zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2022 Pazartesi

2023 için İyi Dilekler



Gelecek zamanı düşünmek, hayatın en önde gelen kurgusudur. Ve umutlar da kurgunun kurdu... Ne yapacağım? Nasıl yapacağım? Kiminle, neden ve nerede? Bütün bunları 2023 adına cevaplamak için az bir zaman kaldı derken  2023’a giriyoruz bile...

2023 nasıl bir yıl olacak? Ece Ajandası şimdiden buna karar verdi bile: 365 gün ve 6 saat. Günler soldan sağa doğru ilerleyecek. Siyah sade bir kapak. Babıâli Caddesi no. 111 bizim Greenwich’imizdi. Artık Ece Ajandası Karaköy'e taşındı. Her eylül ayında yeni yılın günleri orada çoktan üretilmiş ve bir ajandanın içine paketlenmiş olur. Ve sıra onu almaya geldiğinde iki adım gerilersiniz. 2022 daha bitmedi ki. Bölme ve çıkarma işlemleri yüzünden her şeyin en tatlı ikinci yarısını “bitecek” endişesi içinde yaşarız. Ve 2. yarılar hep güme gider. Bir şey bitmeden yenisini elimize alırız. Bugün bitmeden yarın başlar. Gelecek geri düşer. Bugün ileri fırlar. Kucaklaşırlar.
Az sonra  2023 üzerine bazı dilekleri okuyacaksınız. Yazanın hafızası ve gelecek duygusunda hiçbir arıza yok. Bozukluk zamanın kendisinde. Zaman hiçbir yerde eşit, homojen ve adil geçmez. Bütün sorunumuz aslında budur. Bir yere ve zamana bağlı olarak yaptığımız her şeyde bilinmeyen bir bozukluk vardır.

Evlilik

2023'da  evlilik dileklerine girmeden 2022’nin evliliklerine, bu yıl içinde insanların dilek-gerçekleşme oranlarına ve istatistiklerine bakmayı aslında çok isterdim. Böyle bir enstitü kurulmadığı ve kurulamayacağı için orta karar şahsi gözlemlerime dayanmak ve istemeden de olsa kuru sıkı atmak zorundayım. Mesela: “2022’de evlenmek, evlilik hayali kurmaktan daha kolaydı.” Nikah ve düğün salonları doldu taştı. Birinden ötekine savrulan davetlilerden biri olarak ben de bu hengâmeden kafamı kaldırıp kendi hayatıma bakamadım doğrusu. Evlenmeli miyim, evlenmeli miyiz hala bilmiyorum. Gözlemlerim sonucunda 2022'den destek alarak 2023 için bazı “evlilik paketleri” ortaya çıkardım.

Hiç evlenmemek

Mümkün. Daha çok evliliğin ne manaya geldiğini bilenler, o köprünün altından geçenler için... Ama başlığın olumsuzluğu sizi yanıltmasın. Kimileri futbol oynayamaz, ama top satın alabilir ve ayağıyla istediği kadar vurabilir. Evliliği de dar kriter ve önyargılardan, çevredeki gözler ve sözlerden soyutladıkça bu örnekte olduğu gibi daha rahat yaşanabilir her şey. Herkesin kendine göre bir çözümü, metodu olmalıdır. Değişmeyen sadece gelinlikler, damatlıklar, düğün listeleridir.

Düşük Yoğunluklu Flört

İsterseniz birlikte yaşama deyin. Çiftler ayrı oldukça ve durdukça platonik mekanizma devreye girer ve aşk yoğunlaşır, evliliğe doğru eğilim giderek artar. 2022’yi platonik engellerle geçiren çiftler için 2023 baharı çok uygun. Kapı eşiğinden her an birlikte, aynı yastığa doğru yönelebilirsiniz. Platon ruhundan uzak duranlar için birlikte yaşamanın sosyal formu olan evliliğin gerçek sınırları üzerine fikir tartışmalarında bulunmaları tavsiye edebilir. Zaten felsefe de en çok evlilikte bulunmaz mı?

Sürekli Önbalayı

Evlilik testlerine hiç inanmıyorum. Ölçülemeyen şeyleri ölçmenin adı test olmamalı. Bence test dışında üç soru yetebilir, niyet ve eğilimlerini anlamak için çiftin: Seni seviyorum, ama  bundan ne yapmak istiyorum? Seni biz için mi kendim için mi seviyorum? 10 yıl sonra gene seninle olmayı isteyecek miyim? Gene de kendimizi kandırmayalım... Bunlar sınav sorusu bile olsa bu sınavı vermek imkansız. Çünkü cevap anahtarı yok. Bu paket ise evliliğe doğru yürüyen ilişkiler için önemli bir haz durağı. İlgilenenler mutlaka denemeliler.

Seyahat

No man’s land

Türkçesi “kimsenin olmadığı-gitmediği yer”. Issız yer. Çorak ülke. Yani “bir yere gitmemek”... Seyahat etmekle bir yere gitmek arasındaki güçlü nüansı bu terim daha iyi anlatıyor aslında. Buradan 2023'te hiçbir yere gidilmemesini tavsiye ettiğimiz çıkarılmasın; işaret etmek istediğimiz sadece seyahat ve gitmek üzerine derin düşüncelere girmek. Genel turizm ve seyahat kalıpları gidilen destinasyonları paket turlara, otel ve eğlence yerlerine, gezi markalarına indirgeyebilir; ve de alternatif gezi kuruluşları da seyahati sadece bu indirgemelere karşı çıkmaya... Bu arada gitmeden yazılan gezi yazıları, masabaşında kültür egzersizleri, tekrarlanan konular, basmakalıp yorumlar ve sürekli coğrafya değiştiren trend’ler... Gittikleri, birkaç sezon kalıp üzerlerine çöktükleri yerleri bir başka trend uğruna hızla terk edip “no man’s land”e çeviren turizm politikalarını anlamak artık hiç zor değil. İddia ediyorum günün birinde bu sebepten yeryüzünde “gidilen” yer sayısı bilinen yer sayısından daha fazla olacak.

İstanbul’da Kalmak

2023'te İstanbul, Tükiye’nin 1/3'lük reel nüfusuna sahip olmasıyla en gözde destinasyonlardan biri olmayı sürdürecek. Ama bu üstünlük bir türlü İstanbul’a ironik olarak bakmamızı engellemiyor. Eminönü yarımadasına sıkıştırılmış, hatta hapsedilmiş yurtdışı turizm potansiyeliyle İstanbul dünyanın en beceriksiz turizm şehirlerinden. Bırakın markayı, gazoz kapağı bile olamıyor. Güzelim Boğaz kıyılarında milyarlarca dolar turizm geliri yurdum ekonomisini beklerken, sahiller Osmanlı ve Cumhuriyet döneminden kalma mirasyedilerin torunları ve çocukları tarafından mesken olarak zaptediliyor. Girişimcilik ruhunu uykuyla bağdaştıran ve atadan babaya rantiye geleneğine asla halel getirmeyen yeni kuşakların kulağına küpe olsun bu sözler. Ekonomik kalkınma mı? Bunu biraz da hepimizin aynı anda istemesi gerekmiyor mu? Aynı anda isteyin dedikse her şeyi aynı anda isteyin demiyoruz. Yoksa unutmayı ve bitmesini çok istediğimiz 2022 ekonomik krizinin gerçek sebebi başka nedir ki? Az iste öz iste...

Alacakaranlık Kuşağı Turları: Beyoğlu

Beyoğlu’na övgüler düzmek suya yazı yazmak gibidir. 365/24 bulanıktır suları. Ana cadde dışında (İstiklal) iç sokaklarda başka kentlerden ve kasabalardan parçalar yaşar. Canlı, derin ve uzun bir seyahat imkanı barındırır. Cenevizliler, Venedikliler, Levantenler, İtalyan, Fransız, Rumlar, Osmanlılar ve Musevilerin kurduğu bu tepelik semtte saatler asla aynı zamanı göstermez: Gitme vakti, kalkma vakti, bekleme vakti, unutma vakti, soğuma vakti... Olumsuz saatler. Olağanüstü yüzler kumpanyası. Seçilmişlerin mabedi... Sayıklama gibi görünse de Beyoğlu’nun hakkını en sonunda “şiirsel adalet” verecektir. Vermese de zaten sırada bizden daha koyu tenli ortadoğulu komşularımız bunun için hazır bekliyor olacaklardır ne zamandır.

