roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2024 Salı

Gizli Yavaşlık


Yavaşlığın İnsanlık Durumu

“Sayın Bayım, doğduğumuz çağı seçmek bizim elimizde değildir. Ve hepimiz kameraların önünde yaşıyoruz. Bu durum artık insanlık durumunun bir parçası oldu. Savaştığımızda bile kameranın önünde savaşıyoruz.” Yavaşlık'ın 24. bölümü Vincent'ın dinlediği bu sözlerle devam ediyor.

Andre Malraux, “İnsanlık Durumu” adlı romanında devrimin insan ruhu üzerindeki psikolojik etkilerini incelemiş ve gözler önüne sermişti. Yavaşlık'ta ise Milan Kundera, hız devriminin insanlık üzerindeki etkilerini grafik olarak gözler önüne seriyordu. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasındaki gizli ilişkiyi ortaya çıkarırken Kundera, dünyayı değiştirmenin tarihi için de yeni katkılar geliştiriyor:

“Dünyayı değiştirmek! Korkunç bir niyet! Dünya bu haliyle mükemmel olduğu için değil kuşkusuz, ama her değişiklik kaçınılmaz olarak kötüsünü yarattığı için.” Dünyayı değiştirmenin, “değişimlerin yarattığı kötülükler” yüzünden sapmalar gösterdiği bu kameralar yüzyılında içinde yaşadığımız sahnenin, geçtiğimiz asırda bir cadı kazanı, ondan önceki asırda bir iğneli fıçı, daha önceleri kan okyanusunda yol alan bir keşif gemisi, ondan da önce karanlık bir kuyu olduğunu nasıl unutabiliriz? Ya da nasıl oluyor da unutabiliyoruz?

Kameranın bize yakınlaştırdığı gözler kimlerin gözleri? Kameranın steril hale getirdiği, “yavaşlattığı” optik duyarlılık, keskin bakış açısı neden optik gerçeklikleri yerleştiriyor sahneye?

Sahne ne zamandır, “optik bir ayarın” yarattığı bir düzenlemeler düzlemi. İçine bırakıldığımız sahnede, anımsayabildiğimiz kadarıyla yavaşlıyor ve unuttuğumuz kadarıyla hızlanıyoruz.

Ve hareket sahamız, hızımızı umursamayan bir optik çalımla görüntülerimizi çalan, depolayan ve onları bizi yönetmek üzere “kusan” bir dev Kamera İmaratorluğu'nun sınırları içindeki küçük bir krallık. Hareketin krallığını ele geçirmek üzere yola çıkan imparatorluk askerleri ise “kameraman” görünümündeler.

Evde, sokakta, okulda, mabetlerde, otoyollarda, mahkemelerde ve televizyonlardaki insanlık durumlarının hızı arttıkça; kameralar çoğaldıkça ve olağanlaştıkça, sıradanlaştıkça, doğduğumuz çağı seçmek giderek daha da olanaksızlaşıyor.

Doğduğumuz çağı seçmiş olmak, o çağı yaratmaksa, bu edimi daha büyük bir hızla kameraların hızına terk ediyoruz.

Hız sadece otoyollara hapsoldukça, otoyollarda geçen zaman daha da kısalıyor ve gideceğimiz yere daha önce varma histerisini bir büyü olarak algılıyoruz.

Ve hareket hızın sarhoşluğuna indirgendikçe sahne daha da daralıyor ve insanlık oyunu çetrefilleşiyor. İnsanlık durumları zorlaşıyor.

Ve elimize yaşadığımız çağı seçme imkanı yerine simüle edilmiş kamera eskizleri tutuşturuluyor. Çoğalan kameralarla, değişen optik ayarlarla ulaşılacağı vaat edilen sahte bir gurur coğrafyasında, vardığımız yer, kaybettiğimiz yerlerden herhangi birine dönüşüyor.


Yavaşlıkla Randevu

“Yalvarırım dostum, mutlu ol. İçimdeki şu belirsiz duyguya göre, senin mutlu olma yeteneğine bağlı bizim biricik umudumuz.
Araba sisin içinde yitti, ben de yola çıktım.”

Milan Kundera'nın yaşamında ilk kez Fransızca olarak kaleme aldığı Yavaşlık adlı romanı bu kendi halindeki cümlelerle sona eriyor. Bir roman finali için her türden “yavaşlığı” ve kayıtsızlığı içeren son cümle, bu satırların yazarı için yine de gerçekten çok çarpıcı bir nesne yabancılaşmasını taşıyor: “Araba sisin içinde yitti, ben de yola çıktım.”

Yavaşlık çağın hızına göre basmakalıp “hızda” bir roman. Hatta edebiyat eleştirmeni Pierre Lepape'ın deyimiyle “ciddi bir roman değil, bir şaka”. Lepape‟a göre bu roman gevezeliğin can sıkıcı ciddiliğinde yitmekte olan hazzın gizini, haz aracılığıyla ve haz içinden yeniden bulmaya çalışan bir kitap.

Jean-Pierre Tison'a göre Kundera bu romanla Epikuros'un hazlarını otomobilin karşısına çıkarıyor.

Bize göre de Yavaşlık hızlı hızlı okunup yavaş yavaş hatırlanması gereken bir roman. Bu satırların yazarı da yıllardır bunu yapıyor.

Yavaşlık'ı ilk okuduğumda beni etkileyen ilk 12 bölümden sonrasını okumamış ve bir erken final havasıyla kitabı dinlenmeye bırakmıştım. Kitabı bitirmek için tekrar el attığımda, beni harekete geçiren itici gücün bir dosta karşı duyduğum gerçek bir mahcubiyetin sonrasında gerçekleştiğini acı bir şekilde hatırlıyorum. Neydi bu romana erken son havasını getiren şey? Ya da cümle, bölüm?...

11. bölümün sonlarında şimdilik sadece bir cümleyle özetleyebileceğim uzun bir bölümde şöyle yazıyordu Milan Kundera:

“Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.”

306 yılında Atina'ya yerleştikten sonra büyük bir üne kavuşan Yunanlı filozof Epikuros, birçok öğrencisini etrafında toplayacak okulunu kurduktan sonra, okulun bahçesine Kepos adını verdi ve etrafını çitle çevirdi. Bir söylentiye göre bahçenin kapısında şu yazı asılıydı:

“Yabancı, burada kendini çok iyi sezeceksin. Burada en yüce iyi olan haz vardır.”

Epikuros felsefesine göre haz, sürüp gitmesi istenen, boyuna kendisine yaklaşılmaya çalışılan bir duygudur. Acı ise istenmeyen, kaçınılan bir duygudur.

Hazzın bütün türleri iyidir, acınınkiler kötüdür. Ancak hazzın kalıcı olması gerekir. Bu da yetkin kişide bulunur. Geçici hazlar yetersiz, bilgisiz kimselerin eğilim duydukları duygulardır. Bunlar gövdeyle ilgilidir. Kalıcı hazlar ise bilgeliği, yetkinliği gerektirir. Bu tür hazların gövdeyle ilgisi yoktur. Bilge kişinin yöneldiği haz manevi dinginliktir (ataraxia).

Bir: Sisin içinde yitip gitme umudu...

İki: Beklenmeyen bir zaman ve yerde “yola çıkmadan” yakalanma korkusu...

Yukarıda sayılan iki kutup cümle 21. yüzyılın gelişini izleyen insanı etrafını çevreliyor. Bu çevrelemenin kibarlık içinde olduğu görülebilir. Nasıl olsa bunlar sadece sözlerdir. ve sözlerin soyut kalabalıkların hapishanesinden ötede sıkıntı vermediği bilinmektedir.

Ama umut ve korku arasında kalınca işler böyle olmuyor. Milan Kundera‟nın dostuna yalvararak, onu mutlu olma yeteneğine çağırmasının tek bir nedeni var: Umut. Yetenek körelince umut da aynı karanlık mahzene ayak basıyor.

“Sisin içinde yitip gitme umudu”, biriken ve yığılan soruların azalttığı bir insanın dinlenme, köşeye çekilme ve olup bitenleri izlemeye dair çığlığıdır.

Bir kelime olarak yavaşlık da hayatımıza sanıldığı gibi Hız'ın karşı kutbu olarak girmiyor. Haz maddelerinin ve unsurlarının el değiştirmeyi çok sevdiği 20. yüzyılda unutulan bir “şey”den ertelenen bir duygu, yavaşlık. İşin kötüsü ertelediğimizi unuttuğumuz bir randevu nesnesi.

Yavaşlıkla randevuyu hatırlamamıza yol açacak tek çağrı hazzın ta kendisidir.

Ve hazzı yakalayacak en hızlı araç da, en iyi ve uygun yolların üzerinde duran ve artık sadece bakan “yavaşlık”. Dünya hazları -gövdemizde ya da ruhumuzda- onların yanından geçerken onları görebileceğimiz bir yavaşlık hızında bizi bekliyor.


Gizli Yavaşlık

“Her şeyin anlatıldığı böylesine bir dünyada, hem çok kolayca kullanılabilecek, hem de en öldürücü silah her şeyi açığa vurma, dile düşürme silahıdır”

Milan Kundera, Yavaşlık'ın 3. bölümünde, 18. yüzyılı çok seven Vincent'a Choderlos de Laclos'nun “Tehlikeli İlişkiler” adlı romanından alıntılar yaparken yukardaki sözleri söylüyor.

Kundera'ya göre sanatıyla ahlaki yasakların sisinden hazları kurtaran 18. yüzyılda yayınlanan “Tehlikeli İlişkiler” bütün çağların en büyük romanı. Bunun nedeniyse, romanın hazcılık propagandası yapması değil, hazcılığı çözümlemesi...

Roman dışında çağını, zamanını ve dönemini anlamlandırmaya, ifade etmeye çalışan sanat ve zanaatların üzerinde dolaşan “hız” halesi, tıpkı “Tehlikeli İlişkiler”in haz için yaptığının tersine hızı çözümlemek yerine, hızın hazza terkedilmesi suçunu işleyerek -buna bir “kusursuz cinayet” de diyebiliriz- çözümlemeyi propagandaya indirgeyerek, amacını aşan tutumlar içinde görünüyorlar.

Bunun en büyük örneği yavaşlığın silinmeye çalışılması. Hızın bütün araçlarıyla sahnede olduğu bir dünyada yavaşlığın gizlenmesi, hızın daha da hızlanması anlamına gelir. Hızı sınırlarla belirleyecek olan, yavaşlığın ifşasıdır.

Bu da tam anlamıyla sözcüklerin işidir.

20. yüzyılın hazzı olan hızın propagandaya ihtiyacı olduğu söylenebilir mi? Hız sadece “modern” bir sözcükten çok daha farklı bir şeydir. Sadece modernlikle açıklanamaz.

İlerleme kavramından sadece bir yön duygusu çıkarma güdüsü içinde olmak hız propagandasından başka bir şey olamaz.

Romanın bir hazlar dönemi olan 18. yüzyıl için yaptığını günümüzün sanat ve zanaatlarından beklemenin ne kadar yerinde olduğunu söylemek için günümüzde dönem olarak adlandırılan süreçte etkin olan unsurun hız olduğunun altını çizmek ve hızın analizine girmek neredeyse yeterlidir. İşte Milan Kundera'nın “Yavaşlık” romanına sakladığı derslerden biri daha şudur:

Ağızdan çıkan her sözün sonsuza kadar duyulmasını olanaklı hale getiren roman sanatının merceğini hıza, dolayısıyla unutuşa çevirmek. Sadece hıza ve onun yüzeysel araçlarına sığınan ve odaklanan günümüz tutumlarının karşısında alternatif ve büyük bir tavırdır bu. Hız, köksüz ve yönsüz bir rüzgar değildir. Bir ağacı devirse bile hız, ağacın bağlı olduğu ve üzerine düştüğü toprağın bir türevidir.


