11 Şubat 2024 Pazar

Rüya bitti


RÜYA BİTTİ

Bütün bunları o yaşayabilsin diye yazıyorum.

El arabasıyla dik bir yokuştan tırmanıyordum. Çantam, bir kolinin içinde saklı kitaplarım ve birkaç parça eşya daha vardı arabanın içinde. Evimden artakalan eşyaları taşıyorum ya da birisinin evinden taşınıyordum. Nereye? Bir bilsem.

Yol daralırken sağa kıvrılıyor ve beton, yerini Arnavut kaldırım taşlarına bırakırken taşlar daha da ufalıyor ve yuvarlaklaşıyordu. Ve bitiyordu yol. Sonrasında arabayı bırakıp eşyalarımı boyumu aşan yükseklikteki duvar şeklinde devam eden yolun kalan kısmına taşıdım. Bu sırada onu gördüm. U şeklindeki dönemecin kıyısında kalan teras katı dairesinin kapısının önündeki güneşli boşlukta bikinisiyle yerde yatıyordu. Bir havlu üzerinde. Yeşilli kırmızılı havlu üzerinde beyazlığı kaybolmakta olan teni, siyah güneş gözlükleriyle, kısa sarı saçları, ince dudakları ve boynuyla rüyamdaki kız.

Âşık olmayı neredeyse unutmak üzere olduğum son yıllarda onu tıpkı çocukluğumda olduğu gibi rüyamda bulabileceğim aklıma bile gelmezdi. Onu görmeden ona âşık olacağımı mı biliyordum yoksa? İmkânsızdı bu. Onu gördüğümde, yokuş çıkmaktan ve eşya taşımaktan, biraz da şehrin beni itip kakmasından yorulmuş bedenim nefes nefeseydi ve bir sigara yaktım. Ateşini istedim ondan. Bir nefes çekip dumanı gökyüzüne üfledim. Doğrulup kenara kaldırıma oturdu. Gözlüklerini çıkararak bana gülümseyen gözlerle baktı. Aşk geliyordu. İşte. Ordaydı. Yeryüzünün en dar sokağında en büyük aşk vardı. Tarif etmekte artık usta olduğum ve ustalaştıkça benden kaçan aşk rüyamda benden kaçamıyordu. Rüyamdan önce ya da sonra, yani gerçek hayatta kadınlar ve aşk arasındaki bağıntı sürekli olarak ölme eğilimindeydi. Sanki yumurta kırılıyor ve içinden başka şeyler çıkıyordu. Posta kutusu açılıyor ve içinden bir kova dolusu sarı boya akıyordu. Tutturamıyorduk. Bir şeyler eksikti.

Öyleyse, sabahın beşinde beni uykumdan uyandırıp saatlerce yatakta oturtan kız kimdi? Neydi? Tekrar uyursam adım gibi biliyordum yeniden o rüyaya dalacağımı ama bunu yapamadım. “O rüyadaki bir kadın ve asla gerçek değil,” diyordum kendi kendime. Aşk kadar gerçekti. Aşkını rüya sonrasına taşıyabildiğime göre asla gerçek olmamasında doğruluk payı fazla yoktu.

Arada geçenleri yazmıyorum. Sonra kapıyı açışı, içeriye girmemiz, kardeşinin gelişi, terasa çıkışımız. Eşyalarımı ona bırakıp şehrin herhangi bir yerindeki şimdi hatırlamadığım bir işim için çıkıp gidişim.