Yemek

Evde

Mutfaklar giderek daha fonksiyonel hale geliyor. Geriye zaman kalıyor. Ne için? Daha iyi yemek yemek, eğlenmek için. Evde yemek yemek, beslenmenin kesilmemesi bakımından en riskli faktör. Ana ve ikinci yemeklerden artakalanlar buzdolabına konulduktan sonra mutfağın atıştırma definelerine iç gıcıklayıcı bir yolculuk. Ve bu yolculuğun sonunda sürekli kanalları değiştirilen bir TV. Kumanda adeta direksiyon, gaz pedalı ve fren gibi olmuş.
Kırmızı düğme ve ışık. TV kapanır. Midede bir kazınma. Saat geceyarısını geçmiş. Gündüzleri yeterli gıda alınmadığı için uyuyamayan vücudun gece bekçisi açlığın karanlık yüzüyle de ilgilenmesini buyuruyor.

Dışarda

Restoranlarda, pub’larda, cafe ve fast food lokantalarda yemek için geçirilen zamanlar. Acaba oralarda tam olarak yemek yiyor muyuz? Besleniyor muyuz? Beslenme içgüdüsünü bir endüstri olarak kovalıyor sanki bu çözümler. Adını saydığımız yemek mekanları da bu kovalamacaya evsahipliği yapıyor. Uygun lokanta seçimi... Günlük olarak pişirilen yemeklerin ya da hızlıca üretilen menülerin içinde bir sağa bir sola bakıp gene en çok sevilen -şüphesiz en az gastronomik ve sağlıklı olan- seçiliyor: Sosis tava, yoğurtlu İskender, su böreği, karides güveç, kalamar tava, tas kebabı, musakka ve daha neler neler... Siz gene de en iyi bildiğiniz esnaf lokantasından vazgeçmeyin. Sözüm yerleşik bekârlara elbette.

Davetler

Yetişmek ayrı bir dert. Ama herkes için. O yüzden sorun yaşanmıyor. Davetlerde yemekten daha çok kaçırılan ve tehlikeli olan içkiler... Normalden daha hızlı tüketilen alkollü sıvılar atıştırmalarla yeterince desteklenmediğinden ortaya amacını aşan bir yemek modeli çıkıyor. Ama her gece davet mi var? Arada bir kaçamak dünyanın ruhunda var.



28 Mart 2021 Pazar

Kitap Nedir? (Her Eğitimli Kadının Bu Cumhuriyete Borcu Vardır !)


Burayı sevdim birdenbire. Önünden geçerken aniden girivermiştim. Yağmur çiseliyordu. Ankara'daki bir arkadaşıma göre orada öğleye kadar kar yağmıştı ve bugünün de sürprizlerle dolu bir gün olduğunu bana söyledi.

Cesurca "Kahve" demişler kafenin adına. Çırağan Kahvesi. Girişteki fiyat listesi karatahtasına Dünya Kadınlar Günü sebebiyle yazıldığını tahmin ettiğim yazı henüz silinmemişti. Bir Türkan Saylan sözü: "(buraya çıkarken o yazıya yeniden bakılıp aynısı yazılacak)" *

Öğrencileri daha çok kafelerde seviyorum. Okullarda ve sokaklarda üzülüyorum onları görünce. Korunmasız ve çaresiz geliyorlar bana. Özellikle de bu Z Kuşağı.

Son zamanlarda çok kişinin kafasını şişirdim bu Y Kuşağı kitabıyla. Y Kuşağı kitabını (2012, Kafekültür Yayıncılık) yeniden basımına hazırlarken aslında bilgi ve yorum bakımından çok eskidiğini düşünürken yaklaşık bir haftamı, gecemi gündüzümü verdim. Kitaptan öğrendiklerimi ve şimdi anladıklarımı heyecanla herkesle sohbetler sırasında paylaşırken neden bu kitaptan hala piyasada başka olmadığını anladım. Akademi henüz sahiplenmemişti bu X, Y, Z kuşakları ayrımlarını. Ve dolayısıyla kitap medyası da alternatif seçeneklerine kavuşamamıştı. Ne diyordu skolastik felsefe düşünürü ve ilahiyatçı Thomas Aquinas  13. yüzyılda: Timeo Hominem Unius Libri, "Tek kitaplı insandan sakınırım". Evet Y Kuşağı'nın da tek kitaplısı zararlı bence. Tamam Thomas Aquinas bunu ilahi metinler için söylemiş olabilir, ama unutmamalı ki tartışılmamış her tek metin de biraz bu kapsama girer. Bir konuyu öğrenmek için en az 1, paylaşmak için en az 3 ve savunmak için de mutlaka 100 kitap okumak gerekir. Yoksa da yazmalıdır.

Çok kişi bana sorar: Kitap nedir? Kitabın ne olduğuna dair tek bir cevabım var: Kitap, onsuz ve, o daha yazılıp okunmadan hiçbir tartışmanın başlatılmaması gereken bir Söz'dür. Bir kitap bir adet bile basılabilir -ama kütüphanelerde yüzlerce kişi okuyabilir sırayla- ama bir kitap asla bir kişi için yazılamaz. Hele hele asla yazarı için değil.

Çırağan Kahvesi'ne ilk girdiğimde beni masa seçimine iten tek neden de son derece sevimli bir ev haliyle döşenmiş iki kitap rafı oldu. Ve hem o kitapları hem de Çırağan Caddesi'nin işlekliğini görebilecek en iyi masaya oturdum. İçerisi boş sayılırdı, öte yandan camlı bir eşikle ayrılan bahçe tıklım tıklım doldurulmuştu öğrenciler tarafından. Onlar ait özgürlük alanlarında (dumanlı hava sahası) çalışıyor sohbet ediyor ve sigara içiyorlardı. Birden oları çok sevdiğimi anladım. Homojen olarak bir aradalarken gençler çok tatlıdır, iyi ve sevimlidirler. Yetişkinlerin mahvettiği bir dünyada yaşamıyorlarmış gibi umut ve ışık saçarlar. İyi ki genç oldum, genç bir oğlum oldu ve gençleri çok seviyorum.

Onların en önemli güçleri mizahtır, şakadır. Her şeyi eleştirme hakları sadece gençlerin vardır; günün birinde de onları değiştirmek zorunda değildirler. Hiçbir şeyi eleştirmeden kabullenmiş şekilde yaşayanlara çok iyi bilinir ki yaşlı denir. Eleştiriyi hele hele özeleştiriyi kaybetmeden yaşayan da hiç yaşlanmaz. Gençlik tehlike altındadır hep. Kimse onları koruyamaz, kollayamaz; gençler bunu istemez asıl. İnsan türünün en zeki halidir gençlik, çünkü önyargı, kötü niyet yok saflık vardır. Varsın yetişkinler bunlara başka bir ad verip dursunlar. Kimse tüm değerlerini kaybetmiş, hiçbir şeyi savunmayan, her şeyi kabullenmiş ve işe yaramayan insanları asla yargılamamalıdır, çünkü yaşları kaç olursa olsun ihtiyardır onlar. Bunların tersini yapan ve olan kişilerse daima gençtir.

***

In solis sis tibi turba locis. (Tibullus)
Yalnızlıkta, kendinin evreni ol.

(Kafeblog 4)


Her Eğitimli Kadının Bu Cumhuriyete Borcu Vardır ! 

21 Şubat 2021 Pazar

Kafeblog 3: Depresyondakilere nasıl davranmamalıyız?


Bun satıyorum, alıyor musun?

Hiç de komik değil. Bu espriyi depresyondaki bir kişiye asla yapamazsın, çünkü o sırada dışarı çıkmaz, dünyayla insanlarla tüm ilişkisini kesmiştir. Ya da kulaklığını takmış melankolik şarkısını 88. kez dinliyordur. Ani değişimlere, günlük rutinlere o an tamamen kapalıdır. duymaz, görmez, bakmaz bile. Eğer sokaktaysa mutlaka bir zorunluluğu vardır ya da hızla kendi dünyasına doğru kaçarken görüyorsundur onu.

