yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
29 Aralık 2023 Cuma
Bazı Kitaplarımı Yazmamalıydım ve Bazı Kitapları Okumamalıydım
Aslını ve ustanı unutma
Bu yerde yazmaya başlarken kısa ve öz bir mesajı nasıl vermem gerektiğini düşündüğüm zaman bu sözü yazmıştım. Önemli bir söz, ama bunu ben yazdığım için ve henüz tarihteki haklı yerimi almadığım için henüz değerli bir söz değil. İnandığım şu ki usta ile köken arasında bir tercih sorunu asla yaşanmaz. Kimse ustasını seçemez kökünü seçemediği gibi. Bu benzeşme kimseyi usta ya da çırak yapmaz.
Bazı kitaplarımı uzun süren öfkelerin etkisinde yazdım. Bazı kişilerin yazar olup olmaması gerektiğine inandıktan ve bunun için sınırsızca uğraştıktan sonra bu durumu taşıyamayacaklarını anladığımda uzun öfkelere kapıldım. Bu işlerde savaşa asker seçercesine, salt görünen özelliklere göre karar veremezsiniz. Aynı zamanda tarihin ve koşullu bir tarih olan geleceğin de içinde yer alacak fikir çivilerini en uygun yerlere çakmak zorundasınızdır. Gelecek öyle çoğunun bilinmezliğinden yararlanageldiği bir bahane değildir. Gelecek çok açıktır. Sadece hataya karşı çok açık ve duyarlıdır. İşte ben de geleceklerini elimde tuttuğum, kendim de dahil olmak üzere birçok sanat erbabının seçimlerine karışırken ve yönlendirirken bazı hatalar yaptım.
İtiraf ve itham ediyorum
Burası bir mahkeme olsaydı iftira da edebilirdim. İftira atılmaz, edilir. Yargının konusu olan iftira, ortaya konmuş ve yerleşmiş olan sözü etkilemez, ona gidişi geciktirir, engeller sadece. Söz, gerçeğin en güçlü bileşenidir. İtiraf da etsem itham da etsem, sözünü ettiğim sanat erbaplarının gerçeklerine de müdahale ettiğim için pişmanım aslında. Uğruna savaştığım birkaç kavramdan birisi olan iyilik adına önemli deneyimlere, derslere açılan bir kapıyı da aralamış oldu bu pişmanlık aslında bende. Kendimi çok suçlamasam da derinden derine kırılmış olduklarını hissettim bazı kişilerin, yaptıklarım yüzünden. Zamanın akışı üzerinde bir etkim yoktu, ama geçiş sıralarını bilerek-bilmeden değiştirdiğim kişilerden belki de geride kalmış olanları küstürmüş olabilirim. Başarıları geri çevirmek istemediğimiz gibi hataları da geri çevirmek, geri göndermek isteseydik bu çok şey değiştirir miydi acaba? Başarılara bir imza, hatalara ise leke muamelesi yaptığımız için bir şeyleri değiştirme gücünden uzakta olamaz mıyız? İtham edici bu soruların cevaplarının gayet güzel itiraflarım olabilme olasılığını saklı tutuyorum tam da burada.
Esinlenme bir yetenek midir yoksa gerçekleşmemiş bir şike teşebbüsü mü?
Bu ara başlığın bir yazı konusu olduğunu düşünürken birdenbire bu yazının içinde kendi yerini bulmuş olduğunu görüyorum. Bundan sıkılmıyorum, çünkü artık yazı yazmakta değil bitirmekte zorlanıyorum. Zira yazı başlıkları, yazı hızımdan daha fazla beni yoracak derecede oluşuyorlar ve deyim yerindeyse bir depo gibi birikiyorlar.
Depo demişken, yeteneği sonsuz, sınırsız bir depo olarak da tanımlamak istiyorum. Yetenek, belki de ne olduğunu tam olarak saptamadan en üst derecede kutsadığımız parlak ifadelerden biri hayatımızda. Yetenekli çocuk, kabiliyetli kız, üstün zeka... Kökeni, kaynağı nereden gelirse gelsin bağını asla sormayız. Bu yüzden de sıralamanın en başında yer alıyor yetenek. Bir tür batıl inanç olarak...
Esinlenmeyi "ilham perisi" kültüyle adlandıranlar ve buna halen devam edenlerin yetenek tanımları elbette farklı olsa gerek. Yetenek onlar için dış kaynaklı bir şey olmalı. Nörologlar başta olmak üzere bilimden yana olanlar ise içten yanan bir boya küpünde ısrarlılar. Eğer gerçekten de periler varsa, desteklediğim ve desteklemeye devam ettiğim sanat erbapları için ben bir peri terbiyecisi ya da avcısı olmalıydım. Yok eğer bu yazarlar sürekli içten yanıyorlarsa ben de ateşe kömür atan ter içinde bir işçi olabilirim.
Her iki durumda da adres ve ona göre benim duruşum aynı. Her durumda sorgulanan ya da çekim merkezi olan yetenek, obje ve süje olarak "yazar arkadaş"ımızda yerini alıyor zaten.
Öyleyse benim derdim ne?
Aslında kimseyle bir derdim yok. Tek sorun zaman. Zamanın yargısı daha çok. En az konuştuğumuz kadar sustuğumuz için de değerli, önemli ve suçlu olabiliriz. Ben susarak görüşlerimi ifade etmek yerine konuşarak eylemde bulunmayı ve çoğunlukla da pişman olmayı seçtim. Birisi pişman oldukça kimse kariyerinde yükselmez, fakat zamanın yargısı olgunlaşır ve daha isabetli hale gelir. Sık sık hataya düşmekten, birilerinin yazarlık kariyeri hakkında yanılmaktan, yanlış ata ve kazaya oynamaktan, dolayısıyla durmadan pişman olmaktan korkmuyorum. Belki de gelişim dediğimiz şey, ancak ilerledikçe bulabildiğimiz doğrularla gerçekleştirdiğimiz bir olgudur.
Artık hiçbir şey okumuyorum. Sadece bakıyorum. Okuma gözlüğüme yeni ayarları eklemedimse de bakışlarımı geliştirdim. Yeni ve daha fazla kitap ve yazarla ilerlediğini ve kendi doğrularına yaklaştığını düşünenlerin aksine artık ne söylediğim yerine hala konuşup konuşmadığıma bakanların karşısında zamanla alkıştan tahlile onaydan muhalefete birçok konumu anlatan bakışlar üzerine çalışıp onların gerçek eylemlerim olduğunu düşünmeye başladım.
Doğru şekilde, yönde ve önemlisi sürekli olarak gelişmenin tek derdim olduğunu düşünüyorum şimdilerde.
29 Eylül 2021 Çarşamba
Bir gün herkes 15 sayfalığına yazar olacak!
Neden 15 sayfa?
İşareti Andy Warhol çakmıştı aslında. Fakat 15 dakikalık şöhretler kimseyi tatmin etmedi. Daha da fazlası istendi.
Kısa süreli şöhret olmayı kabul eden unutulmayı neden hazmedemez, anlaşılır değil. Warhol'ünki bence bir lanetti, bedduaydı. "Beni de meşhur ettiniz ya, tanrı belanızı verir inşallah!" diyerek popüler unutulmuşluğun ateşini yaktı ve geriye unutulmayan tek pop starı olarak da o kaldı.
Andy Warhol, bu yazıda olduğu gibi birçok yazının konusu haline geliyor günümüzde. Önemsenmenin ve önemli olmanın popülizme denk olduğu çağımızda, o beklemediği kadar ünlü ve lanetli olmayı lanetini yayarak tadıyor; hatırası bundan da bıkmıyor.
Bu 15 sayfaya ne yazılacak?
Hangi gün olacak bu "bir gün"? Ve bir sayfa ne kadar sürecek?
Şöhreti, şiddet yerine süre olarak algılamamız işleri karıştırıyor. Ses, yazı ve görüntü medyaları arasında birimsel bir denklik ya da ölçek çalışması yapmadık şimdiye kadar. İlerlettiğimiz teknolojilerle onları kelime, byte ya da piksel olarak algılama çıkmazına girdik.
Neler neler? İtiraflar, kişisel profiller, dedikodular, hakaretler, flörtler, date'ler, chat'ler, SMS'ler, MMS'ler... Bunlar tanıdık geliyor mu? Bunca metinle haberleşmeyle ne yapacağız? Stokçuluktan ya da stok fazlalığından stoksuzluğa doğru gidiyoruz. Dünya da zaten çok kısa bir zaman içinde aşırı nüfus yoğunluğundan "dünya" ve "hayat" kelimelerinin anlamlarıyla vedalaşıp insansız bir gezegen olarak kozmik macerasına devam edecek.
16. sayfadan geliyorum
16 ile sonsuzluk arasında büyük bir mesafe yok. Günün birinde birşeylerin sonunun olmasına alışmalıyız. Beklediğimiz ölümsüzlük sanatın, devrimlerin ve belleklerin elinden tıp ve farmakolojinin eline geçemez mi? Mutlak iksirle başlayan serüven ölümsüzlüğün yarına kalan, ölümden sonra da yaşayan "dosya"larla kağıttan elektronik sayfaya kadar süregiden ilişkisinde kabuk değiştiriyor.
15. sayfa, ortalama olarak bir kitabı rezil edecek düzeyde içeriksizliği, iletişimsizliği de içeriyor. Süreyle birlikte sayfa sayısıyla da ölüme karşı durma gücünü tarif eden yayıncılık elektronik kitaplarla yeniden kodeks öncesi volumen dönemine dönüşüyor.
Kağıt ya da papirüs, taş ya da tuğla... insanın her yüzeye yazdığı işaretlerde ölüme karşı bir ağıt bulmak her zaman mümkün.
17. sayfa artık hiç gelmeyecek.
1 Temmuz 2021 Perşembe
Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?
Kendime de soruyorum: Hayatım boyunca kaç kitap okuyabilirim?
Okumaya başladım başlayalı ilk meraklarımdan birisiydi bu ve geçtiğimiz zamanlarda bunu cidden anlamanın ve öğrenmenin peşine düştüğümde 27.000 ile 1200 arası rakamlarla karşılaşınca, pişman oldum demeyeceğim, ama gerçekten de hevesim çok azaldı. Zira bu araştırma merakının arkasından belki de hepimizin okuma alışkanlıklarımızı sorgulamamıza yol açacak, belki de verimli, keyifli okumalara, seçimlere yönelebileceğimiz çeşitli veriler ortaya çıkacaktı.
Kitap okumanın ya da genelde okuma pratiğinin kitap ya da sayfa sayısı olarak hesaplanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öyleyse bu sayı, az ya da çok, ve onu bilmemiz ne işe yarayacak her şeyden önce? Sanırım bu uyanış bizde ilkin bir rahatlamaya yol açacak ve en azından Türkçede 150.000'e yaklaşan tedarik edilebilir-okunabilir kitap sayısına daha sakin bakmamızı ve o yığını seçimlerimiz sayesinde doymuş olarak kabul edebilmemiz sağlamış olacak.
Hangi 4000 kitap / 1 Ömür?
Bu hesabı tam olarak yapmamızı engelleyen bir unsur da hayatımız boyunca okuyabileceğimiz kitap sayısının yaş, dönem, ihtiyaç ve sosyal-ekonomik koşullara göre sürekli olarak değişecek olmasıdır.
En sonunda şuna karar vermek zorunda hissettim kendimi: Sayılardan uzaklaşıp sayıları ne olursa olsun ne kadar yerine hangi kitapları -tabii zaman içinde onları neden- okuyacağımı öğrenmem daha doğru bir tutum olacaktı. Ve kafamdan gitmeyen rakamsa 4000 kitap / 1 Ömür'dü genellikle, ama HANGİ 4000 KİTAP?
Burada gerçekten de büyük bir kapsamdan söz ediyorum, henüz kitap ve yazar çeşitlerine girmeden. Kimse durduk yerde ömrünü 4000 kitap okumaya adamak zorunda değil; belki de hayatın yarısından sonra bu sayı 400'e de düşebilir tecrübeler ve yaşantılar arttıkça bilgi-sentez yolculuğunda bilinçliliklerimiz çoğaldığı sürece.
Sonuç olarak 4000 kitabın "varmam gereken değil", çıkmam gereken nokta olduğuna karar verdim. Ben ömrüm boyunca 4000 kitaplık bir okuma yolculuğu yapmış olmalı ve son noktada kaç kitap okumuş da olsan zihinsel hacim olarak yaptığım yol bu kadar kitaba denk düşen bir keyif, zevk ve giderilmiş-doyurulmuş merak ve dürtülerine sahip olmamı sağlamalıydı.
