yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2024 Salı

Görünmez Kentler ve Renkler

villes invisibles ile ilgili görsel sonucu

"Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yanyana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli; sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."

Italo Calvino "Görünmez Kentler"


Kentlerin yaşamında sokakları, binaları ve meydanları oluşturan kavram köşeleriyle artık hiç kimsenin ilgilenmediği gün gibi ortada. Kentler rüzgara, zamana ve unutuşa doğru yaşlanırken bu köşelerin, Ortaçağ’ın 11 burçlu şehir kaleleri gibi kentin her yerine serpiştirildiğini, kentin kamu kütüphanelerinde, özel meskenlerin okuma/yazma odalarında bu köşelerin masa, dolap ve koridor sonlarında yaşadığını mırıldanıyor sokak taşları.

Kent bomboş.

Üzerinde insanlar, arabalar, sinemalar, reklamlar ve köprüler dolaşıyor, ama kent bomboş.

Bir Fellini Roma’sı ya da Solanas’ın Buenos Aires’i gibi… El Sur (Güney) taş sokakları yalıyor Tango zamanı.

Boş kentler renksiz görünür. Avrupa’nın kentlerinde öğle vakti ya da akşam yemeğinden sonar yer eden bu renksizlik deniz kenarındaki kentlerde yerini mavinin soluk tonlarına bırakır. Boş kent, kımıltısız bir deniz kadar sessizdir çünkü. Deniz için fırtına neyse kent için insanların kalabalığı odur.

Kentler kurulalı birkaç binyıl oldu olmasına ama kent hayatının neresindeyiz artık? Barbarların istilasından korkan kentlerden uygarlığın çöplüklerine dönüşen kentlere, at üstünde girilen kentlerden bir terör bombasının tehdidiyle kaçılan kentlere gelinceye kadar neredeyiz?

"Belki de kent yaşamının kriz noktasındayız,” diyor Italo Calvino “Görünmez Kentler” adlı kitabında. Ona göre “Görünmez Kentler” yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. “Metropollerin tamamını bloke ederek zincirleme zararlar doğurabilecek büyük teknolojik sistemlerin çekiciliğinden konuşulduğu kadar, doğal ortamın yıkımından da aynı süreklilikte konuşuluyor. Çok büyük kentlerin yaşadığı kriz doğanın yaşadığı krizin diğer yüzüdür."

“Görünmez Kentler”in bir başka meselesi de insan, doğa ve tarih uyumunun kentlerde yitmiş olması üzerinde yoğunlaşıyor. Eşyaların, nesnelerin insan yaşamı ve eylemleri üzerindeki kesin zaferi, insan tarafından kabul edilen bir egemenlik olarak yer etmiş durumda yaşamlarımızda. Dolayısıyla insan hem kendisine hem de dünyaya yabancılaştı. İnsan ürettiğinden daha fazla tüketiyor, çünkü artık insan adına makineler daha çok üretiyor. Makineler tüketemediğine göre insanın “bir makine kadar hızlı” tüketmesi gerekiyor. Bu kopuş, bu teslimiyet, insanın arzu ve isteklerindeki bu azalma kente de yansıyor. Ne var ki kentlerin bir belleği var ve bu bellek elektriksel hareketlerin de ötesinde ahşap, taş, boya, sıva, heykel ve duvar olarak yaşıyor. Onlara dokunuyor, görüyor ve işitiyoruz.

İşitmek mi? Ama nasıl?

Rüzgarın sayesinde.

Kentler kurmakla yanlış mı yaptık acaba? Issızlıktan, yalnızlıktan gelen insanların sosyal sorunlarını çözeceğimiz yerde onu teknolojinin, medeniyetin ve kalabalıkların içinde daha da mı yalnız bıraktık?

İşte Italo Calvino gibi daha birçok düşünür, mimar, şehir plancısı ve yazar bu sorunun cevapları üzerine düşünüyor, kalem oynatıyor. “Görünmez Kentler”de Kubilay Han ile Marco Polo'nun buluştuğu satranç partileri, söyleşiler ve kent masalları arasında okurun yolculuğu sürerken, modern kentlere belki de ilaç olabilecek doğu mistisizmi anlaşılmaya çalışılırken öte yandan modern kent yaşamının içinden çıkılmazlığı ve geleceği üzerine düşünceler etrafımızı sarıyor. Tektipleşmenin, ıssızlaşmanın labirentini aşmak, bu labirent içinde bir yol bulmak. Günümüz kent insanının bütün uğraşı neredeyse bu eylemler.
Labirent uzuyor, kıvrılıyor, büyüyor ve daralıyor.

İnsan küçülüyor. Yaya geçitleri de küçülüyor ve dağılıyor kentin her bir köşesine.

O beyaz çizgiler labirentlerin yol taşlarına dönüşüyor.

Görünmez Renkler

“Görünmez Kentler”de Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı her kent bir kadın adını taşıyor: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini.” “Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzular. İsidora’ya varır sonunda.” “Dorotea iki türlü anlatılabilir: Kenti, her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kat eden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinden yükselen dört alüminyum kaleden söz eder, her mahallenin gelinlik kızlarının öteki mahalleden gençlerle evlendiğini, ailelerin kendi tekelinde tuttuğu bergamut, havyar, usturlap, ametist gibi şeyleri aralarında takas ettiklerini göz önüne alarak bütün bu verilerden hareketle kentten geçmişte, şimdi ve gelecekte talep edeceğin şeylerin tümünü keşfedinceye dek hesaplar yapılabileceğini anlatabilirsin;...” “Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay.” “Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir.” “Yolculuğun sonunda Tamara vardır.” “Altı nehrin e üç sıradağın ötesinde, bir görenin bir daha unutamadığı kent, Zora yükselir.”

Bunlar dışında Maurilia, Eufemia, Zobeide, İpazia, Armilia gibi başka düşsel kentlere de seyahat eder Marco Polo. Kubilay Han, gözler, takaslar, gökyüzü ve ölüler arasında geçen bu kent sohbetlerinin arasında Marc o Polo’ya derin bir kuşkuyla sorar: “Bana anlattığın bütün bu ülkeleri ne zaman vakit buldun da gördün bilmiyorum. Bu bahçeden hiç ayrılmamışsın gibi geliyor bana.” Marco Polo ise bir hükümdarın huzurunda bulunuşun büyük dikkatiyle şöyle cevap verir: “Benim gördüğüm ve yaptığım her şey, kafamda, bu bahçedeki aynı sükûnetin, aynı alacakaranlığın, sadece yaprak hışırtılarının bozduğu aynı sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde anlam kazanıyor. Yaşamım timsahlarla yemyeşil bir nehrin akıntısına karşı boğuşmakla ya da gemi ambarlarına indirilen tuzlu balık fıçılarını saymakla geçse de, düşünmek için dikkatimi yoğunlaştırdığım an kendimi akşamın bu saatinde hep bu bahçede, senin yüce huzurunda buluyorum.”

Diyalog böyle devam ederken Kubilay Han Marco Polo ile kendisini çöplükleri karıştıran iki meczuba benzetir. Bunun üzerine Polo cüretini artırarak cevabı yapıştırır: “Belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer, bir de Yüce Han’ın sarayının asma bahçesi kaldı. Onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız, ama hangisi içerde hangisi dışarda belli değil.”