Bir gün bir kafede oturmuş çalışıyorum yine. Kulaklığımı sıkı sıkı örtmüşüm: Gün ışığı, her türlü ses asla giremiyor, işime odaklanmışım, ama aslında konu o sırada iş de değil beynimde; maddi manevi hiçbir kazançla çalışmadığıma kimseyi ikna etmek zorunda olmamamın verdiği rahatlıkla, yine evet yine sevdiğim işi sessizlik donanımlı yüksek volümlü kulaklarımın korumasında yaparken aslında içinden hiç çıkmak istemediğim bir duygu halini uzattıkça uzatırken yanımdaki masaya bir kadın oturdu. Makyajsızdı. Yaşı 20-60 arası mıydı kaç gösteriyordu anlaşılmıyordu bile. Yanlışlıkla uzaydan oraya düşmüş gibiydi. Kahvesini söyledi ya da ben hayal ettim, çünkü artık her yer self servis olmuş. Kadın ne içiyordu bakmıyordum bile; o an içinden çıktığım duygu halini yeniden yakalamak için kulaklıklarımı çıkarıp başlangıç konumuna almam gerekti zihnimi, zira o duygu hallerine hemen ulaşamazdım; bazı basamakları çıkmam gerekiyordu. Bunu not ediyorum, yazarım bir ara bu ritüeli, çünkü önemli.

Kadın bana baktı. Hayır. Ben bakmasını istedim. Kulaklıksız olduğumda yüz ifademin değiştiğini, gözlerimin ışıltısının söndüğünü iyi biliyorum. Kadına müzik dinlerken bakamazdım, çünkü özellikle kadınlar bakma ile görme arasındaki farkın zirveye tırmandığı o kulaklıklı parlak bakışları hemen anlar ve hiç önemsemezler. O an müzikteki boşluğa bakmam artık olanaksızdı, ama kadın o müzik parlaklığıyla dolu bakışlarla karşılaşmış gibi kafasını yana çevirdi, yani aslında bana baktı.

Sonra kalktı ve gitti. Ve ona ve kendime bir daha orada hiç rastlamadım. Aynaya bakmış gibi olma etkisiydi bu veya her kültürde farklı isimler alan şu meşhur ruh ikizini arama-bulma safsatasının bedenlenmiş haliydi belki de. Kadın depresyondaydı belli ki. O an ona doğanın vermiş olduğu tüm güzellikleri ve diğer canlıların bütün ilgilerini elinin tersiyle kenara itmişti, ama neden dışarı çıkmıştı? Bunu eminim kendisi de bilmiyordu. Benim herhangi bir ikizim olmadığı açıktı, çünkü o birkaç kare fotoğraf beynime kazınmış gibiydi adeta. O gün bir daha kulaklığım olmadan oturup çalıştığım mekân ve kafelerde kimseyle göz göze gelmemem gerektiğini anladım. Müziğin bakışlarıma verdiği derin parlaklık olmadan depresyondaki hiçbir kişiye aynaya bakmış hissi vermeye hakkım yoktu.

Depresyondakiler boşluğa bakmayı çok iyi tanırlar. Onlara herhangi bir şekilde davranmanın  bir yolu yordamı da yoktur. Yalnızlığı seçmiş birisini rahatsız etmekten daha büyük bir yalnızlık olabilir mi? En büyük anlamsız soru da onlara "Neyin var?" diye sormak ve ısrarla "Neden?" demektir.

Neden?
Sanki sen biliyorsun...






31 Aralık 2020 Perşembe

Yanlış Anlaşılan Yolculuk

     Michel Henricot : Voyageur V (1998) 


Zamanımızın gezginleri adına aşılırken yeniden hesaplanması gereken üç kavram daha var artık: Yön, mesafe ve zaman.

Yönün önceden belirlenmesi, mesafenin yeniden ölçülmesi (zihinsel bir topografyayla) ve zamanın yeniden tutulması (yazının saatiyle) edimlerinde zamanımız gezgininin daha rahat ve işinin daha kolay olduğu söylenebilir.

Jiroskobun uydu merkezli yön saptama cihazlarına dönüşmesi, insan eli taşıma gücünün sınırına kadar gidebilen metre kalıplarına lazerli ve küresel mesafe ölçme aygıtlarının yerleşmesi dünyanın geometrik anlamda küçülmesini sağlıyor.

Zamanın bütün dipnotlarını zorlayan zaman felsefelerinin günümüzde yüzeyde de belli bir sabitliğe erişmesi dünyanın zihinsel anlamda da küçülmesine yardımcı oluyor.

Kısalan gezi yolları yüzünden "yolculuk" kavramı eski anlamını yitiriyor. Gezi sayıları azaldıkça yolculuk kavramı daha da küçülüyor; küçüldükçe "okunmaz" oluyor. Yolculuklar bitince başlayan yolculuk yazıları da felsefi ayrıntılarda yaşama kalıbını seçiyor.

Yol'un, yön'ün ve zaman'ın fazladan mesafe tüketme ve zaman kaybının insani korkulara özgü estetiği yokolmak üzere. Çağdaş yolculuklarımızın düşüncelere, içsel dünyalara ve hayal gücüne yöneldiği bir zamanda gezi ve geçişte karşımıza çıkan pencerenin içinden yeni bir pencere çıktığına tanık oluyoruz.
Zamanımızın gezgini artık kozmik kuşkular ve ilgiler ışığında, berisinde yolcu ve koltuk barındırmayan bir pencerenin önünden, yön, mesafe ve zamanca ortaya çıkan bir estetik kaybının temsilcisidir.

Zamanımızın gezgini yönce daralmayı, mesafece kapanmayı ve zamanca eksilmeyi temsil ederken yön gerçekte değişmemekte (çünkü keşif ve fetih bilgileri korkunç bir biçimde tekrara uğramaktadır), mesafe açılmamakta ve zaman durmamaktadır.

Keşiflerin, fetihlerin, turların ve tıkanan ânın tekrarlı tükenişi, yönü, mesafeyi ve zamanı içe döndürmektedir. İçsel zamanda yapılan yolculuklarda yeni yön mutlak olarak eski yönlerin derinliğini ve yeni mesafelerin üzerinden yeniden uçuşu zorunlu kılacaktır.

Zamanımızın gezgini kaçınılmaz tekrar yolculuklarına çıkarken yanında yön, mesafe ve zaman araçları olarak artık ne götürmektedir? Yeryüzünün her yerinde inanılmaz bir biçimde eşzamanlı olarak eski ve yeni dünyaların mesafece çok yatkın bir komşulukta ve bunun da ötesinde iç içe yaşamalarını zamanımızın gezgini nasıl açıklamalıdır?

"Zamanımızın gezgininin nasıl biri olmalıdır?" cümlesinden kaçınmak ve onu bu sorulardan kurtarmak için gerçekten gerekli odaklamanın merkezine zamanımızın yolculuğunu almak gerekmektedir.

Zamanımız yolculuklarının güzergâhı artık çıkışgidişdönüş ekseninde değil sadece dönüş ekonomisinde gerçekleşmektedir. 1492'deki son fetihle ve yeni dünya tohumlarının atılmasıyla birlikte yeryüzündeki çıkış-gidiş düzeni bir tekrar eksenine oturmuştur. Hindistan'a ulaşma inancının temelinde bir yön kaybı yatmaktadır. Hindistan yönünün kaybedilmesi tuhaf bir şekilde yeryüzünün tam anlamıyla fethedilmesine yol açmıştır.

15. yüzyılda yeryüzüne egemen olan rastlantı ve yanlış anlama düzeni çağımızda hâlâ sürmektedir. Tek bir farkla: Rastlantıların hızı ve yönü değişmiş, dış dünya zihinselliğe ulaşmış, düşler dış dünyanın kurgusunu kurtarır olmuştur.

13 Haziran 2019 Perşembe

"Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse ölmek istemiyor."

Ölüm Orjisi


"Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse ölmek istemiyor."
(Bir kitap adından)



Hoş geldin ölüm. Nasıl geçti yolculuğun. Yönleri dışında aynı bedene doğru, ben sonuna sense belki de başına yol aldık ömür boyu. Şimdi  buradayız. Bundan sonra ne olacak? Yolculuk hep bu soruyla geçti. Bir de korkular: Nerede, nasıl, ne zaman?

Dün çok ünlü bir sanatçı öldü. Hepimiz bu cümleyi "o öldü" olarak tınıladık aynı anda. Korkunun tınısı kendi ses perdesini allegrodan andanteye doğru sürüklercesine uzaklaştırdı aklımızdan. Onun yerini adeta büyük kutlamaları andıran anmalar aldı. Korkular azalmıştı. Her ölümde bir beliren aynı korku sorularıyla başbaşa onun adını resimlerini çoğalttık durduk: Nerede, nasıl, ne zaman?

