yalnızlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yalnızlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2024 Cumartesi

Nuovo Cinema Paradiso: Çocukluğun hiç geri dönmeyen masumiyeti


20. yaşı için oğlum Can'a

Çocukluk en neşeli yalnızlığımız.
Uzun sürmez. Kış çabuk gelir. Sorumluluklar, kimlikler. Çabucak büyütülürüz. Bu acele yüzünden çocukluğun masumiyeti hemen bizden uzaklaşır.

Nuovo Cinema Paradiso'yu ilk izlediğimde farkında değildim. Benzeri bir daha asla gelmeyecekti. Tıpkı otuz yıl boyunca kasabasına geri dönmeyen küçük Salvatore (Toto) gibi.
Daha çok bilinen adıyla Cinema Paradiso'yu sineması olmayan bir şehirde ilk kez izlemiş olmalıyım. Televizyonda elbette. Orada gereğinden fazla yaşamıştım ve bana bahşettiği dönemin yoğunluğuyla yaptığım şeyler arasında neredeyse bir kitap boyutunda yazıları da katabilirim.
Yazılar elbette Cinema Paradiso ve dolayları hakkındaydı: Taşra, taşralılık, metropol, sanat ve dönüş kavramları üzerine. O zamanlar adeta Dönüş kavramının kıskacı altındaydım. Nereye gitsem hep dönüyordum bir yere, çünkü geldiğim bir yer, çıktığım bir tekvin yoktu. Memleketsizdim. Üstelik bu sorun bile değildi. Akrabalık yok sayılırdı. Hep göçmendik ve her gittiğimiz yere döndüğümüzü sanıyorduk, ama ortada ne gurbet ne de sıla vardı.

Cinema Paradiso içimdeki Dönüş kaderini anlamam ve ona bağlanmamam için çekilmişti adeta.
Bugün geri dönüp baktığımda filmin hikâyesinin zamana karşı yolculuğa çıkan bir başlangıç olduğunu kavrayabiliyorum. Filmle birlikte aslında kültürel tarihlerimizde doğduğumuz ama doyamadığımız yerleri terketme konusunda uzun ve zorlu bir anlatı çalışması da yola çıkmıştı. Bir ağacın dalları, bir deltanın kolları ölçüsünde bu hikâye filmden çok uzağa -ki enfes ve unutulmaz film müziklerinin de etkisiyle- ulaştı, yayıldı, çeşitlendi ve kendini çok aştı. Ve Cinema Paradiso sinema sanatının yüz yıllık eşdoğrultulu sanat arayışında da popülerlik ve estetik kaygıları arasında nitelikli bir şekilde durmaya devam ediyor.

Cinema Paradiso filmine çocukluk gözüyle baktığımızda acımasız yetişkinlik kaderini görürüz. Bu açıdır hepimizi doğduğumuz topraklardan ötelere gönderen; oralardan hiç gidemesek bile. Neden mi, çünkü yetişkinlik umutsuzdur ve direndiği tek şey yaşlılıktır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yetişkinlikle yaşlılık arasında sürekli olarak mesafe ve örtüşme bakımından bir düzensizlik hâkimdir. Anlayamadığımız ve göremediğimiz için görmez ve sorgulamayız, yaşlılık yetişkinliğin bir çeşidi midir yoksa her yetişkin yaşlı mıdır... bilemeyiz.

Cinema Paradiso masum çocukluğun yetişkinlerce öldürülmesidir. Sinema gibi muazzam bir olgu köyüne kasabana kadar gelir, ama egemenlerin eline geçer hemen; tıpkı matbaanın, gazetenin, televizyonun ve diğer bütün bilimsel yeniliklerin ele geçirilmesinde olduğu gibi. Sinema, sanki evlerimizin her yere açılan ikinci kapısıdır. Mimari kapı bizi dışarı çıkarırken, sinema kapısı her açıldığında başka bir mucizeye, felakete ya da unutuşa bizi yönlendirir. Küçük kasabanıza aniden giren sinema sizden hemen yeni bir mabed kapalılığı talep ederken kendine bir de isim arar. Bu isim taşra egemenlerinin egemen dillerinin en çok kullanılan birkaç kelimesinde yatmaktadır. Paradiso, yani cennet... İşte bulunmuştur sinemanın adı. Gerisi çok da önemli değildir, ama bugünden baktığımızda Cinema Paradiso sinema mabedlerinin ilk azizidir, hem film hem de düşsel bir mekan olarak.

