özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2023 Cumartesi

Yıldızlararası: Yıldızların Arasındaki İnsan


Yıldızların arasında ne var?

Bir galaksi üst kapsamında düşündüğümüzde sistemler, nebulalar, kara delikler...
Dünyamızdan bir süredir yeni bir teleskopla evreni izlemeye çalışıyoruz. Emekli Hubble'ın ardından onun ardılı olarak yerini alan James Webb acaba bizleri Hubble'ın elde ettiği görüntülerin sarhoşluğundan alıp başka büyülenmelere doğru götürebilecek mi? Yoksa bu görüntülemelerden sızacak yeni galaktik gerçeklerin yarattığı şaşkınlıklar güzelim uzay keyfimizi örseleyecek mi?
Derin bir kuyuya bakar gibiyiz evrene her göz attığımızda. Sinema endüstrisi bu kuyudan su zerreleri getirmeye çalışırken üzerinden o ilk şaşkınlıkları atamamışa benziyor.

Her film türünün şaheserlerini veren ünlü yönetmen Stanley Kubrick'in hem sinema hem de bilimkurgu türü adına kutsal kitabı sayılan Bir Uzay Efsanesi 2001 filmi bir bakıma evren konusunda ilk büyük çığırı açtı. Kubrick'in bu filmin senaryosunun yazımı sırasında yine ünlü fütürist ve bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke ile çalışması filmin sinema sanatının ötesine geçmesini ve hâlâ felsefi bağlamlarda filmin merceğe aldığı konuların tek referans ekseninde tartışılmasına yol açtı.
Kuantum fiziğiyle 20. yüzyılın ortalarında son aydınlanmasını yaşayan bilim dünyası, bu çalışmaların ışıklarını ancak 21. yüzyılda, teknolojinin popülerleşmesi ve sinemanın bilimle birlikte koşması sonucu yakalayabildi.

Aslında ağır aksak bazı kanonlar oluşuyor “uzay filmleri”nde. Star Trek ve Yıldız Savaşları’nı bilimkurgu macera sınıfına sokup teşekkür ederek bilimkurgu sinemasının “yıldızları arasında” bir yolculuğa çıkacak olursak bu yolculuğun yolunun önemli bir durağı olarak Nolan’ın Yıldızlararası (Interstellar) filmi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu zorlu yolda kolay ve hızlı başarılar olmaz genellikle. Her şey hemen anlaşılmaz. Bu yönüyle Yıldızlararası çok tutmuşa benzemiyor. Böyle işe başlayan filmler genellikle sabırlarıyla öne çıkarlar. Devamlılıklarına çok güvenirler. Bu bakımından Yıldızlararası’nın olmasa bile Nolan’ın kariyerinde yeni “uzay film”lerinin yer alacağı çok açık.

Gelelim filme. Kuraklık ve kıtlık dolu bir dünyadayız yine. Yakın gelecekte. Yükselen tek meslek ve umut çiftçilik, tarım. Dünya kendine yetemiyor. Bu distopyanın son zamanlarına doğru bir astronot ve ailesi çiftçilikle geçiniyorlar. Astronotun kızının odasına gelen garip mesaj ve hareketler filmin temel sorunlarına bizi yaklaştırıyor: Çokboyutluluk, zaman ve yerçekimi.

Yıldızlararası’nda popüler fizik ve evren belgeselleriyle hemen hemen çok yaygınlaşmış birçok teori son derece basit anlatımlarla kullanılıyor. Kara delikleri, solucan delikleri, paralel evrenler, 4 ve 5. Boyutlar… Bence çok çarpıcı olan bir şey varsa o da Christopher Nolan’ın aşk kavramını bile uzayın en bilinmez derinliklerinde, görecelilik her canlının ömrünü savururken çok incelikli şekilde kullanması. İzleyicinin belli ki kafası çok karışacak; bilgilerini yoklar ve sağlamalarını yaparken merak ve sürpriz gelgitlerinde boğulmasını engellemekte başarılı olmuş Christopher Nolan gerçekten de. Aşkın yanı sıra en insani duygu olan ölüm korkusu da Amerikalı yönetmenin bilim ile kurgu arasındaki seçimde kurgudan yani insandan yana tavır koyduğunu gösteriyor. Solucan deliğinden başka galaksi ve yıldız sistemlerindeki gezegenlere giden kahramanlar, hayatta kalmak için her şeyi yapmaya devam etmelerine yol açan şu sözü kanıtlamaktan geri kalmıyorlar: “İnsan her yerde insan.”

Gotik ve epik bilimkurgu sinemalarının yanında daha azınlıkta kalan, fakat geleceği parlak olduğu görülen psiko-fizik bilimkurguya el atan Christopher Nolan’ın (ve senaryo ortağı kardeşi Jonathan Nolan’ın) bu alanda daha çok yolculuk etmelerini umuyor ve diliyoruz. Ayrıca popüler evren fiziğinin gözde konularından olan yerçekimi kavramının uzay-zaman-boyut ilişkisinde yorumlanmış olması fizik düşünen zihinlere de sinemanın en önemli ve eğlenceli katkısı olarak görebiliriz.

Yıldızların arasında sıkışıp kalmış, ama buna henüz emin olamayan insanın, kendini evrende tanıma yolunda bir teoriler geçidi Yıldızlararası filmi.


4 Mart 2021 Perşembe

Dünya Kadınlar Günü'nde Kadınlara Dair İmkânsız Soruların En Mümkün Cevapları




Sevmek

Dünya Kadınlar Günü'nde kadınlara dair imkansız soruların en mümkün cevapları.

Birisi bana bu sözcük öbeğini söylese kendisine deliymiş gibi bakardım eminim. Ama içimden 44 yıldır gelen ve asla susturamadığım sesler arasında anlayabildiklerimi unutmamak için yazarken kendini yazar olarak bulmuş birisi olarak her şekilde bir kakafoni içinde yaşadığımızı düşünmüşümdür. Gürültüleri ve ses kirliliklerini tarif ederken işaret ettiğimiz dış dünyanın aslında iç dünyamızca tasarlanıp tasarlanmadığını nereden biliyoruz?

Şu gerçeği hiç değiştiremeyiz sevgili okurum: Hepimizi bir kadın doğurdu. Evet, burada gökyüzü yerine yağmura bakanların kör olduğunu söylemek istiyorum. Kadınların onları bir kadının doğurdukları gerçeğine erkekler kadar dikkat etmediklerini, bunun onların doğası olduğunu düşünmelerine dair içgüdüye hep gıptayla bakmışımdır.

Annemden ötürü kadınları hep sevmek istedim. Babamdan ötürü erkeklerden hep utandım. Aynı sözleri bir kadının söyleme ihtimali Jüpiter'in Dünya'ya çarpma olasılığıyla eş de olsa bunu söyleyen kişi bence yanılgıya düşmüş olmaz. Zira kimse ne Dünya'yı uzaktan gördü ne de Jüpiter'e bir Ay kadar yaklaşabildi, astronotlar hariç.

Söylem ve eylem

Yeryüzü, tabiat, erkekler, evrim, ve kadınlar da dahil olmak üzere herkesi ve her şeyin kadınlara haksızlık ettiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bu cümleyi ya da ona en çok yaklaşabilenleri bugün ve yarın birçok yerde ilk cümle olarak okursanız bilin ki 365'te 1'cilerle karşı karşıyasınız. Dünya, Güneş'in etrafında on kez bile dönse kadının adını hatırlamayan ciddi çoğunluğa oranla çok iyi bir oran olduğunu düşünenlerin de vicdanlarında bir hesap makinesini taşıdıklarına eminim.

Genel dilbilgisine ve sözlüğe bakarsak kadınlar hep almak, erkeklerse vermek zorunda. Literatürü tersine çevirsek denge sağlanacak mı, bilinen yanlışlıklar düzelecek mi? Belki de sorun, "ortada bir sorun var gözlüğüyle" her şeye bakmamız. Ayrılıklara, farklara rağmen bir ortaklık-eşitlik söyleminde birleşmeye çalışırken ayrılık-gayrılık eylemleriyle de değirmene trajedi suyu taşımaktan geri kalmamamız... Bu sorun hem kadınların hem de erkeklerin bu işten gerçekten de anlamadıklarını ortaya koymuyor mu?

Soruda ve cevapta olmayan sorunda nasıl olabiliyor?

Bu evren ve yeryüzünde neden bulunduğumuza, burada ne yaptığımıza dair şimdiye kadar insanlığın kozmik ve felsefi açılardan bulabildiği en uzun ömürlü -doğru değil- cevaplar hala buyruk, mitoloji ve dogmalardan şaşmayan kutsal kitapların tekelinde değil mi? Açıklayamadığımız zaman hissettiğimiz korkuyu bastırmanın adı neden inanç olarak adlandırılıyor onca zamandır? Ve bu cevapların "yazılışında" vahyedilişinde neden hep o lütufkar erkek ellerini buluyoruz sadece. Babamdan ötürü erkeklerden hep utanmamın bir nedeni de budur işte: Kadınları bütün sorulara dahil edilmeyişi ve cevapların hiçbirinde onların asla olmayışları. Bu durum içinde kadınların bir kayıtsızlık ve isteksizliğine sözün doğrusu ben rastlayamıyorum. Olsa olsa bu durumun adı tevazu olabilir. Kadınların birçok konuda öncelikli olarak erkeklere söz ve eylem tanımaları onları doğuranlar olmalarından kaynaklanan bir şefkat değil miydi yoksa?



13 Temmuz 2020 Pazartesi

14 Temmuz Gecesi Neredeydin?

verdun war ile ilgili görsel sonucu

O 14 Temmuz akşamı Bleu Blanc Rouge renkli havai fişeklere bakıyordun Fransız Sarayı'ndaki bahçe kutlamasında Légion d' honneur'lü konuklarla birlikte.

Bleu, yani mavi, yani Özgürlük.

Blanc, yani beyaz, yani Eşitlik.

Rouge, yani kırmızı, yani Kardeşlik.

Bu üç renk de, onlara en çok ihtiyacı olan ülkelerde, siyah gökyüzünde daha çok parlar, dedi bir Mağripli.

Enrico mu neydi adı... O da bir şarkısında şöyle diyordu:

Ma liberté, longtemps je t'ai gardée.