Görünen Renkler

Turuncu

Tatar imparatoru Kubilay Han, Marco Polo yolculuklarında gördüğü kentleri kendisine anlatırken ona inanıyor muydu? Ama şurası kesin ki Kubilay Han, diğer bütün ulak ve kaşiflerinden daha büyük bir merak ve dikkatle dinlemeyi sürdürdüğü Marco Polo’yu dinlerken zapt ettiği uçsuz bucaksız toprakların verdiği gurur duygusunu yitirmemek için bu “zahiri” yolcuya katlanıyordu besbelli. Bütün bu katlanmanın ötesinde Kubilay Han’ın hayatını saran turuncu kuşak, yaşadığımız kentlerin ötesinde başka hayatlar ve kentler olduğunu bize durmadan bildiren turuncu kuşaktır. Bizler buna kısaca haberci kuşak demeliyiz. Kentlerimizin sokaklarında bulamadığımız bir renktir turuncu. Salon ve odalarda, eşyalarda ona rastlarken kentdışı, mekandışı bir renk olarak acaba Marco Polo’ya Kubilay’ın duyduğu garip hayranlığı da taklit ediyor muyuzdur ister istemez?

Kubilay Han, yalnız Marco Polo'nun anlattıklarında yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin ötesine geçerken de karınca ağızlarından balkabakların içine, kabak çiçeklerinden olgun kayısılara kadar turuncu bir düş denizinin kıyılarında dolanıyordu. Hükümdarlık gururu ve gerçekleştirdiği fetih düşleri onun yeni düşlere dalmasına engel değildi ve Venedikli Marco Polo’yu sarayının asma bahçesine konuk etmesinin asıl nedeni buydu. Gri, yosun yeşili Venedik’ten gelen yolcunun bir hükümdarın turuncu düş bahçesine konuk oluşu… Biraz olsun kentten turuncuyla kaçmak anlamına gelmez mi bu?

Mavi

Melih Cevdet şöyle derdi: “Gökyüzü boş – Nereye bağlasam atımı?” Uzun süre at koşturan kimdir, mavi gökyüzünün altında? Bu ıssızlık yolcusu belli ki bir kente gelmiştir. Gökyüzü boştur, demek ki gündüzdür; yıldızlar görünmemektedir. Gökyüzü görünmediği zamanlarda mavi olduğu için denizler de mavi olabilir. Onca kumu, çakılı, kabukluyu ve balıkları gizlemek için.

Mavi renk, kalabalık bir canlı-cansız sürüsünün çok uzaktan bakıldığında seçilen rengi olabilir mi?

İsidora. Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzulayınca bu kente varır. “Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı helezoni merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır, bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar, ve horoz döğüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür.”

İsidora kesinlikle genç bir kadındı. Surları sarı çiçeklere bezenmiş, meydanında mavi bir kumaşa sarılmış çiçek tarhları barındıran dişi bir kent.

Güzel her kent gibi İsidora’nın da ortasında bir nehir geçer. Bu mavi nehrin adı neden Osiris olmasın? Osiris iyilikleriyle ünlü bir Mısır kralıdır. Ve Osiris duvar resimlerinde mavi bir tahtın üzerinde oturmaktadır. Yanında bulunan koruyucu kuşun başı da mavidir.

Marco Polo, düşlenen İsidora kentinin kendisini gençliğiyle içerdiğini söyler. Bu yüzden geç yaşta İsidora’ya gelir. “Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.”

Kırmızı

Ovada kurulu, ırmak kıyılarında konuşlanmış kentlerde evlerin çatıları kırmızı renktedir. Gökyüzünden gelen her etkiye açık olmaları yüzünden rüzgarın ters yönünde yosun bağlamış bu kiremitler kırmızı renginin her tonunu barındırır. Güneşin batışı, resmi binalardaki bayrakların üzerindeki kırmızı şeritler, otomobillerin güneşteki kırmızı ışıltıları ve içinden kırmızı geçen geçmeyen bütün renk sözleri… Hepsi de bizi kırmızının berisine çağırır bizi. Üzerinde maddenin değil de ışığın yansıdığı bu renk aslında kentli değildir; gökyüzünden, ışık tayflarının arasından gelen bir misafir gibi yerini alır insan mekanlarında.

”Görünmez Kentler”deki Dorotea kenti, gidenlere, yani okuyanlara kırmızı renginin bazı çağrışımlarını uyandırıyor. Marco Polo iki türlü anlatıyor bu kenti: “Her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kateden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinde yükselen dört alüminyum kule…”

Marco Polo bu kente ilkgençlik yıllarında bir sabah vakti gelmiş. Sokaklarda yığınla insan pazara doğru gidiyormuş. Kadınların güzel dişleri varmış ve gözlerinin içine içine bakıyorlarmış. Tahta bir set üzerinde üç asker klarnet çalıyormuş, dört bir yanda çemberler dönüyor, rengarenk pankartlar rüzgarda uçuşuyormuş.

Marco Polo’nun o ana dek hayatında gördüğü tek şey çöl ve kervan izleriydi. O sabah, Dorotea'da, yaşamdan umamayacağım hiçbir nimet yokmuş gibi geldi ona. Daha sonraki yıllarda gözleri, çölün bitimsiz kumlarını ve kervan izlerini seyretmeye döndü; oysa şimdi biliyor ki bu, o sabah Dorotea'da bana açılan bir sürü yoldan sadece birisiydi.

Yeşil

Yeryüzündeki ağaçların, sincapların toprağa sakladığı tohumların unutulmasıyla oluştuğunu okuduğumda fazla şaşırmadım. Hele bir Akdeniz bitkisi olarak bilinen zeytin ağacının bile 2-3 asır önce Akdeniz’e Hindistan’dan getirildiğini öğrenince de… Ama Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirini okuyunca şaşkınlığın ne olduğunu öğreniyorum. “Geceyi gündüzü biliyor/Dört mevsim, rüzgârı, karı/Ay ışığına bayılıyor/Ama kötülemiyor karanlığı; Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak için/Bir öğrenegörsün aşkı/Ağacı o vakit seyredin.”

Kentlerdeki yeşilliklerden öğreneceğimiz çok şey var. En az duvarlar, köprüler, pencereler ve kapılar kadar… Bir keresinde ormanların yer değiştirdiğine dair bir mitolojiyi tam anlamıyla uydurmak için saatlerce kalemim elde beklemiştim. Ormanlar kolayca, bilinçli olarak yer değiştirebilirlerdi ama bunun amacı ne olacaktı?

Mitoloji “masalları” insanın tarih ve kültürünün altında yatan büyük neden-sonuç ilişkilerinin mimarıdır. Buradan hareketle “hareket eden ormanlar” mitolojisi çok havada kalacaktı. Ama kentteki ağaçları, kentlerdeki -park, bahçe ve avlulardaki- parçalanmış ormanları düşününce “ormanların sürgünü” terimi aklıma geliyor ve bu kez yer değiştirme mitosu belirgin bir amaçla yükleniyor.

Kentlerdeki yeşilliklerin de surları yüksek, hendekleri derin bir mitolojisi var artık.

Beyaz

Mermerleri sıyırdığımız zaman kentlerden geriye ne kalır? Bir insanın belleğini almak gibi bir şeydir bu. Heykeller yok olur, sütunlar ve de hamamların kurnaları; bazı pencerelerin pervazları da…
Bir kentin soyunması, onun beyazlatılması mıdır gerçekten? Kentlerin üzerinden birçok şey atılabilir: Tarih tabakası, insan tabakası, ölüm tabakaları, doğumlar, mevsimler, olaylar ve anılar… Kent beyazlaşıncaya kadar daha birçok tabakanın atılması gerekir. İlk önce’ye, başlangıca dönmek için kente yapılan akınlar, fetihler, göçler ve istilalar kazınmalıdır. Ta ki bir bozkır kalıncaya ve o bozkırın öncesinde bir buz tabakasına ulaşıncaya kadar.