Cinema Paradiso'dan 20 yıl sonra, aradan geçen zamanın filmi nereye getirdiğinden çok bu zamanda sinemanın ulaştığı duyarlılık noktalarından bu filme bakmak sanırım çok daha önemli. Sinema, insanın modern yolculuğu, kültürel sonuçlar ve sosyal gelişmeler yönünden metropol-taşra ikiliği, artık bir ikilem olmanın uzağında, hem yer değiştirmiş olmaları hem de birbirlerine benzemenin ötesine geçmiş olmalarını da kavramamıza yaramıştır. Taşrada mabedden modernliğe, insanın ortak yaşamında başlayan bütün yapıların kentten kasabaya doğru akışında her zaman bir yanlış anlama, büyükkentten gelen yeniliği taşranın devamında sıva harcı olarak kullanma eğilimi, onu taşra yapan tek nedendir zira. Kasaba, sanıldığı gibi kent olmaya çalışmaz; aksine onunla çatışır ve bunu ondan yararlanmaya çalışarak yaptığına inanır. Birbirlerine benzemenin ötesine geçmeleri de taşra ile metropolün nüfus ve sosyal karmaşalar çoğaldıkça dejenere olmalarıyla açıklanabilir.

Sinema acaba Cinema Paradiso'dan beri başka ne gibi duyarlılık noktaları yaratarak kasabalar, kentler ve metropoller arasındaki bu hazımsız ve hiçbir yola çıkmayan kör ilişkileri en azından aydınlatmaya devam etti? Ya da sinema ne denli adına tersine dromomaninin (seyahat hastalığı)  yarattığı bu kördöğüşünün farkında?



2 Temmuz 2020 Perşembe

Yalnızlık diyeti

Weight loss: Knowing your body type could help you shed pounds ...

Obez yalnız değildir, yalnız olan obezdir

Obezite bir yalnızlık hastalığıdır. Obez kişi, toplum ve aile tarafından bilinmeyen bir nedenle dışlanır ve sıkıntıyla alınan kilolarla oluşan obezite bu dışlanmanın geçici nedeni olarak kayıtlara geçer.

Kişi, obezliği yüzünden dışlandığını düşünerek bir bakıma oluşan suçu topluma atar ve kendini bu şekilde teselli eder.  Tesellisini kaybetmemek için öfkesinde direnir ve odağı kaybederek yalnızlığını kalıcı hale getirir. Artık o sadece obez değil asabi bir insandır da.

Yalnızlığı en çok edebiyat sömürür. Sonra emlakçılar ve felsefeciler. İnsanın sorunları olmasa bu kimlik ve meslekler hayatta kalamazlardı.


Yalnızlık ekonomisinin kapitalist uzmanları 

Obez için her şeyin sonu törenle aldığı kiloları, tek başına, dört duvar arasında, ezik ve kompleksli bir hayat yaşayarak vermeye çalışmasıdır.

Kilosunda ısrar eden obez aksine daha iyi karşılanırken, eski kilosuna ya da hiç ulaşamadığı bir ağırlığa inmek isteyen kişiye o geçiş hali boyunca her zamankinden daha acımasız davranılır.

Özellikle de yalnızlık ekonomisinin kapitalist uzmanları tarafından obez iyice aşağılanır.