Bir hastane odasında.
Şuurunu kaybetti, kalbi durdu, sonra yeniden hayata döndü, ama kaybettik onu.
17 .... 20.. günü geceyarısını az geçe.

Burada, böylece, bu anda.

Ölçmeyi isteyebildiğimiz en kısa sürede, en kısa cümlelerle onu uğurlarken, bunun bir yolculuğa çıkış değil de yolun bitişi olduğunu elbette bildiğimizi sanıyoruz. Bir yandan da hala ölümün bir yolculuk olmasını umuyoruz. Daha görkemli, uzun, mümkünse sonsuz; zira bir daha korku ve kuşkularla dolu bir ömrü çekemeyecek kadar çok erkenden teslim olduk ölümün çaresizlik çekimine.

Ölüme ölüm demekten vazgeçebilirdik. Yoldan yolculuklardan, kırışıklarımıza takılmaktan ve kemiklerimizi kırmaktan vazgeçebilirdik. Ve ölüm o zaman bir diriliş olabilirdi. Ve belki de hiçliğin ta kendisi. Hiç  yaşamamıştık, çünkü adını çağırmadık ölümün.

Ölüm en çok kendisini söylediğimiz, çoğalttığımız yalanlarda gösterir. Sürekli onu unutur, ölümsüzmüş gibi yaparız. Unutmak da bir ölümdür, yalan söylemekse küçük ölüm. Fransızların orgazma küçük ölüm (la petite morte) demelerindeki tek haklılığı onun için söylenen yalanlarda aramak gerekir. Yalan, gerçekleri yok eder; gerçeksizlikler de hepimizi.

Kişisel karşılamadan sosyal yayılıma kadar ölüm, toplu bir vazgeçiş, bütün delik ve uçurumlardan yuvarlanıştır. Toplu ölümdür de her ölüm. Ölüm bir orjidir eğer yokolmanın hazzını bilseydik tam olarak.

Hiç ölçemeyeceğimiz uzunlukları tarif ederken, içinde son, sınır ve ölüm geçmeyen yeni kelimeler kullanabilseydik acaba bu orjinin bir sonu olur muydu?





10 Nisan 2017 Pazartesi

Kafeblog 5: Ve gittin rüyalarımdan


Elin ne klavyeye ne de kahveye gidiyor. Geceleri soğuyan dünyanın yarısından daha da soğumuş olan fincana uzak duran elini yumruk yaptın ve bir gün gitmeye söz verdin kendine, o rüya şehrine gitmeye. Yıllardır bütün rüyalarında, tekrarlanan düşlerinde gördüğün yerleri bir gün çok tuhaf şekilde bir haritada birleştirmiştin düşünme yoluyla. Hiçbirisinde yaşamadın, ama gerçek dünyadan daha çok aşinaydın o yerlere; hepsi birbirine yakın bu yerler garip bir şekilde coğrafi olarak birbirlerine aşırı uyumluluk gösterir derecede benziyordu ve kendince yaşanan yerler, mekanlar olarak buluyordun onları. O rüyalardaki kişileri, olayları ve yerleri giderek gerçek dünyadan daha çok hatırlamaya başladığını anladığında çok korktun, çünkü hafızanda gerçek hayatın anıları ya daha az yer kaplamaya başlar ve günün birinde giderek artan rüya anıları hafızanı tamamen ele geçirirse? Gerçek dünyada gözlerin açık uyumak olmaz mıydı bu?

Günün her vakti rüyadan yeni uyanmış gibi hallere bürünebiliyor kafan. Az önceki rüya mıydı diye sormanı engelleyen, böylece aklını kaçırmanı önleyen sadece ve sadece geceden gündüze taşıdığın rüya kalıntıların. Gerçekle düşü ayırt etmeni sağlayan izler... Yoksa delirirdin. Düşünsene, kırk bin kilometre çevresi olan büyük bir akıl hastanesindesin ve dörtte üçü sularla kaplı bu hastane duvarlarının.

Omzunun dürtüklenmesiyle uyandın.

"Ne alırsınız?" diye soran bir ses duydun ve sordun kendi kendine: 'Bu ses nereden geliyor? Rüyadan mı gerçek dünyadan mı?'

***

Bir kafeye oturduğumda, eğer ki oraya oturmuşsam büyük ihtimalle hafızamda henüz unutamadığım ve bir önceki gecenin gösterisine dönüşmüş olan rüyalar vardır kırıntılar olarak kalmış da olsa...

Rüyalar çalışmamı önler, çünkü çalışmak nedir, o hiç sanmıyorum ki iyi değildir rüyalar için. O gecenin rüyalarını bilemezsin ve düşünürsün tüm gün, acaba o günün hangi çakaralmazı, objesi olacak o geceki rüyalarının...

Ve biri sana fısıldadığından beri rüyalarına ve beynine küstün. O an içindeki evren boşaldı, atmosfere karıştı. Soluyup geri verdiğin bir parça azota dönüştü rüyaların tüm sinematografik büyülü arka planları...

Onlar sadece uyku sonuna doğru hafızanın çalışmaya başladığı yaklaşık bir dakikalık sürenin meyveleriymiş. Bu hiç tatmin etmedi seni. Kayıptı kalan bütün rüyalar. Göremediklerin. Ve göremeyeceklerin. Belki görmemen gereken rüyalardı hafızanın da uyuduğu anlarda beyninin kapalı devre "yaptıkları ve yaşadıkları ve sakladıkları".

Yaşamadığın bir hayatı nereye saklayabilirsin? Böyle bir hayatı ister misin? Ama böyle şeyler var bedeninde, belki de hala kuşku duyduğun ruhunda.

Artık uyurken hiç de sevinçli değilsin. Çocukluğunu yitirdin böylelikle. Daha çoğunu istemekte haklısın hayatının neredeyse yarısını verdiğin uykulardan. Madem gece ve gündüz var, sen de gece ve gündüz olarak iki ayrı beden ve ruhsun. İki karakter; birisi hiç bilmediğin, diğeri başkalarından dinlediğin; o da yarım ederse sadece buçuk tanıyorsun kendini. Rüyalarından çok şey istemenin nedeni bu. 2. İki. İki bedenini de ruhunu da tanımak bilmek. Ama bunlar neden verilmiyor sana? Bu dünyanın, Ay'ın ve gezegenlerin karanlık yüzlerinde neler saklı? Neden saklanıyorlar?






7 Mart 2017 Salı

Kafeblog 2: Kafesk Hayat


Çok fazla kahve içmiyorum aslında. Kahveyi sevmiyorum da denilebilirdi eskiden. Sigarayla arayı açtığımdan beri çay ve kahve onun yerini aldı. Birşeyler yazarken zihnin nefes alması -ki buna tein kafein de denilebilir- gerekiyor kesinlikle. Bir şişe suyu nasıl yudum yudum içebiliyorsunuz çay ve kahve de birer nefes yudumlarına dönüşüyor size eşlik ederken. Yazı melodiyse onlar da açıkçası ritim ve armoni.

Çalışmak için gittiğim bütün mekânların ortak adı "kafe"... Bu konuda anlaşalım sevgili okur. Yine de hepsi café, kahvehane, kıraathane, kafe ya da bar değiller: Çeşit çeşittiler hep. İçlerinde dönemine göre çoğu internet kafe olmak üzere simitçi, çayevi, fotokopici yani printcenter ve pastaneler de oldu.

Günün birinde şunu anladım: En çok gittiğim, durumum elverdiğince müdavimi olduğum yerlerin ortak bir iç mimari zevkleri vardı: Genelde retro döşenmiş, ışıktan çok gölgesi bol, loş mekânlardı. Örneğin Beyoğlu-İstiklal Caddesi'ni esas alacak olursak en başında ortasında ve sonunda sürekli gittiğim üç yer vardı. Bir ortak özellikleri de alkol ruhsatlarının olmasıydı. Açık söyleyeyim menüleri zengin, batılı ve fiyatları hiç de düşük değildi. Sonuçta Beyoğlu'ndan söz ediyoruz. Herkes gibi benim de 1-2 araba, ev, yazlık parası ve nice kredi-kredi kartları harcadığımız bir yer burası. Ortalama bir hesapla ortalamanın 3-4 katı zaman geçirerek o mekânları tutumlu kullandığımı düşündüm hep, ne var ki bu tutumu başarılı bir ekonomik zincire bağlantılandıramadığım için solo olarak kaldı çalışma hayatımın içinde bu kafe ve mekânlarda çalışma alışkanlığım.