Üç gün hep güneye gidilince iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu Anastasia’da satılan eşyalar da tabaka tabakadır:Akik, oniks, zümrüt ve diğer kuartz çeşitleri; buralarda, bekletilmiş kiraz ağacından kesilen odun ateşinde, bol kekikle pişirilen nar gibi kızarmış sülün etini de övmek gerekir; bir bahçenin havuzunda yıkanırken Marco Polo’nun gördüğü ve -anlatılanlara göre- yoldan geçenleri, bazen kendileriyle birlikte soyunmaya ve suda şakalaşmaya davet eden kadınlardan da söz etmek gerekir. Marco Polo bütün bunlarla kentin gerçek özünü anlatamayacağını söyler Kubilay Han’a. Çünkü Anastasia'yı anlatmak sonradan boğmak zorunda kalınacak arzuları içinde bir bir uyandırmaktan öteye geçemezken, bir sabah kendisini Anastasia'nın orta yerinde buluveren birinde arzular hep birden ayaklanır ve kuşatıverir. Marco ekler: “Kent her arzunun mutlaka yaşanması gerektiği, senin de parçası olduğun bir bütünmüş gibi gelir sana, oysa o, senin keyif alamadığın her şeyin tadına varır, sana da bu arzuda yaşamak ve bununla yetinmek kalır.”

29 Aralık 2023 Cuma

Sisifos ve Çizgi

“Yazarken, giderken ve bu dünyada kalırken.” 

Çizgilerin insan ve dünya üzerindeki bütün macerasını bu cümleyle geçiştirmek mümkünken ben başka bir yola sapıyorum. O yolda, insani maceranın seyahati var. Yolun her iki yanından bana ait çizgiler geçiyor. Birisi çocukluğumun çizgisi. Öteki yaşlılığımın. Her ikisini de ölüm ve cinsellik olarak çağırabilirim. Çocukluk büyümeyi ve bedenimi ehlileştirmeye, onu öteki ve farklı bedenlerle birlikte dans etmeye beni davet ederken, ölüm ise bu davetin altında küçük, belirsiz bir dipnot olarak düşülüyor. Hilmi Yavuz şöyle noktalıyor davet cümlesini: “Kadınları düşünmemek mümkündür! Tıpkı ölümü düşünmemek gibi...”

Ölümü düşünmeden edemiyoruz. Öyleyse kadınları da düşünmeden edemeyiz. Çizgi romanlarda, afişlerde, beyaz sayfalı dergilerde. Ama futbol maçı izlerken değil. Orada saha çizgileri içinde koşuşturan formalı bedenlere ait ellerdeki çizgilerde, yüzlerdeki çizgilerde ertelenmiş bir ölüm düşüncesinin izleri var. Sporda zaten o çığlık vardır: Bedenin yaşadığına dair atılan en güzel çığlık.

Hepimizin üzerinde düşüp kalktığımız, doğrulup tekrar sendelediğimiz bir çizgi var: Hayat çizgisi. Başlangıcı doğumumuzla işaretlenip çeşitli dönemeçlere, zikzak ve dolambaçlara sahip bu yolda kimine göre insan hayatının bütün muhteviyatını görür, üzerinden ve yakınlarından geçer. Bu yolculuğa gerçek yol çizgileri eşlik etmez. Gerçek yol çizgileri bu hayatı bir yerlere götürür ve getirir. Sürülmüş tarlaların çizgilerine paralel ya da dik, dünyanın bütün öznelerini ve nesnelerini küresel bir istikamette harekete geçirirler. 

Dünyamızı belirleyen en büyük özellik hareket ise çizgiler de bu eylemin gerçek evsahipleridir. Bu eyleme tek bir çizgi itibar etmez: Ufuk çizgisi.

Sisifos’un çizgisi

İnsan yaşamaya devam etmelidir. Ama nasıl? Yunan mitolojisinin trajik kahramanı Sisifos bu açmazı şöyle okur: “Tanrı ve ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına ve intihar da bir çözüm teşkil etmediğine göre insan yaşamaya devam etmelidir.” Sisifos, tanrıları aldatmış ve onlar tarafından bir kayayı bir dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştır. Kaya dağın tepesine geldiğinde aşağı doğru yuvarlanır ve Sisifos onu tekrar çıkarır. Bu durum bu şekilde devam edip gidecektir. Absürd kavramının ve varoluşçuluğun en önemli filozof ve yazarlarından Albert Camus, Sisifos’u absürd bir kahraman olarak yorumlamıştır “Sisifos Söylencesi” adlı deneme kitabında. Sisifos’un durumu hem trajiktir ama aynı zamanda bu durumunda metafizik bir mutluluk vardır. O, tanrılara başkaldırmış ve yazgısını (kayayı) sahiplenmiştir. Camus bundan dolayı mutlu bir Sisifos hayal etmemiz gerektiğini söyler.

Homeros’un yazdığı mitolojiler için de insanın dünya yolculuğuna dahil olan bir başka tipik çizgiye rastlarız: Odysseus-Penelope çizgisi. Meşhur Yunan kahramanı Odysseus İthaka kralı. Laertes ile Antikleia'nın oğludur. Çok zeki bir adamdır ve düşmanlarını zekası ve kurnazlığı ile yener. Penelope ile evlendiği sıralarda Troia savaşı başlayınca savaşa gitmemek için çeşitli bahaneler ileri sürer ancak savaşa gitmek zorunda kalır. Tahta at fikri de Odysseus'a aittir. Zeka tanrıçası tarafından çok sevilen kahraman Poseidon'un kinini kazandığından Troia dönüşü başına bir çok belalar gelmişti. Penelope ise Odysseus'un karısıdır. Telemakhos'un annesidir aynı zamanda. Kocası Troia harbine gittikten sonra uzun yıllar tek başına yaşamış ancak kocasına hep sadık kalmıştır. Penelope Homeros'un Odysseia Destanı'yla sadık, iffetli zevce sembolü olmuştur. Penelope kocasının 20 yıl süren yokluğunda, talibi olan bir sürü erkeği bir hile ile kendinden uzak tutmayı başarmıştır. Kaynatası Laertes için dokumakta olduğu kefeni bitirir bitirmez içlerinden biriyle evleneceğine söz vermişti. Ama gündüzleri dokuduğunu geceleri gizlice söküyordu. Tüm taliplerini kendinden uzak tutmayı başaran Penelope için kaynanası Antikleia şöyle diyordu: “Karın büyük bir sabırla bekler seni evinde / gündüzleri ağlaya ağlaya tüketir kendini/bir geceler geçirir ki düşman başına...” 

Ve Penelope çok sevdiği kocasının ölüm haberini aldıktan sonra taliplerinin çıkması üzerine neler yaşadığını şöyle anlatır: “tanrı bir bez dokumayı kodu aklıma ilkin/kocaman bir tezgah kurmuştum odamda/arşın arşın bez dokuyordum ha bire/taliplere de şöyle bir laf ediyordum arada bir:

"Delikanlılar, madem tanrısal Odysseus öldü, 
çaresiz varacağım içinizden birine 
ama ne olur bekleyin bir parça daha, 
bitsin bu dokuma, boşa gitmesin bunca iplik, 
bir kefen dokuyorum yiğit Laertes'e 
gün gelir de, ölüm onu yere sererse upuzun, 
Akhalı kadınlar ne der sonra bana" 
böyle derdim, kanardı bu sözlere taşkın yürekleri. 
Oysa ben dokuduğum koca bezi 
bir çerağ önünde sökerdim geceleri. 
Kandırdım onları işte böyle tam üç yıl 
ama dördüncü yıl başlayıp çatınca ilk yaz, 
bir hizmetçi, saygısız bir köpek duyurur onlara bunu.

Bu yakalanışın ardından Penelope'nin aklına onları yarışmaya sokmak gelir.. 