Bilmek, Anlamak ve Olmak-Yapmak
Bütün sıra işte bu. Eğer kitaplarınızla işiniz olacaksa ömrünüz boyunca, onları salt eğlence aracı olarak bile görmenizde bir sakınca yok... Bizler, bize bizi gösteren eşdeğer aynalar yaratarak kurduk uygarlığımızı. Sadece dil değil, kültür farklılıklarımızı bile kapatıp anlaşmaya, hayatı ve kendimizi anlamaya çalışırken bu eşdeğer aynaları, yani bize bakan aynalara, yani kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Eğlencelerimiz yorgunluklarımızı ve bıkkınlıklarımızı alarak hayatımıza kısa süreli ve sık yeniden dönüşlerimizi yumuşatırlar. Sıralaması çok önemli değilse de önce bilip, sonra anlayıp en sonunda da gereken neyse onu yapar ya da oluruz. Hiçbir ilerini alır onları şey bitmez, gene aynalardan görüntülerimizin bilgilerini alır ve yine onların uzantısında yine gerekenleri yapar ve oluruz. Kitap bu işlemler içinde en sessiz ve sadık rehberlerdir.
Bu güzel ve anlamlı yolculukta gerçekten de hepimiz kendi 4000 kitabımızın neler olduklarını en azından simgesel düzeyde bilip anlamalıyız.
Bunca satırı neden yazdığıma gelince. Kitabone ve İDEAL KİTAPLIK ile başlayan okuma kültürünü geliştirme fikirlerimin yeni durağı bu "Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?" sorusu. Çok kısa zaman içinde bu sorunun somut cevaplarını proje, ürün ve hizmete dönüştürmeyi tasarlıyorum.
Meraklılarına daha verimli ve isabetli okuma yolculukları dileğiyle...
28 Mart 2021 Pazar
Kitap Nedir? (Her Eğitimli Kadının Bu Cumhuriyete Borcu Vardır !)
Burayı sevdim birdenbire. Önünden geçerken aniden girivermiştim. Yağmur çiseliyordu. Ankara'daki bir arkadaşıma göre orada öğleye kadar kar yağmıştı ve bugünün de sürprizlerle dolu bir gün olduğunu bana söyledi.
Cesurca "Kahve" demişler kafenin adına. Çırağan Kahvesi. Girişteki fiyat listesi karatahtasına Dünya Kadınlar Günü sebebiyle yazıldığını tahmin ettiğim yazı henüz silinmemişti. Bir Türkan Saylan sözü: "(buraya çıkarken o yazıya yeniden bakılıp aynısı yazılacak)" *
Öğrencileri daha çok kafelerde seviyorum. Okullarda ve sokaklarda üzülüyorum onları görünce. Korunmasız ve çaresiz geliyorlar bana. Özellikle de bu Z Kuşağı.
Son zamanlarda çok kişinin kafasını şişirdim bu Y Kuşağı kitabıyla. Y Kuşağı kitabını (2012, Kafekültür Yayıncılık) yeniden basımına hazırlarken aslında bilgi ve yorum bakımından çok eskidiğini düşünürken yaklaşık bir haftamı, gecemi gündüzümü verdim. Kitaptan öğrendiklerimi ve şimdi anladıklarımı heyecanla herkesle sohbetler sırasında paylaşırken neden bu kitaptan hala piyasada başka olmadığını anladım. Akademi henüz sahiplenmemişti bu X, Y, Z kuşakları ayrımlarını. Ve dolayısıyla kitap medyası da alternatif seçeneklerine kavuşamamıştı. Ne diyordu skolastik felsefe düşünürü ve ilahiyatçı Thomas Aquinas 13. yüzyılda: Timeo Hominem Unius Libri, "Tek kitaplı insandan sakınırım". Evet Y Kuşağı'nın da tek kitaplısı zararlı bence. Tamam Thomas Aquinas bunu ilahi metinler için söylemiş olabilir, ama unutmamalı ki tartışılmamış her tek metin de biraz bu kapsama girer. Bir konuyu öğrenmek için en az 1, paylaşmak için en az 3 ve savunmak için de mutlaka 100 kitap okumak gerekir. Yoksa da yazmalıdır.
Çok kişi bana sorar: Kitap nedir? Kitabın ne olduğuna dair tek bir cevabım var: Kitap, onsuz ve, o daha yazılıp okunmadan hiçbir tartışmanın başlatılmaması gereken bir Söz'dür. Bir kitap bir adet bile basılabilir -ama kütüphanelerde yüzlerce kişi okuyabilir sırayla- ama bir kitap asla bir kişi için yazılamaz. Hele hele asla yazarı için değil.
Çırağan Kahvesi'ne ilk girdiğimde beni masa seçimine iten tek neden de son derece sevimli bir ev haliyle döşenmiş iki kitap rafı oldu. Ve hem o kitapları hem de Çırağan Caddesi'nin işlekliğini görebilecek en iyi masaya oturdum. İçerisi boş sayılırdı, öte yandan camlı bir eşikle ayrılan bahçe tıklım tıklım doldurulmuştu öğrenciler tarafından. Onlar ait özgürlük alanlarında (dumanlı hava sahası) çalışıyor sohbet ediyor ve sigara içiyorlardı. Birden oları çok sevdiğimi anladım. Homojen olarak bir aradalarken gençler çok tatlıdır, iyi ve sevimlidirler. Yetişkinlerin mahvettiği bir dünyada yaşamıyorlarmış gibi umut ve ışık saçarlar. İyi ki genç oldum, genç bir oğlum oldu ve gençleri çok seviyorum.
Onların en önemli güçleri mizahtır, şakadır. Her şeyi eleştirme hakları sadece gençlerin vardır; günün birinde de onları değiştirmek zorunda değildirler. Hiçbir şeyi eleştirmeden kabullenmiş şekilde yaşayanlara çok iyi bilinir ki yaşlı denir. Eleştiriyi hele hele özeleştiriyi kaybetmeden yaşayan da hiç yaşlanmaz. Gençlik tehlike altındadır hep. Kimse onları koruyamaz, kollayamaz; gençler bunu istemez asıl. İnsan türünün en zeki halidir gençlik, çünkü önyargı, kötü niyet yok saflık vardır. Varsın yetişkinler bunlara başka bir ad verip dursunlar. Kimse tüm değerlerini kaybetmiş, hiçbir şeyi savunmayan, her şeyi kabullenmiş ve işe yaramayan insanları asla yargılamamalıdır, çünkü yaşları kaç olursa olsun ihtiyardır onlar. Bunların tersini yapan ve olan kişilerse daima gençtir.
***
In solis sis tibi turba locis. (Tibullus)
Yalnızlıkta, kendinin evreni ol.
(Kafeblog 4)
* Her Eğitimli Kadının Bu Cumhuriyete Borcu Vardır !
21 Şubat 2021 Pazar
Kafeblog 3: Depresyondakilere nasıl davranmamalıyız?
Bun satıyorum, alıyor musun?
Hiç de komik değil. Bu espriyi depresyondaki bir kişiye asla yapamazsın, çünkü o sırada dışarı çıkmaz, dünyayla insanlarla tüm ilişkisini kesmiştir. Ya da kulaklığını takmış melankolik şarkısını 88. kez dinliyordur. Ani değişimlere, günlük rutinlere o an tamamen kapalıdır. duymaz, görmez, bakmaz bile. Eğer sokaktaysa mutlaka bir zorunluluğu vardır ya da hızla kendi dünyasına doğru kaçarken görüyorsundur onu.
Bir gün bir kafede oturmuş çalışıyorum yine. Kulaklığımı sıkı sıkı örtmüşüm: Gün ışığı, her türlü ses asla giremiyor, işime odaklanmışım, ama aslında konu o sırada iş de değil beynimde; maddi manevi hiçbir kazançla çalışmadığıma kimseyi ikna etmek zorunda olmamamın verdiği rahatlıkla, yine evet yine sevdiğim işi sessizlik donanımlı yüksek volümlü kulaklarımın korumasında yaparken aslında içinden hiç çıkmak istemediğim bir duygu halini uzattıkça uzatırken yanımdaki masaya bir kadın oturdu. Makyajsızdı. Yaşı 20-60 arası mıydı kaç gösteriyordu anlaşılmıyordu bile. Yanlışlıkla uzaydan oraya düşmüş gibiydi. Kahvesini söyledi ya da ben hayal ettim, çünkü artık her yer self servis olmuş. Kadın ne içiyordu bakmıyordum bile; o an içinden çıktığım duygu halini yeniden yakalamak için kulaklıklarımı çıkarıp başlangıç konumuna almam gerekti zihnimi, zira o duygu hallerine hemen ulaşamazdım; bazı basamakları çıkmam gerekiyordu. Bunu not ediyorum, yazarım bir ara bu ritüeli, çünkü önemli.
Kadın bana baktı. Hayır. Ben bakmasını istedim. Kulaklıksız olduğumda yüz ifademin değiştiğini, gözlerimin ışıltısının söndüğünü iyi biliyorum. Kadına müzik dinlerken bakamazdım, çünkü özellikle kadınlar bakma ile görme arasındaki farkın zirveye tırmandığı o kulaklıklı parlak bakışları hemen anlar ve hiç önemsemezler. O an müzikteki boşluğa bakmam artık olanaksızdı, ama kadın o müzik parlaklığıyla dolu bakışlarla karşılaşmış gibi kafasını yana çevirdi, yani aslında bana baktı.
Sonra kalktı ve gitti. Ve ona ve kendime bir daha orada hiç rastlamadım. Aynaya bakmış gibi olma etkisiydi bu veya her kültürde farklı isimler alan şu meşhur ruh ikizini arama-bulma safsatasının bedenlenmiş haliydi belki de. Kadın depresyondaydı belli ki. O an ona doğanın vermiş olduğu tüm güzellikleri ve diğer canlıların bütün ilgilerini elinin tersiyle kenara itmişti, ama neden dışarı çıkmıştı? Bunu eminim kendisi de bilmiyordu. Benim herhangi bir ikizim olmadığı açıktı, çünkü o birkaç kare fotoğraf beynime kazınmış gibiydi adeta. O gün bir daha kulaklığım olmadan oturup çalıştığım mekân ve kafelerde kimseyle göz göze gelmemem gerektiğini anladım. Müziğin bakışlarıma verdiği derin parlaklık olmadan depresyondaki hiçbir kişiye aynaya bakmış hissi vermeye hakkım yoktu.
Depresyondakiler boşluğa bakmayı çok iyi tanırlar. Onlara herhangi bir şekilde davranmanın bir yolu yordamı da yoktur. Yalnızlığı seçmiş birisini rahatsız etmekten daha büyük bir yalnızlık olabilir mi? En büyük anlamsız soru da onlara "Neyin var?" diye sormak ve ısrarla "Neden?" demektir.
Neden?
Sanki sen biliyorsun...
19 Kasım 2020 Perşembe
Genç Bir Yazara Öğütler 7

Sevgili Genç Yazar.
Kitaplarımı alıp okumak yerine bir yazı sanatı etkinliğime katılmak istediğinizi söyleseydiniz nazikçe bunu reddederdim.
Kitaplarım, bu iş, yani yazı sanatı öğretilemediği için var. Tıpkı binlerce onbinlerce memur ve bürokratın işgal ve meşgul ettiği kadrolara rağmen devlet işlerinin ve "milli vazifelerin" bir türlü doğru düzgün olamadığı gibi.
Fakat yine de yazarzedesiniz demek istemem ben hitap ettiğim kişiye. Çünkü bu işi tam olarak kafaya taktığımda vakit artık çok geçti. Neredeyse dünyayı saran bir dalga gibi yazı sanatının öğretilebilir olduğu kanısının neden olduğu hava hareketleri gördük, yaşadık ve ona maruz kaldık. Ve çoğu atmosfer hareketinde olduğu gibi bunlar da kendi etrafında dönen, bir yere gitmeyen yer değiştirmelerdi.
* Yazı Atölyesi, 2021, H.G. (önsöz'den)
Fakat yine de yazarzedesiniz demek istemem ben hitap ettiğim kişiye. Çünkü bu işi tam olarak kafaya taktığımda vakit artık çok geçti. Neredeyse dünyayı saran bir dalga gibi yazı sanatının öğretilebilir olduğu kanısının neden olduğu hava hareketleri gördük, yaşadık ve ona maruz kaldık. Ve çoğu atmosfer hareketinde olduğu gibi bunlar da kendi etrafında dönen, bir yere gitmeyen yer değiştirmelerdi.
Bilinçli değildi belki ve tek masumiyeti de bu olabilir, ama sonuç olarak her doğal felaket gibi failsiz ve sonuçsuz kaldı bu hareketler; yeteri kadar da zarar verdi. Bu gözün hiçbir şeyi görmediği tufanda başka zararlılar da türedi. Onlardan da süremiz ve yerimiz yettiğince söz edeceğiz, zira bu yazma işi Amazonlar’daki bir kelebeğin kanat çırpması da dahil olmak üzere bütün fenomenleriyle devasa, harika bir kültürel eko-sistem ve de asla bir atölyeye indirgenemez. Kaldı ki bu değerli işin en basit ve alt kademesi bir Akademi olmayı hak ederdi. Ne yazık ki dilimizde böyle bir çaba ve uyanış yok.