Buralarda çalışmaya mecburdum sevgili okur. Hiç ofisim olmadı çünkü. Ofisevlerim birkaç taneydiler, ama her iki mekân da ayn yerde buluşmaya hep çekindiler nedense. Hep yaya, arabasız, sarı arabalı, az da olsa toplu taşınmalı, sırt çantalı, 8 senedir de laptop ağırlığını da üstlenmiş bir iskeletle bu kafesk hayatı sürdürüyorum bütün çeşitlilik ve güzellikleriyle.

***

Kapılar üzerine geliyor bazen onları yeteri kadar açık bırakmayınca... Kapıları kapatmadan da içe kapanmak son derece güç bir iş. Fazlasıyla ömürden çalıyor. Ritim ve frekanslara kafayı takmış bir şekilde devamlı olarak hayatının ayarlarıyla oynuyorsun. Ne yapacaksın? Daha iyi ve daha mutlu olacaksın değil mi? Elbette. Buna hakkın var. Bunu yapmayı elden bırakmazsan daha az aşınacaksın ve kötü takıntı ve saplantılardan uzak duracaksın.

Burada duruyorsun şunu iyice anlamış olarak ve bunu sadece yıllarca ve yıllarca evden, kendinden ve sana iyi gelecek her şeyden uzak durarak anlayabilirdin: İstemediklerini anlayarak istediklerini anlayan bir bedenin içinde hapsolmuş durumdasın. Yazının icadından beri tersten kurdun insan zamanının saatini. Ne istediğini asla bilemeyeceksin. Ne istediğini biliyorsun ama. Tek şey: Ölmemek. Yaşamayı isteyemiyorsun, çünkü sonlu şeyleri anlayamıyorsun, yani öğrenemiyorsun ve dolayısıyla yaşamayı da bilmiyorsun. Ve sadece ölmemek istiyorsun. Yaşamak yetmiyorsa, ölmemeyi istemek her şeye yetecektir sanıyorsun ki bu doğru.

***

Ona en çok ihtiyacın olduğu anda ondan kaçtığın için kimseyi affetmeyeceksin.

24 Şubat 2017 Cuma

Kafeblog: Kafe ve Mekânlarda Çalışma Günlüğüm ve İzlenimlerim


Kafeblog. Hoppala nereden çıktı bu şimdi.

Eh, yazmadan olmazdı. Onca ülkeyi, diyarı gezme, tozma... Uçağa hatta gemilere de binme. Hayatını sadece çalışmaya ve çalışmaya ve de birkaç ana cadde ve sokaktaki mekânlarda kulaklığını takıp dünyadan kopma gezilerine çık ve bu gezileri anlatma...

Gezdiği yerleri anlatmak mı gezdiği yerlerde kendine ne olduğunu anlatmak mı? Yolculuklara buna yolda karar vermek için çıkılmaz mı?

Bu gezilerde yazdıklarımın hep başkaları için olmasının tek nedeni bünyemin ve beynimin yazmayı sadece ve sadece başkaları için olursa kabul etmesi olabilir mi? Benim galiba beynimin bir lobunda iki ana lobun arasında gerçekleşen söz sanatlarının elektriksel hareketleri gerçekleşiyor. Amigdala > Ego. Bizde böyle.
Bu kısa gezi yazısı başlığından sonra gözlerimi kapıyor ve hatırlamaya çalışıyorum: Şehir ya da ev dışında ilk nerede yazmaya başladım başkaları için?

Bugüne kadar yaklaşık 10 şehirde ciddi anlamda isteyerek ya da zorunlu olarak yaşadığıma göre bunlardan birinde, hatta ikincisinde çocukken ilk yazmaya başladığım yer kitapçı dükkanımızın vitrininin altındaki gizli dehliz olmalı. Her türlü ambalaj, eski dergi, gazete, iade edilecek yayın ve ıvır zıvır için kullanılan bu dehlizin kapısı yoktu. Eğilerek hatta sürünülerek girildiğinden ve çok tozlu olduğundan çıkınca oraya girildiği çok aşikâr oluyordu. Hatta dükkânımız öylesine çok kitap ve insan derisi tozuyla kaplıydı ki ve her bölgenin toz yoğunluğu da farklı olduğundan uzaktaki toza göre nerede olduğun kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Kitaplardan çok üst ve başımızın tozlarını almakla geçerdi dükkânda zaman.

O dükkândan sonra ne içinde saklanabilecek başka bir kitapçı ne de gizli dehlizler arayacak dolu zaman bulabildiğimi artık itiraf edebilirim. Çocukluk, çocuk olmakla çok meşgul olduğumuz en dolu zamanımızdır. Artık çocuk değilsek boşa geçer zamanımız. Şurda burda şuna buna yaranmaya yararlı olmaya yanılmamaya çalışmaktan zamanlarımız da hayatlarımız gibi boş olur gider.

Şimdi zamanımı yeniden bulguladığım ve hayatın saflıklarını aradığım son 15-20 yıl içinde hiçbir şeye şaşırmadığımı söyleyebileceğimi düşünemezdim.

Dünya ve hayat bu kadar kayıp şeyler olabilir mi? Ne yaptınız bunlara beyler hanımlar? Derdiniz ne sizin?

Zaten hiç olmadı bu hayat bu dünya! Olmamış gidin çalışın ya da sadece gidin!

***

Keşke kapatabilseydim kapıları. Tüm kapıları bu sözlerden sonra. Diyorum ya bana tek kalan zaman ve onu nasıl algılamam gerektiğine karar vermek. İnsan olmayan canlıları insanlara tercih edeli beri -başlangıcını hatırlamıyorum- saflığı hissediyorum her adımda. İşte o zaman bir yere gittiğimin bir anlamı da kalmıyor nereden geldiğimizin de...

Şimdi ve şu anda bulunduğum yerde kahve ve gürültü kokuları var. Ses duymuyorum. Kulaklığımdan yansıyan müzik beni sadece sağır etmeye yetecek düzeyde. Bir tek kulakları kapalı olan açık bir bedenim: Yine gerçeklere açık, umutsuzluklara, yürüyen dramlara, geri gelmeyen hiç gelmeyen şanslara.

Hep gece olsa. Hep uyusak. Hep rüyalar olsa. Hiçbir şey olmasa. Hiçliği de bilemeyecek kadar hiçlik olsak.

Yokluyorum. Bu bir masa. O kadar küçük ki üzerine bir dünya şey sığabiliyor. Elektronik ve elektrikli açık bir katlanır defter. İri bir kahve fincanı. Fareye benzeyen bir kırmızı ışıklı kalem. Her yerden sarkan kablolar.

Kafenin adı N. Ünlü bir Roma imparatorunun adı olması için sonuna bir N daha gelmeliydi. İtalyan kafesi olması bir N'si eksik ismin o imparatorun Latince adı olduğunu da doğrulayabilir. Tıpkı Cicero gibi. Bu İtalyanlar ne zaman Romalılardı ne zaman İtalya oldular? Helen ne zaman Yunan oldu? Ya Fars İranlı? Beijing Pekin? Nicosia Lefkoşa?

Eh ben de 17 senedir bir "kafe" gezgini olarak bu ayrımları ve dönüm noktalarını bilmeye çok meraklıyım. Bu merakın bulaşıcı olması için malumatfuruşluk taslamayıp kafelerde açık defterimle ve fareye benzeyen kalem ve kablolarımla, beni dış dünyadan koruyan ve sağırlığımın altın nedeni kulaklığımla gezmeye devam ettikçe burada her şeyi ama her şeyi başıma gelen gelmeyen gelebilecek olan ve olmayanları yazacağım.

***
Hayır asla reklam yok. Hatta tek yasak reklam.
Çünkü dünyayı yayalar kurtaracak. Bir insani gezmekle başlayacak her şey.

28 Ekim 2016 Cuma

Genç bir yazara öğütler 5


Zamanın var mı?
Ya da zaman kaldı mı...
Birşeyler yapmalı diyerek mi çıkılırdı yola eskiden?