Gerisini Odysseus destanına bırakalım. Dostu Agamemnon'un yanında savaşmak için karısı Penelope ve oğlu Telemakhos'u geride bırakarak Troya'ya doğru yola koyulan İthaka kralı Odysseus'un savaşın bitimi ile başlayan olağanüstü serüvenlerini anlatan "Odysseia" destanında Odysseus kurnaz ama biraz sivri dillidir. Dönüş yolculuğunda tutulduğu fırtına karşısında deniz tanrısı Poseidon'a meydan okuyunca, tanrının gazabına uğrar ve bir türlü evinin yolunu bulamaz. On yıl sürer Ege denizinin bir yakasından bir yakasına savruluşu. Tek gözlü, insan yiyen devleri, gemicileri baştan çıkaran sirenleri ve Yunan mitolojisinden çıkıp gelen daha nice tehlikeyi savuşturan Kral, ülkesine döndüğünde karısını evlilik hazırlıklarında bulur. Yarışmayı kazanan prens olacaktır kraliçenin eşi. Kılık değiştiren Odysseus, teker teker yener koca adaylarını ve hem karısına hem de tahtına kavuşur. 

Sadık kadın Penelope ile uçarı koca Odysseus’un birleştirdikleri bu çizgi kadın ve erkek olarak adlandırılan iki varlığın dünya yolculuklarında karakteristik bir kader çizgisidir. Doğurduğu çocuğu ve aile iffeti nedeniyle hayatını ihmal edercesine evine ve yalnız bir hayata kapanan Penelope, Odysseus’un dönüşünü bekleyen bir simgedir başlı başına. Absürd Penelope-Odysseus çizgisinin simgesi.

Çizginin Yönleri

“Çizgi”nin olmadığı bir dünya kuşkusuz çok şekilsiz olurdu. Yollar akmaz ve gitmek de olmazdı. Ama yollar gidiyor ve denilebilir ki bu yüzden ayrılıklar, hüzünler ve teselliler var. Ve çizgilerin kolları kadar yönleri de var. Dünya üzerinde insanın nerede olduğu, dünyanın neresinde durduğu onun neredeyse kaderiyle eş anlamlı. Bu kader savaşı içinde çizgiler insanın nerede durduğuyla değil, onun nereye kadar gidebileceği ve gidemeyeceğiyle ilgileniyor. Çizgiler sınırların ve sınırların bekçileri ve mayası.

Büyük bir tarlayı ikiye bölelim. Bunu yapmak için uzunca bir sopayı toprağa saplayın ve gölgesinin hareketlerini on’ar dakikalık fasılalar halinde bir saat boyunca yere işaretleyin. Ortaya çıkan doğru ya da eğrinin geldiği yönü Doğu, gittiği yeri ise Batı olarak adlandırın.

Sopanın yanına oturun ve şimdi bu iki alanı birbirinden ayıracak derin nedenler düşünün.

Bir ırmak, bir vadi, bir yol, haritada kalın bir çizgi, zorunlu bir tanıklık, dinler, uygarlıklar, köprüler?

Hangisi bu büyük toprağı birbirinden kesinkes ayırabilir?

Çizgiler tek başına ne yapabilir? Kullanılmaları gerekir her şeyden önce. Kültür ve dinleri, halkları ve kavimleri, zenginlikleri ve yoksulluğu, kralı ve tebaayı birbirinden ayırmak için çizgiler kullanılır öteden beri dünyamızda. Bir tarafta benzerleriyle birlikte kalındığı için olacak çizgiler sınırlaşınca ve insan alanları sınırlanınca herkes buna çok sevinir.

Öteden bir çocuk yanınıza yaklaşır. Bir çember çevirmektedir. Sopasını her vuruşunda dönen çember toprakta daha derin izler açmaktadır. Ve çemberin arkasından koşan bir yavru köpek vardır. Her iki gölge de kızgın güneş altında Kuzey’e doğru uzaklaşırlar, arkalarında basit ama anlamsız izler bırakarak.

Onlara göre siz Güney’de, bir yandan da Doğu ile Batı’nın arasında kalmışsınızdır.

Dünya’nın herhangi bir yerinde durduğumuzda karşımıza tam dört ana yön çıkar. Az önce sözünü ettiğimiz “çizginin yönleri”dir aynı zamanda bunlar. Hatta çizginin nafile yönleri... Zira gezegenin neresine gidersek gidelim çizgiler önümüzden gider, peşimiden gelir; bazen gölge bazense bedendirler. Tarih geleceği hızlandırır, ama ölümsüzlük otunu bulmak için bol zaman gereklidir ve de sürekli çoğalan ve artan tarihi yazmak için de boş zaman!..

Dünya gezegeni Doğu-Batı yönünde ilerlemesine rağmen güçler ve zenginlikler Kuzey’den Batı’ya doğru ilerler. Gelgelelim Kuzey’in ve Batı’nın refah ve zenginliklerinin geldiği yer Doğu ve Güney’dir. Dünya’daki zenginlik aktarımı Güney-Kuzey, güç aktarımı ise Doğu-Batı eksenlidir. 

Güney’in yoksulluğu ve Doğu’nun suskunluğu karşısında Kuzey’in zenginliği ve Batı’nın öğle üzeri gürültüleri. Işık Doğu’dan yükselir, ama Batı’ya doğru kayar ve orada batar. Bu değişmeyen aktarım sayesinde insanın yeryüzü serüveni de bu dört yön arasında savrulur durur.

Çizgiler dünyayı kuzeyden güneye ve batıdan doğuya enlem ve boylam olarak keserler. Bu çizgiler hiçbir evin mutfağından, Kızılderili çadırlarından, Maya tapınaklarından, çocuk odalarından ya da sınıflardan geçmez. Onlar hayalidir, ama coğrafi hakikatleri söylerler. Çizgiler daha yeryüzüne inmeden, ama yeryüzü üstüne konuşarak vardırlar ve yeryüzünü şekillendirirler.

Çizgi Ötesinde Olmak

Yönlerden bir tanesini seçelim şimdilik. Başlangıç kelimesine en yakışanını... Doğu’yu. Ama Doğu’yu kuşatmamız, etrafını çevirmemiz olanaksızdır. Başı ve sonu olmayan, bilinmeyen bir evrende; başa ve sona izin vermeyen trigonometrik bir cisim üzerindeyiz: Bu bir küre. 

Biz buradayız. Ne zamandır buradaydık ve dönerek ilerliyoruz. 24 saatte ve 365 günde bir tekrar bulunduğumuz yere geliyoruz. Güneş sistemi bir yere gitmiyor; ancak evren nereye gidiyorsa oraya; fakat ormanı görmemek için ağaçta asılı kaldığımız için birşeyler arıyoruz ve “buluyoruz”: Keşif, fetih, seyahat, konaklama, dönüş... Bulma edimlerimiz hepsi de.

Dünyayı yüzde yüz bulduğumuz ve keşfettiğimiz gün üzerine dikey ve yatay çizgiler çektik. Bu coğrafi parmaklıkların gözeneklerinde dünyayı parçaladık. Harita projeksiyonları, tıpkı bir şarkının farklı ses ve çalgılarla yorumlanışı gibi Dünya’yı kâğıt üzerinde yorumluyor!.. Haritada bile sadece Afrika’ya baktığımız zaman Avrupa “nispeten” daha küçük görünüyor; sadece Avrupa’ya bakarken Afrika küçülüyor, kararıyor ve aç bir çocuğun derisi gibi büzüşüyor. Bunun nedeni küreyi yayamayışımız. Toparlak bir cismi bir yufka gibi açmak ve tepsiye yerleştirmek olası değil; ama bunu yaparken hayalgücümüzü kullanıyoruz. Dünya’nın bulunduğu daha sübjektif bir evren, hayal dünyası... 

İşte suskun Doğu’nun konuştuğu, hayat bulduğu, zengin ve geveze olduğu altıncı kıta; kayıp kıta, akıllardaki ve rüyalardaki dünya. Burada coğrafi enlem-boylam parmaklıklarının gözenekleri patlıyor; büyüler, tılsımlar ve masallar sıraya girerek bir hayal âleminin sınırlarını çiziyor.