O geceden 27 sene öncesine gidiyorsun.

1989.

1789'un 200. yılı. Ankara, Kızılay. Devrim'in ikinci asrı anısına, onun en önemli simgelerinden, hatta Devrim'den en çok zararı görenlerden, yazar Marquis de Sade hakkında teksir olarak düzenlenmiş yaklaşık 40 sayfalık bir kitapçığı tutuyorsun sımsıkı koltuk altında. Hepsini bir oturuşta okumalısın. Çünkü okula hiçbir "yayın"ı sokmak izin dahilinde değil.

Ankara'nın Dikmen'inin eteklerinde 4 yıldır gitmekte olduğun okulu bitiriyorsun o yıl. Mutsuzsun. Herkes mutsuz, acaba ondan mı?

Kimsenin sana bir şey demediği yıllardan herkesin sana ne dediği yıllara, mutluluğun sürekli olduğunu unutup anlık olduğunun kabulüne kadar,  tüketip durdun "sonuna kadar koruduğun özgürlüğü..." Eline kalansa, bir kitapçık. Ömrünün 27 yılını hapisanelere veren, her devirde ve devrimde hapse atılan yaşamaktan ziyade yazmaktan bıkmayan bu marki, senin kurtuluşunun ilk havai fişeklerini patlattı o gece.

Ve yine bir 14 Temmuz'da aynı çifte asır kutlamalarında Seine nehrinin her köprüsünün üstündeki sıralı havai fişek patlamalarını bu kez Léon Carax'ın Köprüüstü Âşıkları filminde izledin. Juliette Binoche ilk kez o filmde gözüne göründü, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nden de önce.

Napoléon, imparatorluğu kurarak Fransa'daki halk, monarşi ve devrim arasındaki iç savaşa son verdi. İmparatorluk karşılığında oldu bu lütuf kuşkusuz, altında başka bir irade aramamalı. Böylelikle üç renk birleşip yüce anlamına kavuştu. Sıralarını sürekli karıştırageldiğimiz özgürlük, eşitlik ve kardeşlik hem üç rengin hem de iç savaşa tutuşan 3 kesim ve kavramın da değişmez sembolü olmuştu.

Bu açıklamaların varacağı renk az çok belli oldu gibi: Mavi. Aklına sık sık düşüyordu senin de: Neden mavi? Bayraklardaki mavi aslında ne anlama geliyordu? Ya beyaz? Ya kırmızı?

Bir ülkenin bayrağında mavi varsa bu tam olarak ne anlama geliyordu?

İngiltere, Amerika ve de birçok Avrupa ülkesi mesela... Beyazı sosyolojinin dışında bıraksak mavi ve kırmızı kalıyor geriye. Mavi, kanında mülkiyet ve güçten başka bir şeyin dolaşmadığı saltanatları, tahtları, imparatorlukları ve krallıkları simgeliyorsa kırmızı, özgürlüğü ve kardeşliği varlığından bu yana talep eden halkı, yani özgür eşit bireylerin oluşturduğu toplumu işaret ediyordu öyleyse.

Sosyolojiye yaslanarak söyleyecek olursak beyazın ise, bu iki rengin, mavi ve kırmızının belki akıllı uslu belki de tepedeki egemenlerin çıkar çatışmalarından uzaklaştırdıkları kesim ya da kişilerin kendi aralarında yaptıkları antlaşma, bağımsızlık savaşı ve iç savaş olarak niteleyebiliriz.

O halde 14 Temmuz akşamı hangi renkleri gördün gökyüzünde, söyle?

Siyah diyeceksin. Hem de simsiyah. Gök günlüklerine bakmalı, hiç kuşkusuz. O gece yıldızların, ayın konumu ve durumları. Sonra meteorolojik tahminler ve kaygılar.

(Arkası yarın) 

3 Ekim 2019 Perşembe

Kimsenin Bana Özgürlüğümü Vermesini İstemezdim

Worry is a total waste of time. It doesn’t change anything. All is does is steal your joy and keep you busy doing nothing.👀😣…
30 yaşımdayken başka bir hayata geçtiğimde tabii ki en büyük hayalim çalışırsam sevdiğim işi yapmaktı... Zaten buna gerek kalmayacağını düşünüyordum... Şimdikinin 10-20 katı çalışma tempom ve verimliliğimle zaten istediğimi yaparak hayatımı kazanacağımı hatta zengin olacağımı düşünüyordum.

İstediğin şeyi yapmanın sözlüklerdeki karşılığı hobiyken, insan hayatında buna özgürlük dendiğini elbette hepimiz biliyoruz.

Ben zaten 30'umda özgürlüğümü ilk kez elde etmişken bunu artık kimselere emanet edemezdim. buna her şey ve herkes dahildi...

O günlerden bugünlere hayatıma koyduğum bu temel özgürlük ilkesi beni giriştiğim her işte ve şeyde yönetti. Buna bir lüks diyemezdim. Bu bir ukdeydi, kimi zamansa kader gibi geldi bana. Zira özgürlük, uğrunda bedeller ödenmişse daha güzel.

Kimsenin bana özgürlüğümü vermesini istemezdim.

Böyle baktığımda tıpkı bir otomatik pilot gibi hayatımı bu uzantıda hep eş doğrultulu ilkeler yönetti: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, tutarlılık, çalışkanlık, verimlilik, gelişim, ilerleme, paylaşma, aktarma, paylaşım, kalıcılık...

Geriye baktığımda hayatımın üçüncü 15'inde (30-45 yaşlarım arası) bireysel özgürlüğümü sürekli olarak önde tuttuğumu gördüm ve dördüncü 15'e başladım artık: 45-60 ya da bu 15 kaç yıl sürerse...
45'imde sanırım bir kader izi gibi istediğimi yapacağım hayatı kurmamın gizemli sebebi de bu özgürlük olgusunu geliştirmem ve ona sosyal payesini de vermemdi.

Toplum için, yani insan tarihinin geçmişi bugünü ve geleceği için çok şeyler yapmak istiyorum. İlk seneler çok hızlı geçti... Acemiliklerle, hatalarla, öğretimle ve belki de kayıplarla.

Kendim için yaşadığımda hayranım akranım paylaşımcım ve takipçim çoktu. Renkliydi hayat. Şimdiyse yönümü (yolumu değil) değiştirdiğim ve iyileştirdiğim için daha yalnız gidiyorum kendi yolumda. Yolum da aslında artık tamamen benim değil: Öncekilerin, yarın geleceklerin yolu. Ortak bir yol...

Ve şimdi hala canımı yakan gözlerimi puslandıran ve beni alt üst eden sarsılmalarla sarsıntılarla dolu bu yol. Bunun sebebi her şeyin gerçek olması artık.

Güneşe, açıklığa, alanlara tek ve bir olarak çıkmamın heyecanı geçeli çok oldu. O bir şenlikti, şölendi törendi. Özgürlüğün ağıdını 15-30 yaşlarım arasında çok yakmıştım. Çok üzülmüştüm aramıştım uğraşmıştım ve hiçbir şey kolay olmamıştı.

45-60 gerçek anlamda o dönemde hayatımı kavuran acıların ve zorlukların bana döndüğü bir dönem olacak gibi görünüyor: Kendimi artık eskisi gibi kolay koruyamıyorum; sosyal olana topluma açıldığım için bireysel güçlerim tamamen geçersiz oldu. Ve bitimsiz gibi görünen gururlar kibirler egolarımla vedalaştım her anlamda. Bir çöl bitkisi gibi kupkuru hissediyorum içimi ve bütün sular çok derinlerde.

Bu dönem bir seçim miydi bilmiyorum.

Kendim olmaktan özgür olmaktan kalabalıklardan istenmekten arzulanmaktan ve istemekten vazgeçtim mi bilmiyorum.

Bu bir mevsim mi, hiç bilmiyorum...

Yeni bir şeyler mi öğreniyorum? Sanmıyorum. Yeniliğin olmadığı, ilkelerimin sertleşip bir heykel bedenine dönüştüğü kupkuru bir dönem. Hislerim önsezilerim ve heyecanlarımın işlemediği bir durgunluk zamanı bu tamamen. Anlamsız.

Bu yolda hiç kimseyi aramıyorum, anlatamıyorum ve duyamıyorum. Yoldan da çıkamıyorum. Yol sanki ayaklarım olmuş durumda. Yol  beni gidiyor, ben bir yere gitmiyorum belki de.

Birisi "bunları neden anlatıyorsun, anlamaya çalışıyorsun" dese "ben mi, ben bir şey mi anlatıyorum" derim belki de. Farkındayım, ama mantıken hiçbir şey yapmıyorum kendim için.

Hayatımın bir iş bir çalışma içinde olduğunu hiç düşünmedim. Ben önümde bir yol ve sapaklar buldum. Aşklar buldum ve kaybettim.

Gittiğimi düşünüyorum.


11 Temmuz 2019 Perşembe

12 Eylül'de Aslında Neler Oldu?


Ve bir sabah uyanamadım

12 Eylül'ü o gün olmaktan çıkarmanız için ona 40 kere adını söylemenize bile gerek yok. 12 Eylül 1980'de ve sonrasında olanlar, o güne kadar olanları eğer 11 Eylül olarak adlandıracak olursak, ortaya şöyle bir denklemin çıkmasını sağladı:

11 Eylül + X = 12 Eylül.

Yaralarınızdan ve süren acılarınız üzerinden tarihe bakarsanız eğer (X), şimdiki zaman bile geçmez. Tarihe bakmadan tarihi konuşmak da o yara ve acıların sesinden başka bir şey olmaz.

Ya biz ne yapmak istiyoruz? Devam etmek mi yoksa kazdığımız çukuru isimsiz ıssız bir mezar yapmak için oraya devrilmek mi?

Ölümümüzden kazma ve küreği suçlayamayız. Ama 11 Eylül de kazma ve kürek değildir. Mezarcıyı 30 sene sonra müebbet hapse mahkum etmek ve hapse atmakla cinayetin suçlusunu yargılamış olmayız. Mezarcılar mezarlıktaki ölülerden sorumludur, onların başına gelen ölümlerden değil.

Bu bir faili meçhul faizi meşru bir darbedir

Müntehirin katili kimdir? İntihar eden kişinin ölümünün sorumlusunu tayin edebilir miyiz?