(Otomobil, 2005)

 



29 Aralık 2023 Cuma

Bazı Kitaplarımı Yazmamalıydım ve Bazı Kitapları Okumamalıydım


Aslını ve ustanı unutma

Bu yerde yazmaya başlarken kısa ve öz bir mesajı nasıl vermem gerektiğini düşündüğüm zaman bu sözü yazmıştım. Önemli bir söz, ama bunu ben yazdığım için ve henüz tarihteki haklı yerimi almadığım için henüz değerli bir söz değil. İnandığım şu ki usta ile köken arasında bir tercih sorunu asla yaşanmaz. Kimse ustasını seçemez kökünü seçemediği gibi. Bu benzeşme kimseyi usta ya da çırak yapmaz.

Bazı kitaplarımı uzun süren öfkelerin etkisinde yazdım. Bazı kişilerin yazar olup olmaması gerektiğine inandıktan ve bunun için sınırsızca uğraştıktan sonra bu durumu taşıyamayacaklarını anladığımda uzun öfkelere kapıldım. Bu işlerde savaşa asker seçercesine, salt görünen özelliklere göre karar veremezsiniz. Aynı zamanda tarihin ve koşullu bir tarih olan geleceğin de içinde yer alacak fikir çivilerini en uygun yerlere çakmak zorundasınızdır. Gelecek öyle çoğunun bilinmezliğinden yararlanageldiği bir bahane değildir. Gelecek çok açıktır. Sadece hataya  karşı çok açık ve duyarlıdır. İşte ben de geleceklerini elimde tuttuğum, kendim de dahil olmak üzere birçok sanat erbabının seçimlerine karışırken ve yönlendirirken bazı hatalar yaptım.

İtiraf ve itham ediyorum

Burası bir mahkeme olsaydı iftira da edebilirdim. İftira atılmaz, edilir. Yargının konusu olan iftira, ortaya konmuş ve yerleşmiş olan sözü etkilemez, ona gidişi geciktirir, engeller sadece. Söz, gerçeğin en güçlü bileşenidir. İtiraf da etsem itham da etsem, sözünü ettiğim sanat erbaplarının gerçeklerine de müdahale ettiğim için pişmanım aslında. Uğruna savaştığım birkaç kavramdan birisi olan iyilik adına önemli deneyimlere, derslere açılan bir kapıyı da aralamış oldu bu pişmanlık aslında bende. Kendimi çok suçlamasam da derinden derine kırılmış olduklarını hissettim bazı kişilerin, yaptıklarım yüzünden. Zamanın akışı üzerinde bir etkim yoktu, ama geçiş sıralarını bilerek-bilmeden değiştirdiğim kişilerden belki de geride kalmış olanları küstürmüş olabilirim. Başarıları geri çevirmek istemediğimiz gibi hataları da geri çevirmek, geri göndermek isteseydik bu çok şey değiştirir miydi acaba? Başarılara bir imza, hatalara ise leke muamelesi yaptığımız için bir şeyleri değiştirme gücünden uzakta olamaz mıyız? İtham edici bu soruların cevaplarının gayet güzel itiraflarım olabilme olasılığını saklı tutuyorum tam da burada.

Esinlenme bir yetenek midir yoksa gerçekleşmemiş bir şike teşebbüsü mü?

Bu ara başlığın bir yazı konusu olduğunu düşünürken birdenbire bu yazının içinde kendi yerini bulmuş olduğunu görüyorum. Bundan sıkılmıyorum, çünkü artık yazı yazmakta değil bitirmekte zorlanıyorum. Zira yazı başlıkları, yazı hızımdan daha fazla beni yoracak derecede oluşuyorlar ve deyim yerindeyse bir depo gibi birikiyorlar.
Depo demişken, yeteneği sonsuz, sınırsız bir depo olarak da tanımlamak istiyorum. Yetenek, belki de ne olduğunu tam olarak saptamadan en üst derecede kutsadığımız parlak ifadelerden biri hayatımızda. Yetenekli çocuk, kabiliyetli kız, üstün zeka... Kökeni, kaynağı nereden gelirse gelsin bağını asla sormayız. Bu yüzden de sıralamanın en başında yer alıyor yetenek. Bir tür batıl inanç olarak...

Esinlenmeyi "ilham perisi" kültüyle adlandıranlar ve buna halen devam edenlerin yetenek tanımları elbette farklı olsa gerek. Yetenek onlar için dış kaynaklı bir şey olmalı. Nörologlar başta olmak üzere bilimden yana olanlar ise içten yanan bir boya küpünde ısrarlılar. Eğer gerçekten de periler varsa, desteklediğim ve desteklemeye devam ettiğim sanat erbapları için ben bir peri terbiyecisi ya da avcısı olmalıydım. Yok eğer bu yazarlar sürekli içten yanıyorlarsa ben de ateşe kömür atan ter içinde bir işçi olabilirim.
Her iki durumda da adres ve ona göre benim duruşum aynı. Her durumda sorgulanan ya da çekim merkezi olan yetenek, obje ve süje olarak "yazar arkadaş"ımızda yerini alıyor zaten.

Öyleyse benim derdim ne?

Aslında kimseyle bir derdim yok. Tek sorun zaman. Zamanın yargısı daha çok. En az konuştuğumuz kadar sustuğumuz için de değerli, önemli ve suçlu olabiliriz. Ben susarak görüşlerimi ifade etmek yerine konuşarak eylemde bulunmayı ve çoğunlukla da pişman olmayı seçtim. Birisi pişman oldukça kimse kariyerinde yükselmez, fakat zamanın yargısı olgunlaşır ve daha isabetli hale gelir. Sık sık hataya düşmekten, birilerinin yazarlık kariyeri hakkında yanılmaktan, yanlış ata ve kazaya oynamaktan, dolayısıyla durmadan pişman olmaktan korkmuyorum. Belki de gelişim dediğimiz şey, ancak ilerledikçe bulabildiğimiz doğrularla gerçekleştirdiğimiz bir olgudur.
Artık hiçbir şey okumuyorum. Sadece bakıyorum. Okuma gözlüğüme yeni ayarları eklemedimse de bakışlarımı geliştirdim. Yeni ve daha fazla kitap ve yazarla ilerlediğini ve kendi doğrularına yaklaştığını düşünenlerin aksine artık ne söylediğim yerine hala konuşup konuşmadığıma bakanların karşısında zamanla alkıştan tahlile onaydan muhalefete birçok konumu anlatan bakışlar üzerine çalışıp onların gerçek eylemlerim olduğunu düşünmeye başladım.

Doğru şekilde, yönde ve önemlisi sürekli olarak gelişmenin tek derdim olduğunu düşünüyorum şimdilerde.



5 Ocak 2022 Çarşamba

Kırılganlık Sapması



Yorucu ve rüya dolu uzun bir gecenin ardından “asker” olarak uyandı. Uzun zamandır o böyle miydi yoksa belleğinin acımasız bir oyunu muydu? Yastığını kırıp büktükten ve salyasıyla ıslattığı yastık kılıfında yüzünü oynattıktan sonra ezik bir burun ve dağılmış kısa saçlarla, eğilmiş omurgası üstünde doğruldu. Uyandığı sabah, bildiği, tanıdığı dünyanın bir sabahıydı. Yıllar sonra ulaşabileceği bir dinginlikle yumuşamış belleğine tek direnen, çorapsız ayaklarıydı. Gece uykuya daldığında çoraplarını çıkarmamıştı. Zaten öteden beri, yatmadan önce çoraplarını çıkarmak gibi bir alışkanlığı olmamıştı. Şimdi, kırılgan bir eşyanın sakıncasını taşıyan bu sabahta ayaklarında çorapları yoktu. Ya birisi gizlice çoraplarını çıkarmıştı ya da gece uykuya daldığı saatte yalnız değildi. Yatakhane gürültüleri arasında tek başına oturduğu bir evde sessizce uykuya dalmayı düşlüyordu. Gözkapaklarını açmadan önce el yordamıyla; açtıktan hemen sonra üstüne kirpikler batan bakışlarla... defalarca, defalarca hayır! Hayır! Yatak, bu direnmeyi ağırbaşlılıkla karşılamış olacak, hâlâ sımsıcaktı; demek ki saatlerce bu sıcak yatağın üstünde uyudu. Dilinin altında biriken onca hayır'dan birini, dün akşam evden yatılı okula dönen ve o anda üst katta büyük sınıfların yatakhanesinde uyuyan ağabeyine aylar önce söyleyebilseydi, şimdi çorapları ayağında olacaktı. (O anda küçük sınıflardan daha fazla uyuyan büyük sınıflardan çok daha fazla uyuyor olacaktı.)

Bir su kenarında durmuşlar, küçük havuzda yüzen alabalıkları izliyorlardı. Bütün sorumluluğu yüklendiğini söylemişti, ağabeyi. Otobüsün verdiği molanın bitmesine az kala, geri dönebileceklerini, döndüklerinde her şeyden kendisinin sorumlu olacağını söylemişti. ondan istediği, biraz daha düşünmesi ve yatılı okul sınavına girmekten vazgeçmesiydi.

Denize düşen bir yelkenin ıslanması ilkin yüzeyde oluşur. Yelken bezleri genellikle su geçirmez kalın kumaşlardan yapılır. 

Üç gecedir, küreklerini karada unuttuğu bir kayıkta ya da yatağında, yelken yerine beyaz bir çarşafı rüzgâra tutarak kaçmaya çalışmadı mı... gerçekliğe direnen bilincinin, ayrışan bellek tanecikleri arasında, sürekli yinelenen görüntüler halinde, üç gecedir üst üste gördüğü ve gündüzleri de devam eden bir düşle yoğrulduğu ne kadar yanlış; ya ne kadar doğru, orada bulunduğu, orada olduğu; bunu kim değiştirebilir... düşünce yoluyla orada bulunmamasına ne kadar etki etti, onca Hayır?

Askeri okulun rüyalarına taşıdığı adanın iskelesine bağlı küreksiz kayıklar. Orada, yılda iki kez kürekleri geri veriyorlar. Saptanan bir tarihte dönmek üzere, ana karaya kürek çeken öğrenciler için en büyük zorluk, kayığın bir burnu olmayışı. Bu yüzden gidişler ağır ve dönüşler, adaya doğru koşturan bir yüzey akıntısıyla hızlı. Saptanan tarihte geri dönmeyip, ana karada kaldıklarında kürekler kendiliğinden kırılıyor ya da yok oluyor. 

Kürekler bir mahzene kapatılıyor, genellikle. Üç gecedir kendi dörtgen kayığına binip, yanında getirdiği çarşafa dolacak rüzgârla kaçmayı denemişti, adadan. Sonraki gecelerde bu rüya, yerini, katılaşmaya başlayan sağduyusuna ve bilincine karşın, tatil sabahları mahzen önünde oluşan uzun kuyrukların birinde ağabeyinin onu çağırmasıyla sürüyordu. Ağabeyi, yanlış kuyruğa girdiğini söylüyordu. Küçük sınıfların kürek deposu, denize daha yakın olandı ve orada bir önceki gece yangın çıkmış, bütün kürekler yanmıştı. Ağabeyinin kürekleri başka bir mahzende olduğu için, onun kürekleri vardı. Kayıkların tek kişilik oluşu kaygılandırdı onu. Sonradan suya girmeyi düşündü. Kayığa tutunarak karşı kıyıya kadar böylece gidebilirdi. Ağabeyi buna karşı çıkmazdı. Ancak izin verilecek miydi? Rüyanın sonlarında ağabeyine iskeleden el sallıyordu. Kayık çok açılmıştı. Ana karaya neredeyse varacaktı. Mutsuz olmadığını düşündü. Çünkü üzerinde durduğu iskele, daha birkaç ay öncesinde, bütün kaldırımlarında kitap sergisi açtıkları kıyı kasabasının iskelesiydi.