Harabelere, göç ve muharebe meydanlarına giden yollara bakarken bulduğumuz Batı’nın medeniyetlerinden öğreniyoruz Doğu’nun barbarlığını. İlk anlamıyla “barbar” medeniyetten uzak olandır -ikinci anlamıyla da “yabancı”-, öyleyse Doğu’nun suskunluğu medeniyetin suskunluğu değil midir? Ama kendi dilinde ve gramerinde Doğu konuşmaktadır. Doğu’nun bir sesi vardır, ama konuştuğunda sadece ses çıkardığı algılanır; medeniyetler gramofonunda çalan bir plağa okunmamış olduğu bu sesler, çalınamaz ve taklit edilemezler: Bu yüzden ikinci ağızlardan anlatırlar.

Batı bilgiye ve kanıtlara dayalı olarak yazılırken, Doğu ise Batı’nın “mutluluk arayışının dinamiklerini (bütün harareti ve paradokslarıyla) açığa çıkaran nadir etkinliklerden biri” olarak gözlemler sonucu sadece ve sadece anlatılır.






Bazı Kitaplarımı Yazmamalıydım ve Bazı Kitapları Okumamalıydım


Aslını ve ustanı unutma

Bu yerde yazmaya başlarken kısa ve öz bir mesajı nasıl vermem gerektiğini düşündüğüm zaman bu sözü yazmıştım. Önemli bir söz, ama bunu ben yazdığım için ve henüz tarihteki haklı yerimi almadığım için henüz değerli bir söz değil. İnandığım şu ki usta ile köken arasında bir tercih sorunu asla yaşanmaz. Kimse ustasını seçemez kökünü seçemediği gibi. Bu benzeşme kimseyi usta ya da çırak yapmaz.

Bazı kitaplarımı uzun süren öfkelerin etkisinde yazdım. Bazı kişilerin yazar olup olmaması gerektiğine inandıktan ve bunun için sınırsızca uğraştıktan sonra bu durumu taşıyamayacaklarını anladığımda uzun öfkelere kapıldım. Bu işlerde savaşa asker seçercesine, salt görünen özelliklere göre karar veremezsiniz. Aynı zamanda tarihin ve koşullu bir tarih olan geleceğin de içinde yer alacak fikir çivilerini en uygun yerlere çakmak zorundasınızdır. Gelecek öyle çoğunun bilinmezliğinden yararlanageldiği bir bahane değildir. Gelecek çok açıktır. Sadece hataya  karşı çok açık ve duyarlıdır. İşte ben de geleceklerini elimde tuttuğum, kendim de dahil olmak üzere birçok sanat erbabının seçimlerine karışırken ve yönlendirirken bazı hatalar yaptım.

İtiraf ve itham ediyorum

Burası bir mahkeme olsaydı iftira da edebilirdim. İftira atılmaz, edilir. Yargının konusu olan iftira, ortaya konmuş ve yerleşmiş olan sözü etkilemez, ona gidişi geciktirir, engeller sadece. Söz, gerçeğin en güçlü bileşenidir. İtiraf da etsem itham da etsem, sözünü ettiğim sanat erbaplarının gerçeklerine de müdahale ettiğim için pişmanım aslında. Uğruna savaştığım birkaç kavramdan birisi olan iyilik adına önemli deneyimlere, derslere açılan bir kapıyı da aralamış oldu bu pişmanlık aslında bende. Kendimi çok suçlamasam da derinden derine kırılmış olduklarını hissettim bazı kişilerin, yaptıklarım yüzünden. Zamanın akışı üzerinde bir etkim yoktu, ama geçiş sıralarını bilerek-bilmeden değiştirdiğim kişilerden belki de geride kalmış olanları küstürmüş olabilirim. Başarıları geri çevirmek istemediğimiz gibi hataları da geri çevirmek, geri göndermek isteseydik bu çok şey değiştirir miydi acaba? Başarılara bir imza, hatalara ise leke muamelesi yaptığımız için bir şeyleri değiştirme gücünden uzakta olamaz mıyız? İtham edici bu soruların cevaplarının gayet güzel itiraflarım olabilme olasılığını saklı tutuyorum tam da burada.

Esinlenme bir yetenek midir yoksa gerçekleşmemiş bir şike teşebbüsü mü?

Bu ara başlığın bir yazı konusu olduğunu düşünürken birdenbire bu yazının içinde kendi yerini bulmuş olduğunu görüyorum. Bundan sıkılmıyorum, çünkü artık yazı yazmakta değil bitirmekte zorlanıyorum. Zira yazı başlıkları, yazı hızımdan daha fazla beni yoracak derecede oluşuyorlar ve deyim yerindeyse bir depo gibi birikiyorlar.
Depo demişken, yeteneği sonsuz, sınırsız bir depo olarak da tanımlamak istiyorum. Yetenek, belki de ne olduğunu tam olarak saptamadan en üst derecede kutsadığımız parlak ifadelerden biri hayatımızda. Yetenekli çocuk, kabiliyetli kız, üstün zeka... Kökeni, kaynağı nereden gelirse gelsin bağını asla sormayız. Bu yüzden de sıralamanın en başında yer alıyor yetenek. Bir tür batıl inanç olarak...

Esinlenmeyi "ilham perisi" kültüyle adlandıranlar ve buna halen devam edenlerin yetenek tanımları elbette farklı olsa gerek. Yetenek onlar için dış kaynaklı bir şey olmalı. Nörologlar başta olmak üzere bilimden yana olanlar ise içten yanan bir boya küpünde ısrarlılar. Eğer gerçekten de periler varsa, desteklediğim ve desteklemeye devam ettiğim sanat erbapları için ben bir peri terbiyecisi ya da avcısı olmalıydım. Yok eğer bu yazarlar sürekli içten yanıyorlarsa ben de ateşe kömür atan ter içinde bir işçi olabilirim.
Her iki durumda da adres ve ona göre benim duruşum aynı. Her durumda sorgulanan ya da çekim merkezi olan yetenek, obje ve süje olarak "yazar arkadaş"ımızda yerini alıyor zaten.

Öyleyse benim derdim ne?

Aslında kimseyle bir derdim yok. Tek sorun zaman. Zamanın yargısı daha çok. En az konuştuğumuz kadar sustuğumuz için de değerli, önemli ve suçlu olabiliriz. Ben susarak görüşlerimi ifade etmek yerine konuşarak eylemde bulunmayı ve çoğunlukla da pişman olmayı seçtim. Birisi pişman oldukça kimse kariyerinde yükselmez, fakat zamanın yargısı olgunlaşır ve daha isabetli hale gelir. Sık sık hataya düşmekten, birilerinin yazarlık kariyeri hakkında yanılmaktan, yanlış ata ve kazaya oynamaktan, dolayısıyla durmadan pişman olmaktan korkmuyorum. Belki de gelişim dediğimiz şey, ancak ilerledikçe bulabildiğimiz doğrularla gerçekleştirdiğimiz bir olgudur.
Artık hiçbir şey okumuyorum. Sadece bakıyorum. Okuma gözlüğüme yeni ayarları eklemedimse de bakışlarımı geliştirdim. Yeni ve daha fazla kitap ve yazarla ilerlediğini ve kendi doğrularına yaklaştığını düşünenlerin aksine artık ne söylediğim yerine hala konuşup konuşmadığıma bakanların karşısında zamanla alkıştan tahlile onaydan muhalefete birçok konumu anlatan bakışlar üzerine çalışıp onların gerçek eylemlerim olduğunu düşünmeye başladım.

Doğru şekilde, yönde ve önemlisi sürekli olarak gelişmenin tek derdim olduğunu düşünüyorum şimdilerde.



29 Nisan 2022 Cuma

Bu Kaçıncı Babil?



-Kaç dil biliyorsun?
-Beş. Tamamen.
-Ben bir tane biliyorum: 1-0 1-0 1-0 1-0.