Eskiler, eskiyenlere ait olmamalı sadece genç yazar. Eskiyenler, eskilerin değerini düşürür yoksa. Zamanın varsa geçmişin önemlidir senin için. Yarın için birşeyler yapacak bir saniyen bile yoksa düş geçmişin  yakasından.

Evet bir zaman çizelgesi yapmalı, iyiliğin hatırı için.

İyilik kördür. Zamanca. Hiçbir zaman vakitlice gelmez, arandığında orada değildir.

Tesadüflerin belki daha çok yararı dokunur iyiliğe. İyilik ona bir harita sunulduğunda kör olduğunu unutur ve bakmaya çalışır gideceği yola.

Birisi ona kim olduğunu söylemeli ya da hatırlatmalı: Zaman, verilmiş sözleri olmayanlarla sözlerini unutanlar için lükstür.

Saati unuttuğumda birşeyler okurum zamanı yitirmekten korkmamak için. Satırlarda ararım gerçeğin saatini. Hepsini aynı kavşakta beklerken bulurum: Zaman, vakit, saat, an... Aynı noktada olmaları onların aynı olmaktan korur. Ve bu dört kız kardeş uzaklaşırlar birşeyler okunduğunda.
Okumak senin kavşağın olsun, kayboluşun yerine.

Ozanlardan uzak durma; zaten yaklaşamazsın. Şairleri geç bir kalemde, yoksa hayatın boyunca düşersin. Ve şiiri hep özle, asla yakanı kaptırma ona. Şiir, tanrının bile elinde değil hanidir.

Sana öğüt verenlerden kendini sakın. Öğüt vermediklerinde neler derler onları işit sessizce. En çok susarken birşeyler söyler bu kendini beğenmiş ustalar. Onların sadece ustalıklarını beğenmeye çalış. Boşver kendilerini, bütün kendi ve efendileri.

Sana bir şey sorulduğunda kendi sorularını hatırla: Hani uzun zamandır soramıyordun. Artık soru işaretlerinin kalmadığı bir dünyada nasıl bazı yalanların bile cevapların olabileceğini anlayabileceksin? Bazı sözlerini kapalı söyle, anlaşılmasın; anlaşılmaz olduğunu söylesinler ve hayatlarının kaçınılmaz işlerinden kaçmak için suçlasınlar seni, aldırmadan onlara yeni soruların işaretsiz geleceklerini söyle, uzun süre karanlıkta sınanmayan sözlerin soru olamayacağını da sözlerine ekle.


8 Ekim 2014 Çarşamba

99 Jorge Luis Borges



Nasıl yapacağımı gerçekten şu anda bilmiyorum. Her şey burada ve bir anda olacak. İlk roketin uzaya fırlatılışı gibi ben ölmeden beni öldüren 99 kitabı, yani Okuma'nın 99 adını peşpeşe duraksamadan sayabilecek miyim ve çok heyecanlıyım.

Bunları yazarken garsonun birdenbire kahveme süt koymadığını fark ettim.

Duraksadım ve ilkel el işaretiyle onu hatasıyla yüzleşmesi için davette bulundum.

Fakat garson hiç de oralı olmuyordu. Hava da sıcaktı. Süt olmasa kahve benim için daha da ağır olacaktı ve böyle rutubetli bir günde, normalde soğuk günlerde içimi kıpraştıran kafeinin yüksek yoğunluğunu doğrusu çekemeyecektim.

Sonunda beklenen oldu. Garson geldi. Kafein yoğunluğunun metabolizmam için dengelenmesini beklerken süt yerine bir kitap getirdiğini fark ettim garsonun. Bu ne küstahlıktı.

Oturduğum kafe evet doğrusu bir kitap kahvesiydi ya da moda isimle kafe kitap, ama menüde ciddi ayrımlar yoktu, yani kitap satın alınabiliyordu, ama hangi kitaplar, neler; bunları menüden takip etme şansı verilmemişti müşteriye.

Ortam çok kalabalık olmadığından sabır denen erdemi devreye koymayı tercih ettim. Sıcağa rağmen çok güvendiğim kişiliğimi özellikle sosyal alanlarda konuşturmanın örnek bir davranış olduğunu biliyordum. Sanıldığı gibi sosyal ortamlar çok planlı ve işleyişi kusursuz yerler değildir aslında. Tesadüflerin birlikteliğiyle sosyal mekanlarda ritim ve hacimlerin doğru işlediği, kişilerin doğru yolda oldukları varsayılır ve burdan da sürekli bir mekanı belleme kurnazlığı açığa çıkar gizliden gizliye.

O gün neden ordaydım, kimdim hala hatırlamıyorum, ama garsonun bana uzattığı kitapta benim adım yazıyordu. Bunu garsonun sözlerinden anladım:

- Lütfen rica etsem bana bu kitabınızı imzalar mısınız Bay Borges.

Kitapta tam adım Jorge Luis Borges olarak yazıyordu. Kitabın adına dikkat etmedim, zira o güne kadar adımı ne duymuş ne de yazdıklarımı okumuştum. Bir garson beni okuduğuna göre çok matah da bir yazar olmamalıydım.

Ne var ki garson ona ve onun sınıfına dair bütün önyargılarımı bir anda silip süpüren şu sözleri ekledi:

- Sizi ilk kitabınız Evaristo Carriego'dan beri takip ediyorum.

Ben ne yazmış olabilirdim ki bir garsonun eser hayatım boyunca ilgisini cezbedecek. Yoksa bu kişi, aslında gönlündeki aslana uygun bir uğraş bulamayıp gerçek hayatın sellerinde boğulmamak için ruhunun akıntısına karşı yüzen bir işletme sahibi olmasındı. Rastladığım çok mekanda yer sahiplerinin kişisel zevkleri olarak müşterilerine hizmet ettiklerine çok şahit olmuştum.

Garson kitabımın adını söyleyince, bana imzalamam için uzattığı kitabımın adına bu kez alıcı gözüyle baktım: Alef. Ama sanki dört harfli bir isim değildi bu kitap, en az iki kelime saydığımı hatırlıyorum gözucumla; Brodie Raporu ya da Kum Kitabı gibiydi sanki... Yoksa yoksa başka bir şeydi.

Bir saniye... Ben adımı bile hatırlamazken nasıl oluyordu da bu kitap adlarını hatırlıyordum; demek ki o kitaplar o sırada o masada vardı, ama masada hala bir kitap duruyordu ve ortada henüz imzalayacak bir kalem bulunmuyordu. Garson kalemi unutmuştu. Bu konuda onu asla suçlayamazdım; yanında mutlaka bir kalem bulundururdu garsonlar, orası kesin, fakat o sürekli akan, oraya buraya bulaşan, önlüğün kenarına durmadan silinerek temizlenen kalemlerle kitap imzalamak ölmekle eşdeğerdi neredeyse benim için. Böyle bir teklifi reddetmek için de her an tetikteydim.

Garsondan öyle bir arz gelmedi, kuşkusuz benim tedbirli bir yazar olduğumu düşünüyordu. Ve bu konuda kesinlikle yanılıyordu. Ne adımı biliyordum ne de kitaplarımdan haberim vardı.

Bu kesinkes bir rüyaydı ve hep olduğu gibi uyanmak hiç aklıma gelmiyordu. Nasıl olsa hiç istenmeyen bir yerde uyanıklık beni bu rüyadan çekip alacaktı; durumu daha fazla zorlamamalıydım.

Rüya içinde uyandığımda masada bir de kalem duruyordu; kitap adı değişmişti: Hayaller ve Hikayeler.

Üzerimde kenarı tükenmezkalem lekeleriyle dolu bir önlük, sipariş defteri ve solmuş lacivert bir gömlek vardı.

Kitabın ilk sayfalarını araladım.

Kitap isimsiz olarak şöyle imzalanmıştı:

Borges olabilmem için birilerinin ya da yazılmış bazı kitapların beni önce öldürmesi ve sonra beni Borges kılması gerekiyordu ve sanırım da o gün öyle bir şey oldu.



Arkakapak.com


9 Eylül 2014 Salı

Çok satanlar kitaplar çok okunuyor mu?