Çoraplarını ararken, eşyaların değişmez bağlılığını düşündü. Hiçbir eşya sahibine kırılmazdı. Sahibi eşyaya ne yaparsa yapsın, eşyanın küsmeye, darılmaya hakkı yoktu. Eşya, köle ve buyruk aracıydı. sövemezler, öfkelenmezler, yalnız gülümserler, kırıldıklarında bile her parçada kahkaha atarlar. Kırılmak, bütün eşyaların yazgısında saklıdır. Kırılmak, bir tek kırılgan eşyaların yazgısı değildir. Bir eşya kırılmasa; ezilse, bükülse, yansa, çürüse de bu gerçekte bir kırılmadır. Eşyanın kırılganlığıdır, bu.
Küreklerin yanması, kırılmalarıyla eş anlamlıydı. Deniz ortasında hangi dost güç ve iktidar kırılan parçaları birleştirebilirdi. Eşyalarda bir yere tutunma, bir yerlerde durma, bulundurulma, doğumla eşanlamlıydı. Tutunmalar bozuldu mu eşya bir yerde durmak, geri gelmek istemezdi nedense. Gelse bile aynı eşya olarak gelmezdi. Bütünü çoktan terk etmiş olurdu. Kürekleri yandığı için kayığına binememiş, adayı terk edememişti. Ne pahasına olursa olsun oradan ayrılmalı, ana karaya ulaşmalıydı. Ana karada annesi, babası, kardeşleri vardı.

Ancak ilk önce çoraplarını bulmalıydı. İçinde uyanacağı her sabahın, bundan sonra, bu dünyanın bir sabahı olacağı henüz onun için dayanılmaz bir kesinlik değildi; ne var ki sekiz-on yıl sonrasını görmemek elde değildi. Yıllar sonra bu kesinliği kanıksamak yerine şimdiden ona yabancı kesilmeyi, onu içine sindirmemeyi göze almalıydı. kesinliklerin bir başlangıcı olduğu mutlaktı. Bu kesinliğin sona ermesini bekleyecek miydi? Şimdilik ağabeyini bekleyecekti. Uyandığında kuşkusuz onu arayacaktı. Üç gece boyunca, öteki ranzalarda yatan öğrencilerden birkaçı sürekli olarak ağlamıştı. Onu okula babası getirmiş, üç gün sonra da ağabeyi tatilden dönmüştü, aynı okula. Acaba, ilk günlerinde ağabeyi de ağlamış mıydı? Ağabeyini, evinden uzaklaştığında, kendini tutamayıp ağlayacak kadar duygusal buluyordu. Ne var ki ağabeyiyle aynı yatılı okulda okumanın, gözyaşlarını düşmeden sileceği kesindi.
Üç gün önce kendisine karanlık bir sınıf kapısı göstermişlerdi. İçeride, üstünde ne varsa çıkarmış, yerine yeni iç çamaşırı ve forma giymişti. Bir de para almışlardı ondan, örgü kemer için. Babasının gitmeden önce ona bıraktığı cep harçlığının dörtte biriydi neredeyse. Berberde babası yalnız bırakmamıştı onu. Kafatasının biçimi ortaya çıktığında, aynı sahneyi üçüncü kez yaşamanın verdiği alışkanlık içinde okulu terk etmişti.

Karanlık sınıfta ayağına geçirdiği çoraplar şimdi yoktu. Yatakhanenin yarısı boşalmış olmasına karşın, içerde bulunanlar içinde bir tek o yataktan çıkmamıştı. Ötekiler ya ceketlerini giyiyorlar ya da ayakkabılarını bağlıyorlardı. Az sonra onların da çoğu yatakhaneyi terk edecekti.

Onu karanlık bir hücreye bıraktıklarında, kuşkusuz, çoraplar yine ayağında olmayacaktı. Zira, hücreye konulmasının nedeni çoraplarını bulamamış olmasıydı. Çoraplarını yitirmişti. Ya da çalmışlardı onları. Niye bu olasılık üzerinde kimse durmuyordu? Öncelikle de o. Çalabilecekleri hiç aklına gelmemişti. Üstelik çorapları yeni sayılırdı. Üç gündür yıkanmamış olmasına karşın, su değmediği için daha boyası bile gitmemişti üzerinden. Peki, hücreye kapatılırsa, çorapsız, yalınayak ne yapacaktı? Sonbahar bu, belli olmazdı. Hücrede mutlaka tahta bir eşya bulunmalıydı. Varsa, onun üzerine çıkar, bir parça da olsa ayaklarını ve karnını soğuktan korumuş olurdu. Ancak, kendini hücreye kapatacak kimse görünmüyordu ortalıkta.

Yatakhanede kalan birkaç kişi, onun yataktaki varlığından, kahvaltıya gecikeceğinden haberdar değildi. Bunu kanıtlarcasına kapıdan çıkar çıkmaz büyük bir gürültü içinde kapatmışlardı kapıyı.
Daha da geç kalacak olursa yatakhane görevlisi, kapıyı üzerinden kilitleyebilirdi. Acele etmek için ayakkabılarını çorapsız giyebilirdi. Ancak bunun ne kadar tuhaf karşılanacağı ve zararlı olacağı açıktı.
İçini kaplayan korkuyu çıkarıp atmak o denli güçtü ki. Daha kimseyi tanımıyordu. Hiç bilmediği bir öğretim yapısı içinde, haftanın ilk gününde ne yapması gerektiğini kimse ona söylememişti. Önceki akşam, çok acıkmış olduğu için, lokmaları çiğnemeden yutarcasına yediği akşam yemeğinde galiba pazartesi günü yapılacaklar üzerine bir şeyler söylenmişti. Sonradan öğrenmek işine gelmişti. Çünkü çok acıkmıştı. Nedense, ne öğrenmesi gerektiğini unutmuş, gerekenin ne olduğunu da unutunca bir şey yapmaya gerek kalmamıştı.

Çok geçmeden yatakhanenin kapısı gıcırtıyla açıldı. Bu gıcırtı onu irkiltmeye yetmişti. Tanımadığı bir gölge, ranzalar arasında dolaşıyordu. battaniyenin altına iyice büzüldü, görünmemek için. Ancak bu son derece yararsızdı. Zira, yatakhaneye giren mutlaka nöbetçi olmalıydı ve yatakların düzgün bırakılıp bırakılmadığını kontrol ediyordu. Onun kabarık yatağını gördüğünde yorganın altında biri olduğunu kolayca anlayacaktı. En iyisi saklanmamak, gerçeği söylemekti.

Ranzalar arasında dolaşan gölge, yatakhanenin öteki ucuna yöneldi. Orada bir kapı daha vardı, ancak kilitliydi. Oradan dışarı çıkıp gidebilirdi. Ancak nöbetçi, öyle yapmadı. Kapının kilitli olup olmadığını denetledikten sonra ona doğru yöneldi.

Nöbetçi yanına geldiği anda yatakta durmaması, ayağa kalkması gerekebilirdi. Terlikleri yatağın altındaydı. Gölgenin yanına varmasına birkaç ranza kala terliklerini giyerek ayağa kalkacak ve geç kalma mazeretini bildirecekti. Nereden bakılırsa bakılsın haklıydı. Savunmasını iyi bir biçimde yapacağına inanıyordu. Gece çoraplarıyla yatmıştı. en büyük kanıtı buydu. Şu anda bir tür tutuklu gibi hissediyordu kendini. Ancak az sonra aklanacak, beraat edecekti. Çünkü çoraplarını çalmışlardı. Çünkü başka çorabı yoktu, giyecek. Çorapları olmadan ayakkabılarını giymek, ayaklarına yapılacak en büyük insafsızlıklardan biriydi.

Nöbetçi gölgesi yatağının başucuna geldiğinde, birden ayağa fırladı. Terlikleri ayağına geçirirken ayaklarındaki çorapları fark etti. Kendini savunması boğazında, hiç titreşmeyen bir ses teline takılıp kaldı o anda.



19 Kasım 2020 Perşembe

Genç Bir Yazara Öğütler 7



Sevgili Genç Yazar.

Kitaplarımı alıp okumak yerine bir yazı sanatı etkinliğime katılmak istediğinizi söyleseydiniz nazikçe bunu reddederdim. 

Kitaplarım, bu iş, yani yazı sanatı öğretilemediği için var. Tıpkı binlerce onbinlerce memur ve bürokratın işgal ve meşgul ettiği kadrolara rağmen devlet işlerinin ve "milli vazifelerin" bir türlü doğru düzgün olamadığı gibi.

Fakat yine de yazarzedesiniz demek istemem ben hitap ettiğim kişiye. Çünkü bu işi tam olarak kafaya taktığımda vakit artık çok geçti. Neredeyse dünyayı saran bir dalga gibi yazı sanatının öğretilebilir olduğu kanısının neden olduğu hava hareketleri gördük, yaşadık ve ona maruz kaldık. Ve çoğu atmosfer hareketinde olduğu gibi bunlar da kendi etrafında dönen, bir yere gitmeyen yer değiştirmelerdi. 

Bilinçli değildi belki ve tek masumiyeti de bu olabilir, ama sonuç olarak her doğal felaket gibi failsiz ve sonuçsuz kaldı bu hareketler; yeteri kadar da zarar verdi. Bu gözün hiçbir şeyi görmediği tufanda başka zararlılar da türedi. Onlardan da süremiz ve yerimiz yettiğince söz edeceğiz, zira bu yazma işi Amazonlar’daki bir kelebeğin kanat çırpması da dahil olmak üzere bütün fenomenleriyle devasa, harika bir kültürel eko-sistem ve de asla bir atölyeye indirgenemez. Kaldı ki bu değerli işin en basit ve alt kademesi bir Akademi olmayı hak ederdi. Ne yazık ki dilimizde böyle bir çaba ve uyanış yok.

Muhakkak -bu satırların yazarı başta olmak üzere- bir çatı kurumsallığı olması gerektiği düşünülmüştür kuşaklar ve kuşaklar boyunca. Sadece ben, onlarca yazar dostuma ve yüzlerce yakınıma, çılgınca, senelerdir bu arzumu anlatır dururum ve henüz benimkine eş bir heyecan yansıması gözlemleyemedim. Bunun için de üzülmüyorum. Bu bana doğru düşündüğümü gösteriyor.

Yazı sanatı etkinlikleriyle olan sorunumu şöyle ifade edebilirsek daha çok çözüme yaklaşmış sayabilirim kendimi: Henüz icat edilmemiş ve ihtiyaç da olmayan bir ürünü küresel bir pazarın en önemli mamülüymüş gibi şevk ve zevkle yarattığınızı, ardından da olacakları düşünün. Tabii ki hevesleriniz kursağınızda kalır ve asla hedefinize ulaşamazsınız. Bu örneğin tam olarak yerine oturması için bu boş çabaya aslında holdingi ve parası olmayan, ama patron ve sanayiciymiş gibi rol yapan ciddi görünümlü kişilerin ortalığı kasıp kavuran değer yargılarını da ekleyin. Ortalık tam bir deliler tekkesi değil de nedir ki? Gözden sürekli kaçırılan zararları bir yana, herhangi bir yarar gözetilmesi öne sürüldüğünde, konunun tamamen usta-çırak sürecinde neden takılı bırakıldığını hiç kendinize sorduğunuz oldu mu? Çünkü:

“Bu işte çırak yoktur, çünkü ustanın da kim olduğunu zamanın kendisi dahil hiç kimse bilmemektedir.”