Tek çare, çare olmamasında

Her zaman ve her yerde olduğu gibi bu yazının da konusu çözümler değil. Bu yazıyı okuyanın, obeziteye burada bir çare araması boşunadır. Ve hayatın en büyük gerçeği yine karşımıza çıkar bu durumda da: Çare aranmaz, bulunur. Çare yoksa, yoktur. Olmayan çare asla bulunamaz.

Bu yazı belki de yeni bir diyete, yalnızlık diyetine bir giriştir. Bir kişinin kalabalık bir masada ve yalnız bir masada eşit derecede beslense bile besinleri tüketme ve harcama kapasitesinin farklılık göstereceğinden hareket eden her kişi yalnızlık diyetinden doğal olarak faydalanabilir.

Belki de tek çare, reçete vermemektir.


11 Temmuz 2019 Perşembe

12 Eylül'de Aslında Neler Oldu?


Ve bir sabah uyanamadım

12 Eylül'ü o gün olmaktan çıkarmanız için ona 40 kere adını söylemenize bile gerek yok. 12 Eylül 1980'de ve sonrasında olanlar, o güne kadar olanları eğer 11 Eylül olarak adlandıracak olursak, ortaya şöyle bir denklemin çıkmasını sağladı:

11 Eylül + X = 12 Eylül.

Yaralarınızdan ve süren acılarınız üzerinden tarihe bakarsanız eğer (X), şimdiki zaman bile geçmez. Tarihe bakmadan tarihi konuşmak da o yara ve acıların sesinden başka bir şey olmaz.

Ya biz ne yapmak istiyoruz? Devam etmek mi yoksa kazdığımız çukuru isimsiz ıssız bir mezar yapmak için oraya devrilmek mi?

Ölümümüzden kazma ve küreği suçlayamayız. Ama 11 Eylül de kazma ve kürek değildir. Mezarcıyı 30 sene sonra müebbet hapse mahkum etmek ve hapse atmakla cinayetin suçlusunu yargılamış olmayız. Mezarcılar mezarlıktaki ölülerden sorumludur, onların başına gelen ölümlerden değil.

Bu bir faili meçhul faizi meşru bir darbedir

Müntehirin katili kimdir? İntihar eden kişinin ölümünün sorumlusunu tayin edebilir miyiz?

İntiharın sebeplerini araştırmak, onları saymak dökmek ve kişisel ölümü tamamen dışlamak, o dramı kullanmaktan öte bir şey değildir.

12 Eylül'de bütün Türkiye intiharın eşiğindeydi. Kurumlar toplumlar toplu olarak intihar etmek yerine iflas ederler, yani işlev bozukluklarının gereği olarak artık çalışmazlar, işlemeyi bırakırlar.

Kazayı, doğal felaketi yargılamak hiç ortada yokken o kaza ve felaketlerin gizli faili ve iştirakçisi konumuna sokar. Bir suçu işleyenle, olmayan bir suçu yargılayan arasındaki fark adaletin hangi karanlık yöresine götürür ki bizi?

12 Eylül'ü benzerlerinden ayıran tek şey travma yerine hastalığa dönüşmesiydi, içimizdeki durdurma eyleminin. Olacakları önceden göremezsiniz, olacaklara yenilirsiniz. Ve olacak olan, sizin kaderiniz olur. Tek sorun doğru yapmak değil doğru görmektir. Eylem ile bakış birbirini tamamlar, birbirinin yerine geçmez.

11 Eylül'de hepimiz neredeydik?

Şimdi neredeysek oradaydık. İçimizdeki bu durdurma hastalığı korkularımızla yüzleşemedi bir türlü.

Tarih devamlı olarak sorguluyor bizi. Dersten çok dershaneyi andıran tarih baba, müfredat yerine vicdanımızı, olayların akışı yerine tercihlerimizi kullanıyor.
11 Eylül'de hepimiz 12 Eylül'e bakarken bir şey yaptığımızı ya da yapmadığımızı sandık. Oysa ortada eylem falan yoktu. Eylemsizliğin devrimi başımızı döndürmüştü. Bu başdönmesine karşı  koyanlar da aynı dönme dolaptaydı, atlı karıncadaydı. Lunapark görevlileri, başka bir parka gitmişlerdi ve alabildiğince başıboştuk.