Core filminden


Çevrilemeyen ölüm

"Thank You For Smoking" filminde sigara paketlerinin üzerine sigaranın zararlı ve öldürücü olduğuna dair İngilizce yazı konulup konulmamasının görüşüldüğü senato konseyinde çok dilli Amerikan yurttaşları için sadece yazı değil kurukafa görüntüsünün konulmasını savunan konsey üyesi şöyle sorar:

“İngilizce bilmeyen vatandaşlarımızı, sigara paketlerinin üzerine sadece yazı koyarak ölüme mi terk edeceğiz?”

Vahiy: İlk çeviri dili

Günümüzde çeviri hanidir kelimelerle yapılmıyor. İster başına “meta” ya da “hiper” öntakılarını koyalım, istersek de klasik söylemleri bütün fotokopik olanakları kullanarak çeviri adına tek katmanlı olarak kullanalım bu gerçeği daha fazla değiştiremeyiz.

Yazı için söz gerekliydi. En temel anlamda vücudunun yarısı sudan oluşan insan bedeni ve su arasındaki ilişkiye benzetebiliriz yazı-söz ilişkisini. Ezeli “yazı, ses, görüntü” sıralaması bu üç ögenin birbirlerine ardıllık ya da öncüllük etmelerini de gerektirmiyor.

İlk büyük çeviriler kutsal kitaplardır. Hiç durmadan vahyeden sözlerden yazıldıklarından değil, tam tersine kökeni mutlak otorite arayışından başka bir şey olmayan çalışmalardı hepsi de.

Dünyevi mutlak otorite arayışını vahiyler haline getirdiler. Onları yani ilk çevirmenleri tanımıyoruz. Kimileri buna tanrı, oğul, baba, mesih ya da peygamber diyor. Diyebilirler. Bu çalışmanın içyüzünü değiştirmez. Daha ayrıntılı bakıldığında dinler yazının kaleleridir. Yazı eğer ilk teknolojiyse, din de bu teknolojiyi çok sevdi; okuma eylem alanı yaratan yazıyı çok sevdi. Zira okuma insanların zamanını durdurma, onların bütün dikkatlerine tek bir yer ve ana odaklamaları eylemidir. Kutsal kitap okumalarından söz ediyoruz. Dikkat edersek kitap ve okuma eylemleriyle kalınmamıştır. Kitabın aynı yer ve zamanda okunmasını gerçekleştirmek için tapınaklar icat edilmiştir. Pagan, yani kitapsız ve tanrısız dinlerde bu tapınak olgusunun yerini sunaklar alır. Kurban etme, yazının icadına kadar tapılana bir şükran yazısı yerine geçmiştir.

Geçmiş bir aynasızlıktır. Zaman geçtikçe aynalardan uzaklaşırız. Bu uzaklık arttıkça geçmişin ve daha sonra tarih olarak adlandırılacak olan geçmişin etkisi sonsuz derecede büyür, artar. Kutsal kitapların asıl etkisi tarihsel içeriklerden oluşmalarıdır.

Kutsal kitaplar yazıdan önce neden icat edilmedi? Sözün bulanıklığı ve kalıcı bir “kayıt” olmayışı mı? 4000 yıl önce yazı icat edildiğinde söz de böylelikle kırıldı. Musa’nın tabletleri yazının bulunuşundan sonrasına denk gelmektedir. Tabii ki Mısır hiyeroglif dillerini yazıdan saymazsak.

Yazı ile ses ve görüntü arasındaki sıralama aslında tarihsel bir sıralamayı da teslim eder. Fakat son ikisinin bulunuşları arasındaki yakınlıkla yazınınki arasındaki korkunç mesafe son derece kuşkuludur. İnsanın, teknolojik açıdan yazıdan sese ulaşması neredeyse 39 yüzyılı bulmuştur. Görüntü de aşağı yukarı aynı mesafe içindedir. Teknolojiyi insan erimi ve yeteneği dışında kalan olanaklar bütünü olarak tanımlarsak, bu 39 yüzyıl içinde insan bazlı olan ses ve görüntü teknoloji tarafına geçmiştir. Bu uzun bekleyiş gerçekten de kuşkulara yol açmaktadır. Yavaş evrim, yazının bulunuşundan sonraki mutedil ilerleme ve son yüzyıl içindeki ivmelenme patlaması…

Ses ve görüntünün insan bazlı ortamın dışına çıkması, dilini kullanan ve dolayısıyla yazı göndermeli bir etkinlik içinde olan insanı da dilin olmadığı dolaysıyla artık çevirinin de olmadığı ütopik bir ortama sürüklemiştir. Bu yeni ortam İnternet’tir. Burası, Nuh’un Gemisi değildir, ama sık sık Atlantis’e benzetilmektedir. Nasıl Atlantis’in A’sını büyük yazıyorsak İnternet’in İ’sini de büyük yazma eğiliminden yana olanlar ve benzer nüansları sürekli olarak kurcalayanlar bu ortamın içyapısını tam olarak el everen bir davranış içindedirler aslında. Zira İnternet, orada olmayanların orada olmamayı oraya “bağlanarak” ve çevrimiçinde (online) kalarak “orada oldukları” bir yerdir. Bu yüzden baş harfi daha büyük yazılmalıdır. İnternet neo-ütopik bir çağı başlatmakla kalmamış çevrimdışı çeviriyi de konumlandırmıştır. Ağlar, kullanıcılar, %100’e yaklaşan oranda Anglo-Sakson dilinin egemenliği, dolayısıyla aynı kültürün yadsınmayacak etkileri, çeviri temelli eski “çevrimiçi” dilsel anlam aktarımına deyim yerindeyse “stop” demiştir.

Çeviri çağı bitti mi?

Bu soruya çevirinin bağlamının neredeyse ölümsüz olduğunu söyleyerek cevap vermeye başlayabiliriz.

Biten şey belki de monologdur. Buradan şu doğruluk payı ortaya çıkar: Çeviri artık büsbütün bir diyalogdur.

Diyaloğun antikçağda adı felsefeydi. Akıl ile ve düşüncenin söyleştiği bu biçim zamanla korku (din, tanrı) ile sözün konuşmasına dönüştü. Yeni yüzüyle artık bir tek tarafı simgeleyen bu diyalog ortaçağa kadar sürdü. Ortaçağ’ın yarattığı Rönesans ise yayılma eğilimli bir yeni dindi. Bu da yeni bir diyalog ve diyaloglar anlamına geliyordu. Sanayi Devrimi 2. Babil anlamına geldi. Diyalog dev bir pazarda buldu kendini. O güne değin fetihlerle zenginleşen krallıkların kasası, dünya yuvarlaklığı son bulunca sömürgeci imparatorluklara devredilip bu kez buluş ve keşiflerle dolmaya devam etti. İdareden ekonomiye sürüklenen bu paradigma alanı İnternet zamanlarında yerini iletişim dalgasına bıraktı. Bu dalgaya kötücül bir dalgalanma adını koyarsak yanılmış olmayız, zira 2000 yılı sonrasında dünyayı saran finansal krizlerin temel nedeni de bilginin açılan otoyollarda sınırsız ve serbestçe akması ve ucuzlamasıdır.

Dünya giderek 3. Babil çağına, belki de Babil’in ilk zamanlarına referans veren bir hale doğru akmaktadır. Mitolojiden hatırlanacağı üzere bu zamanlarda dil tektir. Bu dilin küresel karşılığı İngilizcedir. Karşılığın yananlamlarını bulmak için İngilizcenin başına ulusal dillerin mastarını koymak yeterlidir: Türkingilizce, Frengilizce gibi…

3. Babil’deki diyalog, felsefe yapmak için artık yetersizdir, çünkü felsefenin tek konusu bizzat diyalogsuzluk olmuştur.

2005


1 Temmuz 2021 Perşembe

Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?




Kendime de soruyorum: Hayatım boyunca kaç kitap okuyabilirim?