Bunu siz de bilmiyordunuz, fakat böyle anlattılar sonuçları sorguladığınızda. Yani sanat işinde bir sıraya geçmeniz gerektiği, olmanıza ve pişmenize rağmen uyulması gereken bazı kurallar yüzünden beklemeniz gerektiği öğretildi. Hani yazı sanatı öğretilecekti. Evet kesinlikle katılıyorum, sanat eğitimi vardır, olmalıdır; elbette akademilerde ve salt zihinsel olmayan uygulamalı sanatlar için daha çok geçerli olmak üzere. Matbaacılık ve grafik bölümlerinden yazar çıkamayacağı gibi –hedefleri bu olmadığından-üniversitelerin edebiyat bölümlerinden de yazar çıkmadığı çıkamayacağı çok aşikârdır. Kaldı ki bu konu hiç açılmadan kapanmış nadiren talihli olduğumuz şeylerden birisidir, zira çoğu dil ve edebiyat mezunu eğitim sektörüne adım atmak zorunda kalmaktadır akademik istihdamsızlıklardan ötürü. Eğer ki dil ve edebiyat kadroları bölüm mezunları kadar mevcut olsaydı en azından edebiyatımız ve edebiyat entelijansiyamız böyle mi olurdu? Ve elbette edebiyatçı tabiri çoğunlukla akademik kökeni işaret ederdi. Böyle birkaç dergi ve kitaptan sonra ayağınıza geliveren bir kariyer olmazdı edebiyatçılık.

Ünlü bir Fransız filozofun dediği gibi dil de bir hapishanedir. Ana dilin gerçek oluşumunu yaşadığımız bebeklik çağlarımızı ikinci kez yaşayamayacağımız için hayatımızdaki seçmediğimiz tek anadil deneyimimizi geçirirken onun kendi tarihi içinden süzülüp bugüne gelerek yarattığı çevre ve iklim koşullarına da doğal olarak maruz kaldığımız bir gerçektir. Bu gerçeğe hayıflanarak ömür de geçebilir, yetersiz bulduğumuz çevre ve iklim koşullarına maruz kalmaktansa orada daha iyi yaşamamızı sağlayacak cesur adım ve devinimleri, kariyerimizden ve arzularımızdan ödün vermeden hayata geçirmek de en olumlu çözüm olabilir. Bunların iyisini ve onurlusunu seçmek, kendine sürekli olarak bir çıkış yolu, bir formül arayan atölyezadeler için en iyi çözüm olmalıdır, diye düşünenlerdeniz şahsen.

Ve işte bu kitabı * bu yüzden hazırladık. Seni veya sizi “yazı” ile başlayan her türlü mekândan geriye, tek parça getirebilmek için. Biz bir yere gitmeyeceğiz. Senden başka hiç kimse ve hiçbir yer yok inan ki. Ve seni büyüleyici söz ve manipülasyonlarla etkilemeye çalışmayacağız; seni aldatmayacağız ve hatta kendimizi de aldatmayacağız. Yenilmeyeceğiz ve vazgeçmeyeceğiz. Senin de öyle yapmanı diliyoruz.

Senin rehberin olacak bu kitap, başka birçok kitapla birlikte yeniden yazıldı.

Senin için.

Eğer bir gün yollarımız bir yerde kesişirse, şimdiden birbirimizi asla tanımamış olmayı tercih edeceğiz açıkyüreklilikle. Biz diyoruz ki cesaretin gözleri olmamalı. Yanlış bir hisse kapılıp bize bakmaya çalışsanız da görememeniz için kör bırakmak zorunda kaldık, insan ve dünya için yapacağın bütün iyiliklerdeki yersel merakı.

Geleceğin ve şimdinin yazarları için hep bir ağızdan bu kitabın bir yazı atölyesi olmadığını söylüyoruz. Belki öyleydi, ama biraz önce belki de herkes yanlış adres zannıyla çekip gitti.

İyi okunmalar.


* Yazı Atölyesi, 2021, H.G. (önsöz'den)




23 Haziran 2020 Salı

Kediler ne okur?

cat reading book and coffee cup - Download Free Vectors, Clipart ...

Hiç kitap okumadıklarını düşünsek de kitaplara en çok kedileri yakıştırırız. Demek ki onların öyle ya da böyle okuduklarını, kendi evrimleri içinde kültürlerine yakışan bir eylemleri olduğunu düşünüyoruz. Sürekli onlara bakıyor, gözucuyla süzüyor ama bulamıyoruz. Sahi kediler ne okuyor sizce?

Eğer aynı nevrotik kişilik salgını kedilerden sahiplerine de bulaşıyorsa ben size şimdi evimizdeki kediden hiç mi hiç bahsetmeyeyim; o zaman elbette sempati yerine antipati yaratırız.

Pati demişken, kediler aslında kitapların ana malzemesi olan kâğıtlarla hiç de başı hoş olmayan bir ergonomiye sahiptirler. Yumakları ve kâğıtları kurcalamaktan, yırtmaktan ve ısırmaktan çok zevk alırlar. Kedilerin patilerinin altında saklı olan pençeleri, Agatha Christie‘nin o polisiye romanlarında okura varlığını asla hissettirmediği, üstelik ipucu da bırakmadığı gerçek suçlulara benzemezler mi? Üstte yumuşacık parmaklar, kıvrılarak giden son derece muntazam devinimlerin altında büyük bir gerçeklik gerilimi: Kan ve hakikat.

Gerçekten de kediler okur mu?

Onların sadece, gözlerinden daha iyi duyuluk görevi yapan burunlarından terleyebildiğini biliyor musunuz? Bunun nedeni kuşkusuz gövdelerinin tüylerle kaplı olmasıdır. Üstelik bu tüyler de mevsim mevsim uzunluk ve kısalık konusunda değişken bir örtüye sahiptirler. Kediler bu tüyleri yarın hiç dökülmeyecek yenilenmeyecekmiş gibi özenle temizlerken aslında bir oto-masajı da gerçekleştirirler. Belki de, atmosferden ve yakın çevrelerinden düşen koku zerreciklerini burun ve dillerindeki reseptörlerde bilgiye dönüştürüyorlardır; o halde tüylere ulaşan her zerre bir bilgi kodudur. Bu durumda kedilerin bir Koku Alfabesi olması gerekir. A’dan Z’ye ya da Acı’dan Zehirli’ye kadar yeryüzünün bütün kokuları varolmalı bu skalada…

Bu durumda kedilerin tek bir kitabı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ve bu da bize kediler için neden hâlâ bir kitap dükkânı olmadığını gayet iyi açıklar ya da petshop’ların bazı reyonları bu görevi pekala üstlenmektedir. Mesela ne olabilir bu reyonlar? Mamalar elbette… Artık soylarının tamamen tükenmesi gereken hayvan dükkânlarındaki mama rafları aslında kitap raflarıdır kediler için. En çok koku onlarda barınabilir.

Genel durumuyla sokak ve bahçeler kediler için şehir kütüphaneleri demektir. Rüzgâr, insan ve taşıt hareketleri, çöpler ve hava olaylarıyla bu kitaplar interaktif olarak her gün sürekli değişmektedir.

Bizler yani kedilerin sahibi olduğunu sanan bizler de birer kitap modeli olabiliriz pekâlâ kediler için. En az onlar kadar bedenimiz günlük periyodik ya da rastlantısal koku değişimleri taşımaktadır.

Fakat iş, asıl gerçeği, kedilerin bize sahip olduğunu düşünmeye, anlamaya ve kabullenmeye gelince belki de biz insanlar kediler için sadece okuma eylemini ifade ediyoruz. Biliyorsunuz bu eylem kültürün içindedir, yani doğa dışında gerçekleşir. Bizlere, kendi evrimleri içinde sahip olma becerisini gösteren kedilerin kültürsüz olduklarını artık kimse söyleyemeyecektir, yani kediler aslında bizi okurlar: İnsanları…

Kedilerin yazarlığını şimdiye kadar hiç düşünmemiştim. Uygarlık evrimi içinde insana en yakın ve izole, özgül bir canlı türü olan kedi için bu yakınlıktan doğan beceriler de kuşkusuz yok değildir.

Kedilerin okurluğu üzerine şimdiye kadar yapageldiğimiz akıl yürütmeleri biraz geliştirdiğimizde ve belki yakın zamanda onların yazarlığı ve eserleri üzerine de birkaç söz etme cesaretini kendimizde bulabiliriz. Eğer onların tüylerini kitap kâğıdı olarak hayal edebiliyorsak, kokuları da hayalimizde harflere, sözcüklere ve cümlelere çevirebiliyorsak neden bunların hazırlayıcıları olanlar da onlar olmasın?

Belki de sonraki yazıda gerçekleşir bu…

Kediler ne yazar?

15 Temmuz 2019 Pazartesi

Aleksi Zorba Zorda


1.


Her haneye, her sokağa, her mahalleye, özellikle de her adaya bir Aleksi Zorba...

Kaybolup gitmekte olan insanlık haritasının sağ üstköşesinde kuzey doğrultusu olarak parlayan tek bir sivrilik varsa o da AleksiZorba'nın "bu dünyayı yaşamaya ve anlamaya, üstelik gidilse de bu dünyada kalmaya" dair işareti. Ondan önce de çizilmiş miydi gerçekten geviş getirirken de düşünebilen, düşünürken de farkında olabilen, farkında oldukça raks eden, şarap içen ve ten yolculuğunu etinden, kemiğinden eksik etmeyen insanın haritası? Çizilmişse de bu denli yürekli, açık ve anlaşılır olmadığı kesin.

"Zorba" ile insan karakterinin ve sığasının zirvesini yeryüzü kültürüne oyarken tek bir kürek ya da delici kullanmadı Nikos Kazancakis. 

Marksizm, Hıristiyanlık, Budizm, Felsefe, Şiir, Yolculuk... Zorba'yı oluşturan çekiç, kalem ve şarap lekesi darbelerinin arkasında "insanlı tarihin" bu farklı elementleri de vardı. Afyon tiryakisi gibi kağıt ve kalemle yaşayan bir şair ve filozofun karşısına paralı asker, madenci, vatansever, çapkın ve ölümlü Aleksi Zorba'yı çıkartan Kazancakis, bu karşılaşmanın ortaya koyduğu şiddetin sonuçlarını şöyle açıklıyordu:

"İnsana hayatı sanat yaptıran o acıklı üstünlük,birçok et yiyen canlılarda yıkıntıya neden olur."

Kazancakis'in "Zorba" romanı boyunca asıl yıkılan; komitacı ve bir yaşama ustası olan Aleksi Zorba'nın yüreği, açık zihni, cesareti ve ölümle korkusuz mücadelesi karşısındaki "kağıtfaresi"dir. Zorba, bu fareye, yani yazara şöyle demektedir:

"Kusura bakma ama patron sen bir kağıt faresisin. Şu zavallı sen de hayatında bir kez olsun güzel bir yeşil taş görebilirdin.Vallahi işsizken bir yerde oturuyor ve kendi kendime düşünüyordum: "Cehennem var mı yok mu?" diye. Fakat dün mektubunu alınca şöyle dedim: 'Bazı kağıt fareleri için bir cehennem vardır.'"

Önsözünde açıkça "Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur," diyen bir yazardır bu. Kırılgan, küskün, yaratıcı oluşunun nezaketi altında bile ezilen, ama yine de Aleksi Zorba'nın karşısında "korkmamayı, yaşamı sevmeyi ve ayakta durabilmeyi" öğrenebileceğini hisseden bir yazar... Hatta bizzat Nikos Kazancakis'in kendisi! Şu cümleler, Zorba karşısındaki yazarın durumunu anlatmayı daha iyi başarıyor:

"Ama yüreklilik gösteremiyordum. Zorba gece yarısı raks ediyor ve benim de, usluluk ve alışkanlığın düzenli kabuğundan silkinip kurtulmamı, kendisiyle birlikte büyük yolculuklara çıkmamı haykırıyor, ben ise yerimden kımıldamayıp, titriyordum."