Saatler sonra çıkıp evine geldiğimde gene yorgundum yol yürümekten. Bu kez giyinik sayılırdı. Bikini yerine uzun bir elbise giyinmiş ve süslenmişti. Bakışları onunkilere benzeyen üç kız arkadaşı da salondaydı. Hepsi de beni bekliyor gibiydiler. Ne yapacağımı şaşırdım. Aramızda geçen kısa ama yoğun tanışma, anlamlı bakışmalarımız, içimden geçirdiklerim, eşyalarımı ona bırakışım zaten gerekli her şeyi anlatmıştı ve sanırım son testten geçmem kalmıştı geriye. Kadın arkadaşlarının görüşleri sevgilisinin ne olduğundan daha önemlidir bir kadın için. Bunu acı deneyimlerden değil mutlu tesadüflerden ve doğru davranışlardan öğrenmiştim. Hiçbir kadın yalnız değildir aslında. Bir kadın sevgilinse asla sadece onunla olmazsın. Gardırob, beden, ruh onun olabilir, ama kadın, o salonda gördüğün diğer kadınların bir bileşkesidir.

Bütün bunları o yaşayabilsin diye yazdım. Rüya bitti çünkü. Rüyadan buraya gelemezdi. Uyandıktan hemen sonra saatlerce onu düşündüm. Sürekli hatırladım. Unutmamak için, her ayrıntıyı.

O yaşasa. Rüyadan dönse. Âşık olurdum. Aslında âşığım hâlâ ona.

Ama onun yüzünü bile hatırlamıyorum.


Aşk bir yüzden mi ibarettir?

29 Aralık 2023 Cuma

Sisifos ve Çizgi

“Yazarken, giderken ve bu dünyada kalırken.” 

Çizgilerin insan ve dünya üzerindeki bütün macerasını bu cümleyle geçiştirmek mümkünken ben başka bir yola sapıyorum. O yolda, insani maceranın seyahati var. Yolun her iki yanından bana ait çizgiler geçiyor. Birisi çocukluğumun çizgisi. Öteki yaşlılığımın. Her ikisini de ölüm ve cinsellik olarak çağırabilirim. Çocukluk büyümeyi ve bedenimi ehlileştirmeye, onu öteki ve farklı bedenlerle birlikte dans etmeye beni davet ederken, ölüm ise bu davetin altında küçük, belirsiz bir dipnot olarak düşülüyor. Hilmi Yavuz şöyle noktalıyor davet cümlesini: “Kadınları düşünmemek mümkündür! Tıpkı ölümü düşünmemek gibi...”

Ölümü düşünmeden edemiyoruz. Öyleyse kadınları da düşünmeden edemeyiz. Çizgi romanlarda, afişlerde, beyaz sayfalı dergilerde. Ama futbol maçı izlerken değil. Orada saha çizgileri içinde koşuşturan formalı bedenlere ait ellerdeki çizgilerde, yüzlerdeki çizgilerde ertelenmiş bir ölüm düşüncesinin izleri var. Sporda zaten o çığlık vardır: Bedenin yaşadığına dair atılan en güzel çığlık.

Hepimizin üzerinde düşüp kalktığımız, doğrulup tekrar sendelediğimiz bir çizgi var: Hayat çizgisi. Başlangıcı doğumumuzla işaretlenip çeşitli dönemeçlere, zikzak ve dolambaçlara sahip bu yolda kimine göre insan hayatının bütün muhteviyatını görür, üzerinden ve yakınlarından geçer. Bu yolculuğa gerçek yol çizgileri eşlik etmez. Gerçek yol çizgileri bu hayatı bir yerlere götürür ve getirir. Sürülmüş tarlaların çizgilerine paralel ya da dik, dünyanın bütün öznelerini ve nesnelerini küresel bir istikamette harekete geçirirler. 

Dünyamızı belirleyen en büyük özellik hareket ise çizgiler de bu eylemin gerçek evsahipleridir. Bu eyleme tek bir çizgi itibar etmez: Ufuk çizgisi.