Okumaya başladım başlayalı ilk meraklarımdan birisiydi bu ve geçtiğimiz zamanlarda bunu cidden anlamanın ve öğrenmenin peşine düştüğümde 27.000 ile 1200 arası rakamlarla karşılaşınca, pişman oldum demeyeceğim, ama gerçekten de hevesim çok azaldı. Zira bu araştırma merakının arkasından belki de hepimizin okuma alışkanlıklarımızı sorgulamamıza yol açacak, belki de verimli, keyifli okumalara, seçimlere yönelebileceğimiz çeşitli veriler ortaya çıkacaktı.
Kitap okumanın ya da genelde okuma pratiğinin kitap ya da sayfa sayısı olarak hesaplanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öyleyse bu sayı, az ya da çok, ve onu bilmemiz ne işe yarayacak her şeyden önce? Sanırım bu uyanış bizde ilkin bir rahatlamaya yol açacak ve en azından Türkçede 150.000'e yaklaşan tedarik edilebilir-okunabilir kitap sayısına daha sakin bakmamızı ve o yığını seçimlerimiz sayesinde doymuş olarak kabul edebilmemiz sağlamış olacak.

Hangi 4000 kitap / 1 Ömür?

Bu hesabı tam olarak yapmamızı engelleyen bir unsur da hayatımız boyunca okuyabileceğimiz kitap sayısının yaş, dönem, ihtiyaç ve sosyal-ekonomik koşullara göre sürekli olarak değişecek olmasıdır.
En sonunda şuna karar vermek zorunda hissettim kendimi: Sayılardan uzaklaşıp sayıları ne olursa olsun ne kadar yerine hangi kitapları -tabii zaman içinde onları neden- okuyacağımı öğrenmem daha doğru bir tutum olacaktı. Ve kafamdan gitmeyen rakamsa 4000 kitap / 1 Ömür'dü genellikle, ama HANGİ 4000 KİTAP?
Burada gerçekten de büyük bir kapsamdan söz ediyorum, henüz kitap ve yazar çeşitlerine girmeden. Kimse durduk yerde ömrünü 4000 kitap okumaya adamak zorunda değil; belki de hayatın yarısından sonra bu sayı 400'e de düşebilir tecrübeler ve yaşantılar arttıkça bilgi-sentez yolculuğunda bilinçliliklerimiz çoğaldığı sürece.
Sonuç olarak 4000 kitabın "varmam gereken değil", çıkmam gereken nokta olduğuna karar verdim. Ben ömrüm boyunca 4000 kitaplık bir okuma yolculuğu yapmış olmalı ve son noktada kaç kitap okumuş da olsan zihinsel hacim olarak yaptığım yol bu kadar kitaba denk düşen bir keyif, zevk ve giderilmiş-doyurulmuş merak ve dürtülerine sahip olmamı sağlamalıydı.

Bilmek, Anlamak ve Olmak-Yapmak

Bütün sıra işte bu. Eğer kitaplarınızla işiniz olacaksa ömrünüz boyunca, onları salt eğlence aracı olarak bile görmenizde bir sakınca yok... Bizler, bize bizi gösteren eşdeğer aynalar yaratarak kurduk uygarlığımızı. Sadece dil değil, kültür farklılıklarımızı bile kapatıp anlaşmaya, hayatı ve kendimizi anlamaya çalışırken bu eşdeğer aynaları, yani bize bakan aynalara, yani kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Eğlencelerimiz yorgunluklarımızı ve bıkkınlıklarımızı alarak hayatımıza kısa süreli ve sık yeniden dönüşlerimizi yumuşatırlar. Sıralaması çok önemli değilse de önce bilip, sonra anlayıp en sonunda da gereken neyse onu yapar ya da oluruz. Hiçbir ilerini alır onları şey bitmez, gene aynalardan görüntülerimizin bilgilerini alır ve yine onların uzantısında yine gerekenleri yapar ve oluruz. Kitap bu işlemler içinde en sessiz ve sadık rehberlerdir.
Bu güzel ve anlamlı yolculukta gerçekten de hepimiz kendi 4000 kitabımızın neler olduklarını en azından simgesel düzeyde bilip anlamalıyız.
Bunca satırı neden yazdığıma gelince. Kitabone ve İDEAL KİTAPLIK ile başlayan okuma kültürünü geliştirme fikirlerimin yeni durağı bu "Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?" sorusu. Çok kısa zaman içinde bu sorunun somut cevaplarını proje, ürün ve hizmete dönüştürmeyi tasarlıyorum.

Meraklılarına daha verimli ve isabetli okuma yolculukları dileğiyle...


31 Aralık 2020 Perşembe

Yanlış Anlaşılan Yolculuk

     Michel Henricot : Voyageur V (1998) 


Zamanımızın gezginleri adına aşılırken yeniden hesaplanması gereken üç kavram daha var artık: Yön, mesafe ve zaman.

Yönün önceden belirlenmesi, mesafenin yeniden ölçülmesi (zihinsel bir topografyayla) ve zamanın yeniden tutulması (yazının saatiyle) edimlerinde zamanımız gezgininin daha rahat ve işinin daha kolay olduğu söylenebilir.

Jiroskobun uydu merkezli yön saptama cihazlarına dönüşmesi, insan eli taşıma gücünün sınırına kadar gidebilen metre kalıplarına lazerli ve küresel mesafe ölçme aygıtlarının yerleşmesi dünyanın geometrik anlamda küçülmesini sağlıyor.

Zamanın bütün dipnotlarını zorlayan zaman felsefelerinin günümüzde yüzeyde de belli bir sabitliğe erişmesi dünyanın zihinsel anlamda da küçülmesine yardımcı oluyor.

Kısalan gezi yolları yüzünden "yolculuk" kavramı eski anlamını yitiriyor. Gezi sayıları azaldıkça yolculuk kavramı daha da küçülüyor; küçüldükçe "okunmaz" oluyor. Yolculuklar bitince başlayan yolculuk yazıları da felsefi ayrıntılarda yaşama kalıbını seçiyor.

Yol'un, yön'ün ve zaman'ın fazladan mesafe tüketme ve zaman kaybının insani korkulara özgü estetiği yokolmak üzere. Çağdaş yolculuklarımızın düşüncelere, içsel dünyalara ve hayal gücüne yöneldiği bir zamanda gezi ve geçişte karşımıza çıkan pencerenin içinden yeni bir pencere çıktığına tanık oluyoruz.
Zamanımızın gezgini artık kozmik kuşkular ve ilgiler ışığında, berisinde yolcu ve koltuk barındırmayan bir pencerenin önünden, yön, mesafe ve zamanca ortaya çıkan bir estetik kaybının temsilcisidir.

Zamanımızın gezgini yönce daralmayı, mesafece kapanmayı ve zamanca eksilmeyi temsil ederken yön gerçekte değişmemekte (çünkü keşif ve fetih bilgileri korkunç bir biçimde tekrara uğramaktadır), mesafe açılmamakta ve zaman durmamaktadır.

Keşiflerin, fetihlerin, turların ve tıkanan ânın tekrarlı tükenişi, yönü, mesafeyi ve zamanı içe döndürmektedir. İçsel zamanda yapılan yolculuklarda yeni yön mutlak olarak eski yönlerin derinliğini ve yeni mesafelerin üzerinden yeniden uçuşu zorunlu kılacaktır.

Zamanımızın gezgini kaçınılmaz tekrar yolculuklarına çıkarken yanında yön, mesafe ve zaman araçları olarak artık ne götürmektedir? Yeryüzünün her yerinde inanılmaz bir biçimde eşzamanlı olarak eski ve yeni dünyaların mesafece çok yatkın bir komşulukta ve bunun da ötesinde iç içe yaşamalarını zamanımızın gezgini nasıl açıklamalıdır?

