin ....'mizi, .......'müzü, .....'muzu okurken (yazar isimleri özellikle vermedim ama anlayanlar anladılar bence) A'nın B'nin, C'nin çok tüketilmesi bizi neden rahatsız ediyor. Bence ediyor, şu sebeplerden:

-İyi okur olduğumuza dair düşüncemizde sarsılma olma tehlikesi
-İyi okurun sayıca çok ve iyi kitabın sayıca fazla olduğuna inanmama eğilimi
-Kültürel bir ortam içinde kitap, yazar ve içerik soluduğumuzu düşünen, sosyo-kültürel ayrıntılara, ayrımlara dikkat eden bir takıntılılık içinde olma
-Vasat ve sıradanı kültür alanından kovma isteği
-Gelişime, çağdaş, etik, estetik ve modern yaşama; daha iyi ve güzel olan inanca bağlılıklarımızın kalıcı bir ilişki olduğuna dair derin arzu

A, B ve C gerçekten okunmasın istiyoruz. Yalandan, imrentilerle ve markacılık histerisiyle... Onlarda düşünsel derinlik ve aydınlatıcı unsurlar bulunmasın istiyoruz. Bir tür okumadan "onları biliyoruz"... Sanatsız sözler ve sözsüz bir yazı sanatıyla devşirilmiş başı-boş kitaplar hepsi de öyle değil mi?
Bir trenle giderken yerin ve rayların durup trenin hareket etme kuralının geçerli olmasını istiyoruz değil mi?
Ama yakışıyor mu bunca kültürel entelektüel amaca ve arzuya bu kuralcılık? Asker gibi ne o, soldan sağa okunacaaak oku!
Kültür dediğin ya büyük bir boşluksa savrulmaksa, kaybolmaksa?
Eskiden sorardı yazarlar hep bir ağızdan "Ey okur neredesin?"
Şimdi hep bir ağızdan soruyoruz: "Ey yazar neredesin?"

Arkakapak.com



23 Şubat 2012 Perşembe

Ben sana neden bu kadar aşık oldum?


Ben sana neden bu kadar aşık oldum?
Bir marifetmiş gibi
bunu bilmiyorum

O kadar kabahat dururken
o kadar gemi dururken ve ışıklı gece sahili
sana zincirlendim

Sana doğdum sabahları
Geceleri yükseldim gülümsedim dikkatini çekmek için
Battım, ağladım, dev ve sıcaktım ama kayboldum

Şimdi ben seni aydınlatırken uyandım diyorsun
Ben gözyaşlarımı saklarken sen "ağladım" diyorsun
Aşk olsun


24 Ocak 2012 Salı

Eski Mısır’da kadınlar dudaklarını koyu mavi, göğüs uçlarını altın sarısı boyarlardı


Maviye Yolculuk


Mavi Gözler Siyah Saçlar. Sevgili’nin yaratıcısı ve kahramanı Marguerite Duras’ın siyah saçlı kadını Doğu’nun uzak bir noktasından geliyordu; ama siyah saçlarında mavi gözlerden düşen bir ışıltı vardı.

Mavi Gözlü Dev’in mavi gözlü minnacık kadını gerçekten güzel miydi? Kadının güzelliği mi yoksa mavi gözler miydi Nâzım Hikmet’e o şiiri yazdıran?
“O mavi gözlü bir devdi; minnacık bir kadını sevdi.” Gözleri mavi olan Nâzım Hikmet’ti. Ama bir devin minnacık bir kadına âşık olması devin lütfundan ziyade aşkın büyüklüğünü gösterir. Büyük aşk yeryüzü için bir lütuftur. Masmavi yerkürenin üzerinde olabilecek en büyük insan yapıtı aşkın ta kendisidir. Öyleyse aşkın “kırmızı” olduğunu söyleyen ateşli aşk taraftarlarının düşündüklerinin aksine aşkın rengi kendi büyüklüğüyle ölçülür. Büyük aşk ise mavidir. Mavi göz ve güzelliği aşkın nesnesidir.
Mavi, kadın güzelliğinin gözlerinde durur durmasına ama çevresindekiler de bu güzelliği söyler. Kadının güzelliğinin dışında mavi göz pek fazla bir şey söylemez. Uzun saçlar gerekir gözlerin çevresine; gözlerin parlaklığını, rengindeki açık deniz havasını serinletmek için. Mavi göze siyah saç. Hiç de dünyalı olmayan bu uyumun tanığı olarak sadece susuyoruz. Başımızı döndüren bu girdaba kapıldık mı o güzelliği kaybetmekten korkuyoruz galiba.


Saçları uzamış. Saçları suya batmış. Ve deniz kokusu mavi renginde. Denize yüzünü dönenler mavi mavi bakıyor.

Mavi bir esans şişesi. İçindeki sıvının rengi seçilmiyor ve bu yüzden ne olduğu da anlaşılamıyor. Yanında saydam bir şişe. Dibinde azalmış bir mavi sıvı. Şişenin üzerinde “Eau de Côte d’Azur” yazıyor. Şişenin etrafında çok küçük sarı zerreler. Uzak bir kıyıdan tuz izleri...