Görevliler gittikleri yerden dönmediler ve tarihimizde ilk kez yalnız bırakıldık. Kurucu atalarımızın hayaletleri de dönmediler gittikleri yerden. Tarihin hızına ve başdönmelerimize yenilmişlerdi belki ya da son treni kaçırmışlardı. Ne var ki uzaktan uzağa gülümseyerek, tek başımıza kalışımızın büyümemize delalet ettiğinin farkında, el sallıyorlardı.

X

Yolcu yolunda gerek.

8 Ekim 2014 Çarşamba

99 Jorge Luis Borges



Nasıl yapacağımı gerçekten şu anda bilmiyorum. Her şey burada ve bir anda olacak. İlk roketin uzaya fırlatılışı gibi ben ölmeden beni öldüren 99 kitabı, yani Okuma'nın 99 adını peşpeşe duraksamadan sayabilecek miyim ve çok heyecanlıyım.

Bunları yazarken garsonun birdenbire kahveme süt koymadığını fark ettim.

Duraksadım ve ilkel el işaretiyle onu hatasıyla yüzleşmesi için davette bulundum.

Fakat garson hiç de oralı olmuyordu. Hava da sıcaktı. Süt olmasa kahve benim için daha da ağır olacaktı ve böyle rutubetli bir günde, normalde soğuk günlerde içimi kıpraştıran kafeinin yüksek yoğunluğunu doğrusu çekemeyecektim.

Sonunda beklenen oldu. Garson geldi. Kafein yoğunluğunun metabolizmam için dengelenmesini beklerken süt yerine bir kitap getirdiğini fark ettim garsonun. Bu ne küstahlıktı.

Oturduğum kafe evet doğrusu bir kitap kahvesiydi ya da moda isimle kafe kitap, ama menüde ciddi ayrımlar yoktu, yani kitap satın alınabiliyordu, ama hangi kitaplar, neler; bunları menüden takip etme şansı verilmemişti müşteriye.

Ortam çok kalabalık olmadığından sabır denen erdemi devreye koymayı tercih ettim. Sıcağa rağmen çok güvendiğim kişiliğimi özellikle sosyal alanlarda konuşturmanın örnek bir davranış olduğunu biliyordum. Sanıldığı gibi sosyal ortamlar çok planlı ve işleyişi kusursuz yerler değildir aslında. Tesadüflerin birlikteliğiyle sosyal mekanlarda ritim ve hacimlerin doğru işlediği, kişilerin doğru yolda oldukları varsayılır ve burdan da sürekli bir mekanı belleme kurnazlığı açığa çıkar gizliden gizliye.

O gün neden ordaydım, kimdim hala hatırlamıyorum, ama garsonun bana uzattığı kitapta benim adım yazıyordu. Bunu garsonun sözlerinden anladım:

- Lütfen rica etsem bana bu kitabınızı imzalar mısınız Bay Borges.

Kitapta tam adım Jorge Luis Borges olarak yazıyordu. Kitabın adına dikkat etmedim, zira o güne kadar adımı ne duymuş ne de yazdıklarımı okumuştum. Bir garson beni okuduğuna göre çok matah da bir yazar olmamalıydım.

Ne var ki garson ona ve onun sınıfına dair bütün önyargılarımı bir anda silip süpüren şu sözleri ekledi:

- Sizi ilk kitabınız Evaristo Carriego'dan beri takip ediyorum.

Ben ne yazmış olabilirdim ki bir garsonun eser hayatım boyunca ilgisini cezbedecek. Yoksa bu kişi, aslında gönlündeki aslana uygun bir uğraş bulamayıp gerçek hayatın sellerinde boğulmamak için ruhunun akıntısına karşı yüzen bir işletme sahibi olmasındı. Rastladığım çok mekanda yer sahiplerinin kişisel zevkleri olarak müşterilerine hizmet ettiklerine çok şahit olmuştum.