İntiharın sebeplerini araştırmak, onları saymak dökmek ve kişisel ölümü tamamen dışlamak, o dramı kullanmaktan öte bir şey değildir.

12 Eylül'de bütün Türkiye intiharın eşiğindeydi. Kurumlar toplumlar toplu olarak intihar etmek yerine iflas ederler, yani işlev bozukluklarının gereği olarak artık çalışmazlar, işlemeyi bırakırlar.

Kazayı, doğal felaketi yargılamak hiç ortada yokken o kaza ve felaketlerin gizli faili ve iştirakçisi konumuna sokar. Bir suçu işleyenle, olmayan bir suçu yargılayan arasındaki fark adaletin hangi karanlık yöresine götürür ki bizi?

12 Eylül'ü benzerlerinden ayıran tek şey travma yerine hastalığa dönüşmesiydi, içimizdeki durdurma eyleminin. Olacakları önceden göremezsiniz, olacaklara yenilirsiniz. Ve olacak olan, sizin kaderiniz olur. Tek sorun doğru yapmak değil doğru görmektir. Eylem ile bakış birbirini tamamlar, birbirinin yerine geçmez.

11 Eylül'de hepimiz neredeydik?

Şimdi neredeysek oradaydık. İçimizdeki bu durdurma hastalığı korkularımızla yüzleşemedi bir türlü.

Tarih devamlı olarak sorguluyor bizi. Dersten çok dershaneyi andıran tarih baba, müfredat yerine vicdanımızı, olayların akışı yerine tercihlerimizi kullanıyor.
11 Eylül'de hepimiz 12 Eylül'e bakarken bir şey yaptığımızı ya da yapmadığımızı sandık. Oysa ortada eylem falan yoktu. Eylemsizliğin devrimi başımızı döndürmüştü. Bu başdönmesine karşı  koyanlar da aynı dönme dolaptaydı, atlı karıncadaydı. Lunapark görevlileri, başka bir parka gitmişlerdi ve alabildiğince başıboştuk.

Görevliler gittikleri yerden dönmediler ve tarihimizde ilk kez yalnız bırakıldık. Kurucu atalarımızın hayaletleri de dönmediler gittikleri yerden. Tarihin hızına ve başdönmelerimize yenilmişlerdi belki ya da son treni kaçırmışlardı. Ne var ki uzaktan uzağa gülümseyerek, tek başımıza kalışımızın büyümemize delalet ettiğinin farkında, el sallıyorlardı.

X

Yolcu yolunda gerek.

13 Mart 2019 Çarşamba

Genç bir yazara öğütler



Bookmarks – Page 4 – Scribble & Stitch


Öldürmeyeceksin der baştan itibaren bütün kutsal kitaplar. Öldürmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeden nasıl öldürmeyeceksin?
Bir yolu var. O da ölmekten geçer.

Bütün yasalar, kurallar, dersler ve öğütler bazı şeyleri deneyimlemeden yapmanı söyler. Söyleyenlerin yaptığı ve deneyimlediği ortadayken, onlar bunları yapmışken nasıl onlara güvenebilirsin?

Herkes senin ne yaptığını yaşadığını merak ederken kime ne senin dünyaya bakışından.

Herkes aynı dünyaya bakar aynı şeyleri görür, belki senden daha iyi görür ve yorumlar, ama bunu anlamak için sana ihtiyacı vardır.

Her gün bir mektup yaz. Zarfa ne yazarsan yaz mektuplarının hiçbir yere ulaşmadıklarını, gönderen adresi olmadığı halde bütün mektupların sana döndüğünü ve açamadığını göreceksin.

Çocukluğunu ara, kaybolduğunu anlamak için. Bunu anladıktan sonra kaybolmuş olmak seni rahatsız etmeyecek. İhtiyacın olan cesaret değil, anladığın korkularınla yaşama gücü.

Dışarı çıkarken şiirden ve kendinden uzak dur. İçeride zaten her şey şiirden ibarettir. Günahlarını kendine sakla.

Her salgını düşünce sanma, her düşünceni de salma; bırak sıralarını zamanlarını beklesinler veya bir ömür boyu sussunlar.

Hayatını toparlayıp bir aynaya hapsederek ona karşıdan bak ya da kabul et yalnızlığını, kaybolduğunu.

Çölünün rüzgarından yön bekleme. Kuma suyu sorma. Suya geldiği yeri söylet.


Genç bir yazara öğütler 2

28 Ekim 2016 Cuma

Genç bir yazara öğütler 5


Zamanın var mı?
Ya da zaman kaldı mı...
Birşeyler yapmalı diyerek mi çıkılırdı yola eskiden?

Eskiler, eskiyenlere ait olmamalı sadece genç yazar. Eskiyenler, eskilerin değerini düşürür yoksa. Zamanın varsa geçmişin önemlidir senin için. Yarın için birşeyler yapacak bir saniyen bile yoksa düş geçmişin  yakasından.

Evet bir zaman çizelgesi yapmalı, iyiliğin hatırı için.

İyilik kördür. Zamanca. Hiçbir zaman vakitlice gelmez, arandığında orada değildir.

Tesadüflerin belki daha çok yararı dokunur iyiliğe. İyilik ona bir harita sunulduğunda kör olduğunu unutur ve bakmaya çalışır gideceği yola.

Birisi ona kim olduğunu söylemeli ya da hatırlatmalı: Zaman, verilmiş sözleri olmayanlarla sözlerini unutanlar için lükstür.

Saati unuttuğumda birşeyler okurum zamanı yitirmekten korkmamak için. Satırlarda ararım gerçeğin saatini. Hepsini aynı kavşakta beklerken bulurum: Zaman, vakit, saat, an... Aynı noktada olmaları onların aynı olmaktan korur. Ve bu dört kız kardeş uzaklaşırlar birşeyler okunduğunda.
Okumak senin kavşağın olsun, kayboluşun yerine.

Ozanlardan uzak durma; zaten yaklaşamazsın. Şairleri geç bir kalemde, yoksa hayatın boyunca düşersin. Ve şiiri hep özle, asla yakanı kaptırma ona. Şiir, tanrının bile elinde değil hanidir.

Sana öğüt verenlerden kendini sakın. Öğüt vermediklerinde neler derler onları işit sessizce. En çok susarken birşeyler söyler bu kendini beğenmiş ustalar. Onların sadece ustalıklarını beğenmeye çalış. Boşver kendilerini, bütün kendi ve efendileri.

Sana bir şey sorulduğunda kendi sorularını hatırla: Hani uzun zamandır soramıyordun. Artık soru işaretlerinin kalmadığı bir dünyada nasıl bazı yalanların bile cevapların olabileceğini anlayabileceksin? Bazı sözlerini kapalı söyle, anlaşılmasın; anlaşılmaz olduğunu söylesinler ve hayatlarının kaçınılmaz işlerinden kaçmak için suçlasınlar seni, aldırmadan onlara yeni soruların işaretsiz geleceklerini söyle, uzun süre karanlıkta sınanmayan sözlerin soru olamayacağını da sözlerine ekle.


9 Eylül 2014 Salı

Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"...



Kızım gelinimin ötesinde "kime diyorum" telaşı var bu başlığı atarken.
Ne alarm çalıyorum ne siren sesi ne de çanları çalıyorum.
Diyalogsuzluk var, aynı dili de kullansak bütün bölmelerimizde kültür hayatımızın. Aynı dili aynı amaçla kullanırsak iletişim kurabilmiş olmaz mıyız?
İşte bir önyargı: Kitabevleri, okurlar,  yazarlar ve hatta yayıncılar için...

İyi kitap nedir?

Gabriel Garcia Marquez, son yıllarda ölümü sonrası kitapları yeniden çok satan ender dünya yazarlarından birisi oldu. Onun 1980'li yıllardaki sessiz aktarılışına, 90'lardaki heybetine, 2000'lerdeki krallığına tanık olmuş birisi olarak, Kırmızı Pazartesi dışında etki akım alanından çok etkilenmemiş de olsam, Latin Amerikalı yazarların başında geliyordu Marquez benim için. Yüzyıllık Yalnızlık'ın bütün dünyada Marquez'in ardındna yaşadığı büyük okuma seremonisi, belki de yazarının ölümüyle Marquez ayarı yazarların sonunun da geldiğini işaret ediyordu, kimbilir... Yani 20. yüzyılda doğmuş, yaşamış, yazmış ve ünlemiş, yazar olarak göçmüş bir karakter.
21. yüzyılın yazarları nasıl olacak peki? Aynı yüzyılda doğmanın dışında hayatlarının bir döneminde yazmış olabilirler; yazmaktan sık sık vazgeçmiş, geri dönmüş, kaybetmiş, belki hiç kazanmamış...

20. yüzyıl en çok kahramanların, liderlerin ve diktatörlerin konuşulduğu, yazıldığı bir dönem oldu. 21. yüzyıl ise kayıp kişilik ve kavramların konuşulduğu bir yüzyıl olacağa benziyor. Ve bunun yazar-okur eksenine yansımasının "yeni Marquez'ler olmayacak" demesi, her şeyi açıklayabilecek mi?

Kutsal kitabın dediği gibi ilk önce yazı vardı, yani okuma. Sonra yazarlar geldi. 19. yüzyıla kadar insan sözü büyük bir yazarsızlık çölünü kat etti ve sonunda Aydınlanma ile kutsanan sözlükler ve ansiklopediler bütün dünyayı kapladı. Ben, kitap denince tam da bunları anlıyorum: Sözlük ve ansiklopediler zamanın ta kendisidirler. Edebiyat ve diğerleri ise geçen zamanı, yani kaybolan zamanı temsil ederler.
Kitapların okurlardan çok olması, okurların kitapların sayısından fazla olmasına yol açan sonuca götürdü bizi. Ve yazarlar her zaman okurlardan az olduğu ve kaldığı için kitaplar sayıca bir'den çok basıldı. Günün birinde herkesin okur olacağı ütopyası kapitalizmi her zaman kurtaran önemli bir dipnot olmuştur. Tam da burada kitaplı kültürün temel dinamikleri olan merak, keşif ve bilme dürtülerinin kurgulandığı, kullanıldığı ana denk geliyoruz: Bu anda kitaba tamamen kendi okurunu -ve de yazara- yaratma zorunluluğu yüklendi: Ödüller, listeler ve arz fazlası (ne kadar arz o kadar talep mantığı) bu zorunlulukları kesin çizgilerle değiştirip bir güç gösterisine dönüştürdü. Ve sinema da bu gösterideki yerini 20. yüzyılda aldı: Kitapları, yazarları, okurları dönüştürdü, ama kendisi hiçbir şeye dönüşmedi.
Şimdi durum ne?
Durum vahim, çünkü son durumun ne olduğu hiç hesaba katılmadan eski durumlar üzerinden her şey anlatılmaya, açıklanmaya çalışıyor kitaplı kültür dünyasında. Sözgelimi fiyatları oluşturan rakamlar satış ve tiraj rakamları neredeyse aynı anlamda kullanılıyor. Klasik tabirle elmalarla armutlar birbirine karıştırılıyor. Her şey elma ya da armudun çöpü gözümüze kaçınca net olarak genel durumu göremiyoruz.