Muhakkak -bu satırların yazarı başta olmak üzere- bir çatı kurumsallığı olması gerektiği düşünülmüştür kuşaklar ve kuşaklar boyunca. Sadece ben, onlarca yazar dostuma ve yüzlerce yakınıma, çılgınca, senelerdir bu arzumu anlatır dururum ve henüz benimkine eş bir heyecan yansıması gözlemleyemedim. Bunun için de üzülmüyorum. Bu bana doğru düşündüğümü gösteriyor.
Yazı sanatı etkinlikleriyle olan sorunumu şöyle ifade edebilirsek daha çok çözüme yaklaşmış sayabilirim kendimi: Henüz icat edilmemiş ve ihtiyaç da olmayan bir ürünü küresel bir pazarın en önemli mamülüymüş gibi şevk ve zevkle yarattığınızı, ardından da olacakları düşünün. Tabii ki hevesleriniz kursağınızda kalır ve asla hedefinize ulaşamazsınız. Bu örneğin tam olarak yerine oturması için bu boş çabaya aslında holdingi ve parası olmayan, ama patron ve sanayiciymiş gibi rol yapan ciddi görünümlü kişilerin ortalığı kasıp kavuran değer yargılarını da ekleyin. Ortalık tam bir deliler tekkesi değil de nedir ki? Gözden sürekli kaçırılan zararları bir yana, herhangi bir yarar gözetilmesi öne sürüldüğünde, konunun tamamen usta-çırak sürecinde neden takılı bırakıldığını hiç kendinize sorduğunuz oldu mu? Çünkü:
“Bu işte çırak yoktur, çünkü ustanın da kim olduğunu zamanın kendisi dahil hiç kimse bilmemektedir.”
Bunu siz de bilmiyordunuz, fakat böyle anlattılar sonuçları sorguladığınızda. Yani sanat işinde bir sıraya geçmeniz gerektiği, olmanıza ve pişmenize rağmen uyulması gereken bazı kurallar yüzünden beklemeniz gerektiği öğretildi. Hani yazı sanatı öğretilecekti. Evet kesinlikle katılıyorum, sanat eğitimi vardır, olmalıdır; elbette akademilerde ve salt zihinsel olmayan uygulamalı sanatlar için daha çok geçerli olmak üzere. Matbaacılık ve grafik bölümlerinden yazar çıkamayacağı gibi –hedefleri bu olmadığından-üniversitelerin edebiyat bölümlerinden de yazar çıkmadığı çıkamayacağı çok aşikârdır. Kaldı ki bu konu hiç açılmadan kapanmış nadiren talihli olduğumuz şeylerden birisidir, zira çoğu dil ve edebiyat mezunu eğitim sektörüne adım atmak zorunda kalmaktadır akademik istihdamsızlıklardan ötürü. Eğer ki dil ve edebiyat kadroları bölüm mezunları kadar mevcut olsaydı en azından edebiyatımız ve edebiyat entelijansiyamız böyle mi olurdu? Ve elbette edebiyatçı tabiri çoğunlukla akademik kökeni işaret ederdi. Böyle birkaç dergi ve kitaptan sonra ayağınıza geliveren bir kariyer olmazdı edebiyatçılık.
Ünlü bir Fransız filozofun dediği gibi dil de bir hapishanedir. Ana dilin gerçek oluşumunu yaşadığımız bebeklik çağlarımızı ikinci kez yaşayamayacağımız için hayatımızdaki seçmediğimiz tek anadil deneyimimizi geçirirken onun kendi tarihi içinden süzülüp bugüne gelerek yarattığı çevre ve iklim koşullarına da doğal olarak maruz kaldığımız bir gerçektir. Bu gerçeğe hayıflanarak ömür de geçebilir, yetersiz bulduğumuz çevre ve iklim koşullarına maruz kalmaktansa orada daha iyi yaşamamızı sağlayacak cesur adım ve devinimleri, kariyerimizden ve arzularımızdan ödün vermeden hayata geçirmek de en olumlu çözüm olabilir. Bunların iyisini ve onurlusunu seçmek, kendine sürekli olarak bir çıkış yolu, bir formül arayan atölyezadeler için en iyi çözüm olmalıdır, diye düşünenlerdeniz şahsen.
Ve işte bu kitabı * bu yüzden hazırladık. Seni veya sizi “yazı” ile başlayan her türlü mekândan geriye, tek parça getirebilmek için. Biz bir yere gitmeyeceğiz. Senden başka hiç kimse ve hiçbir yer yok inan ki. Ve seni büyüleyici söz ve manipülasyonlarla etkilemeye çalışmayacağız; seni aldatmayacağız ve hatta kendimizi de aldatmayacağız. Yenilmeyeceğiz ve vazgeçmeyeceğiz. Senin de öyle yapmanı diliyoruz.
Senin rehberin olacak bu kitap, başka birçok kitapla birlikte yeniden yazıldı.
Senin için.
Eğer bir gün yollarımız bir yerde kesişirse, şimdiden birbirimizi asla tanımamış olmayı tercih edeceğiz açıkyüreklilikle. Biz diyoruz ki cesaretin gözleri olmamalı. Yanlış bir hisse kapılıp bize bakmaya çalışsanız da görememeniz için kör bırakmak zorunda kaldık, insan ve dünya için yapacağın bütün iyiliklerdeki yersel merakı.
Geleceğin ve şimdinin yazarları için hep bir ağızdan bu kitabın bir yazı atölyesi olmadığını söylüyoruz. Belki öyleydi, ama biraz önce belki de herkes yanlış adres zannıyla çekip gitti.
İyi okunmalar.
Yazı sanatı etkinlikleriyle olan sorunumu şöyle ifade edebilirsek daha çok çözüme yaklaşmış sayabilirim kendimi: Henüz icat edilmemiş ve ihtiyaç da olmayan bir ürünü küresel bir pazarın en önemli mamülüymüş gibi şevk ve zevkle yarattığınızı, ardından da olacakları düşünün. Tabii ki hevesleriniz kursağınızda kalır ve asla hedefinize ulaşamazsınız. Bu örneğin tam olarak yerine oturması için bu boş çabaya aslında holdingi ve parası olmayan, ama patron ve sanayiciymiş gibi rol yapan ciddi görünümlü kişilerin ortalığı kasıp kavuran değer yargılarını da ekleyin. Ortalık tam bir deliler tekkesi değil de nedir ki? Gözden sürekli kaçırılan zararları bir yana, herhangi bir yarar gözetilmesi öne sürüldüğünde, konunun tamamen usta-çırak sürecinde neden takılı bırakıldığını hiç kendinize sorduğunuz oldu mu? Çünkü:
“Bu işte çırak yoktur, çünkü ustanın da kim olduğunu zamanın kendisi dahil hiç kimse bilmemektedir.”
Bunu siz de bilmiyordunuz, fakat böyle anlattılar sonuçları sorguladığınızda. Yani sanat işinde bir sıraya geçmeniz gerektiği, olmanıza ve pişmenize rağmen uyulması gereken bazı kurallar yüzünden beklemeniz gerektiği öğretildi. Hani yazı sanatı öğretilecekti. Evet kesinlikle katılıyorum, sanat eğitimi vardır, olmalıdır; elbette akademilerde ve salt zihinsel olmayan uygulamalı sanatlar için daha çok geçerli olmak üzere. Matbaacılık ve grafik bölümlerinden yazar çıkamayacağı gibi –hedefleri bu olmadığından-üniversitelerin edebiyat bölümlerinden de yazar çıkmadığı çıkamayacağı çok aşikârdır. Kaldı ki bu konu hiç açılmadan kapanmış nadiren talihli olduğumuz şeylerden birisidir, zira çoğu dil ve edebiyat mezunu eğitim sektörüne adım atmak zorunda kalmaktadır akademik istihdamsızlıklardan ötürü. Eğer ki dil ve edebiyat kadroları bölüm mezunları kadar mevcut olsaydı en azından edebiyatımız ve edebiyat entelijansiyamız böyle mi olurdu? Ve elbette edebiyatçı tabiri çoğunlukla akademik kökeni işaret ederdi. Böyle birkaç dergi ve kitaptan sonra ayağınıza geliveren bir kariyer olmazdı edebiyatçılık.
Ünlü bir Fransız filozofun dediği gibi dil de bir hapishanedir. Ana dilin gerçek oluşumunu yaşadığımız bebeklik çağlarımızı ikinci kez yaşayamayacağımız için hayatımızdaki seçmediğimiz tek anadil deneyimimizi geçirirken onun kendi tarihi içinden süzülüp bugüne gelerek yarattığı çevre ve iklim koşullarına da doğal olarak maruz kaldığımız bir gerçektir. Bu gerçeğe hayıflanarak ömür de geçebilir, yetersiz bulduğumuz çevre ve iklim koşullarına maruz kalmaktansa orada daha iyi yaşamamızı sağlayacak cesur adım ve devinimleri, kariyerimizden ve arzularımızdan ödün vermeden hayata geçirmek de en olumlu çözüm olabilir. Bunların iyisini ve onurlusunu seçmek, kendine sürekli olarak bir çıkış yolu, bir formül arayan atölyezadeler için en iyi çözüm olmalıdır, diye düşünenlerdeniz şahsen.
Ve işte bu kitabı * bu yüzden hazırladık. Seni veya sizi “yazı” ile başlayan her türlü mekândan geriye, tek parça getirebilmek için. Biz bir yere gitmeyeceğiz. Senden başka hiç kimse ve hiçbir yer yok inan ki. Ve seni büyüleyici söz ve manipülasyonlarla etkilemeye çalışmayacağız; seni aldatmayacağız ve hatta kendimizi de aldatmayacağız. Yenilmeyeceğiz ve vazgeçmeyeceğiz. Senin de öyle yapmanı diliyoruz.
Senin rehberin olacak bu kitap, başka birçok kitapla birlikte yeniden yazıldı.
Senin için.
Eğer bir gün yollarımız bir yerde kesişirse, şimdiden birbirimizi asla tanımamış olmayı tercih edeceğiz açıkyüreklilikle. Biz diyoruz ki cesaretin gözleri olmamalı. Yanlış bir hisse kapılıp bize bakmaya çalışsanız da görememeniz için kör bırakmak zorunda kaldık, insan ve dünya için yapacağın bütün iyiliklerdeki yersel merakı.
Geleceğin ve şimdinin yazarları için hep bir ağızdan bu kitabın bir yazı atölyesi olmadığını söylüyoruz. Belki öyleydi, ama biraz önce belki de herkes yanlış adres zannıyla çekip gitti.
İyi okunmalar.
* Yazı Atölyesi, 2021, H.G. (önsöz'den)
9 Temmuz 2020 Perşembe
Mekanik Türk

Mekanik Türk’ü
yüzyıllardır biliyoruz. Türk’ün Şarklı kurnazlığı ve pratik zekasının
fazlasıyla takdir edildiği 18. yüzyılda ilk kez İmparatoriçe Maria Theresa için
sergilenen “Mekanik Türk” adlı otomat Viyana'da İmparatoriçe Maria Theresa'nın
hizmetinde çalışan yetenekli mekanikçi Wolgang Von Kempelen tarafından
yapılmıştı. İmparatoriçe Maria Theresa için yapılan bu otomat, 120 cm . uzunluğunda, 105 cm . genişliğinde ve 60 cm . yüksekliğinde akça
ağaçtan ve üzerine satranç tahtası çizilmiş tekerlekli bir kabinet önünde
oturan bıyıklı, türbanlı ve pelerinli bir Türk figüründen oluşuyordu. Öndeki
kapak açılıp dolabın ve Türk'ün içine bakıldığında irili ufaklı pek çok
kaldıraç, makara ve başka karmaşık mekanik sistemler görülüyordu.
Mekanik
oyuncaklar gibi kurularak çalışan “Mekanik Türk”, karşısındaki gönüllüyle
satranç oynamaya başladığında, gözleri satranç tahtasını tarıyor, başını arada
bir sallayıp satranç taşlarını eliyle hareket ettiriyordu. Yaptığı işler
bunlarla da kalmadığı gibi pek çok oyunda rakibini yenmeyi de başarıyordu.
Yaptığı hamlenin bittiğini başını üç kez sallayarak belirten otomat, maç
sonrasında seyredenlerden gelen soruları satranç tahtasının yanında bulunan
özel bir tepside harfleri birleştirerek yanıtlayabiliyordu.
Mekanik Türk’ü
izleyenler onlarca yıl boyunca onun sırrını çözmeye çalışmıştılar. Bazıları çok
ilginç teoriler üretti. Gazeteler uzunca bir süre Türk’ün sırrıyla ilgilendi.
İddialara göre satranç taşlarının içine yerleştirilen mıknatıslar sayesinde
Türk taşları oynatıyordu. Bir başka teori ise kuklanın içine bir çocuğun girmiş
olduğunu savunuyordu.
"Oyunu
kazanmadan önce kafasını bir zafer edasıyla sallıyor, kendini beğenmiş
bakışlarla etrafına göz gezdirdikten sonra sol kolunu her zamankinden daha
geriye çekiyor ve parmaklarını bir süre dinlendiriyor".