Garson kitabımın adını söyleyince, bana imzalamam için uzattığı kitabımın adına bu kez alıcı gözüyle baktım: Alef. Ama sanki dört harfli bir isim değildi bu kitap, en az iki kelime saydığımı hatırlıyorum gözucumla; Brodie Raporu ya da Kum Kitabı gibiydi sanki... Yoksa yoksa başka bir şeydi.

Bir saniye... Ben adımı bile hatırlamazken nasıl oluyordu da bu kitap adlarını hatırlıyordum; demek ki o kitaplar o sırada o masada vardı, ama masada hala bir kitap duruyordu ve ortada henüz imzalayacak bir kalem bulunmuyordu. Garson kalemi unutmuştu. Bu konuda onu asla suçlayamazdım; yanında mutlaka bir kalem bulundururdu garsonlar, orası kesin, fakat o sürekli akan, oraya buraya bulaşan, önlüğün kenarına durmadan silinerek temizlenen kalemlerle kitap imzalamak ölmekle eşdeğerdi neredeyse benim için. Böyle bir teklifi reddetmek için de her an tetikteydim.

Garsondan öyle bir arz gelmedi, kuşkusuz benim tedbirli bir yazar olduğumu düşünüyordu. Ve bu konuda kesinlikle yanılıyordu. Ne adımı biliyordum ne de kitaplarımdan haberim vardı.

Bu kesinkes bir rüyaydı ve hep olduğu gibi uyanmak hiç aklıma gelmiyordu. Nasıl olsa hiç istenmeyen bir yerde uyanıklık beni bu rüyadan çekip alacaktı; durumu daha fazla zorlamamalıydım.

Rüya içinde uyandığımda masada bir de kalem duruyordu; kitap adı değişmişti: Hayaller ve Hikayeler.

Üzerimde kenarı tükenmezkalem lekeleriyle dolu bir önlük, sipariş defteri ve solmuş lacivert bir gömlek vardı.

Kitabın ilk sayfalarını araladım.

Kitap isimsiz olarak şöyle imzalanmıştı:

Borges olabilmem için birilerinin ya da yazılmış bazı kitapların beni önce öldürmesi ve sonra beni Borges kılması gerekiyordu ve sanırım da o gün öyle bir şey oldu.



Arkakapak.com


9 Eylül 2014 Salı

Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"...



Kızım gelinimin ötesinde "kime diyorum" telaşı var bu başlığı atarken.
Ne alarm çalıyorum ne siren sesi ne de çanları çalıyorum.
Diyalogsuzluk var, aynı dili de kullansak bütün bölmelerimizde kültür hayatımızın. Aynı dili aynı amaçla kullanırsak iletişim kurabilmiş olmaz mıyız?
İşte bir önyargı: Kitabevleri, okurlar,  yazarlar ve hatta yayıncılar için...

İyi kitap nedir?

Gabriel Garcia Marquez, son yıllarda ölümü sonrası kitapları yeniden çok satan ender dünya yazarlarından birisi oldu. Onun 1980'li yıllardaki sessiz aktarılışına, 90'lardaki heybetine, 2000'lerdeki krallığına tanık olmuş birisi olarak, Kırmızı Pazartesi dışında etki akım alanından çok etkilenmemiş de olsam, Latin Amerikalı yazarların başında geliyordu Marquez benim için. Yüzyıllık Yalnızlık'ın bütün dünyada Marquez'in ardındna yaşadığı büyük okuma seremonisi, belki de yazarının ölümüyle Marquez ayarı yazarların sonunun da geldiğini işaret ediyordu, kimbilir... Yani 20. yüzyılda doğmuş, yaşamış, yazmış ve ünlemiş, yazar olarak göçmüş bir karakter.
21. yüzyılın yazarları nasıl olacak peki? Aynı yüzyılda doğmanın dışında hayatlarının bir döneminde yazmış olabilirler; yazmaktan sık sık vazgeçmiş, geri dönmüş, kaybetmiş, belki hiç kazanmamış...