Yazar, "Zorba" boyunca kendisiyle giriştiği hesaplaşmadan -bir anlamda Kazancakis'in gizliden gizliye başlattığı yazar-halktan biri düellosu- okuru ve insanı bir yaşam kılavuzuna götürecek ani bir uyanışla çıkabiliyor ve şöyle diyor: "'Ruhum,' diyordum, 'şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun; şimdi seni tene götürüyorum.'"

Aleksi Zorba, yazarla yaptığı yolculuklarda, giriştiği maceralarda sürekli olarak onunla didişir, durur. Küçük hikayeler, meseller,anekdotlar ve Zorba'ca nükteler bu yolculuk boyunca peşlerini bırakmaz. Yazar hep bocalamaktadır: Yaşam, kadınlar, ölüm korkusu, düşünce; yakasını bırakmayan bu kelimeler karşısında Aleksi Zorba'nın iç rahatlatıcı, serinletici ve sağlam görüşleri, görüşten de öte tespitleri ve deneyimleri vardır. Yani Zorba "gerçek bir hayat kullanma kılavuzu"dur.

"Hey bee!" diye haykırır Zorba. "İnsanlar ne hale girdi... Tuuh kahrolasıcalar! Vücutlarını bırakıp körlettiler ve yalnızca ağızlarıyla konuşuyorlar. Ama ne söylesin ağız? Ağız ne söyleyebilir?"

Bir yolculuk sırasında Zorba, bir Rus kadınına raksederek yolculuklarını, çektiklerini, kaç kez evlendiğini, kaç sanata girdiğini anlatır: Taşçı, madenci; seyyar satıcı, çömlekçi, komitacı, santurcu, leblebiyi, çingene, kaçakçı...

Kadın ve aile konularında da yazar için iç rahatlatıcı olmaktan uzaktır Aleksi Zorba. Onun kaçarak içinden çıkmaya çalıştığı bu çetrefil konular Zorba'da kesin, hoyrat ve eril karşılıklarla yerini bulmaktadır:

"Kadın anlaşılmaz bir şeydir patron. Neden,diyeceksin. Hatırlamıyor da ondan işte..."

"Yalnızca çalınmış etin tadı vardır. İnsanın kendi karısı, çalınmış et değildir."

Günümüzde "yaşasaydı", Aleksi Zorba yine insanlığın, tüm yazarların ve korkakların yanında olurdu, ama eğer saflığıyla durumu kurtarır görünse de kadınlarla ilgili peşin cahilliklerine bir kadının acı şekilde son vermesini beklemez, bunu Yazar'dan ona öğretmesini mutlaka isterdi.

Yoksa çok ama çok Zorda kalırdı Zorba.

11 Ekim 2017 Çarşamba

50 Alıntıda Hayat Ağacım 3



(Bitmemiş romanlarımdan)

11.


Dr. Horatius Pelle, onca uğraş ve döğüşle geçen zamanın ardından ilk yaşamını tamamlayıp ikinci yaşamına hazırlanıyordu ki hayatındaki bütün sözcükler havalandı ve yere iki tanesi düştü sadece.
Sonar. Umut.
Diğer sözcükler havada hala dolanırken Dr. Pelle’nin umutla artık pek işi olamazdı, zira o yaklaşık elli yıl olan hayatının çoğunu, başına gelen kötü olayları görmezden gelmekle geçirmiş bir bilim adamıydı ve umutla teslimiyetin uzaktan yakından bir ilgileri de yoktu.
Sonar. Bu beş harflik sözcük gökten düşmüş gibi görünse de denizlerdeki süreksiz balık avcılığı terimler bilgisine dahil olmuş, günlük bilimsel hayattan çok teknolojik hayatın ve biraz da popüler macera sinemasının ilginç konularından biri sayılırdı, o da kısmen.
Dr. Pelle, denizlerde hiç balık aramamış, ama çocukluğunda epey balık avlamıştı. Sınırlı sayıda ve sadece Ege Denizi’nde bulunan, milletçe en az tüketilen, balıksız kıyıların yalnız balıklarını: Isparoz, Sarpa, Kaya Balığı, Vatoz… Dip yosunu, terlik, cam şişe. Kefal, Levrek ve Zargana gibi dip ve yüzey balıklarını doktor ancak düşlerinde tutabilmişi ya da bazılarında deniz birkaç kilometre birden çekildiğinde elleriyle yakaladığı olmuştu.

(İkinci Yaşamın Adası)

12.

Sevgilim

Bu mektubu sana yazarken uzun koltukta uyuyorsun. Seni yatak odamıza götürmek için kollarımı vücuduna doladığımda kokuna dayanamayıp ben de uykuna ve tenine girmek isteyeceğimden çok zor tutuyorum kendimi.
Çalışmalıyım. Hem de çok. Ve bu eğer dünyanın en şanslı işiyse sadece bu ortamda gerçekleşebilir. Senin çok yakınında. Odanın havasında bütün hallerimiz, buharımız ve kokularımız karışmışken; biz, bizi soluyorken.
"Kötülük"ü bitirmeliyim. Hele ki ilham gelmişken. O bizim ıssız adamız olacak. Orada mutluyken kaybolmuş olacağımız ve bulunmayı hiç istemeyeceğiz.

Seninle Hayat şehrinin Mutluluk semtinden ortak bir ev tuttuğumuzda sokağa ismi henüz verilmemişti ve yapılan şehir planı detaylarında Gitmek'e yer yoktu. Gizli haritalar bulundurmama için birbirimize söz vermemiştik; yeter ki sen ve ben nerede olduğumuzu bilebilelim sürekli.
Gizemli konuşmalarımdan hiç hoşlanmıyorsun biliyorum. Bunun nedeni sana anlatamayacağım kadar ilgisiz çünkü bizim için. Savrulmalar yaşıyorum konuşurken, birşeyler anlatırken. Yazma sebebimse hatırlayabilmek. Bazen yazmayı bırakınca bellek yitimine uğrayacağımdan çok korkuyorum. Ve yazdığım her şeyi saklıyorum. Onları okuduğumda geçmişimden bazı sahnelere yerleştirdiğim gizemli ifadelerin, açıklamaların anlaşılmayacağı korkusu beni ele geçiriyor.

(Kötülük)

13.

Ama dostum biliyor musun oralarda Tanrı yok. Kötülüğün gerçek anası Tanrı Kuzeybatı’da. Burada eğleniyor. Sizin oralara ise özgürlüğü göndermiş, yokluğuyla oyalanın diye.
Hiç Kuzeybatı’ya gelmemiş olmak seni kızdırmaz, ama öfkeni keskinleştirirdi hatırlıyorum. Seni zeki bulurdum, ama daha çok da açıksözlü bir heriftin.
Ya dostum. Bıktım artık buralarda yalnız başıma dolaşmaktan. Kuzeybatı'da şiir bile yazamıyorum. Şıp diye âşık olamıyorum. Kendime üzülmeyi bile bıraktım durduk yerde. Değmeyeceğini düşünmüyorum ama birçok şehirden ve kasabadan daha zor burada kelimeler bulabilmek, bir dilin olduğunu hatırlayabilmek. Şehrin dili daha çok ağır basıyor ve gece gündüz dilsiz dolaşıyorsun. Bunlara bir de sağırları, körleri eklersen, özgürlüğün neden Doğu’nun dağlarında gezindiğini daha iyi anlarsın. Kısacası senin adın özgürlükse ben de yoksulluk olmalıyım. Hani derdik ya aslında yoksulluk, açlık ve işsizlik yoktur; hepsi birer ekonomik modeldir," diye ekonomi derslerinde. İktisat dersini emekli olmuş ya da hâlâ muvazzaf albaylardan almak ne trajikomikti hatırlasana. Birisi hatta bir sınıf arkadaşımızın babasıydı ve 1960 ihtilalinde devrimci bir harbiye öğrencisiydi. Galiba yeni mezundu ve bütün sınıfını kıtaya sürmüşlerdi Harp Okulu ihtilal içinde ihtilal yaptığı için.
Sen şu an neredesin kimbilir neler yapıyorsun?

(Kuzeybatı)

14.

1/1

Saniyenin kendisi kadar sürede pencerenin üst çizgisinden yere doğru düşen yağmur damlalarını izliyorum. Pencere önüne geldiklerinde kardeş gibiler, ama yere çarparken soydaşlara ayrılıyorlar ve daha küçük damlalarla çevreye yayılırken bilinçlerini kaybediyorlar.
Sulanmış bilinçlerin büyük toplantısı olan sokak su birikintilerinin, yağmurun hızlanmasıyla birlikte sele dönüşmesini izliyorum.

Saniyenin kendisi kadar süreyi bana açıklamalısın: En düşük enerji seviyesindeki Sezyum-133 atomunun (133 Cs atom çekirdeği) iki hyperfine seviye arasındaki geçiş radyasyonunun 9.192.631.770 perioduna karşılık gelen süredir.

Dur. O kadar gitme. Nereden geldiğini bilmek istemiyorum. Nereye gittiğini bilmek istiyorum sadece.

Obtüratör fotoğraf filmine düşürülecek ışık miktarını ayarlamada 2 değişkenden biridir. Diyafram ve obtüratör fotoğrafta iki temel ayardır. Diyafram, makineye giren ışık ışınlarının geçtiği dairenin çapını belirtirken, obtüratör hızı ise filmin ışığa ne kadar süre maruz kalacağını belirler. İki değerin birlikte ayarlanarak film üzerine ışığın istenilen düzeyde düşürülmesine pozlama denir. Obtüratör hızına aynı zamanda perde hızı, shutter speed, enstantane de denilmektedir.
Obtüratör film üzerine düşme süresini belirleyen mekanik bir sistemdir. Bu süreler çoğunlukla saniyelerin birimleri kadardır. Örneğin 1/1, 1 / 2, 1 / 4, 1/8, 1/15, 1/30, 1/6 0, 1/125, 1/25 0, 1 /5 0 0, 1/1000 gibi.1/1 de perdenin açılıp kapandığını gözle görebilirken 1/1000’de gözle görülemeyecek kadar kısa sürede perde açılıp kapanır. Objektifler arası ve perdeli olmak üzere iki tip obtüratör sistemi vardır. Obtüratörün iki fonksiyonu vardır. 1) Işık miktarını saptamak, 2) Hareketi saptamak.

(Vamos)


15.

Yıl 1654.
Gururlu vahşi hayvanlar ve onurlu medeni insanlar bir anlaşma yaptılar.
O güne kadar insanların bölgelerinde yaşayana, soylarından ve gururlarından uzaklaşan hayvanlar affedilecek, hayvanlar dünyasına dönmelerine izin verilecekti.
Aynı şekilde vahşi hayvanlar arasında yaşayana insanlar da aynı aftan yararlanarak insanların arasına katılacaktı.
Her şey buraya kadar iyiydi. Ama insanlar arasında yaşayan hayvanlar ve hayvanların bölgesinde insanlardan uzakta yalnız yaşayan insanlar bir araya gelerek üçüncü bir bölge yarattılar ve buraya İNSHAYYA ve HAYVİNSANYA (Humanimal-Animan) dendi. İki isimli olmasının nedeni, en az kendi soylarıyla yaşamaya başlayan hayvanlar ve insanlar kadar gururlu olduklarını kanıtlamaktı. Bunun yolu da eşti olmaktan geçiyordu.

(Hayvanlar ve İnsanlar)


(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

10 Ağustos 2017 Perşembe

50 Alıntıda Hayat Ağacım 2

(İstanbul)

6.