Bir yayıncı dostumdan duydum bu sözü: "Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"... Kitabevlerinin çaresizliklerini kendi çaresizliği sanan birisinden yine de iyi bir savunma gibi geliyor ilk bakışta. Şurası açık ki her iki taraf da bir zamanlar kitaba tek bir noktadan bakmayacak kadar birbirlerine yakındılar ve az çok benziyorlardı. Okur da kendine ciddi ciddi neredeyse çatık kaşlarla bakan bu ikiliye karşı ne yapabilirdi? Yazarın da kimliğini güçlendirerek bu bakışmaya katılması ortalığı birbirine kattı. Bir koalisyon ya da eşgüdüm oluşması gereken bu birliktelikle hiç kimsenin kazanamadığı görüldü bir süre sonra: Her şey ve herkes berabere.

Eskiden de br yazar olan bu yayıncı dostum sözlerine şöyle devam etti:
"Kitabevleri artık evet stoktan ziyade vitrinlerini güncel tutuyorlar ve sipariş merkezlerine dönüştüler haklı olarak... Bu da yüzeysel ve ticari kitap ve okurların kitabevlerine dönüşmelerine yol açtı. Özel kitaplar yine de kalıcılıklarıyla bu zorluğu aşacak güçte o yüzden ben kitabevlerinin bu popüler tercihlerini çok önemsemiyorum... Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"..."

25 Aralık 2013 Çarşamba

sen bu yüzden mi sevmedin beni


Bir yatağım yok... Evim, pencerem, günışığım / geceyi bile ben kapatmıyorum üstüme / sen bu yüzden mi sevdin beni
.....
Çaresizlik dilini bilir misin / o dilsizken çok şey konuşur / ama ne söyler ne bildirir / acıdır gözettiği / sen bu yüzden mi sevdin beni
.....
Nasıl bir ağaç köklerine dokunmak istemez / bir gemi denizle sohbetin ötesine geçmek batmak nasıl ister / hiç yok demedim kendime hayatımda / var, yok'un en kolay tarifi / sen bu yüzden mi sevdin beni
.....
Mucizelere küsüyorum bazen affet / meleklerle de aram hiç yok / beyaz rengi hanidir çıkardım düş defterimden / ihtimal, seni hissediyorum sadece yağmur fırtına yerine yüzümde / sen bu yüzden mi sevmedin beni
.....
Beni senden çıkar ya da tuzu denizden sök at / dünyanın sonu sen başlamadan da gelir / eğer yürümüyorsak aynı.yıldızlar altında / o kadar karıştım ki kimimsin dediğim gerçeğe / sen bu yüzden mi görmedin beni



7 Ekim 2013 Pazartesi

Albert Camus Yüzyılı



7 Kasım 1913 günü Akdeniz'e kar yağmış mıdır acaba?
Güney Akdeniz'de, Cezayir'de, ki o zamanlar bir sömürgeydi, o çocuk doğduğunda 20. yüzyılın ilk büyük kışı olan birinci büyük savaş yaklaşıyordu ve kar giderek artan bir soğuklukla bütün kalpleri sıkıştırıyordu.
-Albert, dedi bir babanın sesi ve veba gibi çarptı bu ses tarihten gelen bir boğuklukla bütün yüzyıla...
Albert bugün 100. yaşında... Onun bedeni 50 yılını göremese de aklı, düşünceleri ve bıraktıklarıyla dünyanın hayatı daha da seçkin, anlamlı ve başkaldırmaya değer...
"Özgürlük ve devrim"... Neden ile sonucun bu kadar birbirine yakınlaştığı zamanlar çok azdır. Devrim bir sonuçsa nedeni özgürlük talebidir ve bu doğrultunun dışında kalan bütün özgürlük ve devrim eylemleri sınıfta kalmışlardır.
Albert Camus'de bu iki yazgısal terimin yan yana gelmesini içerdikleri anlamların onun sözlüklerinde sürekli olarak devinmelerini; insani merak ve keşiften başka baskılar, zorluklar tanımamalarını; ancak bu uğraşlardan sonra zamanın tozlarını üzerlerinden silkeleyebilmelerine bağlıyorum kişisel olarak.
Camus'nün Fransız, Cezayirli ya da Akdenizli olmasından çok bütün bunlardan daha fazlası olmayı bize seçenekler olarak sunması gerçeğini ona dair en sahici hakikat olarak kabul ediyorum. Ondan bir deneme ya da bir roman okuduğunuzda yüzünüze çarpan sahicilik rüzgarının sizi şaşırtması; bildiğiniz, duyduğunuz şeyleri ondan okurken yaşadığınız o saçma duygu ve okuduklarınıza asla bir saçmalık olarak bakamayışınız; ve onların geldiği, yaşadığı, çöreklendiği hayat katmanlarını sezinleyerek yazara duyduğunuz saygının perçinlenmesi... Sanıyorum ki Albert Camus'nün adına hangi sanat dersek diyelim bize onun bilgisine götürmeden uzunca bir süre önce yerimize çivileyen insani yükselişin koordinatları bunlar işte...
Hayatımda ilk kez ustalığını sergilemeden ustaca metinler ve eserler okuduğumu hissettiren yazardır Albert Camus. Bunu az çok hakkındaki bütün eleştiri ve tespitlerde görmek mümkün. Onu okurken onun kalem dokunuşlarını ya da varoluşsal titremelerini hissetmeyiz. Bir yazar, iyi ve usta bir yazar olmak için sanki hiç uğraşmamıştır da sadece iyi yazmıştır: Yapması gereken tek şeyi yapmıştır... Yazdıklarında da bu yüzden en ufak bir süse, gereksiz kalabalığa ve fazlalığa rastlanmaz. Şüphesiz çağdaşı sayılan ve çok yönden türdeşi olan Antoine de Saint-Exupéry gibi o da yüzlerce sayfalık taslak içinden sanki eserlerini kesinlik kalıplarıyla dilim dilim keserek çıkarmış gibidir.
Albert Camus'nün edebiyat, felsefe ve siyaset üçgeni olarak adlandırabileceğimiz yapıt yaşamı alanında felsefe, edebiyat ya da siyaset yapmanın en ufak bir izine bile rastlanmaz. O sanki bu disiplinler arasında bulduğu şeyleri aradığını sonradan anlayan bir yeryüzü sözcüsü gibi taşıdığı mütevazı söz dağarcığı ve ifade eylemleriyle dolaşır durur ve durakladığı her kuyu ya da vahada geldiği yere gitti yerleri sorar.

(...)

(Gülser Erçel'in hazırladığı ALBERT CAMUS Özgürlük ve Devrim kitabının önsözüdür.)



5 Haziran 2013 Çarşamba

Kim Bunlar?


Önce cisimlerini yerleştirdiler bazı isimleri kullanarak. İsimlerinin cisimleri bile yoktu. Ortalığa çıkamayacak kadar cahil ve korkaktılar.
Sonra ortada kimse kalmayınca hamamböcekleri gibi ortaya çıktılar. Başkanından kıçkanına kadar artık sadece onlar vardı.
Zemin beyaz ve temizdi. Ayaklarını silmeden onu da değiştirdiler.
Başkalarının kanıyla, özgürlüğüyle, haklarıyla yıkanıyorlar şimdi.
Utanmadan. Hiçbir şeyi hak etmeden. Her şeyi yıkmış, talan etmiş olmanın sarhoşluğunun alacakaranlığında hiçbir şey yapamamanın, beceriksiz, eksik ve yeteneksiz olmanın ezikliğiyle.

***

Memleketin bütün bayağı adamları bir araya geldi ve aynı anda konuşmaya başladılar.
Kendi aralarında kendi eksikliklerinin kural olacağı günleri, kötü yüzlerinin kral olacağı günlerden konuştular.

Kenarken merkez olmaktan konuştular. Çemberken, daire... Kul iken tanrı ve hiç iken her şey.
Görgü vardı. Ölçü vardı ve ayar. Hiza, istikamet ve duruş.
Bütün haritalar, kılavuz rehberler ve yasalar çalındı. Bütün koruyuculardan korundular, koyucu oldular.
Kuzey kriter, güney bayağılık; beyaz görgü ve siyah görgüsüzlük.... Memleketi kutuplaştırırken kutupları değiştirdiler.
Sakladılar bütün pusulaları. Diplomalar, ancak onlar satın aldıkları zaman kimlik belgesi oldu ve kimlikler de onlara çalışmadıkları zaman sadece mahkemelerde sorulduğunda okunabildi. İçlerinden birisinin bile memleketini, ailesini, okulunu bilmedik. Her yerdendiler ve hiçbir şeydiler.
Cevaplarından hoşlanmadıkları soruları kaldırdılar ve sadece istedikleri cevapları sorusuz ortaya koydular.

***

Kimse bilmiyor kim bunlar.
En başta kendileri.
Kim olduklarının sorulmasını yasakladılar. Kim olduklarını unuttular.
Ve hepimiz biliyoruz ki tarih onların çöplüğü bile değil artık.
Yoklar.

Bunlar "siz" değil.
Bunlar "onlar" bile olamazlar.
Bunlara 1923'ten beri biz dedik bizden bildik.
Meğer hep sızlanmışlar, siz'lenmişler. Kahır ağrısı gibi bilenmişler.