Ünlü yazar
Edgar Allan Poe bir yazısında Mekanik Türk’ü böyle tasvir etti. Tasvirler
dışında her türlü iddia teori düzeyinde kaldı. Otomatın sahipleri yıllarca
makinenin sırları konusunda konuşmama kararlarını sürdürdüler. Türk’ün gizemi
de insanları dolayısıyla kendine çekti ve para kazandırdı.
Otomatın mucidi
öldükten sonra Mekanik Türk birkaç kez el değiştirdi ve ilk metronomun mucidi
Johann Maelzel otomata büyük şöhretini kazandıran adam oldu. Mekanik Türk
1809'da Napoléon ile bile oynadı. Ünlülerle yapılan bu oyunlar daha sonra
kitaplaştırıldı ve 1837 yılına kadar Türk bütün Avrupa’yı gezdi.
Mekanik Türk’ün
aslı şuydu: Otomatın doğuşundan bu yıla kadar içinde hiç bıkmadan, usanmadan
duran ve bir makine edasıyla rakipleriyle oyun oynayan kişi satranç ustası
Jacques-François Mouret'ydi. Mouret, makinenin içi seyirciye gösterildikten
sonra kutunun içine giriyor ve mum ışığında iki büklüm bir şekilde hem
karşısındaki oyuncunun yaptığı hamleleri takip edebiliyor hem de otomatı
yönetip karşı hamleleri yaptırabiliyordu.
Mekanik Türk’ün
hazin sonu şöyle gerçekleşti. ABD turnesi sırasında ölen satranç ustasının
ardından yeni sahibi de denizde öldü ve cesedi denize atıldı. Otomat Philadelphia’da
bir müzeye bağışlandı. İcadından 85 yıl sonra Mekanik Türk Philadelphia’daki
büyük bir yangında yandı ve tarihe karıştı.
Mekanik Türk
adlı “akıllı” satranç makinesinden esin alan bir akıl, son yıllarda kültür ve
siyaset dünyamızı sallıyor. Bu otomatla Hukuki Türk otonomisi ve milli vicdan
karşısında yargılanan yazarlarımız arasında bir benzetme, bağlantı kuracak
değiliz elbette. Zaten otomata dönemin Osmanlı zihniyeti damgasını vurmuşsa da
mucidi bir Avusturyalı, yani ucuz bir genellemeye uyacak olursak Avrupa
Birliği’nde en sert milliyetçiliği temsil eden Avusturyalıların önemli bir
atası. Yıllarca satranç ustalarını, kralları, bütün meraklıları ve
imparatorları ustalıkla kandıran Mekanik Türk düzeni iki aşamayı kapsıyor:
Fikir bizden isim sizden.
Mecazi olarak
“günah keçisi” anlamına gelen “tête de turc” (Türk kafası) terimi de çok uzun
bir zamandır Batı’nın Türk hafızasını meşgul ediyordu. Buradan hareketle
yukarıda iki aşamada andığımız düzenin formülü ortaya çıkmış oluyor. Batı,
yaptığı bütün hesap hatalarında suçu Doğu’ya atıyor. Bir fantezi ya da eğlence
değerine sahip olmaktan öteye gitmese de sezgisel düzeyde Mekanik Türk, bu
alışkanlığın en ironik ve tarihsel eleştirisi aslında.
Günümüzün
Mekanik Türk’ü nasıl bir şey acaba?
Oyun olarak uluslararası
ilişkileri, diplomasiyi ya da kültürel dolaşımın kırılgan satrancını benimsemiş
ve içine düzenek olarak yazarı yerleştirmiş bir otomat olabilir mi? Elden ele
ülkeden ülkeye gezen bu akıllı makinenin içindeki tam olarak neyin peşinde
olabilir?
Bu tarihsel
eleştirinin ortasında yer alan Türk yazarı da bizce Mekanik Türk’ün tılsımlı
oyununa inanmış görünüyor. Deyim yerindeyse günümüzde yazar hâlâ Dreyfus
olayındaki gibi Zola’cılık oynayabilir. Yalnız bir farkla: Dreyfus bu kez
kendisi. Çünkü arkalarında Zola’lar yok. Zola’yı yazarlıktan sıyırıp ateşli bir
hak savunucusu haline getiren itki, Dreyfus’ün masumiyetine olan inancıydı.
Bugünse yazarlar, Dreyfus’ün yerine geçebiliyor. Çünkü bu durum 2 etkili. Ve de 2 in 1. Hem kurban hem
kahraman.
21 Ekim 2019 Pazartesi
Yazar mısınız? (Genç bir yazara öğütler 4)
Hep sorarlardı ona:
-Yazar mısınız?
-Evet.
-Adınız neydi?..
Hep adını söylerdi o da... Bir gün aklına adını söylemek yerine şu cevabı vermek geldi:
-Madem tanımıyorsunuz neden soruyorsunuz?..
Hiç kimsenin aklına "tanımadığım için soruyorum" demek gelmedi. Sustular genellikle...
Cevap zamanla şu hale geldi:
-Bir yazarı tanımıyorsanız sakın bir de üstüne ona adını sormayın. Onun adı sadece isim değildir, bir imzadır..."
Yazarları kitaplarıyla daha iyi tanırsınız. Amaç da bu değil midir zaten...
Yazarlar kimiz zaman kitaplarının yerine geçmek isterler. Zor zamanlardır. Yaprak kımıldamıyordur. İnsan ve yaşam ağırlaşmıştır. Yazar kitap olduğunu sanır. Gerçeğin kendini hayal sanması gibi...
Kendinden konuşmayı sevmeye başlar yazar.
Karnından konuşur. Konuşmaktan başka hiçbir şey yapamaz.
Onu bütün meslekler ve sanatlar izler. Dünya kurur, nehirler görünmez olur.
Dağlar deniz olur. Denizler dağ.
-Yazar mısınız?
-Evet.
***
Bu soru ve cevap mesafesinde olmak çok tehlikelidir.
Güneş ışık ve ısı olmak yerine yakmayı seçmiş gibidir.
Her şey başlamadan bitmiş gibi gelir sana
Bir defterin ya da kağıdın başına oturduğunda
İşte o an uzak dur sessizliğin sana söylediklerinden
Söylemediklerini ara bul ve nefes almaya devam et yeniden
***
Bu kısa metin çeşitlerinden sonra sona geliyoruz usul usul sevgili genç yazar.
Sana bir şey söylediğimi aktardığımı hiçbir zaman söylemedim. Düşünmedim bile. Bu yüzden veda etmek çok zor.
Daha çok yalnız kalacaksan üzülmem buna. Bu nedenle konuşmadım seninle. Rüzgarın kayaya fısıldadığını düşünürüz, oysa aşındırmıştır onu ve mineral tozlarını başka kıtalara taşır rüzgar, belki budur bütün işi... Değerli olanı buluncaya kadar esmek ve gitmek gitmek...
Hiçbir şeyden asla emin olamayacaksın. Hiçbir şeyi tam olarak bilemeyeceksin ve kötüsü bunları anlamaya çalışanlarla dolacak çevren, her adımında çoğalacak yeniden ve yeniden; sana soracaklar; sorularını unutup aynı soruları yenden soracaklar; cevaplarını asla hatırlamayacaklar ve sen hep bir şeyler yapmak zorundasın. Rüzgar esmeye devam ediyor. Bedenini mi korumalısın yoksa parçalarını mı dağıtmalı bütün dünyanın kıyılarına... Bir çocuğun gözlerinin içine kum olarak mı girmelisin, ki güneşten korunsun gözleri yoksa o küçük bulutu güneşin kavurduğu eski bir köyün ihtiyarlarını serinletmek için mi sonsuza dek kovalamalı mısın?
Bilmiyorum.
Hiç bilmiyorum.
Hepsini unuttum ve seni de.
Adınız neydi?
Etiketler:
deneme,
Genç bir yazara öğütler,
kitap,
kültür,
okur,
yazar,
yazarlık,
yazı,
yazı sanatı,
yazmak
3 Ekim 2019 Perşembe
Kimsenin Bana Özgürlüğümü Vermesini İstemezdim

30 yaşımdayken başka bir hayata geçtiğimde tabii ki en büyük hayalim çalışırsam sevdiğim işi yapmaktı... Zaten buna gerek kalmayacağını düşünüyordum... Şimdikinin 10-20 katı çalışma tempom ve verimliliğimle zaten istediğimi yaparak hayatımı kazanacağımı hatta zengin olacağımı düşünüyordum.
İstediğin şeyi yapmanın sözlüklerdeki karşılığı hobiyken, insan hayatında buna özgürlük dendiğini elbette hepimiz biliyoruz.
Ben zaten 30'umda özgürlüğümü ilk kez elde etmişken bunu artık kimselere emanet edemezdim. buna her şey ve herkes dahildi...
O günlerden bugünlere hayatıma koyduğum bu temel özgürlük ilkesi beni giriştiğim her işte ve şeyde yönetti. Buna bir lüks diyemezdim. Bu bir ukdeydi, kimi zamansa kader gibi geldi bana. Zira özgürlük, uğrunda bedeller ödenmişse daha güzel.
Kimsenin bana özgürlüğümü vermesini istemezdim.
Böyle baktığımda tıpkı bir otomatik pilot gibi hayatımı bu uzantıda hep eş doğrultulu ilkeler yönetti: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, tutarlılık, çalışkanlık, verimlilik, gelişim, ilerleme, paylaşma, aktarma, paylaşım, kalıcılık...
Geriye baktığımda hayatımın üçüncü 15'inde (30-45 yaşlarım arası) bireysel özgürlüğümü sürekli olarak önde tuttuğumu gördüm ve dördüncü 15'e başladım artık: 45-60 ya da bu 15 kaç yıl sürerse...
45'imde sanırım bir kader izi gibi istediğimi yapacağım hayatı kurmamın gizemli sebebi de bu özgürlük olgusunu geliştirmem ve ona sosyal payesini de vermemdi.
Toplum için, yani insan tarihinin geçmişi bugünü ve geleceği için çok şeyler yapmak istiyorum. İlk seneler çok hızlı geçti... Acemiliklerle, hatalarla, öğretimle ve belki de kayıplarla.
Kendim için yaşadığımda hayranım akranım paylaşımcım ve takipçim çoktu. Renkliydi hayat. Şimdiyse yönümü (yolumu değil) değiştirdiğim ve iyileştirdiğim için daha yalnız gidiyorum kendi yolumda. Yolum da aslında artık tamamen benim değil: Öncekilerin, yarın geleceklerin yolu. Ortak bir yol...
Ve şimdi hala canımı yakan gözlerimi puslandıran ve beni alt üst eden sarsılmalarla sarsıntılarla dolu bu yol. Bunun sebebi her şeyin gerçek olması artık.
Güneşe, açıklığa, alanlara tek ve bir olarak çıkmamın heyecanı geçeli çok oldu. O bir şenlikti, şölendi törendi. Özgürlüğün ağıdını 15-30 yaşlarım arasında çok yakmıştım. Çok üzülmüştüm aramıştım uğraşmıştım ve hiçbir şey kolay olmamıştı.
45-60 gerçek anlamda o dönemde hayatımı kavuran acıların ve zorlukların bana döndüğü bir dönem olacak gibi görünüyor: Kendimi artık eskisi gibi kolay koruyamıyorum; sosyal olana topluma açıldığım için bireysel güçlerim tamamen geçersiz oldu. Ve bitimsiz gibi görünen gururlar kibirler egolarımla vedalaştım her anlamda. Bir çöl bitkisi gibi kupkuru hissediyorum içimi ve bütün sular çok derinlerde.
Bu dönem bir seçim miydi bilmiyorum.
Kendim olmaktan özgür olmaktan kalabalıklardan istenmekten arzulanmaktan ve istemekten vazgeçtim mi bilmiyorum.
Bu bir mevsim mi, hiç bilmiyorum...
Yeni bir şeyler mi öğreniyorum? Sanmıyorum. Yeniliğin olmadığı, ilkelerimin sertleşip bir heykel bedenine dönüştüğü kupkuru bir dönem. Hislerim önsezilerim ve heyecanlarımın işlemediği bir durgunluk zamanı bu tamamen. Anlamsız.
Bu yolda hiç kimseyi aramıyorum, anlatamıyorum ve duyamıyorum. Yoldan da çıkamıyorum. Yol sanki ayaklarım olmuş durumda. Yol beni gidiyor, ben bir yere gitmiyorum belki de.
Birisi "bunları neden anlatıyorsun, anlamaya çalışıyorsun" dese "ben mi, ben bir şey mi anlatıyorum" derim belki de. Farkındayım, ama mantıken hiçbir şey yapmıyorum kendim için.
Hayatımın bir iş bir çalışma içinde olduğunu hiç düşünmedim. Ben önümde bir yol ve sapaklar buldum. Aşklar buldum ve kaybettim.
Gittiğimi düşünüyorum.
Etiketler:
aşk,
deneme,
günlük,
okumak,
özgürlük,
rüya,
sosyal hayat,
şehir,
toplum,
yazar,
yazı,
yolculuk
21 Ağustos 2019 Çarşamba
Yazmanın ve Yaşamanın Gizli Formülleri

Şimdi burada birtakım formüllerden söz edeceğiz. Hem de olmamalarına rağmen.