Dünyanın kuzeyinden güneyine inildikçe şehirlerin yaşama süreleri artıyor. Bir şehir için geçen bir gündeki 24 saat gerçekten de 24 saat midir? Stockholm’da, Bükreş’te ya da Paris’te bu 24 saatken İstanbul’a gelindiğinde süre yetmez bir güne. Zaman uzamasa da süreyi algılamamız uzar ve İstanbul güneye inildikçe uzun günlere kavuşan şehirlerden birisi oluverir.
İstanbul’da zaman uzadıkça onu sadece kendi adıyla düşünmem zorlaşıyor. Bu yüzden İstanbul’u düşündükçe beş kelimeyi daha düşünüyorum: Kalabalık, Gece, Lunapark, Boşluk, Heryer.
İstanbul için “Kalabalık” kelimesini düşünüyorum. Bu kelime beni korkutmuyor. İstanbul’da insanlar çoğaldıkça kalabalık sanki azalıyor. İnsanlar birbirine benzedikçe, aynı amaçlar ve kaygılar için bir araya toplandıkça yaşamsal nitelikleri sıradanlaşıyor ve şişman bir vücuda dönüştürüyor şehrin kentsel dokusunu. İstanbul nüfusu sayıca arttıkça aldığımız nefesin niteliği kötüleşiyor, seslerimiz daha kaygılı ve keyifsiz çıkmaya başlıyor ve kalabalıklarda bulduğumuz şen şakrak hava kirlenerek kayboluyor.
İstanbul için “Gece” kelimesini düşünüyorum.

(İstanbul için Beş Kelime)

7.

Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını  hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.

(İstanbul'un Gece Yakası)

8.

AÇIKLAMA

Bu mektuplardan neyi anlıyoruz?
Şehir nasıl bir canavardır ve kimleri öğütür neleri büyütürken?
Kaç kişi bu şehirden alacaklarını tahsil etmeden göçüp gitti, kayıp bir halde kendi hayatında?
Şehirden öç alınır mı? Ya güç?
Bir insan gibi hissettiğimiz zamanlarda şehir dile gelir… Onu unutursak dize gelir…
Bir şehre nenen gideriz, neden orada yaşamaya çalışırız?
Unutmak için mi? Hatırlamak için mi? Yaşadığımızı hatırlamak ve öleceğimizi unutmak için mi?
Şehirlerde her şey ölümsüz dayanıklılık için yapılmıştır. Doğaya başkaldırı vardır. Suya, toprağa, güneşe ve havaya karşı sağlam olmak zorundadır şehir. En değerli, en kutsal, en büyük, en iyi, en güzel, kusursuz…

(İstanbul Mektupları)

9.

İstanbul Beyoğlu’nda vaktiyle henüz yanmamış Çiçek Pasajı’nın arkalarında küçük bir lokantası vardı Selim Kül’ün. Siyah paspaslar ve koyu renkli Acem halılarıyla ‘Mêtr’, istisnai bir hava vermişti lokantasına. En az yemekleri kadar... Geceleri ise onun Boğaz kıyısında pahalı bir restoranda serbest çalıştığını duyuyordum. Lokantasında arada sırada yediğim öğle yemekleri sırasında da hiç görmemiştim onu. Ta ki o lüks Boğaz restoranında verilen bir akşam yemeğinde, yanlışlık sonucu bayanlar tuvaleti yerine mutfağa dalıncaya kadar.
Selim Kül, ‘şedövr’ünün üzerine karabiber serpiyordu, içeri girdiğimde. Üzerimde kırmızı bir elbise vardı, ama yarı-karanlıkta sanırım vişne çürüğü bir renk alıyordu giysim.
Kepini çıkardıktan sonra sarı, uzun saçlarını geriye doğru atarak, özgün tariflerine uygun bir şekilde hazırladığı özel yemeği şöyle bir kokladı ve karabiber değirmenini kolundan son bir kez daha çevirerek raftaki yerine kaldırdı.
Bense, şaşkınlıktan tuvaletimin geldiğini, kasıklarımın zonklamasını bile unutmuştum. Karşımda en az, ünlü tarifleri kadar güzel bir adam duruyordu. Aşçı değil, bir beyaz aşçı kepinin altına saklanmış bir prensti bu.


10.

İstanbul’a döndüğümde yanımda bir de küçük kitap vardı: Kadın Vücudunun Bende Olmayan Tarafları. 10 şehirde rastladığım kadınları beşer sayfada anlattığım bir not defteri tıka basa kadın yüzleriyle dolmuştu. Kuzeylisinden, Beyaz Rus’una, Bröton’undan İspanyol’una, sıcak İtalyan’ından Doğu Akdenizlisine kadar tam 10 kadını anlatmıştım. Onların vücutlarında olup bende olmayan “tarafların” bir yara olarak vücudumda açılmasından söz etmem kafaları karıştırıyordu gerçi ama bu yaraların kapanması için kadın tükürüğü ve öpücüğü gerektiğini belirtmem bir anlamda okuyanlar için teselli olmuştu.
İddiasız bir yayınevinden çıkan K.V.O.T tam anlamıyla bir patlama etkisi yarattı. Kısa sürede ciddi anlamda değerli bir yayın hakkı elime geçti; gerçi ancak bir daire parasıydı ama ben düzgün bir oteli tercih etmiştim. Kitaba gösterilen büyük ilgi KVOT’den sonra KRBT’yi yazmamı gerektirmişti. (Kadın Ruhunun Bende Bulunmayan Tarafları) Yayınevi benden çok daha para kazanmıştı şüphesiz, ama ben onların şansı olarak adlandırdığım bu küçük şöhret durumunu abartmıyor, sadece kazandığım paraya bakıyordum. Üstelik altyapımı hiç de konuşturmamış, sadece dostum sayesinde gezdiğim dünya başkentlerindeki kadınları anlatmıştım, bulabildiğim en basit ve sade dille.
Anlaşılırlık. Bu son büyük keşfimdi.



(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

50 Alıntıda Hayat Ağacım 1

18 Mart 2017 Cumartesi

Cervantes’in Buluşu





“Don Quijote, insan düşüncesinin en son ve en büyük sözü, insanın ifade edebileceği en acı ironidir.”

DOSTOYEVSKİ

Bir kahraman, bir seyis, bir at, bir sevgili ve bir hayali 500 senedir bu denli fiyakalı yapan nedir? Rönesans sonrasında başka aklın ve gerçekliğin övgücüleri olmak üzere 19. Yüzyıl romantiklerinin yenilmez idealizminden 20. yüzyılın melankolik varoluşçularının ondan “tekdüze yaşamın benlik arayışından ödün vermeyen vakur kahramanı” çıkarmalarına; daha felsefi okumalarda Sancho’yla birlikte, idealizmle materyalizmin diyalektiğini simgeleyişi yorumlarına; politik eğilimlilerinse bu anlatıda ütopyacı sosyalizmin ilk örneklerinden birini gördüklerini düşünmelerine kadar fiyaka inanılmaz derecede görkemli.
Bütün bunların üzerine Don Quijote’nin (don kihote) “bütün yüzyıllar içinde, sanatı sanatla, sanatın yaşamla ve sanatın insanla ilişkisini irdeleyen en baştan çıkarıcı anlatı olarak kabul” edilmesi var. Bütün bunlara bin sayfalık bu romanın “feodal düzenden merkantilist düzene geçişin örnek kitabı olarak sosyolojik ve tarihsel okumalara konu” olması, roman kahramanının deliliğinin psikolojik tahlil ve teşhislere tabi tutulması da dahil edilebilir.
Şimdi ve burada elimizdeki bu küçük ve kısa kitapta iki dev romancı, bir ünlü filozof, üç edebiyat ve sanat eleştirmeninin eleştiri, çözümleme, anlatı ve deneme bağlamındaki kendi metinlerinden yola çıkarak adeta Don Quijote’nin bu beş asırlık dev görkemine şapka çıkarmanın yanı sıra roman sanatının da aynı sürece tarihlenen evrimini gözler önüne seriyorlar. 
“Don Quijote ve Roman Sanatı” Carlos Fuentes, Michel Foucault, Yaşar Kemal, Adnan Binyazar, Feridun Andaç ve Raşel Rakella Asal’ın daha önce kitap ve edebiyat yayınlarından çıkan yazılarından oluşuyor. Kuşkusuz bu toplam giderek daha da uzatılabilir, akademik ve bilimsel ayrımlara, bölümlere tabi tutulabilirdi. Sanıyor ve inanıyoruz ki bu küçük yazı toplamı, gerek roman okumalarını düşüncelerle zenginleştirmeyi seçen kimi Don Quijote okuru ve gerekse onu romanın merkezi yapan anlayışı benimsemiş hem yeni hem de usta roman yazarları için de tam anlamıyla bir kılavuz. 
Roman kahramanıyla olan hispanik kökenleri, dil ve kültür bağları sebebiyle Carlos Fuentes, karşı reform döneminin İspanya’sı gibi Don Quijote’nin de iki ayrı suda dolaştığını ve iki ayrı dünyaya ait olduğunu belirtir. Fuentes’in bu Don Quijote romanını anlama kılavuzundaki gözalıcı denemesi onu 1987 yılında, İspanyol dilinde yazan yazarlara verilen en büyük ödül olan Cervantes Ödülü'ne değer bulunmasına kadar götüren bir yazın serüveninin de zenginliğinin göstergesi. “Don Quijote ve Roman Sanatı” kitabından anladığımız kadarıyla kitapta yazıları bulunmayan ama adına “donkişotizm” denilebilecek gönüllü bir eleştirinin haklı neferleri, hatta roman sanatı övgüsünün mimarları arasında şu ünlü adları da saymak mümkün ayrıca: Milan Kundera, Ortega Y Gasset, Vladimir Nabokov, Roger Garaudy.
Don Quijote, post-modernist kuram ve eleştirmenlerden de nasibini alarak fiyakasına fiyaka katmaktadır. Onlar için ya da onlar gibi düşünenler için kendisi bir okumanın da kahramanıdır. Fuentes, bu yaklaşımın neredeyse ilk izlerini bırakır: “Don Quijote okumadan gelir ve okumaya döner: Don Quijote okumanın elçisidir. Ve onda, girişimleri ve gerçek arasına giren gerçeklik değil okuma aracılığıyla tanıdığı büyücülerdir araya girenlerdir.” 
Kitapta yer alan Yaşar Kemal, Adnan Binyazar ve Feridun Andaç eksenli üçlü yazı/alıntı izleğinin temeli, en az İspanyol kültürü gibi değişik, farklı ve kendine özgü değişimleri, trajedileri kendi içinde barındıran Türk kültürü ve dili edebiyat söylemlerinde Don Quijote 20. yüzyılda Türk romanının başlangıcının en temel cesaret ve girişim esinleyicilerinden birisi olduğu yargısına dayanmaktadır. Bu yanıyla Türk edebiyatında, bu Cervantes buluşunun etkisi önümüzdeki yıllarda daha çok açıklanmaya ve irdelenmeye gereksinme duymaktadır.

9 Eylül 2014 Salı

Genç bir yazara öğütler 2


– YENİ YAZARLAR NASIL KURTULUR? olsun mu adı yazının sevgili genç yazar arkadaşım. Siz tavsiye değil tadilat kuşağısınız yani siz onaracaksınız her şeyi.
– Maalesef…

– Neden mi böyle düşündüm? Enkazın dibindesiniz de ondan; ve ellerindeki morluklar yumruk değil moloz parçaları
– Sanki her yerden yumruk yiyorum şu an.