Bir şiir. Beş ay hapis ve 9 yıllık zulüm.
Hani eşitti azapla gazap? Hani kolun, gözün ayarı vardı?
Hiç ilgisi yok.
Bütün bunlar hep tuzaktı.

Bunları bilmedik, seslerini duymadık, gölgelerini görmedik.
Ve memleketim çok gördü kirlinin, adinin, çürüğün yalpasını.
Ve bir gün çıkaracağız emin olsunlar, kuşku duymasınlar
Kırar gibi yapıp arkamıza sakladığımız hak sopasını...

21.08.2011

2 Haziran 2013 Pazar

Ağaç Etkisi: Bir ağaç isterse orman olabilir


Uzayan Mayıs

Bu mayıs ayı son derece ilginçti. Daha nisandan birçok hazırlıklar yapmıştık. Ne zamandır bitirmeyi tasarladığımız 1968 DEVRİM PLAJI kitabının iyiden iyiye mayıs sonlarına sarkması çileden çıkarıyordu. Fakat hep o kitabı erteliyorduk. 29 Mayıs'ta basıma giden kitabın kargo ihmaline uğrayıp elimize ulaşması 1 Haziran'ı yani bugünü bulunca dün ve bugün kafamızda adeta birleşti ve 48 saatlik bir 31 Mayıs'ımız oldu. Mayıs'ın hiç bitmemesi tek dileğimiz...

Ağaç Etkisi

Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Edward N. Lorenz'in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir. Daha sonralarda hava durumuyla ile ilgili verdiği şu örnek ile ünlenmiştir. "Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, Dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir."

Hepimizin yakından bildiği duyduğu bu tanımlar, bazıları için planlı bir etkiden ibaret. Ne var ki ağaç imgesi, 31 Mayıs - 2 Haziran günleri arasında kalan zaman ülkede olup bitenlere daha çok uyuyor. Köklerinden utanmaya zorlanan bir dünya görüşünün bu ezilmeyi özgürlük talebiyle aşmak istemesi, her otoriteyi rahatsız edecektir.

Özgürlüğün azı zarar

Yetmedi, yetmiyor, yetmeyecek.

Türkiye insan hakları ve özgürlükler bakımından gelişime açık bir ülke ve bu duyarlılık otoriteseverler tarafından her zaman sömürülegeldi. Hiç kimse tutucu ya da özgürlükçü olduğu için susturulamaz; yaşam ve ölüm hakkı kadar kutsal olan bir insani değer de, insanın yaşam denen mucizeye aldığını geri verme yükümlülüğüdür. Bunu da ancak özgür olarak ve kalarak yapabilir. Kalan ise az özgürlüktür yani yaşamın her şeyinden az yararlanmadır ki bu da akla ve her şeye zarardır. Özgür olmayan bir insandan, insan olmak dışında her şey beklenebilir. Tutsak ve mecbur bir insan her şeyi yapabilir. Eylemlerinin sorumluluğundan da özgür kalarak kurtulabilir.




26 Nisan 2013 Cuma

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği


Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şeyi bir gün yazabilirsem kendimi çok mutlu sayacağım. Şimdi sadece bu beni ilgilendirmiyor tabii, ne var ki eskiden hiçbir şey düşünmezdim, sadece bir ayna gibi bakardım olanlara. Hayatın madde tarafındaydım. Cismim ve kokum vardı. Duyularımla yüzüyordum, her şeyi hissedebiliyordum. Ta ki... Geçmişten gelip geleceğe giden ok, gövdemi ikiye ayırıncaya kadar.
Sonra ne okuyabildim ne de yazdıklarımı anlayabildim. Madde önce saydamlaşmış, sonra zerrelere ayrılarak buharlaşmıştı. Madde olarak kaybolmuştum ve ne katı ne sıvı, aradığım hiçbir halde kendimi bulamadım.
Bir gün geri dönecek olursam yolum yeniden bulabileyim diye arkamda aralıklarla bıraktığım kelimeleri aradım yol kenarlarında. Onları toplayıp geri dönüş yoluna yeniden baktım; seçmeye çalıştım altın sarısı başak tarlaları arasından geçmişimin kurtarıcılığına...

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şey yok aslında, bunu iyi biliyorum. Madde de ruhtan, manadan önce yoktu. Madde, mananın belki de zarı ya da tesadüfen bulunmuş bir hali. Anlamlarımızla yan yana durduğumuzda bütün evren bir biçim kazanıyor ve buna tayf diyoruz ya da ışık hızında bile yanılmadan sıralarını bekleyen söylenmemiş sözler zinciri.
Neden tutuklandım bilmiyorum, oysa geçmişime doğru, sırf gelecekten kurtulmak için bıraktığım kelimelerden anlamlı cümleler ve kararlar kurarken başımın döndüğünü en son hatırlıyorum ve uyandığımda ayaklarımda hatalarımdan bir pranga, en çok olmayı istediğim o kutlu kişiye nasıl erişebileceğime dair küçük bir kullanma kılavuzuyla bu odaya atılmışım, tüm hatırladığım bu...

Davacı olmadığı için mahkeme bir türlü yapılamıyordu. Derken elimdeki kılavuzun bütün yasaların kitabı, yargıcınsa rüyalarım olduğu tebliğ edildi bana. Suçsuz olduğumu ispatlamak için uyumalıydım ve bol rüya görmeliydim, duruşmaların hiçbirini kaçırmamak için. Yargıç elinde bir maddeyle mahkemenin bütün psişik duvarlarını dövüyor ama geçmişim bir türlü susmak bilmiyordu. Anlamıştım, bu adalet gecikecekti ve bir an önce bu durumdan kurtulmalıydım. Mahkeme duvarındaki kirli aynaya baktığımda aslında yıllardır yalancı bir tanık olduğumu gördüm ve bu bana cesaret verdi ve hemen oradan ayrıldım.

Caddeye çıktığımda nöbetçinin sesi giderek yükseldi: "Koğuş, kalk!"




15 Nisan 2013 Pazartesi

Gözlerinde "ben ünlü bir dizi oyuncusuyum" bakışı var...


"Her üç diziden ikisi sezon sonunu göremiyor." 
                                                          Gazeteler

Gözlerinde "ben ünlü bir dizi oyuncusuyum" bakışı var... Ve ben o diziyi hiç izlemedim ve ünlüleri tanımamak artık suç değil.
Sinemadan olabilirdi belki. Bilirsin sinema eskiden hem klip, hem kısa film, hem albüm ve hem de gazinoydu lüküs hayatların gidemediği küçük kasabalara.
Ağır bir kervan hayatının ortasında geçtik, çölden modernliğe bir jet  hızında. Şimdi durmuşuz ve ten rengimizi hatırlıyormuşuz bunca kan gölü ortasında.
Yaranın tam içinde gökkuşağı kan rengi bile değildir ve sen hala bakıyorsun bana "ünlü bir dizi" oyuncusu gibi.
Ünlü dizileri az çok tanırdım, ünlülerin dizilerde oynadığına çok şahit oldum, dizilerin ünlü yarattığını ne zamandır duyarım, ama hiç "ünlü bir dizi oyuncusu" görmemiştim, bağışla.

Sir, bir piçtir...

Yardım et.
Kumandamı bulamıyorum.
Sehpanın üzerine bir nevi Arabistanlı Lawrence bırakılmış. Karıştırmış her şeyi. sehpayı onun sanıyor. Hiç kumanda görmemiş ama kumanda etme konusunda her şeyi biliyor.
Televizyonun en sevdiğim yanı giderek araplaşması. Araplaşmak şu demek: Araplar dışında herkesin arapların kim olduklarını bilmesi. Oysa araplar ne olduklarını bile bilmiyorlar.
Sir Lawrence bir dizi oyuncusu olsaydı onu iyi bilirdik değil mi, ama adam bir dizide oynamadan bile bize ünlü bir oyuncu gibi bakıyordu. Zaten ünlü bir İngiliz oyununda oynadı. O yüzden çok ünlü.

Miss Lawrence nerdesiniz?

Sizi arıyorum. Hiçbir çocuğunuz arap olmayacak. Camdan bakamayacak.
Camlarda artık ekranlar görmüyorum.
Ekranlar cam gibi parlıyor, ölüler çoğaldıkça.
Öldür beni, bir daha seni tanıyamazsam.
Sırf bunun için kim olduğumu unutacağım.
Hatta o güne kadar bileceğim ki "Şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar."*
Göreceğim: "... ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler."**


* Şuara, 224
** Şuara, 225-226.




2 Şubat 2013 Cumartesi

İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu


Yeni buzul çağı ekranlardan mı gelecek?

Aynaya bakarken bazen ağlamak istiyorum. Bir kuşağın insanı  bu kadar da yalnız bırakılmaz ki, tarih ve felsefe tarafından. Yaşıtların dışında, ebeveyn ve yetişkin kuşakların tanık olmadığı olay ve olgularla yüklü bulunduğumuz bu muhteşem yalnız çağı ilk kez biz mi yaşıyoruz bu kadar yalnızcasına böyle?
Hepsi çok hızlı geçti. 1789. 1917. 1939. 1945. 1984. 1995. Ve 2009: Facebook yükseliş yılı. Daha geriye gittiğimizde sürekli medya araçlarının çağı ve insanları değiştirdiğini görüyoruz, gelgelelim 2009'dan bu yana bir program bu işi yapıyor tek başına, zira hala interneti hayatımızda koyacak yer bulamadık, belki de gereğinden fazla, fazladan fazla yayının içinde (online) olduğumuzdan bu böyle. Olguların değişimini haber vermeye bırakın onların değiştiklerini sonradan anlamaya yetecek kadar bile zamanımız yok.
O halde kendi zamanımızla ne yapıyoruz? Belki artık daha az açıklayarak, anlam arayarak, bulmaya çalışarak yaşıyoruz. Konvansiyonel araçlı dünyanın arama-bulma, öğrenme-anlama vs gibi ikili alışkanlıklarının yerini tekliler aldı. Sadece arıyoruz ve anlıyoruz. Arama ve öğrenme çabaları rafa kalktı. Sonrakiler kullansın diye mi tam emin değilim, ama bazen dünyanın olası kıyametlerine dayalı post-apokaliptik filmler, diziler izleyince gelecek tasarımımızın hiç de "ilerici-gelişmeci" çizgide olmayacağına dair fikirler ön sıraları alıyor kafamda.
Yoksa yeni buz çağı gökten değil de ekranlardan mı gelecek?