Mavi boya. Çivit mavisinden az daha solgun renkteki bu boya tüpünün sıkılmış ve katlanmış gövdesinde yeşil parmak izleri. Öyle ki az önce boyayı kullananın parmakları yeşil bir boyaya da dokunmuş anlaşılan. Mavi boya tüpünde kalan son boyayı sıkmak için el uzanıyor yine. Ama parmaklara bu kez mavi renk bulanmış.

Deniz kıyısı boyunca siyah bir siluet yürüyor. İnce topuklu, uzun boylu mavi saçlı bir gölge. Gökyüzü kızarmış.

Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşaoğlu Derviş Ahmed “Kadınlar saçını keser, erkekler sakalını,” diye yazar. Erkeklerin saçlarının uzun olması, Roma imparatorluğu sonrasında barbar kuzeyli aşiret geleneğinde kralların egemenlik timsalidir. Çin’de erkeklerin saçlarını kazıyarak boyunlarına doğru uzun kuyruk bırakmaları imparatora bağlılık simgesiydi. Tevrat’ın kahramanı Samson, gücünü hiç esmediği uzun saçından alır. 20. yüzyılda uzun saç modasını Beatles grubu canlandırmıştır. Saçlarını kızıldan maviye birçok renge boyatan Punklar Londra’da fotoğraf çektirerek hayatlarını kazanırlardı.

Eski Mısır’da kadınlar gözlerini yeşil, dudaklarını koyu mavi boyarlardı. Göğüs uçlarını boyadıkları renk altın sarısıydı. Erkeklerin de boyanması yaygındı.


Eski Yunanlılarda kozmetik MÖ 5. yüzyıldan sonra Mısır yoluyla zenginleşip gelişti. 218 yılında Roma imparatoru Heliogabalos şehre girdiğinde Romalıları çok şaşırtmıştı. Gözlerinin çevresi daireler halinde mavi ve altın rengine boyalıydı.

Dövme Osmanlı’da en çok Yeniçerilerde görüldü. Bu geleneksel dövme iğneyle resim çizildikten sonra çivit ve barutla sabitleştirilerek yapılırdı. Üstünden kızgın yağ geçirilen dövmeye “dağ” da denirdi.


Cevat Şakir Kabaağaçlı iyi ki Halikarnas Balıkçısı oldu. Resimli Hafta dergisinde çizdiği bir karikatür nedeniyle kalebentliğe mahkûm edilip Bodrum’a sürgüne gönderilmeseydi Mavi Yolculuk belki de olmayacaktı.

Cevat Şakir, bu sürgünü “mavi sürgün” olarak adlandırır. Ve sonra her şey “mavi” sözcüğünün etrafına dolanır. Böylelikle Türklerin muhteşem Akdeniz keşfi başlamış olur.

Cevat Şakir’in yayınlanan karikatürü nedeniyle Bodrum kalebentliğine sürgün edildiğini duyan Bodrum halkı, karşısında yaşlı bir yazar bekliyordu. Ve tabii karşılarında 30-35 yaşlarında boylu poslu bir adam gördüklerinde çok şaşırdılar. İşin tuhafı Cevat Şakir de kendini bitmiş, olmuş bir adam sanıyordu. Yazara göre bu duygu İstanbul’daki tekdüze hayatın ta kendisiydi.
Aradan üç sene geçince şöyle sordu Cevat Şakir kendi kendine: “Ne yani üç sene kalebentlik işkencesini pîr aşkına çektikten sonra beni hiç de tatmin etmeyen o rutin hayata mı döneceğim?”
Babıâli yokuşu, yetiştirdiği birkaç mebusa karşılık o izbe odalarında kaç insana mezar olmuştur. Ve daha da kötüsü Cevat Şakir kendisini ölmüş bitmiş sayıyordu, bu rutinden çıkamayacağına inandığı için. Ona göre elbette Bodrumlular haklıydı. Yaşı 30-35’ti ama ölmüş biriydi artık.
Ve küllerinden doğdu Cevat Şakir, Halikarnas Balıkçısı olarak. Torba yokuşunu tırmandıktan sonra Bodrum’a ve Karaada’ya, sisler arasındaki İstanköy’e bakarken Cevat Şakir, çeyrek yüzyıl sürecek Halikarnas Balıkçısı efsanesinin başladığını hisseder.

Mavi Yolculuk’ta şehirlerin gürültüsünden, kalabalığından ve kalabalık yalnızlıklarından uzakta, seyahatin özgürleştirici etkisi tek bir renkte ortaya çıkar: Uzun bir mavi banyosu, mavi ziyafeti, mavi keşfi ve mavi ruhu!

Mavi Yolculuk, kusursuz bir mavi cemaati yaratmıştır. Her ne kadar günümüzde, kültürlü bir azınlığın tercihi olmaktan çıkmış ve geniş bir kitleye yayılmışsa da bu âdet bir gelenek olup çıkmıştır. Ve geleneklerdir ki cemaatler, uluslar yaratır.