Bizi hayvanlardan ayıran şeyin okumak olduğunu öğrendiğim gün okumayı bıraktım. Bunu bugün anlıyorum.
Hayvanların da okuduğunu anladım: Koku, tat... Belki daha az renk, ışık, ama evrimlerindeki tesadüflere bayılmamak elde değil onların. En dengesiz ve değişken çevreleri olarak onların gerçek evrimi biz insanlarız.
Yazarken böyle haritanın rasgele başka bir ucundan konuya girmelere de bayılıyorum. Yüzbinlerce kitapla tıklım tıklım dolu olan bir kütüphaneden bir kitap seçip alır gibi. Belki de öyle bir kütüphanem olmazsa bir daha asla okumam. Yazarları, kütüphanecileri, belediye başkanlarını ve kültür bakanlarını tehdit ediyorum açıkça. Bana o okuyacağım kitapların gömülü olduğu büyük kütüphaneyi bulun getirin.

Aynı soruyu birçok fiil için sorabiliriz.
Ya Bunlar Gerçekten ......... mu? olarak bir şablon koyalım hatta ortaya.
Peki buradan varacağımız sorun ne?
Hiçbir sonuca neden artık eskisi kadar güvenmiyoruz? Neydi araya giren? Eskiden de güvenmiyorduk, varsayıyorduk.

Okumayı, istediğimiz cevaba uygun şekilde tarif edersek -biraz akıl karışılığı yaratarak- olur bu iş. Yani sevmediğimiz içeriklerin aslında okunmadığına herkesi ikna edebilirim öyle değil mi?

Bir içeriği bazı nedenlerle sevmeyiz: Konular, türler ve yazarlar bizi açıkça çekmez. Geçerli, mantıklı nedenler de olmayabilir bunlar. Açıkçası ya yıldızlarımız uyuşmuyordur ya da bir noktada kesişmiyoruzdur.
Bu, o tür ve yazarların kötü oldukları anlamına gelmez. Aksine bir de bol tüketiliyorlarsa başlar çalmaya çanlar. Daha çok sinir olur ve öfkeleniriz onlara, onları okuyanlara ve gözümüzün içine bakıp "bugün bunlar okunuyor" diyenlere, demek isteyenlere...

Geriye tek bir silah kalıyor: "Ya Bunlar Gerçekten Okunuyor mu?" diye sormak. Şimdi geldik mi o kavşağa? Yerine göre okurun, işimize göre yazarın, kimine göre de zamanın beğenilmediği, burun kıvırıldığı ana...
Bir dakika... Biz niçin okuyoruz ki? Başkalarının ölçülerini neden karıştırıyoruz işin içine? Biz sakin sakin ....'mizi, .......'müzü, .....'muzu okurken (yazar isimleri özellikle vermedim ama anlayanlar anladılar bence) A'nın B'nin, C'nin çok tüketilmesi bizi neden rahatsız ediyor. Bence ediyor, şu sebeplerden:

-İyi okur olduğumuza dair düşüncemizde sarsılma olma tehlikesi
-İyi okurun sayıca çok ve iyi kitabın sayıca fazla olduğuna inanmama eğilimi
-Kültürel bir ortam içinde kitap, yazar ve içerik soluduğumuzu düşünen, sosyo-kültürel ayrıntılara, ayrımlara dikkat eden bir takıntılılık içinde olma
-Vasat ve sıradanı kültür alanından kovma isteği
-Gelişime, çağdaş, etik, estetik ve modern yaşama; daha iyi ve güzel olan inanca bağlılıklarımızın kalıcı bir ilişki olduğuna dair derin arzu

A, B ve C gerçekten okunmasın istiyoruz. Yalandan, imrentilerle ve markacılık histerisiyle... Onlarda düşünsel derinlik ve aydınlatıcı unsurlar bulunmasın istiyoruz. Bir tür okumadan "onları biliyoruz"... Sanatsız sözler ve sözsüz bir yazı sanatıyla devşirilmiş başı-boş kitaplar hepsi de öyle değil mi?
Bir trenle giderken yerin ve rayların durup trenin hareket etme kuralının geçerli olmasını istiyoruz değil mi?
Ama yakışıyor mu bunca kültürel entelektüel amaca ve arzuya bu kuralcılık? Asker gibi ne o, soldan sağa okunacaaak oku!
Kültür dediğin ya büyük bir boşluksa savrulmaksa, kaybolmaksa?
Eskiden sorardı yazarlar hep bir ağızdan "Ey okur neredesin?"
Şimdi hep bir ağızdan soruyoruz: "Ey yazar neredesin?"

Arkakapak.com



5 Haziran 2014 Perşembe

Ben neden bu Türk dizilerini sevemiyorum?


Bu yazıya girmeden biraz önce kendime kibarlık sözü vermiştim hayatımın her alanında.
Yapamadım.
Ya da beni en çok sıkan konulardan birine hemen daldım kibarlık budalası olur olmaz.
İnanıyorum her şeyin kibarca çözümü olduğuna hatta her sorunun böyle çözüleceğine; ve hatta yargı yasalar bile ağır kalıyor bir şeyin sorun olarak kalmasını istemiyorsan.
Kibarca bir söz verince insan kendini dışarı atıp hemen kırlara mı çıkmalıdır? Hazır Nisan olmuşken her yer... Çiçekler duraksıyorlar topraklarımda.
Burada da ben duraksıyorum. Nerden benim oluyormuş bu topraklar. Bu bir balkancılık ve 20. yüzyılda ömrünü tamamlayan ulus-devlet yalanı değil mi?
Hazır bütün televizyonlar çokmaksatlı kimlik kartı, internet gereçleri pasaport, evler bayrak ve asfalt sokaklar toprak olmuşken.
Damarlarımın içinde değil tenimde atan kalbim vardı bir zamanlar, belki bütün kavgalarımı bırakıp onu yeniden aramalıydım.
Şimdi öfkelerin tamtamlarına gerilmiş bir kalbim var. Atıyor mu çok da önemli değil. Çok önceden kalplerimizin atışlarına göre uyanırdı dünya ve karanlığa gömülürdü sonraki gündoğumu umuduyla.
Şimdi öfkelerimizin güneşleri her yerde sabrımızı ısıtıyor.

Daha çok şey anlatmak için çok şey söylemeye hiç gerek yok, dediğin anda hatırlayacaksın aslında hiçbir şey söylememiş olduğunu.
Her sözünden sorumlu olduğunu durmadan sana bildiren sesin de düzensiz bir kayıp fiil çekimi olduğunu...
Türk dizilerinin aslında bu dünyada ciddiye alınacak tek bir gerçek hikayeye bile sahip olmamışlığımızın son derece yavaşlatılmış hikayesi olduğunu...
Giderken ağladığımızı, ama gülerken ağlayamadığımızı...
Birkaç eski siyah-beyaz fotoğrafın tarihimizden daha çok şey anlattığını ve bir gramafon iğnesinin bütün bilgisayarlarımızdan daha çok kullanılmış belleğe sahip olduğunu...
İş hatırlamaya gelince belleğimizin olmadığını unuttuğumuzu...
Belleksiz yaşayabildiğimizi, ama taklitsiz, imrentisiz, özentisiz, öçsüz ve kansız yaşayamadığımızı...

Çok şey söylemeye hiç gerek yok.



26 Mart 2014 Çarşamba

Bir kez ağlasak belki geçer her şey


Uzun zamandır denize bakmışlığımız yok mu ne... Gözlerimiz yerde. Toprak böyle zamanlarda ateşten bir katman olur ve ayıplar adamı.
Bir kez ağlasak belki geçecek her şey.
Geçecek ne vardı ki, diyorsun biliyorum. Her şey battı. Çöktü. Kaybolduk.
Çanlar bile susuyor, tarih durdu, saatler bozuk hatta... Dönüş yolunu kaybettiğimiz yerde yoldan da çıktık.
Umut sadece bir edebiyat dersi.
Parmağını kaldırıyorsun. Bulutlara değiyor tırnak ucun... Yağmur yok. Sen yağıyorsun göğe. Göz pınarlarının çölünde kavurucu rüzgar, senin yerine konuşuyor hüküm veriyor, asıp kesiyor.
Bir daha dönüş yok ana kucağına baba evine. Şehirlerde asıldı kaldı zamanların. Sadece ölüleri değil dirileri de uzun binalara gömüyorlar. Toprak yetmiyor hepimizin arzularını hırslarını gömmeye.
Üzerimize atacak yorgan yok, toprak da ipotekli; hava hacizli havagazı bin para... Işığı yakınca musluklardan karanlık akıyor.
Dur diyen yok.
Neden olsun ki?
İyiliğin adını her andığında gelip bulmuyor mu kulaklarını o çağıran ses:
- Dünya ne zaman bugünden daha iyi oldu ki?
- Hiç iyi olduk mu?
Kandırıyorsun kendini. Bu edebiyat dersi asla bitmiyor. Belki umut alınıp satılıyor.
Ölüp gideceksin, ama yaşıyorum diye kekeliyorsun. Sözlerini şurda burda unutuyorsun... Ne anlamı var.
Su, su, su... Biraz da tuz...