İnternette nasıl hayatta kalınır?

Cevaplar kesinlikle tek başlarına aşağıdakiler değil, ama şurası kesin ki internetteki kara deliklerimiz, kümeslerimiz ve kimliklerimiz aşağıdakiler üzerinden dönüyor.

Sosyal Medya, Kişisel Web Sitesi, E-mail, Üyelik, Tarayıcılar, Programlar, Tasarım-Grafik, Alışveriş, E-Ticaret
İnternette hayatta kalmanın emin yollarından birisi kesinlikle çok korkmak. Karşımdaki sadece bir ekran demeyin, karşınızda şimdiye kadar hiçbir şey yoktu, bunu da düşünmek lazım. Üstelik şimdiye kadar asla yan yana gelmemiş ve bilhassa ayrı tutularak totalitarize edilmiş birçok kavram, kural, istek ve eğilim aynı ekranda. Üzerinde binlerce düğmesi bulunan  büyük bir düğmeye bakıyorsunuz şu an.

Düğmelere aynı anda basabilir misin?


Sosyal Medya: Daha medyaları anlamadan kendinizi sosyal medya sorumluluklarının içinde bulmuş olabilirsiniz. Bu durumda yapacağınız tek şey ekran önünde ciddiye almayı ciddiye almamak. Ciddiyet bir sınırdır. O sınıra kadar ironi, vesvese ve şüphe yok, karar vardır, ama kararlar seçenek değil, uygulama seçenekleri çokluğunda dağılırlar.

Kişisel Web Sitesi: Çoğumuza göre artık hayatımızda yer yok. Bence en azından internette ve hayatta doğru bilgilerle kalmak için en uygun referans kaynağı. Yıllık yenilemesi 5 Dolar'dan başlasa da. Doğru adam olmak için o kadar masraflara yol açıp okullar okuduk veya kendi yollarımızı dokuduk, doğru kalmak için de az çaba lütfen...

E-mail: İlk icatlardan da olsa resmiyetten yavaşlık arayışına kadar bir şapka gibi insan iletişim bedeninin temel ihtiyacı. İmza koymaya her zaman ihtiyaç var, imzanızın size nasıl yarayacağını söyleyenlere kulak tıkamak kaydıyla...

Üyelik: Üye olduktan sonra başınıza gelenlerden anlayabilirsiniz ancak üyeliğin ne olduğunu... Ayrıca istatistiklere göre 3 ya da 4 üyelikten sonraki üyelik bilgilerinizi mutlaka kaydetmeniz gerekir, unutma tehlikesi var.

Tarayıcılar: Kaçımız hayalet, fake, nick ve çakma profillerdeyiz öyle değil mi? Artık ahlaki bile sayılmıyor, bütün paralel kimlikler eğlence sektörüne dahil edildi... O bakımdan en az 3 tarayıcı program (Google Chrome, Mozilla Firefox, Internet Explorer vs) kullanmak Sanal-lah'ın emri...

Programlar: Yenisi daha kurulmadan benzeri ya da üstünü çıkıyor. Ne istediğini bilen kişiler arama motorlarına kesinlikle isteklerini açıkça yazabilmeliler ve forumlar en büyük kurtarıcı hangi programa ihtiyacınız olduğu konusunda.

Tasarım-Grafik: İşlevcilerle boyutçuların bir türlü yenişemediği bir alandır tasarım. İnternet tasarım size benzer. Ne istersiniz o vardır. İstemekten değil aramamaktan korkun...

Alışveriş: Birşeyler aldığınızı düşünürsünüz. Malların ihtiyaçlardan az olduğu dönemlerde ihtiyaçlarımızı, eksiklerimizi iyi bilirdik. Şimdi sayısı artan mallar ihtiyaçları belirliyor. Kasa yanı, yani son dakika mağaza satışlarını yüzde % 8-10 olduğunuzu biliyor musunuz? Süpermarketler gibi internette alşverişe de zihnen tok girmenizde her zaman fayda var yoksa at eyerinden posta uçağı sırığına kadar (PO2) her şeyi alabildiğinizi aldıktan sonra fark edebilirsiniz.

E-Ticaret: Elektronik ticaret a-ticareti yani analog ticareti ne zaman geçecek -perakende için konuşuyoruz sadece- bilemeyiz. Bizce geçemeze benziyor, dünyanın ayın etrafında dönmeye başlaması ve ayın karanlık yüzünün yüzümüz olması gibi bir şey bu, ama olursa dediğimiz sonuçlarla olur zaten. İnternette kullanılan en iyi deyiş "internette birşeyler satmak" olduğuna göre niyeti bozuk bu adamların, aman dikkat diyerek İnternette Hayatta Kalma Kılavuzu'na başlıyoruz.




30 Aralık 2011 Cuma

Kendi Ülkende Yabancı








Kendi Ülkende Yabancı

Eskiden silah taşırdın.
Kertenkeleleri bilirdin. Ağaç ve kaya kovuklarını.
Hoşuna giderdi. Avdan dönerken yaban üzümleri koparırdın ve kadının karnında ezerdin. Şarap olduğunda üzümler kadının üstüne yığılıp kalırdın.
Üzümün buğusu tene benzerdi.
Başın, alır başını giderdi. O mitolojide ve destanda yaşamayı öğrenmek istemezdi. Yeni yerler yurtsardı.
Yeni karınlar. Av bedenleri. Tutsaklar. Ganimetler. Saraylarda konaklamalar.
Kral savaştan önce seni iyi ağırlar, sonrasında daha az vermek için kötü davranırdı. Lejyonda kural buydu. Daha çok altın için de savaşman gerekirdi.
Daha çok altın için öldüren kralların daha çok altın için savaşan lejyonerleri.