Asla demode olmayan biçimler ve tercihler: Renkler ve insan vücudu. İnsan vücudunun görünürlüğünü artırmak için giyiniriz. Örtünmek ise tamamlayıcı bir unsur olarak kaldı artık çağımızda. İnsan artık örtünme ihtiyacını unuttu, görünme ihtiyacı ile tanışınca ve aralarında derin bir tutku doğunca.

İnsan vücudu ve kumaş olarak malzeme ne olursa olsun “görünmek” için renk esastır. Tenin hiçbir yerinde hiçbir şekilde bulunmayan mavi renginin insan vücudu üzerinde görünme ihtiyacını ne kadar çok giderdiğini anlamak zor olmasa gerek.

Moda’nın “herkes için” olduğu görüşü yaygındır. Ama öte yandan çok zayıf, çok seksi ve çok genç olmak üzerine yaratılan bazı idollere hapsedilmek istenir Moda. Herkes ile idol sözcüklerini birbirine ancak renkler yaklaştırabilir. Kumaşlar ve onların kesim ve terzilik biçimleri kitle ve modelin arasındaki boşluğu sadece dokur; bu dokuma maddesinin üzerine sürülen renkler arasında mavinin çok özel bir yeri vardır.
Mavi, solgun ve pastel tonlarda yaşar ten üzerinde ve dokunan kumaşlarda. Çivit mavisini, prusya mavisini, gök mavisini görmemiz için günün birinde kumaşı aradan çıkaran bir eylemi; bir kadın vücudunu maviye boyayacak olan “derin” hareketi mi bekleyeceğiz? Belki de beklememize gerek kalmamıştır...

Mavi, eskitilmek için giyilemez. İnsan doğasında bulunmayan renkler demode olabilir ancak. Mercandan mürekkep balığına, sudan gökyüzüne doğa değişmez bir mavilik içindedir. Doğanın taklidi de doğaldır.

Mavi eşitliği. Batı’da modanın başlamasından bu yana başka hiçbir giysi, evrimi içinde statü kararsızlıkları ve belirsizliklerini ifade etmede blue jean kadar etkili bir araç olmamıştır.


Rengi güneş ışığının ayrılma tayfında mor ile yeşil arasında yer alan bir pigment, bir boyarmadde veya bir boya için kullanılır. Mavinin ansiklopedik tanımı bu.
Gök mavisi, çelik mavisi, çivit mavisi, deniz mavisi, nattier mavisi, prusya mavisi, petrol mavisi, firüze mavisi...

Gök mavisini deniz mavisinden ayıran etki yansıma ve ışıldamadır. Deniz mavisini turkuaz yapan etki ise su üstündeki gök mavisi ışıltısının tekrar göğe yansıdıktan sonra sualtına kalan renk dokusudur.

Grand bleu (Derinlik Sarhoşluğu) filmindeki yunus eğiticisi ve derinlik dalgıcı ........ (Jean-Marc Barr) turkuaz ve sığ su mavilerinin en koyusunu, laciverdi ve karanlık mavisini tanıyordu. ......’ın İtalyan asıllı dalgıç ........ (Jean Reno) ile giriştiği derin rekabette mayolarındaki iki renk farklılığı göze çarpıyordu. ..... ‘daki yeşile karşılık ....’daki Fransız mavisi kardeşliği simgeliyordu.
Filmin başlarındaki düşmanlık, hırs dolu rekabet, sonlarında maviye dönüşüyor ve ..... ile ...... arasındaki gizli kardeşliği ortaya çıkarıyordu. Mavinin derinliklerinde kaybolan ve bir yunus olan ...... artık derin mavinin kardeşi olmuştu. ...........


Hava gibi mavi de her yerdedir. Gökkuşağında, bulutlarda, rüzgârda, buzlarda, çiyde, siste, kırağıda, yağmurda... Dünyanın uzay boşluğundan görünüşü dağınık beyaz kuşaklarla örtülü bir mavi top gibidir.

Gözlerimizi kapayınca mavi rengi göremeyiz. Bu bizi yeryüzüne ve gökyüzüne daha da bağımlı kılar. Çünkü mavi gerçektir. Gerçekler ise gözü açık görülen bilinen şeylerdir. Toprak ve ateşin katı kırmızısından sonra su ve havada saklı mavi bu dünyayı yaşanır kılar.


Kamusal binalar dışında evlerin boyanması çok yenidir. Sosyal bir zaruret halini almasından bu yana hazır boyalarla boyuyoruz evlerimizi. Ve dilediğimiz renge boyamakta özgürüz.

Evlerimiz bizi toplumdan ayıran ve topluma bağlayan birleşme-kırılma noktasıdır hayatımızın. Ama genellikle maviyi burada pek fazla cömertçe kullanmayız.

Evlerimiz bizi toplumdan ayıran ve topluma bağlayan birleşme-kırılma noktasıdır hayatımızın. Ama genellikle maviyi burada pek fazla cömertçe kullanmayız.