Sisifos’un çizgisi

İnsan yaşamaya devam etmelidir. Ama nasıl? Yunan mitolojisinin trajik kahramanı Sisifos bu açmazı şöyle okur: “Tanrı ve ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına ve intihar da bir çözüm teşkil etmediğine göre insan yaşamaya devam etmelidir.” Sisifos, tanrıları aldatmış ve onlar tarafından bir kayayı bir dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştır. Kaya dağın tepesine geldiğinde aşağı doğru yuvarlanır ve Sisifos onu tekrar çıkarır. Bu durum bu şekilde devam edip gidecektir. Absürd kavramının ve varoluşçuluğun en önemli filozof ve yazarlarından Albert Camus, Sisifos’u absürd bir kahraman olarak yorumlamıştır “Sisifos Söylencesi” adlı deneme kitabında. Sisifos’un durumu hem trajiktir ama aynı zamanda bu durumunda metafizik bir mutluluk vardır. O, tanrılara başkaldırmış ve yazgısını (kayayı) sahiplenmiştir. Camus bundan dolayı mutlu bir Sisifos hayal etmemiz gerektiğini söyler.

Homeros’un yazdığı mitolojiler için de insanın dünya yolculuğuna dahil olan bir başka tipik çizgiye rastlarız: Odysseus-Penelope çizgisi. Meşhur Yunan kahramanı Odysseus İthaka kralı. Laertes ile Antikleia'nın oğludur. Çok zeki bir adamdır ve düşmanlarını zekası ve kurnazlığı ile yener. Penelope ile evlendiği sıralarda Troia savaşı başlayınca savaşa gitmemek için çeşitli bahaneler ileri sürer ancak savaşa gitmek zorunda kalır. Tahta at fikri de Odysseus'a aittir. Zeka tanrıçası tarafından çok sevilen kahraman Poseidon'un kinini kazandığından Troia dönüşü başına bir çok belalar gelmişti. Penelope ise Odysseus'un karısıdır. Telemakhos'un annesidir aynı zamanda. Kocası Troia harbine gittikten sonra uzun yıllar tek başına yaşamış ancak kocasına hep sadık kalmıştır. Penelope Homeros'un Odysseia Destanı'yla sadık, iffetli zevce sembolü olmuştur. Penelope kocasının 20 yıl süren yokluğunda, talibi olan bir sürü erkeği bir hile ile kendinden uzak tutmayı başarmıştır. Kaynatası Laertes için dokumakta olduğu kefeni bitirir bitirmez içlerinden biriyle evleneceğine söz vermişti. Ama gündüzleri dokuduğunu geceleri gizlice söküyordu. Tüm taliplerini kendinden uzak tutmayı başaran Penelope için kaynanası Antikleia şöyle diyordu: “Karın büyük bir sabırla bekler seni evinde / gündüzleri ağlaya ağlaya tüketir kendini/bir geceler geçirir ki düşman başına...” 

Ve Penelope çok sevdiği kocasının ölüm haberini aldıktan sonra taliplerinin çıkması üzerine neler yaşadığını şöyle anlatır: “tanrı bir bez dokumayı kodu aklıma ilkin/kocaman bir tezgah kurmuştum odamda/arşın arşın bez dokuyordum ha bire/taliplere de şöyle bir laf ediyordum arada bir:

"Delikanlılar, madem tanrısal Odysseus öldü, 
çaresiz varacağım içinizden birine 
ama ne olur bekleyin bir parça daha, 
bitsin bu dokuma, boşa gitmesin bunca iplik, 
bir kefen dokuyorum yiğit Laertes'e 
gün gelir de, ölüm onu yere sererse upuzun, 
Akhalı kadınlar ne der sonra bana" 
böyle derdim, kanardı bu sözlere taşkın yürekleri. 
Oysa ben dokuduğum koca bezi 
bir çerağ önünde sökerdim geceleri. 
Kandırdım onları işte böyle tam üç yıl 
ama dördüncü yıl başlayıp çatınca ilk yaz, 
bir hizmetçi, saygısız bir köpek duyurur onlara bunu.

Bu yakalanışın ardından Penelope'nin aklına onları yarışmaya sokmak gelir.. 