25 Kasım 2011 Cuma

Voltaire’in Çalınan Özgürlüğü


Voltaire’in Çalınan Özgürlüğü
HALİL GÖKHAN
Voltaire’in Felsefe Sözlüğü’nü yeniden yayına hazırlarken iki dosya halinde çevirileri toparlamıştım. İkinci dosya okumadan geldikten sonra son kez okumak için baktığımda bütün maddeler arasında Liberté-Özgürlük maddesinin kayıp olduğunu hayretle gördüm.
Voltaire için borgesvari bir şaşırtmaca mıydı bu, yoksa ünlü filozofun yeni bir oyunuyla mı karşı karşıyaydık. Kabul ediyorum, yeni “edit” (Türkçesiyle edisyon) çok gecikmişti; yayıncı burnundan soluyordu iki senedir ve tam da sonuna gelmişken bu kayıp olacak şey miydi?
Orijinal kitabın gelmesini bekleyemedim ve kendimi sanal âleme attım. Nafile.
Voltaire orada ne gezer? Hele de sözlüğü… Küçük bir araştırmayla bir dostumdan rica ettim. Uygun bir dosya olarak varmış, Fransızca’sını hemen bana attı.
LIBERTÉ-ÖZGÜRLÜK
Ya ben bal gibi yanılıyorum ya da Locke özgürlüğü iktidar anlamına gelen bir şekilde çok iyi tanımlamış. Hâlâ yanıldığımı düşünüyorum, sanki Londra’nın ünlü sulh yargıcı Collins bu fikri derinliştiren tek filozof ve Clarke ise ona bir dinbilimciymiş gibi karşılık verdi. Fransa’da özgürlük üzerine ne yazıldıysa, işte aşağıdaki küçük diyalog bunun en iyi özeti.
A. — Bakın, bir topçu bataryası kulaklarımızın dibinde atış yapıyor; onu işitme ya da işitmeme özgürlüğünüz var mı?
B. — Şüphesiz yok, çünkü onu işitmemi engelleyemiyorum.
A. — Bu topların sizin ve birlikte geziye çıktığınız karınızla kızınızın başlarının yerinden almasını mı istersiniz?
B. — Bu ne biçim tavsiye böyle? Heyecanlı biri sayılsam da böyle bir şeyi isteyemem. İmkânsız bu.
A. — Tamam. Zorunlu olarak top seslerini duyuyorsunuz ve gezi sırasında ailenizle birlikte ölmeyi de istemiyorsunuz; anlaşılan o ki ne bu sesleri duymama ne de burada kalmayı isteme gücünüz var.
B. — Bu çok açık.
A. — Toplardan korunmak için yaklaşık otuz adım kadar ilerlediniz. Bu adımları benimle atma gücünüz de var mı?
B. — Her şey hâlâ çok açık.
A. — Eğer felçli olsaydınız bu bataryanın atış yapmasına engel olamayacaktınız; sesleri duydunuz zorunlu olarak ve bir mermi size isabet etti diyelim ve bu yüzden de hayatınızı kaybettiniz…
B. — Bundan daha doğru bir şey olamaz.
A. — O halde birey olarak sahip olmadığınız bir güçten kaynaklanmıyorsa özgürlüğünüzün dayandığı şey nedir?
B. — Kafamı karıştırıyorsunuz ama; özgürlük kendi istediğim şeyi yapmaktan başka bir şey değil midir?
A.— İyi düşünün; o zaman özgürlüğün başka anlamlara da geleceğini göreceksiniz.
B. — Bu durumda av köpeğim benden daha özgür olmuyor mu? Bir tavşan gördüğünde ona doğru koşma özgürlüğü var ve koşma özgürlüğüne de sahip, eğer ayaklarında bir rahatsızlık yoksa. O halde ben köpeğimden daha özgür değilim.
A. — İşte sizi yetiştiren zavallı bilginlerin zavallı bilgileri. Siz köpeğiniz gibi özgür olduğunuz için hastalıklısınız. Benzer davranışlar içinde yemek yiyorsunuz, uyuyorsunuz ve ürüyorsunuz. Burnunuzun sahip olduğu koklama duyusundan fraklı bir şeye sahip olmak ister miydiniz? Peki neden köpeğinizden farklı olarak özgür olmak istiyorsunuz?
B. — Benim mantık yürüten bir aklım var, köpeğimse asla düşünemez. Düşünceleri basittir onun, benimse binlerce metafizik fikrim var.
A. — Evet ondan bin kez daha özgürsünüz, yani ondan bin kez daha güçlüsünüz, fakat sizin özgürlüğünüz ondan daha farklı değil.
B. — Ne! Özgür olmadığımı mı söylemek istiyorsunuz?
A. —Özgür olmaktan anladığınız nedir?
B. — Herkes ne anlıyorsa ben de onu anlıyorum. Her gün söylendiği gibi özgür irade diye bir şey yok mudur?
A. — Herkesin söylediğine mantıklı demek imkânsızdır. Daha iyi bir açıklamanız olmalı.
B. — Dilediğim gibi özgür olduğumu çıkarıyorum bundan
A. — İzin verirseniz bunun bir anlamının olmadığını söylemek istiyorum. “İstemek istiyorum” sözü sizce biraz gülünç kaçmıyor mu? Size sunulmuş olan fikirler dahilinde isteyebilirsiniz. Evlenmek istiyorsanız evet ya da hayır diyebilirsiniz.
B. — İkisini de istemediğimi size söylesem?
A. — Şu şekilde söyleyenler gibi cevap vermiş olurdunuz: “Kimileri Kardinal Mazarin’in öldüğüne inanır, kimileri de yaşadığına, ama ben ikisine de inanmıyorum.”
B. — Peki o zaman evlenmek istiyorum.
A. — Ne güzel cevap veriyorsunuz. Neden evlenmek istiyorsunuz peki?
B. — Çünkü âşık olduğum genç kız güzel, tatlı, zengin, çok güzel şarkı söylüyor, ailesi çok namuslu insanlar; onun beni sevmesi için her şeyimi veririm.
A. — İşte bir neden. Görüyorsunuz ki bir nedeniniz olmadan isteyemezsiniz. Evlenmekte özgür olduğunuzu söylüyorum size, imza atma ya da atmama, düğün yapma ya da yapmama, karınızla sevişme ya da sevişmeme özgürlüğüne sahipsiniz.
B. — Ne yani? Nedensiz isteklerim olamaz mı? Peki “İstediğim şey nedenimdir” atasözüne ne buyuruyorsunuz? İstiyorum, çünkü istiyorum.
A. — Bu çok saçma sevgili dostum. Nedeni olmayan bir şeyin sadece etkisinden söz edebiliriz.
B. — Ne? Çift-tek oyunu oynarken çiftten çok teki mi seçmeliyim?
A. — Evet, kuşkusuz öyle.
B. — Peki bu nedenin ne olduğunu duyabilir miyim sizden?
A. — Tek düşüncesi sizin aklınızda karşıt fikirden başka bir şey olarak yer etmiştir. Hem isteme nedeninizin bulunduğu için istediğiniz durumların ve hem de bir neden bulunmadığı için istediğiniz durumların olması gülünç olabilir. Evlenmek istediğiniz zaman kuşkusuz o nedenin egemenliğini hissediyorsunuz, fakat çift-tek oynarken bunu hissetmiyorsunuz ve buna rağmen ikisinde de seçenek sayısı aynı.
B. — O halde bir kez ben özgür değilim, öyle mi?
A. — İradeniz özgür değil, ama eylemleriniz özgür. Muktedir olduğunuz durumlarda istediğinizi yapmakta özgürsünüz..
B. — Peki eylemsizlik özgürlüğü üzerine şimdiye kadar okuduklarım?..
A. — Eylemsizlik özgürlüğünden ne anlıyorsunuz?
B. — İstediğim yere tükürmeyi, yatağın istediğim tarafında uyumayı, dört ya da beş kez gezinti yapmayı…
A. — Çok gülünç bir özgürlüğünüz var bu durumda! Tanrı ne kadar da cömert davranmış size! Bunda böbürlenecek bir şey göremiyorum doğrusu! Tanrı size önemsiz durumlarda kullanılacak kadar bir güç vermiş! Gülünç olan istediğiniz yere tükürme konusunda kendinizi özgür hissetmeniz. Sadece bu isteme iradeniz saçma olmakla kalmıyor, aldırışsızlık olarak adlandırdığınız bu beş eylem sizi gayet iyi ele veriyor. Bu eylemlerde diğerlerinden daha çok özgür değilsiniz. Fakat bir kez daha söylüyorum her zaman özgürsünüz, her yerde, yapmak istediğinizi yaptığınız zamanlarda.
B. — Haklı olduğunuzdan kuşkuluyum. Bunu bir düşüneceğim ama.

27 Ekim 2010 Çarşamba

BEYAZ GİYMEK

BEYAZ GİYMEK

Sarışın bir kadın, tren istasyonunda beni bekliyor.
Elindeki çantada üç parça beyaz giysi var ve bir de beyaz bezden bir ayakkabı.
16 yıldır beyaza hasrettim ve kurtuluş günümde, vücudumun her parçasını beyazla kapatmak istediğimi telefonda Karine’e söylediğimde güldüğünü hatırlıyorum. “Beyaz renk giyerek arınacağını mı sanıyorsun?” diye soracağını beklerken o sadece şöyle dedi:
“Beyaz... Dişlerinin rengi.”
Tren durdu.
Küçük bir kasaba istasyonunda tren durduğu zaman, Karine’in siyah çantasını gördüm.

Kurtuluş günlerinin rengidir beyaz. Savaşların ve felaketlerin siyaha boyandığını onlarla karşılaşınca anlarız. Oysa böcekler de karadır. Ve en az botlarımın lastiği kadar, izin kağıdımı imzalayan “kurtuluş” kalemim de karaydı.
Kalem imzayı attıktan sonra böceği saldılar. “Pes planus” tan ve topuğundaki kırık bir kemikten muzdarip kıdemli üsteğmen HGY’e 15 gün istirahat verdiler ve üsteğmen HGY Türkiye’de geçirmek istedi “nekahat” dönemini.

Sanki bir havaalanı: Küçük bir kasaba istasyonu ama havaalanı peronundaymış gibi uçuşuyordu Karine’in sarı saçları. Sarı bir bluz içinden taşan beyaz karnı... Sarı bluzun altına siyah bir kısa etek giymişti Karine ve istasyonun yanındaki çeşmenin yalağına tamponu dayanmış 3.20 BMW ise beyazdı.
Kurtuluş günümde beyaz bir arabayla, beyaz elbiseler içinde gidecektim özgürlüğüme doğru. Dişlerinin beyazı, demişti Karine, ama onu bir hikaye kahramanı da yapan bu sözler, bozkırı yalayıp geçen rüzgarın ıslığında tekrarlanınca Karine hikayesine geri döndü. Beyaz araba kayboldu, üç parça beyaz elbise karardı, çantanın içine gömüldü ve çanta da bir kuyunun başındaki çıkrığa dönüştü.

“Yunus Emre!”

İstasyonun beyaz zemin üzerine siyah harflerle yazılı adına bir kez daha baktım:

“Yunus Emre”

Az önce görevli de bu adı bağırmıştı.
Ankara’ya kilometreler kala bu kasabada inmek istemiştim, ama burada beni kimsecikler beklemiyordu. Yalnız başımaydım ve ne yanımda ne de çantamda beyaz bir bez parçası bile yoktu ve dişlerim sapsarıydı.

*

“Kariiin!”
Ne zamandır hiç kadınım olmadı. Elim apışaramda. Eskişehir’e kalkan minibüse yarım saat kala caminin tuvaletinde, pantalonumu indiriyorum. Sular akmıyor ama tükürüklerim var.
Kasıklarımdan boşanan alevlerle sarsılıyorum. Hiçbir kadının veremeyeceği kadar büyük bir yalnızlık içinde, çok büyük bir hazla kendimden geçiyorum.
10 dakika kadar, pantalonum sıyrılmış, dizlerim hafif kırılmış, ayakta duruyor ve baygınlığımın geçmesini bekliyorum. Trendeki tuvaletler hem çok dar hem de çok sıra vardı ve içerdeyken insana zarar veren homurtular, kokular ve sigara dumanları içinde bu zevkin aynısını alamayacaktım.
Servi ağaçlarının donattığı, serin gölgeli cami avlulularına bakan umumi helalar genellikle çok sessiz olur.
Camilerde gündüz vakti kadınların olmaması ne güzelmiş, diye düşündüm.
“Kendimle ilgilenmek.”
Böyle demişti Karine mektubunda. “Erkeğim yok artık, Paris sokaklarında 200 frankla özgürlüğümle baş başa kaldığım günden bu yana kendime bakıyorum; yani kendimle ilgileniyorum.”
Birbirimize kişisel doyumlarımızı anlatmıştık. Islak bir banyo zeminini tasvir etmişti o. “Çırılçıplakken, bacaklarını iki yana açarak, rulo haline getirdiğim kalın beyaz havlunun üzerine oturarak. O kadar,” diye yazmıştı. “Ama musluk hep akacak. Ve içerde bir buhurdandan yayılan tütsü kokusu...”
Bence cesaretimi toplayıp en cüretkar işimi anlatmıştım; “kuru vecize” adını verdiğim işi... Çöl ortasında, ama keskin ve can acıtan kum tanelerini rüzgarda savurarak, ayaklarımı kuma batırarak, dizlerime kadar –ki kasabileyim bacaklarımı kolayca- ve “kuru vecize” söylensin, bilinmeyen bir çöl şarkısı gibi:

“Kumlar uçarken bir kitap yazılır
Rüzgar içer sayfaları, yayılır
Köhne zaman çölün her yerine
Söz bitti, o halde susmayı bekle...

Deniz kıyısında gün doğmaktadır.
Rahmim! Ölüm sana acıkınca gidersin menziline...”

Fransızca’sını hatırlamadığım ama talihli bir şehir şairinin egzotik dizeleriydi bunlar.