Genellikle hemen formüllere sarılırız. Onların bizi hiç bırakmadıklarını, değişmediklerini düşünmemiz buna yol açar genellikle. Formüller aynı ortamlar oluştuğunda değişmez. Dostoyevski ya da Tolstoy, Jack London ya da Jean-Paul Sartre koşulları içinde olduğumuzda aynı formülleri deneyebiliriz. Formülden sonuç olmak için onları okumak yetmez tam anlamıyla. Onlar gibi yazmak da yetmez. O çağda yaşamak, solumak, var olmak gerekir. O halde formüller neden vardır? Bir esinlenme için… Bir etkiye yol açmak için: Taklit.
Taklit et
Formüllerden başka tarifler de vardır. Tariflere ulaşmak için ortamları taklit etmek gerekir. Genellikle üslup ve biçimlerin taklit edildiğinde formülün iş göreceğini düşünürüz. Formül iş görür görmesine, ama aynı etkiler elde edilemez.
Formüllerin işimizi kolaylaştıracağını düşündüğümüze göre şu iki şeyden birini ya da her ikisini birden düşünüyoruz demektir: Bu işi çok ciddiye alıyoruz (yazı sanatı) ve/veya yazmak çok zor bir şey. Acaba hep altı çizilen bu zorluk bahsinin kendisi olmaz mı; örneğin her 3 Fransız’ın 4’ünü yazar olmaya iten neden. Fransızlar zoru severler. Dünyayı dönüştüren 4 büyük keşif ve icat onlara aittir: Sinema, otomobil, uçak ve sanat.
Ne gurur verici bir durum. O halde yazmanın da sosyal bir ortak paydadan açıkça etkilendiği ortaya çıkıyor demek ki.
Taklit etme!
Oldu, taklit etmiyoruz. Formüller de işin sonucuna götürüyordu zaten bizi. Nedenleri ve hedefleri belirlemeden kendimizi bir hevesle yazma işine atmıştık. Karşımıza anlaşılmaz, kapalı metinler çıktı, karanlık yazılar, mistik yazarlar ve gizem dolu bir ortam. Bu sizi adeta korkuttu.
Adına edebiyat ortamı dedikleri ve sayıları az da olsa etkilerinin bu sayının üzerindeymiş gibi görünen bir topluluk sanki bu işi çekip çeviriyor. Sıra numaralarını veriyor, sağdan soldan sayıyor ve damgalıyorlar. Kendi güçlü yayınları ve yayıncıları var. Sağlam kalelerinin içinde burunlarından kıl aldırmadan duruyorlar ve herkes onlardan nefret ediyor, öfke duyuyor, çünkü iktidar onlarda. Nedir bu iktidar? Ona sahip olunca daha mı iyi yazılıyor yoksa herkes iyi yazıyor da iktidara yakın olan mı kollanıyor?
Bakın daha konuya inemedik. Genelde bununla bütün meslek gruplarında karşılaşırsınız. Mesleki bilgi ve deneyimler daha doğrusu meslek ahlakını ilgilendiren konular bu yumağın en içinde, merkezinde, kırılgan bir alanda yer alırken dışa doğru da aynı meslekle ilgili şüphe, korku ve önyargıların sert kabuğu katman katman sıralanır. Genellikle meslekten çok meslek magazini duruma hâkimdir.
Biz de şu bu fırtınalı alana girmiş bulunuyoruz ve işin özüne ulaşıncaya kadar başımıza ne gelecek bilinmez. Belki de hevesimiz o sert kabuğa çarpa çarpa tuz buz olacaktır.
Bütün meslekler ve işler kendilerini böyle koruduklarını düşünürler. Ve bundan asla kaçınılamaz. Yapacağımız en doğru şey kulak tıkamak ya da kendi tutkunuzun yüzeyde mi derinde mi olduğunu daha iyi kavramaya çalışmakta yatar. Sağlam bir istek her türlü önyargıyı yenecek güçtedir. Yazar olacaksanız veya yazacaksanız her şeye hazırlıklı olacaksınız.
(Scriptomax)
13 Haziran 2019 Perşembe
"Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse ölmek istemiyor."
(Bir kitap adından)
Hoş geldin ölüm. Nasıl geçti yolculuğun. Yönleri dışında aynı bedene doğru, ben sonuna sense belki de başına yol aldık ömür boyu. Şimdi buradayız. Bundan sonra ne olacak? Yolculuk hep bu soruyla geçti. Bir de korkular: Nerede, nasıl, ne zaman?
Dün çok ünlü bir sanatçı öldü. Hepimiz bu cümleyi "o öldü" olarak tınıladık aynı anda. Korkunun tınısı kendi ses perdesini allegrodan andanteye doğru sürüklercesine uzaklaştırdı aklımızdan. Onun yerini adeta büyük kutlamaları andıran anmalar aldı. Korkular azalmıştı. Her ölümde bir beliren aynı korku sorularıyla başbaşa onun adını resimlerini çoğalttık durduk: Nerede, nasıl, ne zaman?
Bir hastane odasında.
Şuurunu kaybetti, kalbi durdu, sonra yeniden hayata döndü, ama kaybettik onu.
Şuurunu kaybetti, kalbi durdu, sonra yeniden hayata döndü, ama kaybettik onu.
17 .... 20.. günü geceyarısını az geçe.
Burada, böylece, bu anda.
Ölçmeyi isteyebildiğimiz en kısa sürede, en kısa cümlelerle onu uğurlarken, bunun bir yolculuğa çıkış değil de yolun bitişi olduğunu elbette bildiğimizi sanıyoruz. Bir yandan da hala ölümün bir yolculuk olmasını umuyoruz. Daha görkemli, uzun, mümkünse sonsuz; zira bir daha korku ve kuşkularla dolu bir ömrü çekemeyecek kadar çok erkenden teslim olduk ölümün çaresizlik çekimine.
Ölüme ölüm demekten vazgeçebilirdik. Yoldan yolculuklardan, kırışıklarımıza takılmaktan ve kemiklerimizi kırmaktan vazgeçebilirdik. Ve ölüm o zaman bir diriliş olabilirdi. Ve belki de hiçliğin ta kendisi. Hiç yaşamamıştık, çünkü adını çağırmadık ölümün.
Ölüm en çok kendisini söylediğimiz, çoğalttığımız yalanlarda gösterir. Sürekli onu unutur, ölümsüzmüş gibi yaparız. Unutmak da bir ölümdür, yalan söylemekse küçük ölüm. Fransızların orgazma küçük ölüm (la petite morte) demelerindeki tek haklılığı onun için söylenen yalanlarda aramak gerekir. Yalan, gerçekleri yok eder; gerçeksizlikler de hepimizi.
Kişisel karşılamadan sosyal yayılıma kadar ölüm, toplu bir vazgeçiş, bütün delik ve uçurumlardan yuvarlanıştır. Toplu ölümdür de her ölüm. Ölüm bir orjidir eğer yokolmanın hazzını bilseydik tam olarak.
Hiç ölçemeyeceğimiz uzunlukları tarif ederken, içinde son, sınır ve ölüm geçmeyen yeni kelimeler kullanabilseydik acaba bu orjinin bir sonu olur muydu?
Ölüm en çok kendisini söylediğimiz, çoğalttığımız yalanlarda gösterir. Sürekli onu unutur, ölümsüzmüş gibi yaparız. Unutmak da bir ölümdür, yalan söylemekse küçük ölüm. Fransızların orgazma küçük ölüm (la petite morte) demelerindeki tek haklılığı onun için söylenen yalanlarda aramak gerekir. Yalan, gerçekleri yok eder; gerçeksizlikler de hepimizi.
Kişisel karşılamadan sosyal yayılıma kadar ölüm, toplu bir vazgeçiş, bütün delik ve uçurumlardan yuvarlanıştır. Toplu ölümdür de her ölüm. Ölüm bir orjidir eğer yokolmanın hazzını bilseydik tam olarak.
Hiç ölçemeyeceğimiz uzunlukları tarif ederken, içinde son, sınır ve ölüm geçmeyen yeni kelimeler kullanabilseydik acaba bu orjinin bir sonu olur muydu?
Etiketler:
cennet,
deneme,
halil gökhan,
insan,
manifesto,
orji,
ölüm,
ölüm orjisi,
utanç,
yazar,
yolculuk,
zaman
13 Mart 2019 Çarşamba
Genç bir yazara öğütler

Bir yolu var. O da ölmekten geçer.
Bütün yasalar, kurallar, dersler ve öğütler bazı şeyleri deneyimlemeden yapmanı söyler. Söyleyenlerin yaptığı ve deneyimlediği ortadayken, onlar bunları yapmışken nasıl onlara güvenebilirsin?
Herkes senin ne yaptığını yaşadığını merak ederken kime ne senin dünyaya bakışından.
Herkes aynı dünyaya bakar aynı şeyleri görür, belki senden daha iyi görür ve yorumlar, ama bunu anlamak için sana ihtiyacı vardır.
Her gün bir mektup yaz. Zarfa ne yazarsan yaz mektuplarının hiçbir yere ulaşmadıklarını, gönderen adresi olmadığı halde bütün mektupların sana döndüğünü ve açamadığını göreceksin.
Çocukluğunu ara, kaybolduğunu anlamak için. Bunu anladıktan sonra kaybolmuş olmak seni rahatsız etmeyecek. İhtiyacın olan cesaret değil, anladığın korkularınla yaşama gücü.
Dışarı çıkarken şiirden ve kendinden uzak dur. İçeride zaten her şey şiirden ibarettir. Günahlarını kendine sakla.
Her salgını düşünce sanma, her düşünceni de salma; bırak sıralarını zamanlarını beklesinler veya bir ömür boyu sussunlar.
Hayatını toparlayıp bir aynaya hapsederek ona karşıdan bak ya da kabul et yalnızlığını, kaybolduğunu.
Çölünün rüzgarından yön bekleme. Kuma suyu sorma. Suya geldiği yeri söylet.
Genç bir yazara öğütler 2
7 Ekim 2018 Pazar
Her yangın gelir geçer yangın yeri kalır.
Sevgili Genç Yazar
Aynı yerde olduğunu bildiğim halde sana tavsiyelerimin giderek mektup halini alması, diyaloglarımızın uzaklaşmasından kaynaklanıyor mudur sence?
Sen yaşadıkça, bildikçe, öğrendikçe ve unuttukça belleğin salt bir amaca doğru kaçınılmaz olarak ilerliyor ki çok tehlikeli buluyorum bu durumu:
Hatırlamak.
Aramızdaki fiziksel mesafe, yani daktilomuz, yazı aracımız zihinsel mesafemizin açılmasına engel olamıyor. Bir türlü kendimi bu akıştan koparamıyorum.
Ne yapalım? Konuşmayalım, anlaşmayalım mı?
Aslında birbirimize hiç ihtiyacımız yok. Zaman zaman monologa düşen diyalogumuzun da ne bizi okuyanlara ne de bütün okurlara bir yararı yok.
Sana kendin için bile hiçbir şey beklememeni öneriyorum bu yaptıklarımızdan.
Sana arada önemli bulduğum anekdotlardan birini anlatmayı çok istiyorum.
Hangisiyle başlayacağıma karara veremeyişim yüzünden buna bir türlü başlayabilmiş değilim.
Sana başlangıçlar hakkında uzun söylevler verebilirim: Başlangıcın doğurganlığı, her şeyi belirleme gücü, artık geridönülmezliğiyle hepimizin üzerinde sadece noktaları birleştirerek ilerlediğimiz bir yola mahkum etmesi...
Daha birçok şey sayabilirim başlangıç hakkında.
Bir keresinde şair Rilke'nin genç bir şaire yazdığı mektuplarında bulduğum mesafeli samimiyeti ne denli kıskandığımı, böyle mektuplar almış olmamın hayatımdaki kaçınılmaz derin etkilerine duyduğum açlığın beni ne kadar çok tutkulu yapacağını düşündüğümü hatırlıyorum.
Rilke o mektuplara belki de hiç başlamadı. Genç şairse belki hiç olmadı. Bazen senin de gerçekten var olup olmadığını düşünmüyor değilim.
Yoksa bu yaptığım geç kalmış bir öykünme mi?
Hayatımda o mektupların etkilerini çok aradım. O arayışa tutku dedim.
Tutkularımın bitmesinden asla ve asla korkmadım. Onlar ne birer ateş ne de her gün bir yaprağı sökülen birer takvimdi.
Tutkular zamanı göstermez; zamanı görmemizi sağlar. Onca derinlik içinde neyle karşılaştığımızı belirlememize yol açar. Biz istedikçe düşündüklerimiz, arzu ettiklerimiz bir heykel sergisi gibi önümüze çıkarlar. Sadece onların sırasını bilmeyişimize rastlantı diyoruz.
O kadar.