Gerisini Odysseus destanına bırakalım. Dostu Agamemnon'un yanında savaşmak için karısı Penelope ve oğlu Telemakhos'u geride bırakarak Troya'ya doğru yola koyulan İthaka kralı Odysseus'un savaşın bitimi ile başlayan olağanüstü serüvenlerini anlatan "Odysseia" destanında Odysseus kurnaz ama biraz sivri dillidir. Dönüş yolculuğunda tutulduğu fırtına karşısında deniz tanrısı Poseidon'a meydan okuyunca, tanrının gazabına uğrar ve bir türlü evinin yolunu bulamaz. On yıl sürer Ege denizinin bir yakasından bir yakasına savruluşu. Tek gözlü, insan yiyen devleri, gemicileri baştan çıkaran sirenleri ve Yunan mitolojisinden çıkıp gelen daha nice tehlikeyi savuşturan Kral, ülkesine döndüğünde karısını evlilik hazırlıklarında bulur. Yarışmayı kazanan prens olacaktır kraliçenin eşi. Kılık değiştiren Odysseus, teker teker yener koca adaylarını ve hem karısına hem de tahtına kavuşur. 

Sadık kadın Penelope ile uçarı koca Odysseus’un birleştirdikleri bu çizgi kadın ve erkek olarak adlandırılan iki varlığın dünya yolculuklarında karakteristik bir kader çizgisidir. Doğurduğu çocuğu ve aile iffeti nedeniyle hayatını ihmal edercesine evine ve yalnız bir hayata kapanan Penelope, Odysseus’un dönüşünü bekleyen bir simgedir başlı başına. Absürd Penelope-Odysseus çizgisinin simgesi.

Çizginin Yönleri

“Çizgi”nin olmadığı bir dünya kuşkusuz çok şekilsiz olurdu. Yollar akmaz ve gitmek de olmazdı. Ama yollar gidiyor ve denilebilir ki bu yüzden ayrılıklar, hüzünler ve teselliler var. Ve çizgilerin kolları kadar yönleri de var. Dünya üzerinde insanın nerede olduğu, dünyanın neresinde durduğu onun neredeyse kaderiyle eş anlamlı. Bu kader savaşı içinde çizgiler insanın nerede durduğuyla değil, onun nereye kadar gidebileceği ve gidemeyeceğiyle ilgileniyor. Çizgiler sınırların ve sınırların bekçileri ve mayası.

Büyük bir tarlayı ikiye bölelim. Bunu yapmak için uzunca bir sopayı toprağa saplayın ve gölgesinin hareketlerini on’ar dakikalık fasılalar halinde bir saat boyunca yere işaretleyin. Ortaya çıkan doğru ya da eğrinin geldiği yönü Doğu, gittiği yeri ise Batı olarak adlandırın.

Sopanın yanına oturun ve şimdi bu iki alanı birbirinden ayıracak derin nedenler düşünün.

Bir ırmak, bir vadi, bir yol, haritada kalın bir çizgi, zorunlu bir tanıklık, dinler, uygarlıklar, köprüler?

Hangisi bu büyük toprağı birbirinden kesinkes ayırabilir?

Çizgiler tek başına ne yapabilir? Kullanılmaları gerekir her şeyden önce. Kültür ve dinleri, halkları ve kavimleri, zenginlikleri ve yoksulluğu, kralı ve tebaayı birbirinden ayırmak için çizgiler kullanılır öteden beri dünyamızda. Bir tarafta benzerleriyle birlikte kalındığı için olacak çizgiler sınırlaşınca ve insan alanları sınırlanınca herkes buna çok sevinir.

Öteden bir çocuk yanınıza yaklaşır. Bir çember çevirmektedir. Sopasını her vuruşunda dönen çember toprakta daha derin izler açmaktadır. Ve çemberin arkasından koşan bir yavru köpek vardır. Her iki gölge de kızgın güneş altında Kuzey’e doğru uzaklaşırlar, arkalarında basit ama anlamsız izler bırakarak.

Onlara göre siz Güney’de, bir yandan da Doğu ile Batı’nın arasında kalmışsınızdır.