– Bugünlerde kendini öğrenci sanan yazarı uyandırmam gerekiyor… Bunun için bir şeyler hatırlamalıyım. Ben hala 23 yaşında Pipo&Sakal Yayınları’na öykü dosyasını gönderip olumlu haber bekleyen o genç yazarı yaşatıyorum içimde. Red mektubu gelmiş olsa da onu açmamış mesajı almamış gibi yapıyorum… Bekliyorum belki hala benim için bile, iyi ve güzel olduğunu hissettiğim bir dünya ve orada benim okurlarıma da sıra gelecek.
– Red mektubu gerçekten de aldınız mı?

– Red mektubu almış da olsam o tümden bir red değildi. Yaptığım işin, yani yazarlığın öğretilebilir bir şey olduğunu kimsenin düşünmediği bir zamandı. Kimse talebe ya da hoca değildi. Ortada ciddi bir sınav endişesi de yoktu. Doğrular ve yanlışlar da…
– Demek o kadar az sayıda kişi yazıyordu…

– Haklı olabilirsin. Adaylar çoğalınca mı bilgi aranılan bir kriter olur? Bunu böyle düşünmemiştim… Az olduğumuzu düşünmüyorum. Belki toplandığımız, seyrettiğimiz ve görüldüğümüz yerler azdı. Azlık bir kriterdi. Az bulunan şeylerde yer almanın iyi olduğu düşünülüyordu.
– Az kişinin yaptığı şeyi yapmam gurur verici olmalı…

– Yapanlardan çok kalanlar üzerine düşünmeyi tercih ediyorum burada genç arkadaşım. Kalanların başka bir dilde yazdıklarını da açıkça söylemek gerekiyor şimdi, büyük bir itiraf gibi. Geleceğin dilidir bu. Her dilde bulunan bir zaman kipinden çok bir dilbilgisi ve sözdizini karışımıdır. Öncelikle bunu anlamalısın.
– O dili öğrenmek isterdim, ama nedense öğrenme yerine anlamayı tercih ettiğinizi düşündürmeyi seviyorsunuz.

– Yazarlar bir tek o dilde yazarlar. Söylemek istediğim bu.
– Çok masalsı geldi şimdi bana. O dili bulmalıyım sanki, bunu anlıyorum. Ya da bende o dil ya var ya yoktur’u… Hiçbir seçimimin kar etmeyeceği bir durum sözkonusu.

– O dilin nereden eseceğini, yağacağını, duracağını bilmemiz zor görünüyor. Ateş, su, toprak, hava ya da sıvı katı gaz halinde de bulunabilir.
– Doğa demek istiyorsunuz.

– Demek istemiyorum, diyorum.
– Yani ben yaşamaya devam edeyim o gelir beni bulur, bunun gibi bir tevekkül hali… Anlamaya başlıyorum galiba.

– Ben asla bunu demek istemedim. Aramakla beklemekle bulunabilecek bir yer ya da bir formül etrafında döndükçe zaman kaybediyoruz. Belki de en anlamlı cevap şimdilik bu. Keza yazar terennümleri, kitap adları, bilgelik sözleri bunlar da bizi daima uzaklara fırlatan şeyler… Sakınmalı mı uzak mı durmalı, bu daha çok onların sende bulduğu çekimlere dair konular. Çekim alanlarına girmeye hazırsan girersin. Şu an hala bir açıklama yapmış bir şey göstermiş gibi görünmekten son derece korkuyorum. Gençlik iksiri mi zehiri mi demeli bilemiyorum….
– Genç yazarların işi zor diyorsunuz. Bunu anlıyorum.

– Merak ettiğim bundan sonra ne yapacaksın?
– Bu andan sonra… Hmmm… Bilmem ne yapmalı… Sanırım daha çok soru sormaya çalışacağım. Altın aradığımı fark etmeme yol açtınız ya da bunun dışında bir şey yaptığıma. Yazma eyleminin bir alegori yazınınsa bir metafor olduğunu bilmek, sadece bunun doğru olduğunu bilmek beni çok rahatlatırdı. Sanırım önümde birçok yol ve seçenek var. Ne yaptığımı, yaptığımın ne olduğunu sormak onları anlamama, bilmeme yol açmıyor ve sanıyorum ki yazdıkça sorular daha da cevapsız kalıyor. Bu karmaşıklığı sevmem gerekiyor bir yandan da. Öte yandan doğru yolda olduğumu birisi neden söylemesin bunu anlamakta zorlanıyorum ve neden bu yolda gitmenin bir anahtarı ve geçerli bir nedeni olmasın? Çok mu zor?

– Genç arkadaşım şunu bil ki bu yaşlı kalem, birkaç beylik yazar, kitap, akım ya da yöntem adı söyleyip karanlıkta bırakmaya devam etmekten daha çok önemsiyor seni. Seni tanımıyorum ve bu da en büyük nedenim. Sen yabancı kaldıkça daha çok özgürleşeceksin ve belki de yansıtman gereken en büyük güneş ışığı da bu olmalı. Özgürleş genç yazar arkadaşım, artacak, artakalacaksın…
* Meraklısı için Genç Bir Yazara Öğütler  1

9 Aralık 2011 Cuma

“Gece’nin Başlangıcı” için kara notlar…



“Gece’nin Başlangıcı” için kara notlar…


Kâbusun bitti, ama Gece’n başladı.
Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk’unun Türkçe çevirisini eline aldığım zamana kadar, bu roman senin için bir hayaletti. Hayaletler asla bu dünyaya gelmezler, ama “Voyage” en sonunda geldi ve senin dilimde okunuyor…
Voyage artık Gece’ye terfi etti ve büyük kâbusun şimdilik bitti. Çünkü o ilkgençliğinin daima “elimden attığın” kitabiydi… Ne zaman okumaya yeniden başlasan içini büyük bir sıkıntı kaplıyor ve Gece’nin hayatını saran günahları, romanı elimden atmanla son buluyordu.
Türkçe çeviriyi bir yaz günü elime aldığında, Fransızca’sını okumaya çalıştığın yıllardan epeyi uzaklardasın. Yüzleşmekten hep kaçsan da harp okulu sıralarında, yurtseverliği yerden yere vuran, savaşın anlamsızlığını ifşa eden ve ölümü şeffaflaştıran metinleri sürekli olarak gizli gizli okumak zorunda olduğunu hatırlıyorsun. Bu çok zor bir deneyim. Çünkü on beş yıldan fazla bir zaman boyunca ordunun içindeydin ve onu ayakta tutan ilk ve son payandanın altını kazıyorsun, kafanın içinde. Topraktan büyük çiviler çıkıyordu, onlar da öğrenim ve eğitimini hayatının önüne dikilen büyük kara mizah duvarının öteki yüzünde -ki o yüzün adı “kahramanlık duvarı” bile olabilir en basitinden- şehit arkadaşlarının portrelerini tutuyordu. Üniformalı her portrenin altında şu yazıyordu: “Sen de olabilirdin bu portrenin çerçevenin içinde.”
Şimdi gece senin için yeniden başlıyor. Gecenin Sonuna Yolculuk konuştuğun ve yazdığın dilde. Kâbus çoğalmıyor, ama yayılıyor gece ve kelime olarak.
Gece’nin edebiyat tarihi içinde ayrı bir yeri olduğunu öğrenmiştin, okumadan önce. Daha yayınlanır yayınlanmaz, Céline’in daha ilk romanında kullandığı günlük konuşma dili büyük bir skandal yaratmıştı. Çünkü o zamanlar “ciddi” edebiyat çok gözdeydi. Céline’in dili herkesi şaşırtmış hem de paniğe yol açmıştı. Hiç kimse, bu ilk roman karşısında kullanacağı kelimeleri seçemiyordu. Tarifi ve tespiti imkânsızdı bu romanın.
Yıl 1932. Günlük konuşma dilinin edebi eserlerde kullanıldığına çok az tanık olunuyordu. Üstelik, romanın anlatıcısı kullanıyordu bu dili. Genellikle alışılmış olan, gündelik konuşma kokan diyaloglardı. Céline feci çarpmıştı. Ama adamakıllı çalışmıştı bu romanı yazmak için.
İki büyük parçadan oluşuyordu Gecenin Sonuna Yolculuk. İlkinde, romanın kahramanı ve anlatıcısı Bardamu kayboluyor, ikinci bölümde ise kendini Paris’te tıp kariyeri içinde buluyordu. Céline, Bardamu’nün “kaybolduğu” zamanları anlatırken kendi askerlik ve tıp deneyimlerinden yola çıkmıştı. Bu deneyimler ona özgü bir üslubu yaratmış ve Gece’nin bir başyapıt olmasını sağlamıştı.
Bardamu. Tuhaf bir isim. Büyük ihtimalle Céline’in kendi üslubunun bir yaratığı. Bir askeri geçit töreni sonrasında orduya yazılan Bardamu, 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nda “dökülen kanlar” adı verilen saçmalığı gördü. Yaralandı ve çeşitli hastanelerde yattı. Savaşta şunu gördü: Siviller ve hekimler bu savaşa hiç de yabancı değiller. Üstelik, savaşın acımasızlığını daha da ağırlaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Askeri geçitlerde  -hatırlarsın- senin de için cız ederdi. O boyalı tanklar ve plastiktenmiş gibi görünen tanklar... Sonra hepsinin içine girdin. Boyalar ruhuna bulaştı ve haki plastik deri'n oldu.
Ne zamandır ruhunu kaşıyorsun, plastik parmaklarınla organik şeyler karalamaya çalışıyorsun; ayak tabanların, nereye adım atsan bir kara mayınına çarpıyor. Mayın patlıyor, bin parçaya bölünüyorsun, ama içinde bulunduğun sistem sana tek başına olduğunu söylüyor.
Sen de bir Bardamu'sün. O Bombola-Bragamance sömürgesine ticari sayman olarak gittiğinde bile savaşın sömürge halini gördü. Savaşın saçma hiyerarşisi "heryerde"ydi ve insanları, hayatları kavurmaya devam ediyordu.
Sonra ABD. Göçmen büroları. Yoksulluklar. Ford'da işçilik. Lola. Fahişe Molly. Sonra Fransa'ya dönüş.

*
Her roman biter. Ama Gece bitmiyor. O, romandan da öte bir şey. Herkesin onun şaşırtıcılığı ve şok ediciliğinden söz etmesi bu yüzden. Bitmeyeceğini herkes biliyor. Çünkü silahlar sussa da savaşlar bitmez. Silahların ve parçalanmış insan vücutlarının konuşması "savaş"ın sadece bir fasılasıdır.
Romanın sayılı sayfaları bittiğinde bir an, Gece'den sonra yazılmış bütün romanların "başka bir istikamete" doğru kaçış olduğu hissine kapılıyorsun. Düşen bir bombadan sonraki kaçış hali gibi bir şey bu. Gece'den sonra yazmak için, laf ebeliği yetmeyecek artık. Gecenin sonuna yolculuk ölümün ta kendisi değil mi?
1932'de biten 20. yüzyıldan sonra yazmak da Gece'den sonra yazmakla aynı şey.