Günün birinde seninle karşılaşacağımızı çok iyi biliyorum, ama seni henüz tanımıyorum. Bu belki asla gerçekleşmeyecek. En az senin kadar ben de bir kurgu olabilirim ya da tersi. Buna şaşırmak ya da birdenbire kabullenmek yerine bu diyaloğun ya da söyleşinin hiç geçmemesini, akılda kalacak izleri bulunmamasını diliyorum.
Genç olduğunu unutman gerektiği kadar sanan söylenenleri de unutmak zorundasın. Yoksa kişisel tarihin başlamadan sönebilir. Sana yangınında kurtulmamanı salık veriyorum. En azından kazazede olmanı; fikirlerin anlamlara diz çöktürmemesini sağlamanı; kendi yangınında imdat çağrılarını bir yana bırakıp olgunlaşmaya odaklanmanı.
Her yangın gelir geçer yangın yeri kalır. Belki de tiyatronun alanına giriyoruz böyle demekle. Hayat tiyatro mu? Hiç sanmam. Hayat daha çok yazılışı bitmeyecek ve asla oynanmayacak bir oyun. Aklımız da hep o oyunda. Bir türlü perdeler ile sahne bir araya gelemiyor. Sözlerle gerdiğimiz bir perdenin canlı gölgeleri olmak için yalan da söylemek zorunda kalıyoruz çoğunlukla.
Sana söylemekten, seninle konuşmaktan uzakta kaldığımı sanmıyorum. Koordinatlarımız öyle yazmasa da konuştukça noktaların ortaya çıktığını, onları birleştiren ağ hareketlerinin donuklaşarak bir karar verdiklerini, sonra da unutarak tekrar ve tekrar aynı soruyu sorduklarını görüyorum: Neredeyim?
Etiketler:
bilgelik,
Bilgi,
edebiyat,
eleştiri,
entelektüel,
felsefe,
Genç bir yazara öğütler,
insan,
sosyal medya,
yazar,
yazı
26 Eylül 2018 Çarşamba
B.A.A.B.Y.D (Bitişikleri Ayrı Ayrıları Bitişik Yazma Derneği)
Siz bu satırları okurken dünyada bir günde atılan 30 milyar kısa cep telefonu mesajında kaç de, kaç mi, mu, musun, misin bitişik ve kaç de, şey, bilir ayrı yazıldı biliyormusunuz?
Nerden bileceksiniz? Ne malum bunları sizinde yapmadığınız?
"Bitişikleri Ayrı Ayrıları Bitişik Yazma" olgusu tıpkı sakarlığa, yön duygusu eksikliğine benzer. Buna ya yeteneklisinizdir yada değilsinizdir. İmla olgusu içinde durum hemen hemen aynı gibidir. O daha büyük bir cesaret ister.
Çevrenizde, sanki hayat neredeyse imladan, ayrılık ve bitişiklik kurallarından oluşuyormuş, başkada birşey yokmuş, hatta H2O gibi formüllüymüşcesine yaşayanlar, bu yaşadıklarını dayatanlar mutlaka vardır. Yalanmı söylüyorlar? Hayır. Bitişikler bitişik, ayrılar ayrı yazılır. Doğru. Peki bu kadar beceriksizi, yeteneksizi ne yapacağız? Hem kural esnetme yok hemde bunun bir okulu yok. Dedik ya bu sakarlık, yönsüzlük gibi bir nevi hastalık. Hastalıklara karşı hasta olunmaz kuralı varmı peki?
Hayır.
Tamam o halde sondan bir önceki noktayı koyuyoruz. Dil ve yazım kuralları kimsenin tekelinde olmasada gençlik güzellik gibi dünden bugüne gelip geçen şeyler olmadığından; öğrenmesi, bilinmesi ve sorgulanması bedava. Çiçekleri ezen, yere tükürenden farkı varmı ayrı-bitişik katillerinin? Çevreye zarar vermiyorlarmı? Dil eğer sosyal bir kurallar dizisiyse, evet. Onlar çevremizi katlediyorlar. Grip olanın virüsünü yayması gibi zarar veriyorlar sosyogörsel hijyene.
Çare?
Kılavuzlar, rehberler, kitapçıklar, sözlükler. Belkide. Ama başvurudan önce bilinçvuru yani işi bilinçte bitirme gerekir. Yönsüz olana harita, sakara çay saati... Uğraşmak gerek.
Etiketler:
26 Eylül,
Ankara,
dil,
dil bayramı,
edebiyat,
eleştiri,
gazetecilik,
imla,
kitap,
kültür,
modernlik,
okuma,
Söz,
sözlük,
tarih,
yazar
11 Ekim 2017 Çarşamba
50 Alıntıda Hayat Ağacım 3

(Bitmemiş romanlarımdan)
11.
Dr. Horatius Pelle, onca uğraş ve döğüşle geçen zamanın ardından ilk yaşamını tamamlayıp ikinci yaşamına hazırlanıyordu ki hayatındaki bütün sözcükler havalandı ve yere iki tanesi düştü sadece.
Sonar. Umut.
Diğer sözcükler havada hala dolanırken Dr. Pelle’nin umutla artık pek işi olamazdı, zira o yaklaşık elli yıl olan hayatının çoğunu, başına gelen kötü olayları görmezden gelmekle geçirmiş bir bilim adamıydı ve umutla teslimiyetin uzaktan yakından bir ilgileri de yoktu.
Sonar. Bu beş harflik sözcük gökten düşmüş gibi görünse de denizlerdeki süreksiz balık avcılığı terimler bilgisine dahil olmuş, günlük bilimsel hayattan çok teknolojik hayatın ve biraz da popüler macera sinemasının ilginç konularından biri sayılırdı, o da kısmen.
Dr. Pelle, denizlerde hiç balık aramamış, ama çocukluğunda epey balık avlamıştı. Sınırlı sayıda ve sadece Ege Denizi’nde bulunan, milletçe en az tüketilen, balıksız kıyıların yalnız balıklarını: Isparoz, Sarpa, Kaya Balığı, Vatoz… Dip yosunu, terlik, cam şişe. Kefal, Levrek ve Zargana gibi dip ve yüzey balıklarını doktor ancak düşlerinde tutabilmişi ya da bazılarında deniz birkaç kilometre birden çekildiğinde elleriyle yakaladığı olmuştu.
(İkinci Yaşamın Adası)
12.
Sevgilim
Bu mektubu sana yazarken uzun koltukta uyuyorsun. Seni yatak odamıza götürmek için kollarımı vücuduna doladığımda kokuna dayanamayıp ben de uykuna ve tenine girmek isteyeceğimden çok zor tutuyorum kendimi.
Çalışmalıyım. Hem de çok. Ve bu eğer dünyanın en şanslı işiyse sadece bu ortamda gerçekleşebilir. Senin çok yakınında. Odanın havasında bütün hallerimiz, buharımız ve kokularımız karışmışken; biz, bizi soluyorken.
"Kötülük"ü bitirmeliyim. Hele ki ilham gelmişken. O bizim ıssız adamız olacak. Orada mutluyken kaybolmuş olacağımız ve bulunmayı hiç istemeyeceğiz.
Seninle Hayat şehrinin Mutluluk semtinden ortak bir ev tuttuğumuzda sokağa ismi henüz verilmemişti ve yapılan şehir planı detaylarında Gitmek'e yer yoktu. Gizli haritalar bulundurmama için birbirimize söz vermemiştik; yeter ki sen ve ben nerede olduğumuzu bilebilelim sürekli.
Gizemli konuşmalarımdan hiç hoşlanmıyorsun biliyorum. Bunun nedeni sana anlatamayacağım kadar ilgisiz çünkü bizim için. Savrulmalar yaşıyorum konuşurken, birşeyler anlatırken. Yazma sebebimse hatırlayabilmek. Bazen yazmayı bırakınca bellek yitimine uğrayacağımdan çok korkuyorum. Ve yazdığım her şeyi saklıyorum. Onları okuduğumda geçmişimden bazı sahnelere yerleştirdiğim gizemli ifadelerin, açıklamaların anlaşılmayacağı korkusu beni ele geçiriyor.
(Kötülük)
13.
Ama dostum biliyor musun oralarda Tanrı yok. Kötülüğün gerçek anası Tanrı Kuzeybatı’da. Burada eğleniyor. Sizin oralara ise özgürlüğü göndermiş, yokluğuyla oyalanın diye.
Hiç Kuzeybatı’ya gelmemiş olmak seni kızdırmaz, ama öfkeni keskinleştirirdi hatırlıyorum. Seni zeki bulurdum, ama daha çok da açıksözlü bir heriftin.
Ya dostum. Bıktım artık buralarda yalnız başıma dolaşmaktan. Kuzeybatı'da şiir bile yazamıyorum. Şıp diye âşık olamıyorum. Kendime üzülmeyi bile bıraktım durduk yerde. Değmeyeceğini düşünmüyorum ama birçok şehirden ve kasabadan daha zor burada kelimeler bulabilmek, bir dilin olduğunu hatırlayabilmek. Şehrin dili daha çok ağır basıyor ve gece gündüz dilsiz dolaşıyorsun. Bunlara bir de sağırları, körleri eklersen, özgürlüğün neden Doğu’nun dağlarında gezindiğini daha iyi anlarsın. Kısacası senin adın özgürlükse ben de yoksulluk olmalıyım. Hani derdik ya aslında yoksulluk, açlık ve işsizlik yoktur; hepsi birer ekonomik modeldir," diye ekonomi derslerinde. İktisat dersini emekli olmuş ya da hâlâ muvazzaf albaylardan almak ne trajikomikti hatırlasana. Birisi hatta bir sınıf arkadaşımızın babasıydı ve 1960 ihtilalinde devrimci bir harbiye öğrencisiydi. Galiba yeni mezundu ve bütün sınıfını kıtaya sürmüşlerdi Harp Okulu ihtilal içinde ihtilal yaptığı için.
Sen şu an neredesin kimbilir neler yapıyorsun?
(Kuzeybatı)
14.
1/1
Saniyenin kendisi kadar sürede pencerenin üst çizgisinden yere doğru düşen yağmur damlalarını izliyorum. Pencere önüne geldiklerinde kardeş gibiler, ama yere çarparken soydaşlara ayrılıyorlar ve daha küçük damlalarla çevreye yayılırken bilinçlerini kaybediyorlar.
Sulanmış bilinçlerin büyük toplantısı olan sokak su birikintilerinin, yağmurun hızlanmasıyla birlikte sele dönüşmesini izliyorum.
Saniyenin kendisi kadar süreyi bana açıklamalısın: En düşük enerji seviyesindeki Sezyum-133 atomunun (133 Cs atom çekirdeği) iki hyperfine seviye arasındaki geçiş radyasyonunun 9.192.631.770 perioduna karşılık gelen süredir.
Dur. O kadar gitme. Nereden geldiğini bilmek istemiyorum. Nereye gittiğini bilmek istiyorum sadece.
Obtüratör fotoğraf filmine düşürülecek ışık miktarını ayarlamada 2 değişkenden biridir. Diyafram ve obtüratör fotoğrafta iki temel ayardır. Diyafram, makineye giren ışık ışınlarının geçtiği dairenin çapını belirtirken, obtüratör hızı ise filmin ışığa ne kadar süre maruz kalacağını belirler. İki değerin birlikte ayarlanarak film üzerine ışığın istenilen düzeyde düşürülmesine pozlama denir. Obtüratör hızına aynı zamanda perde hızı, shutter speed, enstantane de denilmektedir.
Obtüratör film üzerine düşme süresini belirleyen mekanik bir sistemdir. Bu süreler çoğunlukla saniyelerin birimleri kadardır. Örneğin 1/1, 1 / 2, 1 / 4, 1/8, 1/15, 1/30, 1/6 0, 1/125, 1/25 0, 1 /5 0 0, 1/1000 gibi.1/1 de perdenin açılıp kapandığını gözle görebilirken 1/1000’de gözle görülemeyecek kadar kısa sürede perde açılıp kapanır. Objektifler arası ve perdeli olmak üzere iki tip obtüratör sistemi vardır. Obtüratörün iki fonksiyonu vardır. 1) Işık miktarını saptamak, 2) Hareketi saptamak.
(Vamos)
Yıl 1654.
Gururlu vahşi hayvanlar ve onurlu medeni insanlar bir anlaşma yaptılar.
O güne kadar insanların bölgelerinde yaşayana, soylarından ve gururlarından uzaklaşan hayvanlar affedilecek, hayvanlar dünyasına dönmelerine izin verilecekti.
Aynı şekilde vahşi hayvanlar arasında yaşayana insanlar da aynı aftan yararlanarak insanların arasına katılacaktı.
Her şey buraya kadar iyiydi. Ama insanlar arasında yaşayan hayvanlar ve hayvanların bölgesinde insanlardan uzakta yalnız yaşayan insanlar bir araya gelerek üçüncü bir bölge yarattılar ve buraya İNSHAYYA ve HAYVİNSANYA (Humanimal-Animan) dendi. İki isimli olmasının nedeni, en az kendi soylarıyla yaşamaya başlayan hayvanlar ve insanlar kadar gururlu olduklarını kanıtlamaktı. Bunun yolu da eşti olmaktan geçiyordu.