20. yüzyıl en çok kahramanların, liderlerin ve diktatörlerin konuşulduğu, yazıldığı bir dönem oldu. 21. yüzyıl ise kayıp kişilik ve kavramların konuşulduğu bir yüzyıl olacağa benziyor. Ve bunun yazar-okur eksenine yansımasının "yeni Marquez'ler olmayacak" demesi, her şeyi açıklayabilecek mi?

Kutsal kitabın dediği gibi ilk önce yazı vardı, yani okuma. Sonra yazarlar geldi. 19. yüzyıla kadar insan sözü büyük bir yazarsızlık çölünü kat etti ve sonunda Aydınlanma ile kutsanan sözlükler ve ansiklopediler bütün dünyayı kapladı. Ben, kitap denince tam da bunları anlıyorum: Sözlük ve ansiklopediler zamanın ta kendisidirler. Edebiyat ve diğerleri ise geçen zamanı, yani kaybolan zamanı temsil ederler.
Kitapların okurlardan çok olması, okurların kitapların sayısından fazla olmasına yol açan sonuca götürdü bizi. Ve yazarlar her zaman okurlardan az olduğu ve kaldığı için kitaplar sayıca bir'den çok basıldı. Günün birinde herkesin okur olacağı ütopyası kapitalizmi her zaman kurtaran önemli bir dipnot olmuştur. Tam da burada kitaplı kültürün temel dinamikleri olan merak, keşif ve bilme dürtülerinin kurgulandığı, kullanıldığı ana denk geliyoruz: Bu anda kitaba tamamen kendi okurunu -ve de yazara- yaratma zorunluluğu yüklendi: Ödüller, listeler ve arz fazlası (ne kadar arz o kadar talep mantığı) bu zorunlulukları kesin çizgilerle değiştirip bir güç gösterisine dönüştürdü. Ve sinema da bu gösterideki yerini 20. yüzyılda aldı: Kitapları, yazarları, okurları dönüştürdü, ama kendisi hiçbir şeye dönüşmedi.
Şimdi durum ne?
Durum vahim, çünkü son durumun ne olduğu hiç hesaba katılmadan eski durumlar üzerinden her şey anlatılmaya, açıklanmaya çalışıyor kitaplı kültür dünyasında. Sözgelimi fiyatları oluşturan rakamlar satış ve tiraj rakamları neredeyse aynı anlamda kullanılıyor. Klasik tabirle elmalarla armutlar birbirine karıştırılıyor. Her şey elma ya da armudun çöpü gözümüze kaçınca net olarak genel durumu göremiyoruz.

Bir yayıncı dostumdan duydum bu sözü: "Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"... Kitabevlerinin çaresizliklerini kendi çaresizliği sanan birisinden yine de iyi bir savunma gibi geliyor ilk bakışta. Şurası açık ki her iki taraf da bir zamanlar kitaba tek bir noktadan bakmayacak kadar birbirlerine yakındılar ve az çok benziyorlardı. Okur da kendine ciddi ciddi neredeyse çatık kaşlarla bakan bu ikiliye karşı ne yapabilirdi? Yazarın da kimliğini güçlendirerek bu bakışmaya katılması ortalığı birbirine kattı. Bir koalisyon ya da eşgüdüm oluşması gereken bu birliktelikle hiç kimsenin kazanamadığı görüldü bir süre sonra: Her şey ve herkes berabere.

Eskiden de br yazar olan bu yayıncı dostum sözlerine şöyle devam etti:
"Kitabevleri artık evet stoktan ziyade vitrinlerini güncel tutuyorlar ve sipariş merkezlerine dönüştüler haklı olarak... Bu da yüzeysel ve ticari kitap ve okurların kitabevlerine dönüşmelerine yol açtı. Özel kitaplar yine de kalıcılıklarıyla bu zorluğu aşacak güçte o yüzden ben kitabevlerinin bu popüler tercihlerini çok önemsemiyorum... Onlar için satan kitap iyidir bizim içinse "iyi kitap satar"..."