Dünya’nın herhangi bir yerinde durduğumuzda karşımıza tam dört ana yön çıkar. Az önce sözünü ettiğimiz “çizginin yönleri”dir aynı zamanda bunlar. Hatta çizginin nafile yönleri... Zira gezegenin neresine gidersek gidelim çizgiler önümüzden gider, peşimiden gelir; bazen gölge bazense bedendirler. Tarih geleceği hızlandırır, ama ölümsüzlük otunu bulmak için bol zaman gereklidir ve de sürekli çoğalan ve artan tarihi yazmak için de boş zaman!..

Dünya gezegeni Doğu-Batı yönünde ilerlemesine rağmen güçler ve zenginlikler Kuzey’den Batı’ya doğru ilerler. Gelgelelim Kuzey’in ve Batı’nın refah ve zenginliklerinin geldiği yer Doğu ve Güney’dir. Dünya’daki zenginlik aktarımı Güney-Kuzey, güç aktarımı ise Doğu-Batı eksenlidir. 

Güney’in yoksulluğu ve Doğu’nun suskunluğu karşısında Kuzey’in zenginliği ve Batı’nın öğle üzeri gürültüleri. Işık Doğu’dan yükselir, ama Batı’ya doğru kayar ve orada batar. Bu değişmeyen aktarım sayesinde insanın yeryüzü serüveni de bu dört yön arasında savrulur durur.

Çizgiler dünyayı kuzeyden güneye ve batıdan doğuya enlem ve boylam olarak keserler. Bu çizgiler hiçbir evin mutfağından, Kızılderili çadırlarından, Maya tapınaklarından, çocuk odalarından ya da sınıflardan geçmez. Onlar hayalidir, ama coğrafi hakikatleri söylerler. Çizgiler daha yeryüzüne inmeden, ama yeryüzü üstüne konuşarak vardırlar ve yeryüzünü şekillendirirler.

Çizgi Ötesinde Olmak

Yönlerden bir tanesini seçelim şimdilik. Başlangıç kelimesine en yakışanını... Doğu’yu. Ama Doğu’yu kuşatmamız, etrafını çevirmemiz olanaksızdır. Başı ve sonu olmayan, bilinmeyen bir evrende; başa ve sona izin vermeyen trigonometrik bir cisim üzerindeyiz: Bu bir küre. 

Biz buradayız. Ne zamandır buradaydık ve dönerek ilerliyoruz. 24 saatte ve 365 günde bir tekrar bulunduğumuz yere geliyoruz. Güneş sistemi bir yere gitmiyor; ancak evren nereye gidiyorsa oraya; fakat ormanı görmemek için ağaçta asılı kaldığımız için birşeyler arıyoruz ve “buluyoruz”: Keşif, fetih, seyahat, konaklama, dönüş... Bulma edimlerimiz hepsi de.

Dünyayı yüzde yüz bulduğumuz ve keşfettiğimiz gün üzerine dikey ve yatay çizgiler çektik. Bu coğrafi parmaklıkların gözeneklerinde dünyayı parçaladık. Harita projeksiyonları, tıpkı bir şarkının farklı ses ve çalgılarla yorumlanışı gibi Dünya’yı kâğıt üzerinde yorumluyor!.. Haritada bile sadece Afrika’ya baktığımız zaman Avrupa “nispeten” daha küçük görünüyor; sadece Avrupa’ya bakarken Afrika küçülüyor, kararıyor ve aç bir çocuğun derisi gibi büzüşüyor. Bunun nedeni küreyi yayamayışımız. Toparlak bir cismi bir yufka gibi açmak ve tepsiye yerleştirmek olası değil; ama bunu yaparken hayalgücümüzü kullanıyoruz. Dünya’nın bulunduğu daha sübjektif bir evren, hayal dünyası... 

İşte suskun Doğu’nun konuştuğu, hayat bulduğu, zengin ve geveze olduğu altıncı kıta; kayıp kıta, akıllardaki ve rüyalardaki dünya. Burada coğrafi enlem-boylam parmaklıklarının gözenekleri patlıyor; büyüler, tılsımlar ve masallar sıraya girerek bir hayal âleminin sınırlarını çiziyor.