6 Aralık 2011 Salı

Maria Metro


Maria Metro


AYNA, ANSİKLOPEDİ

“Uqbar’ın ortaya çıkışını bir aynayla bir ansiklopedinin bir araya gelmesine borçluyum.”
Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe

Pablo,
beni metronun girişinde bu ilk kez bırakışın ve bu anı, yani senin beni evime taşıyan anıtın kapısındaki bu anı ölümsüzleştirmek için bu günlüğü yazıyorum. Yoksa niyetim bu isimsiz gecede evime senden bir şeyler taşımak değil.
Bir gün, yine senin beni bıraktığın gibi, gecenin geç saatlerinde evime dönüyordum ve sisler içinde kalmış şehrin tek metrosunun herhangi bir istasyonunda trenden yeni inmiştim. Bu acayip metro ve metro durağı, bir köprünün altından geçiyordu ve yolcularını köprünün güneyde kalan ayaklarına en uzak kalan mesafede bırakıyordu. Artık tamamıyla arabalara, kamyon ve otobüslere terkedilmiş bu şehri kalbinden tam ikiye ayıran metro -tabii ki kurucusu ve ilk işletmeceleri olan büyükbabalarıma ismini o vermişti-  duraklarını şehrin alelade ve özensiz yerlerinde seçiyordu. Hatta daha da ileriye giden son işletmeciler -onlara lastik tekerlek düşmanları da denilebilirdi- her allahın günü metro duraklarını değiştirmekle övünür olmuşlardı. Bu şu anlama geliyordu: Her gece evime dönerken nerede ineceğimi artık bilemez olmuştum ve kesinlikle küfretmiyordum, bir arabamın olmayışına. Çünkü bu şehirde –adını unutacaksınız ama şehrin adına Uqbar diyelim hadi- insanlar gece ile gündüz gibi olmasa da yağlı-yağsız gibi bir ayrım içinde “metrolular” ve “asfaltçılar” olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Şehrin göğünü kaplayan bulut bulamacının içinde bu basit  ayrımın meyvelerinden başka hiçbir şey yoktu: Yüzlerce metrelik tanıtım afişleri, batık zeplinler, kırılmış stadyum ışıklandırma direkleri, havada yüzen bilboard’lar, dev balonlar, gökdelen atıkları ve agnostik ışık efektleri...
Bu bulamaç altında bunalan ve terleyen bir şehrin tam ortasında geçen bir metrodan sözetmek zamanı durdurmakla neredeyse eş anlamlıydı Pablo. Sen beni evime bırakırken durdurmayı istediğim zamanın bu şehir tarafından her gece çalındığını düşünebiliyor musun? Ben, evime ne kadar uzaklıkta olduğunu hiç bilemeyeceğim keyfi bir istasyonda inerken her gece, şehir de aynı düzensizlikte altımızdan kayıp gidiyor her allahın günü... Ama lastik tekerlekler üzerinde, ama tabanlarımıza kadar batmış olduğumuz kara asfaltların tıraşsız yüzünde, ama teknoloji küresinin hediyesi olan bulut bulamacının altında, oflaya puflaya...
Işıklar çekiliyor ve evimin kapısını açacak olan müjdeciyi arıyorum, bacaklarıma yapışmış eteğin gizli bir cebinde. Bu sıkıştırılmış plastik anahtar selül de yüksek efor altındaki vücut sıcaklığıma dayanamayıp erimiş olmalı ki yara izleriyle dolu sağ omzumla ve her zamanki inceliğimle (?)  kapıya yükleniyorum ve bir hırsız gibi giriyorum evime. Her gece kapımı çalmak yerine, bir şeyler çalmak üzere, bir hırsız gibi Pablo.
Hep aynı yara izleri, sağ omzumda; eriyen ve yeniden yaptırılan ama yine eriyen anahtarların yokluğunda evimi bana açan sağ omzumda hep aynı yara izleri... ve giderek moraran derinin altında giderek kısalan omuz kemiği. Anatomideki adı bilinmediği için böyle çağırıyorum onu... omuz kemiği! Her gece bana evimi açtıkça kısalan kemik!
Plastik-file bir pike altında gecenin içine giden uyku dehlizine dalarken, metro yoluna devam ediyor Pablo!
İki bacağımı ayırdım ve her biri 107 santimetre uzunluğundaki bacaklarımın kökleri kalçalarımda toplanmasına rağmen iki tren rayı gibi paralel duruyorlar ve dölyatağımdan kopup gelen bir tren, şehrin sessizliğini derinleştiriyor; çünkü bu sessizlik –çığlık çığlık kararan bu şehirde- sadece metroya ait; şehrin içinde kıvrılarak sonsuz bir turu tamamlamadan yolcularıyla birlikte kaybolan metroya... Metro iki bacağımı ayırırken, ya da ben iki bacağımı ayırdığımda metro yeni bir istasyon daha seçiyor şehrin dölyatağında. Yaklaştığım her istasyon sanki bir rüya ve evime en yakın istasyona geldiğimde uykudan sıçrayarak uyanıyorum.
- Eureka İstasyonu!
Tren sarsılarak yoluna devam ederken bacaklarım kapanıyor ama hiçbir ağrı yok. Içimde bir metro taşıyorum, ama gözyaşlarım bir damla bile olsun akmıyor. Trenin sarsılması da bir rüya ve uykumda bağırıyorum:
- Yeni Topraklar İstasyonu! Rakım sıfır!
Oysa bilen bilir: Hiçbir tren yeni topraklara gitmez. Bir uyku kadar yalancıymış bu metro.

*
 Kapı gürültüyle açıldığında, kapı altından atılmış bir zarf buluyorum yerde. Zarfın içinde adıma düzenlenmiş bir fatura, bir reçete ve bir mektup. Mektup, Mateo Kolomb imzalı. Mateo benim eskiden tanıdığım bir kadın hekimi. Önceki meslekleri hayli karanlık olan ilginç bir kişilik. “Amor Veneris” adında hoş bir roman yazdığını biliyorum sadece. Bunlar dışında muayene için aldığım son randevuyu hatırlıyorum. Ama aradan aylar geçmiş ve tedavimin sonuç ve masraflarını bana bildiren bu zarfın içinde en az Mateo’nun geçmişi kadar karanlık bir mektup var.

“Sevgili Maria Metro,
Tetkikleriniz sonucunda kasıklarınızdaki ağrılar ve vajina içi ve dışında gelişen yaralarınız için ekteki reçeteyi size sunuyorum. Sonuçların bu kadar gecikmesinin bir nedeni de alınan örneklerin tahlillere anlaşılamayan nedenlerle geç yanıt vermesidir. Bana daha önce sözünü etmiş olduğunuz ve ısrarla okumamı salık verdiğiniz “Anatomist” isimli kitabı okudum. Bütün bilimsel dayanaklara göre söyleyebilirim ki ağrı ve yaralarınızın bu kitapta yazanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Ama sanki şu alıntı, şüpheci ruhlara dinginlik verici nitelikte, ne dersiniz?
‘Bazı metafizikçiler ve anatomistler ruhun, kadın bedeninin hangi bölgesinde bulunabileceğini araştırmışlardır. Ben size ruhun bedende bulunmadığını söylüyorum, ruh bedenin etrafında bir melek gibi kanat çırpmaktadır. Kadınlara gelince, onlarda da erkeklerinkine benzer bir ruh arayacak olursanız, onu ancak şeytanın evi olan kadın bedeninin içinde bulabilirsiniz. Evet şeytanın evi kadın bedeninin içinde, tam olarak da size şimdi sözünü edeceğim organın bulunduğu yerdedir. Eğer bu organın işleyişini açıklayabilirsek, en sonunda kadınların anlaşılmaz davranışlarının nedenini açıklamayı da başarabiliriz.’
Bu ansiklopedik sözlerin, ruhunuza tutulmuş bir ayna olmasını diliyorum Maria. Sevgiler.

Mateo Kolomb.”

(to be continued)

23 Kasım 2011 Çarşamba

BEN BİR HALT ETTİM

Ben Bir Halt Ettim

HALİL GÖKHAN

Ben bir halt ettim. Romanlarımın birisinde yazmış olduğum bir bölümün kadınlar açısından haksızlık içerdiğine karar verdim, ama sonradan gelişen durumun bu konuyla hiç ilgisi yoktu. Bu durum bir keşiften ibaretti.Keşfettiğim ise şuydu: Kitaplarımın adında veya içlerinde hep kadın ve erkek kahramanlar karşı karşıya geliyordu.
Kişisel sanat öğrenimlerim; ait olduğum, kabul gördüğüm ve reddedildiğim ama ait olmak istediğim her kurum ve alanda kahramanlar erkek veya kadın olarak adlandırılmıyordu. Oradaki kahramanlar felsefi, siyasi ya da sanatsal bilinçlerine göre sınıflara ayrılıyor, onların bir parçası olarak kendilerini temsil ediyorlardı. Cinsiyetleri de ancak evlendiklerinde ya da kaçamaklarında ortaya çıkıyordu. Olmadı, sosyal bir gerçeği açığa vurmak için bu kahramanların cinsiyetlerini trajik olarak yaşadıkları bir sosyal çıkmazda onları erkek ya da kadın olarak görebiliyorduk.
Ben bir halt edip yazdığım dört romanda da kahramanları saf olarak cinsiyetleriyle kullandım. Hem de az önce sıraladığım aidiyetlerimin beni bir gün yargılayacaklarını bir an bile düşünmeden.
Kitaplarda erkekler ve kadınlar neden oldukları gibi kahraman olarak yer almazlar?
Bu sorunun cevabını o aydınlanma günümden bu yana düşünüyorum. Kahramanlarımı geriye alacak bir halim yok. Kitaplarımı silemem, yok edemem yakamam; kaldı ki binlerce okurun hafızasından nasıl sileyim. Şuna eminim ki biz yazarlar olarak, kahramanlarımızı sırf düşüncelerimizi kanıtlamak uğruna çok fazla şişiriyoruz. Oysa ki bir kadın kadın olarak bir erkek de erkek olarak sosyal hayatta vardır ve bu kişiliklerin kendilerini tek başlarına temsil etme yetenekleri bulunmaktadır. Ben, 30 yaşımdan sonra taşındığım İstanbul’da, belki de büyük şehrin etkisiyle yazdığım dört romanda farkında olmadan, bütün klasik yazarlık özelliklerime rağmen kadın ile erkeği kahraman olarak kullandım. Ve ayrıca bu dört kitabın sadece bir tanesi aşk romanıydı. Yani demek istediğim, bütün kültür ürünlerinin son derece kolaycı olarak başvurduğu “kadın ile erkek arasındaki en güçlü fenomenin aşk olduğu” klişesine de kapılmadan bunu yaptım.
Romanlarımda yine halt edip erkek bir yazar olarak kadınlara çok fena baktığım söylenebilir. Bütün bu yazdıklarımın romanlarımın çok satmamasıyla da ilgisi yok, yani kendimi kimseye tanıtmak niyetinde değilim.Üstelik bilenler bilir, siz yazınca dünyanın en etkili işini yaparsınız; doğaüstü bir şekilde yazdıklarınız zamanca bir kalıcılık, devamlılık niteliği kazanır ve ölümsüzlüğe adım atarsınız. Hadi bir sır daha vereyim: Şunu ya da bunu yazmanız dışında, yeter ki ölümsüz olun, çok satıp satmamanızın pek önemi yoktur artık.
Şimdi bu keşfimin bazı detaylarını vermek istiyorum: Sadece kendi kimliğiyle bir romanın başından sonuna kadar ritmi düşürmeden varolabilen kadın kahramanlarıma yaratıcılığımın en sıradan düzeyiyle müdahale ettiğim bir gerçekti. Yani onları sadece kadın olmalarıyla var ettim. Tek meseleleri ve varoluşları kendileri olmaktı. Çünkü şuna inanıyordum: Bugünkü dünyamızın ve insanlığın bulunduğu son durumu erkek ile kadının çatışmasına/birleşmesine borçluyuz. Hayattan teknolojiye, sanattan nükleer santrallere kadar kadın ile erkek alt veya üst planda bir yerde birbirleriyle mücadele etmektedir. Uygarlık ile ilkellik arasındaki tercihi cinsiyetlerimizin dilini kullanarak yaptık ve uygarlığı seçtik. İlaç sanayinden psikiyatriye kadar birçok insani disiplinin insana “hasta muamelesi” yapmasıyla sanattan edebiyata kadar da yaratıcı düşüncelerin erkek ile kadını aseksüel bir kahraman çantasına tıkıştırmaya çalışması arasında hiçbir fark yok bence.
Ben bir halt ettim. Uyandım. Artık daha sessiz ve yalnızım.