*

Bu defteri her akşam tekrar yazmaya başlayıp, yazdığım ve yazamadığım sayfayı yırtıp öyle dalıyordum uykuya.
Artık özgürüm ama ve defteri vagonun penceresinden attığım andan bu yana daha da özgürüm. Yazmak bana iyi gelmiyor. Anlatmak ise sesim yetmediği, nefes nefese kaldığım için yorucu geliyor.
Susmak daha eğlenceli. Susunca onlar anlatıyor sen dinliyorsun.
Onlar?
Unuttuğun bir şeydir onlar. Unuttuğun şeylerin yerini doldururlar ve hatırlamaman için eğlendirirler seni. Üzüntüyle de eğlenirsin bazen. Onlar yoldaşın olur.
Onlardan kaçıyordun bir yandan, kurtuluş günüme doğru ilerlerken. Yoldaki levhalarının hiçbirinde özgürlüğüme dair bir işaret olmamıştı.
Herhangi bir levhanın bir sedir ağacından olması bile işaret sayılacaktı oysa benim için. Kurtuluş günüme kaç zaman kaldığımı hesaplayacaktım onunla. Her adımım bir aydı, geçen her saniye on yıl kadar tutuyordu.
Özgürlük sadece vagonun penceresinden yüzüme çarpan rüzgar değil, anladım bunu. Özgürlük sadece Karine’e ulaşma ihtimalim de değil, bunu da anladım. Karine bir hikayedeymiş gibi uzak tuttu kendini benden. Çünkü başka bir ülkedeydi. Daha sisli, soğuk bir ülkede ama Güney’e aitti o da benim gibi.
Benim Güney’im, Kleopatra Kapısı’nın, Cennet ve Cehennem mağaralarının, Yedi Uyurlar’ın ülkesi Tarsus’tu. Onunkisi belki Marsilya, ama hiç bunu söylememişti. Güneyli gibi duruyordu. Güneyli bir serap gibi.
“Herkesin bir Çukurova’sı vardır,” diye değiştirirken Yaşar Kemal’in sözlerini, “Herkesin bir Güney’i var” demeye cesaret etmiştim. Karine, Güney’inde oturmuyordu, bense Güney’ime doğru gidiyordum.
Güney’e doğru gitme ihtimalini gerçekleştirmede serbest oluşum; bu hareketin bir izin kağıdına, bir yıllık izin çizelgesine, bir mesaiye, bir kışla nizamına, bir hizmet kanununa, bir üniformaya, telörgülere ve rütbelere bağlı olmayışı benim özgürlüğümdü. Böyle sanıyordum.
Çünkü ben hiç zaman orada olmamıştım.

*

Tabiat bana bir rahim vermedi. Bitki olarak da doğmadım. Lahana olarak doğmak isterdim. Haşlanmış lahana haline gelip bir “sarma” olmak ve beğenilmek, birileri beni yerken.
Sonra tekrar toprağa yolculuk başlardı. Yeni bir bitkinin sapından bir erkeğin sapına yürür ve döl olarak karısını kuşatırdım ve yeniden doğardım G olarak.

“Halil Gökhan Yiğitler! 3008!”

Böyle bağırmışlardı, ama bunun yeni bir doğum olacağını önceden bilemezdim. Mario Vargas Llosa’nın “Kent ve Köpekler”ini, Milan Kundera’nın “Roman Sanatı”nı okumama daha yıllar vardı ve içinde olduğum gövde kimdi, ben kim olmak istiyordum? Nereye gidiyordum?
Bunlar o kadar önemli değil aslında ve gittiğim yer kadar olduğum yer de önemli değildi. Varolmamı önemsemiyordum. Sadece düşünüyordum. Duyularımı hapseden düşüncelerden kurtulamamak benim gerçek hapishanemdi ve bu yüzden çevremde yükselen gerçek hapishane duvarlarını fark edemiyordum.
Duvarların duvar olmasının da bir önemi yoktu. Nasılsa bir yerden kapısı olacaktı ve benim de eninde sonunda ayaklarım vardı. Ama yürümek de bir duyu gibi sarılmıştı, düşüncelerimin kelimeleri tarafından. Yürümekle sadece yolu değil geleceği de algılayabilirdim ama buna yeltenmedim.
Çünkü kapının henüz açık olmadığını biliyordum.
Bu bir görme sorunu değil elbette. Zira genellikle, bizim varoluşumuza yararlı olan kapılar gözle görülmezler. Onlara dokunmak gerekir ama elle ya da deriyle kaplı bir uzuvla gerçekleşmez bu.
Müzikle. Evet, belki. Şarkı söyleyerek ya da şiir okuyarak. Bir sandalye ya da masa üzerine çıkarak. Yani sözlerin geldiği yeri, yüksekliği taklit ederek...
Gökyüzüne baktığım sırada kapının birdenbire kapandığını duydum.

2 Ağustos 2007 Perşembe

G-STRING ya da Erkeğin "Yeniden" Özgürleşmesi

Batı toplumlarında ve akademilerinde şöyle bir görüş yaygındır: "Dünyayı sarsan, halkı ve sanatçıları sokaklara döken, ruhlarında büyük coşkulara yol açan akımlar, moda ve hareketler akademilerde tez olarak yazılmaya ve ders olarak okutulmaya başladığında bitmiş demektir."
Doğu'da yani özel ve çok öznel anlamıyla ülkemizde yaygın olan inanç ise üç aşağı beş yukarı şudur: "Nasıl olsa en az bir "rub-ı asır" kadar sonra topraklarımıza intikal edecek olan bu moda ve akımlar bizde ise pazara düşünce başlar ve asla bitmezler."
Öyleyse kimdir bu Türkler? Neden sözde merkezlerden, avant-garde oluşum ve aygıtlardan bu kadar uzakta yaşarlar ve Dünya'nın bütün fanilerini bir araya getirecek kadar geniş toprağı ve cömert ruhu nereden bulmaktadırlar?
Bu soruların cevaplarının sanıldığı kadar tarihsel ve antropolojik olmadığını sanıyoruz ama şimdi burada, bu sorulara cevap arayacak değiliz. Soruları sadece derdimizi anlatma zemini oluşturma için kullandık.
Öyleyse derdimiz nedir? Biraz Türk erkeğinin yeni sorunları olabilir; yani kadınların yeni veçhe ve çehreleri...
G-String, yani "G" harfi modelindeki iç çamaşırı... Bir iç çamaşırı üretici ve pazarlamacısının sözleriyle son birkaç yıl içinde satışlarında büyük patlama yaşanan (% 80) ve arka kısmı kadın poposunun arasına girerek, etek ve pantolonlarda külot izini yok eden, neredeyse "wonder-bra" sutyen devrimini aratmayan buluş...
Her ne kadar kadın -ve aynı zamanda erkek- iç çamaşırı kreasyonlarında yıllardır bulunan bu modelin ülkemiz kadınları arasında son derece popüler oluşunu neye bağlayacağız? Yeni bir özgür popo kültünün doğuşuna mı delalet ediyor bu artış, yoksa erkek bakışındaki incelişi ve boyun egzersizlerinde dikey hareketi keşfedişini mi?
Etek ya da pantalonun altına kumaş izi yapmadan iç giyimi tamamlayacak ve dış görünümde de dikkat çekmeyerek, kalçaların yuvarlaklığını pürüzsüzce tamamlayarak çağdaş bir giyim kusursuzluğunu vaat edecek olan G-String “olayı”

*

Z.A.ya sorduk: "Neden G-String?" Fırtınalı bir evliliği çok gerilerde bırakmış olan ve hayata yeniden bu kez kendi ayakları üzerinde tutunmaya çalışan Z. şöyle cevap verdi: "Anlamıyorum. Ben ne zamandır G kullanıyorum."
- Peki o zaman nereden peydahlandı bu cazibe artışı kadınlarda? Yoksa popolarını yeni mi keşfettiler?
"Bence bu popoların keşfi değil! Dış giyimini tamamlayan Türk kadını iç giyimine de önem vermeyi öğrendi. Ben G giydiğimde, kadın-erkek fark etmez, hepsinin gözünde daha estetik olduğumu düşünüyorum. Hemcinslerimin G giymiş hallerini de estetik buluyorum."
- Peki Türk kadını "ayıp" kelimesini, estetik arayışıyla mı aştı sizce?
"Bence Türk kadını bakış açısını değiştiriyor. Bunun nedeni de yeni bir sosyal konum arayışıyla gelen kültürü. Erkekler de iç çamaşırlarına dikkat etmeli."
- Peki erkeklerin böyle bir sergileme şansı yok. Bunu nasıl anlayacağız?
"Gereksiz bir soru. Bu dış giyimden kolaylıkla anlaşılabilir. Şalvarlı bir kadın istediği kadar G giyebilir. Önemli olan kafaların iyi giydirilmesi. Kurumları ne kadar özelleştirirseniz özelleştirin (Z. burada sanırım Özelleştirme İdaresi'nde yaşanan 'don giymeme yasağı' skandalına göndermede bulunuyor.) kafalar özelleşmedikçe vücutlar ve ruhlar da özelleşemez."
- O zaman sokaklarda çıplak dolaşalım..?
"Siz bunu deneyebilirsiniz. Ama hiçbir şey değiştiremezsiniz. Türk kadınları ya da erkekleri, sokaklarda yaşama kültürünü benimsemedikleri sürece hiçbir şey değişmeyecektir. Sokaklar işe gitme ve eve dönme sahası değil sadece."
- G-String artışının erkeklerin cinsel özgürlükleri üzerindeki etkileri konusunda ne düşünüyorsunuz?
"Adım adım düşünürsek, erkeklerin gözleri, kadınların arkasından bakarken bir kademe daha yükselmiştir. Elbise eteklerinden popoya doğru yani... Ama burada kalmamalı elbette... Medeni ölçüler içinde ve kadının da kendini daha da estetikleştirmesiyle, sırta, saça ve başa çıkmalı... Belki de bu sayede erkekler kadını bir bütün olarak görebilir ve yakın bir zamanda belki de -hiç sanmıyorum ama- onun beynini keşfederler."
- Konuyu iyice dağıtıp, tam da kadınların yaptığı gibi istediğiniz yere çektiniz. Ee bravo yani.. Hiç değişmeyecek misiniz?
"Yapmayın beyefendi. Genellikle burada olduğu gibi, soruları hep erkekler soruyor hayatta. Sonu gelmeyen soruların sorulup yanıtların alınmadığı birçok TV programında olduğu gibi. İlginç tesadüfler zinciri sonucu sunucular genellikle erkek. Bana göre erkekler G ile başlayan bütünü gördüklerinde bizler sokaklarda daha özgür yürüyebileceğiz.”