Harabelere, göç ve muharebe meydanlarına giden yollara bakarken bulduğumuz Batı’nın medeniyetlerinden öğreniyoruz Doğu’nun barbarlığını. İlk anlamıyla “barbar” medeniyetten uzak olandır -ikinci anlamıyla da “yabancı”-, öyleyse Doğu’nun suskunluğu medeniyetin suskunluğu değil midir? Ama kendi dilinde ve gramerinde Doğu konuşmaktadır. Doğu’nun bir sesi vardır, ama konuştuğunda sadece ses çıkardığı algılanır; medeniyetler gramofonunda çalan bir plağa okunmamış olduğu bu sesler, çalınamaz ve taklit edilemezler: Bu yüzden ikinci ağızlardan anlatırlar.

Batı bilgiye ve kanıtlara dayalı olarak yazılırken, Doğu ise Batı’nın “mutluluk arayışının dinamiklerini (bütün harareti ve paradokslarıyla) açığa çıkaran nadir etkinliklerden biri” olarak gözlemler sonucu sadece ve sadece anlatılır.






Bazı Kitaplarımı Yazmamalıydım ve Bazı Kitapları Okumamalıydım


Aslını ve ustanı unutma

Bu yerde yazmaya başlarken kısa ve öz bir mesajı nasıl vermem gerektiğini düşündüğüm zaman bu sözü yazmıştım. Önemli bir söz, ama bunu ben yazdığım için ve henüz tarihteki haklı yerimi almadığım için henüz değerli bir söz değil. İnandığım şu ki usta ile köken arasında bir tercih sorunu asla yaşanmaz. Kimse ustasını seçemez kökünü seçemediği gibi. Bu benzeşme kimseyi usta ya da çırak yapmaz.

Bazı kitaplarımı uzun süren öfkelerin etkisinde yazdım. Bazı kişilerin yazar olup olmaması gerektiğine inandıktan ve bunun için sınırsızca uğraştıktan sonra bu durumu taşıyamayacaklarını anladığımda uzun öfkelere kapıldım. Bu işlerde savaşa asker seçercesine, salt görünen özelliklere göre karar veremezsiniz. Aynı zamanda tarihin ve koşullu bir tarih olan geleceğin de içinde yer alacak fikir çivilerini en uygun yerlere çakmak zorundasınızdır. Gelecek öyle çoğunun bilinmezliğinden yararlanageldiği bir bahane değildir. Gelecek çok açıktır. Sadece hataya  karşı çok açık ve duyarlıdır. İşte ben de geleceklerini elimde tuttuğum, kendim de dahil olmak üzere birçok sanat erbabının seçimlerine karışırken ve yönlendirirken bazı hatalar yaptım.

İtiraf ve itham ediyorum

Burası bir mahkeme olsaydı iftira da edebilirdim. İftira atılmaz, edilir. Yargının konusu olan iftira, ortaya konmuş ve yerleşmiş olan sözü etkilemez, ona gidişi geciktirir, engeller sadece. Söz, gerçeğin en güçlü bileşenidir. İtiraf da etsem itham da etsem, sözünü ettiğim sanat erbaplarının gerçeklerine de müdahale ettiğim için pişmanım aslında. Uğruna savaştığım birkaç kavramdan birisi olan iyilik adına önemli deneyimlere, derslere açılan bir kapıyı da aralamış oldu bu pişmanlık aslında bende. Kendimi çok suçlamasam da derinden derine kırılmış olduklarını hissettim bazı kişilerin, yaptıklarım yüzünden. Zamanın akışı üzerinde bir etkim yoktu, ama geçiş sıralarını bilerek-bilmeden değiştirdiğim kişilerden belki de geride kalmış olanları küstürmüş olabilirim. Başarıları geri çevirmek istemediğimiz gibi hataları da geri çevirmek, geri göndermek isteseydik bu çok şey değiştirir miydi acaba? Başarılara bir imza, hatalara ise leke muamelesi yaptığımız için bir şeyleri değiştirme gücünden uzakta olamaz mıyız? İtham edici bu soruların cevaplarının gayet güzel itiraflarım olabilme olasılığını saklı tutuyorum tam da burada.