Genç bir yazara öğütler 2


– YENİ YAZARLAR NASIL KURTULUR? olsun mu adı yazının sevgili genç yazar arkadaşım. Siz tavsiye değil tadilat kuşağısınız yani siz onaracaksınız her şeyi.
– Maalesef…

– Neden mi böyle düşündüm? Enkazın dibindesiniz de ondan; ve ellerindeki morluklar yumruk değil moloz parçaları
– Sanki her yerden yumruk yiyorum şu an.

– Bugünlerde kendini öğrenci sanan yazarı uyandırmam gerekiyor… Bunun için bir şeyler hatırlamalıyım. Ben hala 23 yaşında Pipo&Sakal Yayınları’na öykü dosyasını gönderip olumlu haber bekleyen o genç yazarı yaşatıyorum içimde. Red mektubu gelmiş olsa da onu açmamış mesajı almamış gibi yapıyorum… Bekliyorum belki hala benim için bile, iyi ve güzel olduğunu hissettiğim bir dünya ve orada benim okurlarıma da sıra gelecek.
– Red mektubu gerçekten de aldınız mı?

– Red mektubu almış da olsam o tümden bir red değildi. Yaptığım işin, yani yazarlığın öğretilebilir bir şey olduğunu kimsenin düşünmediği bir zamandı. Kimse talebe ya da hoca değildi. Ortada ciddi bir sınav endişesi de yoktu. Doğrular ve yanlışlar da…
– Demek o kadar az sayıda kişi yazıyordu…

– Haklı olabilirsin. Adaylar çoğalınca mı bilgi aranılan bir kriter olur? Bunu böyle düşünmemiştim… Az olduğumuzu düşünmüyorum. Belki toplandığımız, seyrettiğimiz ve görüldüğümüz yerler azdı. Azlık bir kriterdi. Az bulunan şeylerde yer almanın iyi olduğu düşünülüyordu.
– Az kişinin yaptığı şeyi yapmam gurur verici olmalı…

– Yapanlardan çok kalanlar üzerine düşünmeyi tercih ediyorum burada genç arkadaşım. Kalanların başka bir dilde yazdıklarını da açıkça söylemek gerekiyor şimdi, büyük bir itiraf gibi. Geleceğin dilidir bu. Her dilde bulunan bir zaman kipinden çok bir dilbilgisi ve sözdizini karışımıdır. Öncelikle bunu anlamalısın.
– O dili öğrenmek isterdim, ama nedense öğrenme yerine anlamayı tercih ettiğinizi düşündürmeyi seviyorsunuz.

– Yazarlar bir tek o dilde yazarlar. Söylemek istediğim bu.
– Çok masalsı geldi şimdi bana. O dili bulmalıyım sanki, bunu anlıyorum. Ya da bende o dil ya var ya yoktur’u… Hiçbir seçimimin kar etmeyeceği bir durum sözkonusu.

– O dilin nereden eseceğini, yağacağını, duracağını bilmemiz zor görünüyor. Ateş, su, toprak, hava ya da sıvı katı gaz halinde de bulunabilir.
– Doğa demek istiyorsunuz.

– Demek istemiyorum, diyorum.
– Yani ben yaşamaya devam edeyim o gelir beni bulur, bunun gibi bir tevekkül hali… Anlamaya başlıyorum galiba.