(Hayvanlar ve İnsanlar)
(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)
Etiketler:
50 Alıntıda Hayat Ağacım,
alıntı,
edebiyat,
fantastik,
felsefe,
Hayat Ağacı,
ilişki,
kitap,
kötülük,
roman,
savaş,
yazar
20 Temmuz 2017 Perşembe
50 Alıntıda Hayat Ağacım 1
1.
Korktuğumsa başıma gelmemişti. Astroloji yazıları konusunda ne medyumik bir yeteneğe ne de yüksek astroloji bilgilerine gerek vardı. Elime tutuşturulan iki-üç sayfalık belgede burçların genel özellikleri yazıyordu ve en altta da noktalı yerleri her seferinde doldurulan bir şablon yazı vardı:
“Bugün kendinizi ……. hissediyorsunuz. Talihiniz son derece …….. . Fakat ……..da ………lar var. Sakın ……. yapmayın. ……… göreceksiniz. Telaşlanmanıza gerek yok. Bir süre sonra …… olacaksınız.”
Noktalı bölümleri doldururken kendimi her geçen gün daha suçsuz hissediyordum. Demek ki şarlatanlık, içinde zamanla nefes alabildiğimiz bir düzendi. İnsanlık suçlarının başlangıcında yaşanan nefessiz saatler zamanla yok oluyordu.
2.
Yıldızların arasında ne var?
Bir galaksi üst kapsamında düşündüğümüzde sistemler, nebulalar, kara delikler...
Dünyamızdan bir süredir yeni bir teleskopla evreni izlemeye çalışıyoruz. Emekli Hubble'ın ardından onun ardılı olarak yerini alan James Webb acaba bizleri Hubble'ın elde ettiği görüntülerin sarhoşluğundan alıp başka büyülenmelere doğru götürebilecek mi? Yoksa bu görüntülemelerden sızacak yeni galaktik gerçeklerin yarattığı şaşkınlıklar güzelim uzay keyfimizi örseleyecek mi?
Derin bir kuyuya bakar gibiyiz evrene her göz attığımızda. Sinema endüstrisi bu kuyudan su zerreleri getirmeye çalışırken üzerinden o ilk şaşkınlıkları atamamışa benziyor.
3.
Adam olduğumuzda değil adam kaldığımızda “adam oluruz”…
Adamlık, adamın icadından bu yana hep aynı kalmadı. Gelişti. Bu gelişmenin içine adamdan beklenenlerin giderek azalması gerekti. Bu beklenti, adam olmayanların adam olmaları için en sağlıklı yoldu… Adam, devlet değildir, her istediğinizi karşılayamaz. Karşılamamalıdır da zaten.
“Ne zaman adam oluruz” sorusunda bir zaman, tarih ve vade saklı değildir. Koşullar vardır. Yinelenir. Aşırı durumlarda, adamlığın boyu kısalır… Hem tereddüt halinde hem de ivedilikte adamlık olayı devre dışıdır. Adam olmak bir sakin duruş ânıdır. Her şeye karışmaz. Savaştan, dövüşten, baygınlıktan sonra bakılan bir kullanma kılavuzu gibidir. Adamlardan önce heyecan, kin, nefret ve tutkular çağırır. Adamın tek tutkusu kalmak’tır.
4.
Zorluk şurada başlıyor aslında: Tanrı, karşısında şairi bulurken, şair kendi karşısında dil ve aklı buluyor. Sözden yazıya uzanan Tanrı’nın olanaklarıyla devinen şairlik kurumu gerçekten de olanaksız bir rekabetin tam ortasında. Tanrı-şair kapışması bir rekabeti simgelemiyor. Çünkü Tanrı ve şair rakip değiller; düşmanlar belki. Tanrı anlatırken, şair söylüyor. Tanrı yer ve kanıt gösterirken, şair sözünü giderek uzatıyor. Metafor ve alegoriyle; Alegori ve Metafor’un alegori ve metaforuyla; zaman/mekanın ironisiyle yapıyor bunu. Şairin gücü daha fazla çünkü açık bir alanda, Tanrı’nın klostrofobisini tüketerek yürüyor. Karşısında Tanrı yok. Bu yüzden rakip değiller.
5.
Savaş çocukluktan itibaren başlar. O dünyaya hâkim olmak istemenin tomurcuğundan fırlayan tahta kılıçlar, çakıltaşından mermiler ve ölüm taklitleriyle yola çıkarız hepimiz sonumuzdaki şiddete doğru.
İnsan, soyunun geleneklerine ve geldiği olduğu yere bakmadan çaresizce özgür olmak ister. Hiç özgür olmadan özgürlüğü istemek özgürlüğün tek çelişkisidir.
(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)
Korktuğumsa başıma gelmemişti. Astroloji yazıları konusunda ne medyumik bir yeteneğe ne de yüksek astroloji bilgilerine gerek vardı. Elime tutuşturulan iki-üç sayfalık belgede burçların genel özellikleri yazıyordu ve en altta da noktalı yerleri her seferinde doldurulan bir şablon yazı vardı:
“Bugün kendinizi ……. hissediyorsunuz. Talihiniz son derece …….. . Fakat ……..da ………lar var. Sakın ……. yapmayın. ……… göreceksiniz. Telaşlanmanıza gerek yok. Bir süre sonra …… olacaksınız.”
Noktalı bölümleri doldururken kendimi her geçen gün daha suçsuz hissediyordum. Demek ki şarlatanlık, içinde zamanla nefes alabildiğimiz bir düzendi. İnsanlık suçlarının başlangıcında yaşanan nefessiz saatler zamanla yok oluyordu.
(Yeni Sevgili, roman, 4. baskı 2017)
2.
Yıldızların arasında ne var?
Bir galaksi üst kapsamında düşündüğümüzde sistemler, nebulalar, kara delikler...
Dünyamızdan bir süredir yeni bir teleskopla evreni izlemeye çalışıyoruz. Emekli Hubble'ın ardından onun ardılı olarak yerini alan James Webb acaba bizleri Hubble'ın elde ettiği görüntülerin sarhoşluğundan alıp başka büyülenmelere doğru götürebilecek mi? Yoksa bu görüntülemelerden sızacak yeni galaktik gerçeklerin yarattığı şaşkınlıklar güzelim uzay keyfimizi örseleyecek mi?
Derin bir kuyuya bakar gibiyiz evrene her göz attığımızda. Sinema endüstrisi bu kuyudan su zerreleri getirmeye çalışırken üzerinden o ilk şaşkınlıkları atamamışa benziyor.
(Yıldızlararası, halilgokhan.blogspot.com)
3.
Adam olduğumuzda değil adam kaldığımızda “adam oluruz”…
Adamlık, adamın icadından bu yana hep aynı kalmadı. Gelişti. Bu gelişmenin içine adamdan beklenenlerin giderek azalması gerekti. Bu beklenti, adam olmayanların adam olmaları için en sağlıklı yoldu… Adam, devlet değildir, her istediğinizi karşılayamaz. Karşılamamalıdır da zaten.
“Ne zaman adam oluruz” sorusunda bir zaman, tarih ve vade saklı değildir. Koşullar vardır. Yinelenir. Aşırı durumlarda, adamlığın boyu kısalır… Hem tereddüt halinde hem de ivedilikte adamlık olayı devre dışıdır. Adam olmak bir sakin duruş ânıdır. Her şeye karışmaz. Savaştan, dövüşten, baygınlıktan sonra bakılan bir kullanma kılavuzu gibidir. Adamlardan önce heyecan, kin, nefret ve tutkular çağırır. Adamın tek tutkusu kalmak’tır.
(Adamın İcadı, halilgokhan.blogspot.com)
4.
Zorluk şurada başlıyor aslında: Tanrı, karşısında şairi bulurken, şair kendi karşısında dil ve aklı buluyor. Sözden yazıya uzanan Tanrı’nın olanaklarıyla devinen şairlik kurumu gerçekten de olanaksız bir rekabetin tam ortasında. Tanrı-şair kapışması bir rekabeti simgelemiyor. Çünkü Tanrı ve şair rakip değiller; düşmanlar belki. Tanrı anlatırken, şair söylüyor. Tanrı yer ve kanıt gösterirken, şair sözünü giderek uzatıyor. Metafor ve alegoriyle; Alegori ve Metafor’un alegori ve metaforuyla; zaman/mekanın ironisiyle yapıyor bunu. Şairin gücü daha fazla çünkü açık bir alanda, Tanrı’nın klostrofobisini tüketerek yürüyor. Karşısında Tanrı yok. Bu yüzden rakip değiller.
(Tanrı ve Şair, Yazının Hyper Derecesi, denemeler 4. BASIM 2017)
5.
Savaş çocukluktan itibaren başlar. O dünyaya hâkim olmak istemenin tomurcuğundan fırlayan tahta kılıçlar, çakıltaşından mermiler ve ölüm taklitleriyle yola çıkarız hepimiz sonumuzdaki şiddete doğru.
İnsan, soyunun geleneklerine ve geldiği olduğu yere bakmadan çaresizce özgür olmak ister. Hiç özgür olmadan özgürlüğü istemek özgürlüğün tek çelişkisidir.
(Askeri İtaatsizlik, 2018)
(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)
50 Alıntıda Hayat Ağacım 2
10 Nisan 2017 Pazartesi
Kafeblog 5: Ve gittin rüyalarımdan
Elin ne klavyeye ne de kahveye gidiyor. Geceleri soğuyan dünyanın yarısından daha da soğumuş olan fincana uzak duran elini yumruk yaptın ve bir gün gitmeye söz verdin kendine, o rüya şehrine gitmeye. Yıllardır bütün rüyalarında, tekrarlanan düşlerinde gördüğün yerleri bir gün çok tuhaf şekilde bir haritada birleştirmiştin düşünme yoluyla. Hiçbirisinde yaşamadın, ama gerçek dünyadan daha çok aşinaydın o yerlere; hepsi birbirine yakın bu yerler garip bir şekilde coğrafi olarak birbirlerine aşırı uyumluluk gösterir derecede benziyordu ve kendince yaşanan yerler, mekanlar olarak buluyordun onları. O rüyalardaki kişileri, olayları ve yerleri giderek gerçek dünyadan daha çok hatırlamaya başladığını anladığında çok korktun, çünkü hafızanda gerçek hayatın anıları ya daha az yer kaplamaya başlar ve günün birinde giderek artan rüya anıları hafızanı tamamen ele geçirirse? Gerçek dünyada gözlerin açık uyumak olmaz mıydı bu?
Günün her vakti rüyadan yeni uyanmış gibi hallere bürünebiliyor kafan. Az önceki rüya mıydı diye sormanı engelleyen, böylece aklını kaçırmanı önleyen sadece ve sadece geceden gündüze taşıdığın rüya kalıntıların. Gerçekle düşü ayırt etmeni sağlayan izler... Yoksa delirirdin. Düşünsene, kırk bin kilometre çevresi olan büyük bir akıl hastanesindesin ve dörtte üçü sularla kaplı bu hastane duvarlarının.
Omzunun dürtüklenmesiyle uyandın.
"Ne alırsınız?" diye soran bir ses duydun ve sordun kendi kendine: 'Bu ses nereden geliyor? Rüyadan mı gerçek dünyadan mı?'
***
Bir kafeye oturduğumda, eğer ki oraya oturmuşsam büyük ihtimalle hafızamda henüz unutamadığım ve bir önceki gecenin gösterisine dönüşmüş olan rüyalar vardır kırıntılar olarak kalmış da olsa...
Rüyalar çalışmamı önler, çünkü çalışmak nedir, o hiç sanmıyorum ki iyi değildir rüyalar için. O gecenin rüyalarını bilemezsin ve düşünürsün tüm gün, acaba o günün hangi çakaralmazı, objesi olacak o geceki rüyalarının...
Ve biri sana fısıldadığından beri rüyalarına ve beynine küstün. O an içindeki evren boşaldı, atmosfere karıştı. Soluyup geri verdiğin bir parça azota dönüştü rüyaların tüm sinematografik büyülü arka planları...
Onlar sadece uyku sonuna doğru hafızanın çalışmaya başladığı yaklaşık bir dakikalık sürenin meyveleriymiş. Bu hiç tatmin etmedi seni. Kayıptı kalan bütün rüyalar. Göremediklerin. Ve göremeyeceklerin. Belki görmemen gereken rüyalardı hafızanın da uyuduğu anlarda beyninin kapalı devre "yaptıkları ve yaşadıkları ve sakladıkları".
Yaşamadığın bir hayatı nereye saklayabilirsin? Böyle bir hayatı ister misin? Ama böyle şeyler var bedeninde, belki de hala kuşku duyduğun ruhunda.