Esinlenme bir yetenek midir yoksa gerçekleşmemiş bir şike teşebbüsü mü?

Bu ara başlığın bir yazı konusu olduğunu düşünürken birdenbire bu yazının içinde kendi yerini bulmuş olduğunu görüyorum. Bundan sıkılmıyorum, çünkü artık yazı yazmakta değil bitirmekte zorlanıyorum. Zira yazı başlıkları, yazı hızımdan daha fazla beni yoracak derecede oluşuyorlar ve deyim yerindeyse bir depo gibi birikiyorlar.
Depo demişken, yeteneği sonsuz, sınırsız bir depo olarak da tanımlamak istiyorum. Yetenek, belki de ne olduğunu tam olarak saptamadan en üst derecede kutsadığımız parlak ifadelerden biri hayatımızda. Yetenekli çocuk, kabiliyetli kız, üstün zeka... Kökeni, kaynağı nereden gelirse gelsin bağını asla sormayız. Bu yüzden de sıralamanın en başında yer alıyor yetenek. Bir tür batıl inanç olarak...

Esinlenmeyi "ilham perisi" kültüyle adlandıranlar ve buna halen devam edenlerin yetenek tanımları elbette farklı olsa gerek. Yetenek onlar için dış kaynaklı bir şey olmalı. Nörologlar başta olmak üzere bilimden yana olanlar ise içten yanan bir boya küpünde ısrarlılar. Eğer gerçekten de periler varsa, desteklediğim ve desteklemeye devam ettiğim sanat erbapları için ben bir peri terbiyecisi ya da avcısı olmalıydım. Yok eğer bu yazarlar sürekli içten yanıyorlarsa ben de ateşe kömür atan ter içinde bir işçi olabilirim.
Her iki durumda da adres ve ona göre benim duruşum aynı. Her durumda sorgulanan ya da çekim merkezi olan yetenek, obje ve süje olarak "yazar arkadaş"ımızda yerini alıyor zaten.

Öyleyse benim derdim ne?

Aslında kimseyle bir derdim yok. Tek sorun zaman. Zamanın yargısı daha çok. En az konuştuğumuz kadar sustuğumuz için de değerli, önemli ve suçlu olabiliriz. Ben susarak görüşlerimi ifade etmek yerine konuşarak eylemde bulunmayı ve çoğunlukla da pişman olmayı seçtim. Birisi pişman oldukça kimse kariyerinde yükselmez, fakat zamanın yargısı olgunlaşır ve daha isabetli hale gelir. Sık sık hataya düşmekten, birilerinin yazarlık kariyeri hakkında yanılmaktan, yanlış ata ve kazaya oynamaktan, dolayısıyla durmadan pişman olmaktan korkmuyorum. Belki de gelişim dediğimiz şey, ancak ilerledikçe bulabildiğimiz doğrularla gerçekleştirdiğimiz bir olgudur.
Artık hiçbir şey okumuyorum. Sadece bakıyorum. Okuma gözlüğüme yeni ayarları eklemedimse de bakışlarımı geliştirdim. Yeni ve daha fazla kitap ve yazarla ilerlediğini ve kendi doğrularına yaklaştığını düşünenlerin aksine artık ne söylediğim yerine hala konuşup konuşmadığıma bakanların karşısında zamanla alkıştan tahlile onaydan muhalefete birçok konumu anlatan bakışlar üzerine çalışıp onların gerçek eylemlerim olduğunu düşünmeye başladım.

Doğru şekilde, yönde ve önemlisi sürekli olarak gelişmenin tek derdim olduğunu düşünüyorum şimdilerde.