– Ben asla bunu demek istemedim. Aramakla beklemekle bulunabilecek bir yer ya da bir formül etrafında döndükçe zaman kaybediyoruz. Belki de en anlamlı cevap şimdilik bu. Keza yazar terennümleri, kitap adları, bilgelik sözleri bunlar da bizi daima uzaklara fırlatan şeyler… Sakınmalı mı uzak mı durmalı, bu daha çok onların sende bulduğu çekimlere dair konular. Çekim alanlarına girmeye hazırsan girersin. Şu an hala bir açıklama yapmış bir şey göstermiş gibi görünmekten son derece korkuyorum. Gençlik iksiri mi zehiri mi demeli bilemiyorum….
– Genç yazarların işi zor diyorsunuz. Bunu anlıyorum.

– Merak ettiğim bundan sonra ne yapacaksın?
– Bu andan sonra… Hmmm… Bilmem ne yapmalı… Sanırım daha çok soru sormaya çalışacağım. Altın aradığımı fark etmeme yol açtınız ya da bunun dışında bir şey yaptığıma. Yazma eyleminin bir alegori yazınınsa bir metafor olduğunu bilmek, sadece bunun doğru olduğunu bilmek beni çok rahatlatırdı. Sanırım önümde birçok yol ve seçenek var. Ne yaptığımı, yaptığımın ne olduğunu sormak onları anlamama, bilmeme yol açmıyor ve sanıyorum ki yazdıkça sorular daha da cevapsız kalıyor. Bu karmaşıklığı sevmem gerekiyor bir yandan da. Öte yandan doğru yolda olduğumu birisi neden söylemesin bunu anlamakta zorlanıyorum ve neden bu yolda gitmenin bir anahtarı ve geçerli bir nedeni olmasın? Çok mu zor?

– Genç arkadaşım şunu bil ki bu yaşlı kalem, birkaç beylik yazar, kitap, akım ya da yöntem adı söyleyip karanlıkta bırakmaya devam etmekten daha çok önemsiyor seni. Seni tanımıyorum ve bu da en büyük nedenim. Sen yabancı kaldıkça daha çok özgürleşeceksin ve belki de yansıtman gereken en büyük güneş ışığı da bu olmalı. Özgürleş genç yazar arkadaşım, artacak, artakalacaksın…
* Meraklısı için Genç Bir Yazara Öğütler  1

26 Mart 2014 Çarşamba

Bir kez ağlasak belki geçer her şey


Uzun zamandır denize bakmışlığımız yok mu ne... Gözlerimiz yerde. Toprak böyle zamanlarda ateşten bir katman olur ve ayıplar adamı.
Bir kez ağlasak belki geçecek her şey.
Geçecek ne vardı ki, diyorsun biliyorum. Her şey battı. Çöktü. Kaybolduk.
Çanlar bile susuyor, tarih durdu, saatler bozuk hatta... Dönüş yolunu kaybettiğimiz yerde yoldan da çıktık.
Umut sadece bir edebiyat dersi.
Parmağını kaldırıyorsun. Bulutlara değiyor tırnak ucun... Yağmur yok. Sen yağıyorsun göğe. Göz pınarlarının çölünde kavurucu rüzgar, senin yerine konuşuyor hüküm veriyor, asıp kesiyor.
Bir daha dönüş yok ana kucağına baba evine. Şehirlerde asıldı kaldı zamanların. Sadece ölüleri değil dirileri de uzun binalara gömüyorlar. Toprak yetmiyor hepimizin arzularını hırslarını gömmeye.
Üzerimize atacak yorgan yok, toprak da ipotekli; hava hacizli havagazı bin para... Işığı yakınca musluklardan karanlık akıyor.
Dur diyen yok.
Neden olsun ki?
İyiliğin adını her andığında gelip bulmuyor mu kulaklarını o çağıran ses:
- Dünya ne zaman bugünden daha iyi oldu ki?
- Hiç iyi olduk mu?
Kandırıyorsun kendini. Bu edebiyat dersi asla bitmiyor. Belki umut alınıp satılıyor.
Ölüp gideceksin, ama yaşıyorum diye kekeliyorsun. Sözlerini şurda burda unutuyorsun... Ne anlamı var.
Su, su, su... Biraz da tuz...

Bir kez ağlasan belki geçecek her şey.