Artık uyurken hiç de sevinçli değilsin. Çocukluğunu yitirdin böylelikle. Daha çoğunu istemekte haklısın hayatının neredeyse yarısını verdiğin uykulardan. Madem gece ve gündüz var, sen de gece ve gündüz olarak iki ayrı beden ve ruhsun. İki karakter; birisi hiç bilmediğin, diğeri başkalarından dinlediğin; o da yarım ederse sadece buçuk tanıyorsun kendini. Rüyalarından çok şey istemenin nedeni bu. 2. İki. İki bedenini de ruhunu da tanımak bilmek. Ama bunlar neden verilmiyor sana? Bu dünyanın, Ay'ın ve gezegenlerin karanlık yüzlerinde neler saklı? Neden saklanıyorlar?
Etiketler:
açık defter,
gezi,
hafıza,
kafe,
kafeblog,
kahve,
kültür,
mekan,
rüya,
yazar,
yolculuk,
zaman
7 Mart 2017 Salı
Kafeblog 2: Kafesk Hayat
Çok fazla kahve içmiyorum aslında. Kahveyi sevmiyorum da denilebilirdi eskiden. Sigarayla arayı açtığımdan beri çay ve kahve onun yerini aldı. Birşeyler yazarken zihnin nefes alması -ki buna tein kafein de denilebilir- gerekiyor kesinlikle. Bir şişe suyu nasıl yudum yudum içebiliyorsunuz çay ve kahve de birer nefes yudumlarına dönüşüyor size eşlik ederken. Yazı melodiyse onlar da açıkçası ritim ve armoni.
Çalışmak için gittiğim bütün mekânların ortak adı "kafe"... Bu konuda anlaşalım sevgili okur. Yine de hepsi café, kahvehane, kıraathane, kafe ya da bar değiller: Çeşit çeşittiler hep. İçlerinde dönemine göre çoğu internet kafe olmak üzere simitçi, çayevi, fotokopici yani printcenter ve pastaneler de oldu.
Günün birinde şunu anladım: En çok gittiğim, durumum elverdiğince müdavimi olduğum yerlerin ortak bir iç mimari zevkleri vardı: Genelde retro döşenmiş, ışıktan çok gölgesi bol, loş mekânlardı. Örneğin Beyoğlu-İstiklal Caddesi'ni esas alacak olursak en başında ortasında ve sonunda sürekli gittiğim üç yer vardı. Bir ortak özellikleri de alkol ruhsatlarının olmasıydı. Açık söyleyeyim menüleri zengin, batılı ve fiyatları hiç de düşük değildi. Sonuçta Beyoğlu'ndan söz ediyoruz. Herkes gibi benim de 1-2 araba, ev, yazlık parası ve nice kredi-kredi kartları harcadığımız bir yer burası. Ortalama bir hesapla ortalamanın 3-4 katı zaman geçirerek o mekânları tutumlu kullandığımı düşündüm hep, ne var ki bu tutumu başarılı bir ekonomik zincire bağlantılandıramadığım için solo olarak kaldı çalışma hayatımın içinde bu kafe ve mekânlarda çalışma alışkanlığım.
Buralarda çalışmaya mecburdum sevgili okur. Hiç ofisim olmadı çünkü. Ofisevlerim birkaç taneydiler, ama her iki mekân da ayn yerde buluşmaya hep çekindiler nedense. Hep yaya, arabasız, sarı arabalı, az da olsa toplu taşınmalı, sırt çantalı, 8 senedir de laptop ağırlığını da üstlenmiş bir iskeletle bu kafesk hayatı sürdürüyorum bütün çeşitlilik ve güzellikleriyle.
***
Kapılar üzerine geliyor bazen onları yeteri kadar açık bırakmayınca... Kapıları kapatmadan da içe kapanmak son derece güç bir iş. Fazlasıyla ömürden çalıyor. Ritim ve frekanslara kafayı takmış bir şekilde devamlı olarak hayatının ayarlarıyla oynuyorsun. Ne yapacaksın? Daha iyi ve daha mutlu olacaksın değil mi? Elbette. Buna hakkın var. Bunu yapmayı elden bırakmazsan daha az aşınacaksın ve kötü takıntı ve saplantılardan uzak duracaksın.
Burada duruyorsun şunu iyice anlamış olarak ve bunu sadece yıllarca ve yıllarca evden, kendinden ve sana iyi gelecek her şeyden uzak durarak anlayabilirdin: İstemediklerini anlayarak istediklerini anlayan bir bedenin içinde hapsolmuş durumdasın. Yazının icadından beri tersten kurdun insan zamanının saatini. Ne istediğini asla bilemeyeceksin. Ne istediğini biliyorsun ama. Tek şey: Ölmemek. Yaşamayı isteyemiyorsun, çünkü sonlu şeyleri anlayamıyorsun, yani öğrenemiyorsun ve dolayısıyla yaşamayı da bilmiyorsun. Ve sadece ölmemek istiyorsun. Yaşamak yetmiyorsa, ölmemeyi istemek her şeye yetecektir sanıyorsun ki bu doğru.
***
Ona en çok ihtiyacın olduğu anda ondan kaçtığın için kimseyi affetmeyeceksin.
24 Şubat 2017 Cuma
Kafeblog: Kafe ve Mekânlarda Çalışma Günlüğüm ve İzlenimlerim
Kafeblog. Hoppala nereden çıktı bu şimdi.
Eh, yazmadan olmazdı. Onca ülkeyi, diyarı gezme, tozma... Uçağa hatta gemilere de binme. Hayatını sadece çalışmaya ve çalışmaya ve de birkaç ana cadde ve sokaktaki mekânlarda kulaklığını takıp dünyadan kopma gezilerine çık ve bu gezileri anlatma...
Gezdiği yerleri anlatmak mı gezdiği yerlerde kendine ne olduğunu anlatmak mı? Yolculuklara buna yolda karar vermek için çıkılmaz mı?
Bu gezilerde yazdıklarımın hep başkaları için olmasının tek nedeni bünyemin ve beynimin yazmayı sadece ve sadece başkaları için olursa kabul etmesi olabilir mi? Benim galiba beynimin bir lobunda iki ana lobun arasında gerçekleşen söz sanatlarının elektriksel hareketleri gerçekleşiyor. Amigdala > Ego. Bizde böyle.
Bu kısa gezi yazısı başlığından sonra gözlerimi kapıyor ve hatırlamaya çalışıyorum: Şehir ya da ev dışında ilk nerede yazmaya başladım başkaları için?
Bugüne kadar yaklaşık 10 şehirde ciddi anlamda isteyerek ya da zorunlu olarak yaşadığıma göre bunlardan birinde, hatta ikincisinde çocukken ilk yazmaya başladığım yer kitapçı dükkanımızın vitrininin altındaki gizli dehliz olmalı. Her türlü ambalaj, eski dergi, gazete, iade edilecek yayın ve ıvır zıvır için kullanılan bu dehlizin kapısı yoktu. Eğilerek hatta sürünülerek girildiğinden ve çok tozlu olduğundan çıkınca oraya girildiği çok aşikâr oluyordu. Hatta dükkânımız öylesine çok kitap ve insan derisi tozuyla kaplıydı ki ve her bölgenin toz yoğunluğu da farklı olduğundan uzaktaki toza göre nerede olduğun kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Kitaplardan çok üst ve başımızın tozlarını almakla geçerdi dükkânda zaman.
O dükkândan sonra ne içinde saklanabilecek başka bir kitapçı ne de gizli dehlizler arayacak dolu zaman bulabildiğimi artık itiraf edebilirim. Çocukluk, çocuk olmakla çok meşgul olduğumuz en dolu zamanımızdır. Artık çocuk değilsek boşa geçer zamanımız. Şurda burda şuna buna yaranmaya yararlı olmaya yanılmamaya çalışmaktan zamanlarımız da hayatlarımız gibi boş olur gider.
Şimdi zamanımı yeniden bulguladığım ve hayatın saflıklarını aradığım son 15-20 yıl içinde hiçbir şeye şaşırmadığımı söyleyebileceğimi düşünemezdim.
Dünya ve hayat bu kadar kayıp şeyler olabilir mi? Ne yaptınız bunlara beyler hanımlar? Derdiniz ne sizin?
Zaten hiç olmadı bu hayat bu dünya! Olmamış gidin çalışın ya da sadece gidin!
***
Keşke kapatabilseydim kapıları. Tüm kapıları bu sözlerden sonra. Diyorum ya bana tek kalan zaman ve onu nasıl algılamam gerektiğine karar vermek. İnsan olmayan canlıları insanlara tercih edeli beri -başlangıcını hatırlamıyorum- saflığı hissediyorum her adımda. İşte o zaman bir yere gittiğimin bir anlamı da kalmıyor nereden geldiğimizin de...
Şimdi ve şu anda bulunduğum yerde kahve ve gürültü kokuları var. Ses duymuyorum. Kulaklığımdan yansıyan müzik beni sadece sağır etmeye yetecek düzeyde. Bir tek kulakları kapalı olan açık bir bedenim: Yine gerçeklere açık, umutsuzluklara, yürüyen dramlara, geri gelmeyen hiç gelmeyen şanslara.
Hep gece olsa. Hep uyusak. Hep rüyalar olsa. Hiçbir şey olmasa. Hiçliği de bilemeyecek kadar hiçlik olsak.
Yokluyorum. Bu bir masa. O kadar küçük ki üzerine bir dünya şey sığabiliyor. Elektronik ve elektrikli açık bir katlanır defter. İri bir kahve fincanı. Fareye benzeyen bir kırmızı ışıklı kalem. Her yerden sarkan kablolar.
Kafenin adı N. Ünlü bir Roma imparatorunun adı olması için sonuna bir N daha gelmeliydi. İtalyan kafesi olması bir N'si eksik ismin o imparatorun Latince adı olduğunu da doğrulayabilir. Tıpkı Cicero gibi. Bu İtalyanlar ne zaman Romalılardı ne zaman İtalya oldular? Helen ne zaman Yunan oldu? Ya Fars İranlı? Beijing Pekin? Nicosia Lefkoşa?
Eh ben de 17 senedir bir "kafe" gezgini olarak bu ayrımları ve dönüm noktalarını bilmeye çok meraklıyım. Bu merakın bulaşıcı olması için malumatfuruşluk taslamayıp kafelerde açık defterimle ve fareye benzeyen kalem ve kablolarımla, beni dış dünyadan koruyan ve sağırlığımın altın nedeni kulaklığımla gezmeye devam ettikçe burada her şeyi ama her şeyi başıma gelen gelmeyen gelebilecek olan ve olmayanları yazacağım.
***
Hayır asla reklam yok. Hatta tek yasak reklam.
Çünkü dünyayı yayalar kurtaracak. Bir insani gezmekle başlayacak her şey.
28 Ekim 2016 Cuma
Genç bir yazara öğütler 5
Zamanın var mı?
Ya da zaman kaldı mı...
Birşeyler yapmalı diyerek mi çıkılırdı yola eskiden?
Eskiler, eskiyenlere ait olmamalı sadece genç yazar. Eskiyenler, eskilerin değerini düşürür yoksa. Zamanın varsa geçmişin önemlidir senin için. Yarın için birşeyler yapacak bir saniyen bile yoksa düş geçmişin yakasından.
Evet bir zaman çizelgesi yapmalı, iyiliğin hatırı için.
İyilik kördür. Zamanca. Hiçbir zaman vakitlice gelmez, arandığında orada değildir.
Tesadüflerin belki daha çok yararı dokunur iyiliğe. İyilik ona bir harita sunulduğunda kör olduğunu unutur ve bakmaya çalışır gideceği yola.
Birisi ona kim olduğunu söylemeli ya da hatırlatmalı: Zaman, verilmiş sözleri olmayanlarla sözlerini unutanlar için lükstür.
Saati unuttuğumda birşeyler okurum zamanı yitirmekten korkmamak için. Satırlarda ararım gerçeğin saatini. Hepsini aynı kavşakta beklerken bulurum: Zaman, vakit, saat, an... Aynı noktada olmaları onların aynı olmaktan korur. Ve bu dört kız kardeş uzaklaşırlar birşeyler okunduğunda.
Okumak senin kavşağın olsun, kayboluşun yerine.
Ozanlardan uzak durma; zaten yaklaşamazsın. Şairleri geç bir kalemde, yoksa hayatın boyunca düşersin. Ve şiiri hep özle, asla yakanı kaptırma ona. Şiir, tanrının bile elinde değil hanidir.
Sana öğüt verenlerden kendini sakın. Öğüt vermediklerinde neler derler onları işit sessizce. En çok susarken birşeyler söyler bu kendini beğenmiş ustalar. Onların sadece ustalıklarını beğenmeye çalış. Boşver kendilerini, bütün kendi ve efendileri.
Sana bir şey sorulduğunda kendi sorularını hatırla: Hani uzun zamandır soramıyordun. Artık soru işaretlerinin kalmadığı bir dünyada nasıl bazı yalanların bile cevapların olabileceğini anlayabileceksin? Bazı sözlerini kapalı söyle, anlaşılmasın; anlaşılmaz olduğunu söylesinler ve hayatlarının kaçınılmaz işlerinden kaçmak için suçlasınlar seni, aldırmadan onlara yeni soruların işaretsiz geleceklerini söyle, uzun süre karanlıkta sınanmayan sözlerin soru olamayacağını da sözlerine ekle.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)