Bir kez ağlasan belki geçecek her şey.

14 Haziran 2013 Cuma

Sosyal Hayatta Kalma Kılavuzu


Soyutun somut oyunu

Tarih sınıfta kaldı; doğrusu ne zaman geçmişti ki...
Geçmiş ile gelecek arasında bu denli kafamızı bulandıran ve soyutken bu denli somut rolüne bizi alıştıran tarihin bu kez sanallıkla başı dertte ama.
Her zamanki gibi bu yeni belayla uğraşacağı yerde tarih; anıyı hakikat, sanıyı analiz olarak sattığı görkemli son birkaç yüzyılını sanallığın belleksizliği içinde "kaybedecekken" son anda belki birkaçımızın tarifinde karar kıldığı ama hepimizin onayladığı "sosyal medya"ya tutundu.
Tarihin artık bellekle işi kalmadı. Müzeleri kurdu, modernizmi vurdu; gelenek ve tutuculuğu ayakta tuttu; tarihçiler diye dersliği olmayan bir sınıf ve insansız topum yaratmaya çalıştı... Sanallık teknolojisi hatırlamayı, bilmeyi ve indekslemeyi birkaç koda indirgeyince onun sofalarında ve arka odalarında hiçbir şey olmadığı sonunda ortaya çıktı.

Kakafonik av korkusu

Avı tarıma, mağarayı mabede dönüştürdükten sonra, aslında bir avken bizi avcı yapan öldürme isteğimize ve büyük avcı gezegenimizin sürprizlerine karşı salgıladığımız büyük korkularımıza ne yaptık? Av ve mağaradan bu yana korku ile mabed kimi zaman yer değiştirdi, kiminde birbirlerinin yerine geçtiler ya da birleştiler zaman zaman, tek bir şey olarak göründüler bize. Bu ikisinin imkansız ve kakafonik söyleşisinden doğan tarih, bütün belge ve tanıklarıyla birlikte gelecekten harika bir av korkusu yarattı.
Şimdi gelecekten korkmaktan çok korkuyoruz. Orada bir yerlerde bilinmeyen bir ölüm tarihimiz de saklı ya hani, o yüzden gelecekten nefret ediyor ve çok korkuyoruz.
Ekranların hormonlarımıza karışan buğusu yeni parfüm, reklamı yapılmıyor.

66

Steven Spielberg. 66. Cannes Film Festivali jüri başkanı. 66 yaşında... Dakikalar süren ayakta alkış...
Son yıllarda nadiren izlediğim Cannes festivali nedense bu sahneyle gözlerime doluverdi. Avrupa'da bir tür kota konulan ABD sinemasının gerçek süper kahramanı önünde hem de ayakta alkışlayanların çoğu da -kameralara göre- Amerikalı oyunculardı. Olsundu, Avrupa'da da bu süper kahramanı alkışlamak Yeni Dünya'yı yeniden yaratmaktı. Kişioğlu hiç ana ocağına döner de şımarmaz mı?
Spielberg, Amerikan Rüyası'nın en başarılı rüyalarından birisi gerçekten de. Okyanusu her geçişte tepetaklak olan gerçekliğin rüyası. Atlas Okyanusu -bence dünyanın en güzel isimlerinden birisini taşıyor- dibinde yeni dünyayı eskisine bağlayan dev kablolarının ne taşıdığını sanıyorsunuz: Yüzlerce milyon dünyalının rüyalarını, arzularını ve hayallerini.

Hayatta kalmanın 31513 yolu

Biz ne yapıyoruz, her gün intihar etmenin yanı sıra? Sanırım genel sorunumuz sorunları biriktirip bir anda söylemeye ve çözmeye çalışmak. Siyasetbiliminde sorunları toplu olarak halletmeye anarşi deniyor. Eminim bir gün dünyada herkes anarşist olacak, uzaylıların istilasından sonra, o zaman da anarşistlere kozmo-anarşist diyeceğiz. En büyük sorunumuz da sağırlar ve körler olarak ikiye ayrıldığımız ülkemizde sağırların körlerle diyalog kurmaya çalışması. Sona kalmış çözüm arayışları için hiçbir diyalog yeterli olamaz. Diyalogda geçerli olan tartışma sürecinin hangi noktasında sorunların konuşulmaya başlandığıdır. Sorun çözümünde paket önerileri işin savsaklanmasından başka bir şey değildir. Otoritelerin en gözde çözüm yöntemi olan paket önerisi, herhangi bir aciliyetin ötesinde bir tuzağı daha çok andırmaktadır. Konuşamıyoruz, anlaşamıyoruz... en büyük sorun bu değil mi? Bunu çözmeden nesnel ya da öznel hangi sorunun üstesinden gelebiliriz ki?





5 Haziran 2013 Çarşamba

Kim Bunlar?


Önce cisimlerini yerleştirdiler bazı isimleri kullanarak. İsimlerinin cisimleri bile yoktu. Ortalığa çıkamayacak kadar cahil ve korkaktılar.
Sonra ortada kimse kalmayınca hamamböcekleri gibi ortaya çıktılar. Başkanından kıçkanına kadar artık sadece onlar vardı.
Zemin beyaz ve temizdi. Ayaklarını silmeden onu da değiştirdiler.
Başkalarının kanıyla, özgürlüğüyle, haklarıyla yıkanıyorlar şimdi.
Utanmadan. Hiçbir şeyi hak etmeden. Her şeyi yıkmış, talan etmiş olmanın sarhoşluğunun alacakaranlığında hiçbir şey yapamamanın, beceriksiz, eksik ve yeteneksiz olmanın ezikliğiyle.

***

Memleketin bütün bayağı adamları bir araya geldi ve aynı anda konuşmaya başladılar.
Kendi aralarında kendi eksikliklerinin kural olacağı günleri, kötü yüzlerinin kral olacağı günlerden konuştular.

Kenarken merkez olmaktan konuştular. Çemberken, daire... Kul iken tanrı ve hiç iken her şey.
Görgü vardı. Ölçü vardı ve ayar. Hiza, istikamet ve duruş.
Bütün haritalar, kılavuz rehberler ve yasalar çalındı. Bütün koruyuculardan korundular, koyucu oldular.
Kuzey kriter, güney bayağılık; beyaz görgü ve siyah görgüsüzlük.... Memleketi kutuplaştırırken kutupları değiştirdiler.
Sakladılar bütün pusulaları. Diplomalar, ancak onlar satın aldıkları zaman kimlik belgesi oldu ve kimlikler de onlara çalışmadıkları zaman sadece mahkemelerde sorulduğunda okunabildi. İçlerinden birisinin bile memleketini, ailesini, okulunu bilmedik. Her yerdendiler ve hiçbir şeydiler.
Cevaplarından hoşlanmadıkları soruları kaldırdılar ve sadece istedikleri cevapları sorusuz ortaya koydular.

***

Kimse bilmiyor kim bunlar.
En başta kendileri.
Kim olduklarının sorulmasını yasakladılar. Kim olduklarını unuttular.
Ve hepimiz biliyoruz ki tarih onların çöplüğü bile değil artık.
Yoklar.

Bunlar "siz" değil.
Bunlar "onlar" bile olamazlar.
Bunlara 1923'ten beri biz dedik bizden bildik.
Meğer hep sızlanmışlar, siz'lenmişler. Kahır ağrısı gibi bilenmişler.

Bir şiir. Beş ay hapis ve 9 yıllık zulüm.
Hani eşitti azapla gazap? Hani kolun, gözün ayarı vardı?
Hiç ilgisi yok.
Bütün bunlar hep tuzaktı.

Bunları bilmedik, seslerini duymadık, gölgelerini görmedik.
Ve memleketim çok gördü kirlinin, adinin, çürüğün yalpasını.
Ve bir gün çıkaracağız emin olsunlar, kuşku duymasınlar
Kırar gibi yapıp arkamıza sakladığımız hak sopasını...

21.08.2011