"Zamanımızın gezgininin nasıl biri olmalıdır?" cümlesinden kaçınmak ve onu bu sorulardan kurtarmak için gerçekten gerekli odaklamanın merkezine zamanımızın yolculuğunu almak gerekmektedir.

Zamanımız yolculuklarının güzergâhı artık çıkışgidişdönüş ekseninde değil sadece dönüş ekonomisinde gerçekleşmektedir. 1492'deki son fetihle ve yeni dünya tohumlarının atılmasıyla birlikte yeryüzündeki çıkış-gidiş düzeni bir tekrar eksenine oturmuştur. Hindistan'a ulaşma inancının temelinde bir yön kaybı yatmaktadır. Hindistan yönünün kaybedilmesi tuhaf bir şekilde yeryüzünün tam anlamıyla fethedilmesine yol açmıştır.

15. yüzyılda yeryüzüne egemen olan rastlantı ve yanlış anlama düzeni çağımızda hâlâ sürmektedir. Tek bir farkla: Rastlantıların hızı ve yönü değişmiş, dış dünya zihinselliğe ulaşmış, düşler dış dünyanın kurgusunu kurtarır olmuştur.

19 Kasım 2020 Perşembe

Genç Bir Yazara Öğütler 7



Sevgili Genç Yazar.

Kitaplarımı alıp okumak yerine bir yazı sanatı etkinliğime katılmak istediğinizi söyleseydiniz nazikçe bunu reddederdim. 

Kitaplarım, bu iş, yani yazı sanatı öğretilemediği için var. Tıpkı binlerce onbinlerce memur ve bürokratın işgal ve meşgul ettiği kadrolara rağmen devlet işlerinin ve "milli vazifelerin" bir türlü doğru düzgün olamadığı gibi.

Fakat yine de yazarzedesiniz demek istemem ben hitap ettiğim kişiye. Çünkü bu işi tam olarak kafaya taktığımda vakit artık çok geçti. Neredeyse dünyayı saran bir dalga gibi yazı sanatının öğretilebilir olduğu kanısının neden olduğu hava hareketleri gördük, yaşadık ve ona maruz kaldık. Ve çoğu atmosfer hareketinde olduğu gibi bunlar da kendi etrafında dönen, bir yere gitmeyen yer değiştirmelerdi. 

Bilinçli değildi belki ve tek masumiyeti de bu olabilir, ama sonuç olarak her doğal felaket gibi failsiz ve sonuçsuz kaldı bu hareketler; yeteri kadar da zarar verdi. Bu gözün hiçbir şeyi görmediği tufanda başka zararlılar da türedi. Onlardan da süremiz ve yerimiz yettiğince söz edeceğiz, zira bu yazma işi Amazonlar’daki bir kelebeğin kanat çırpması da dahil olmak üzere bütün fenomenleriyle devasa, harika bir kültürel eko-sistem ve de asla bir atölyeye indirgenemez. Kaldı ki bu değerli işin en basit ve alt kademesi bir Akademi olmayı hak ederdi. Ne yazık ki dilimizde böyle bir çaba ve uyanış yok.

Muhakkak -bu satırların yazarı başta olmak üzere- bir çatı kurumsallığı olması gerektiği düşünülmüştür kuşaklar ve kuşaklar boyunca. Sadece ben, onlarca yazar dostuma ve yüzlerce yakınıma, çılgınca, senelerdir bu arzumu anlatır dururum ve henüz benimkine eş bir heyecan yansıması gözlemleyemedim. Bunun için de üzülmüyorum. Bu bana doğru düşündüğümü gösteriyor.

Yazı sanatı etkinlikleriyle olan sorunumu şöyle ifade edebilirsek daha çok çözüme yaklaşmış sayabilirim kendimi: Henüz icat edilmemiş ve ihtiyaç da olmayan bir ürünü küresel bir pazarın en önemli mamülüymüş gibi şevk ve zevkle yarattığınızı, ardından da olacakları düşünün. Tabii ki hevesleriniz kursağınızda kalır ve asla hedefinize ulaşamazsınız. Bu örneğin tam olarak yerine oturması için bu boş çabaya aslında holdingi ve parası olmayan, ama patron ve sanayiciymiş gibi rol yapan ciddi görünümlü kişilerin ortalığı kasıp kavuran değer yargılarını da ekleyin. Ortalık tam bir deliler tekkesi değil de nedir ki? Gözden sürekli kaçırılan zararları bir yana, herhangi bir yarar gözetilmesi öne sürüldüğünde, konunun tamamen usta-çırak sürecinde neden takılı bırakıldığını hiç kendinize sorduğunuz oldu mu? Çünkü:

“Bu işte çırak yoktur, çünkü ustanın da kim olduğunu zamanın kendisi dahil hiç kimse bilmemektedir.”

Bunu siz de bilmiyordunuz, fakat böyle anlattılar sonuçları sorguladığınızda. Yani sanat işinde bir sıraya geçmeniz gerektiği, olmanıza ve pişmenize rağmen uyulması gereken bazı kurallar yüzünden beklemeniz gerektiği öğretildi. Hani yazı sanatı öğretilecekti. Evet kesinlikle katılıyorum, sanat eğitimi vardır, olmalıdır; elbette akademilerde ve salt zihinsel olmayan uygulamalı sanatlar için daha çok geçerli olmak üzere. Matbaacılık ve grafik bölümlerinden yazar çıkamayacağı gibi –hedefleri bu olmadığından-üniversitelerin edebiyat bölümlerinden de yazar çıkmadığı çıkamayacağı çok aşikârdır. Kaldı ki bu konu hiç açılmadan kapanmış nadiren talihli olduğumuz şeylerden birisidir, zira çoğu dil ve edebiyat mezunu eğitim sektörüne adım atmak zorunda kalmaktadır akademik istihdamsızlıklardan ötürü. Eğer ki dil ve edebiyat kadroları bölüm mezunları kadar mevcut olsaydı en azından edebiyatımız ve edebiyat entelijansiyamız böyle mi olurdu? Ve elbette edebiyatçı tabiri çoğunlukla akademik kökeni işaret ederdi. Böyle birkaç dergi ve kitaptan sonra ayağınıza geliveren bir kariyer olmazdı edebiyatçılık.

Ünlü bir Fransız filozofun dediği gibi dil de bir hapishanedir. Ana dilin gerçek oluşumunu yaşadığımız bebeklik çağlarımızı ikinci kez yaşayamayacağımız için hayatımızdaki seçmediğimiz tek anadil deneyimimizi geçirirken onun kendi tarihi içinden süzülüp bugüne gelerek yarattığı çevre ve iklim koşullarına da doğal olarak maruz kaldığımız bir gerçektir. Bu gerçeğe hayıflanarak ömür de geçebilir, yetersiz bulduğumuz çevre ve iklim koşullarına maruz kalmaktansa orada daha iyi yaşamamızı sağlayacak cesur adım ve devinimleri, kariyerimizden ve arzularımızdan ödün vermeden hayata geçirmek de en olumlu çözüm olabilir. Bunların iyisini ve onurlusunu seçmek, kendine sürekli olarak bir çıkış yolu, bir formül arayan atölyezadeler için en iyi çözüm olmalıdır, diye düşünenlerdeniz şahsen.

Ve işte bu kitabı * bu yüzden hazırladık. Seni veya sizi “yazı” ile başlayan her türlü mekândan geriye, tek parça getirebilmek için. Biz bir yere gitmeyeceğiz. Senden başka hiç kimse ve hiçbir yer yok inan ki. Ve seni büyüleyici söz ve manipülasyonlarla etkilemeye çalışmayacağız; seni aldatmayacağız ve hatta kendimizi de aldatmayacağız. Yenilmeyeceğiz ve vazgeçmeyeceğiz. Senin de öyle yapmanı diliyoruz.

Senin rehberin olacak bu kitap, başka birçok kitapla birlikte yeniden yazıldı.

Senin için.

Eğer bir gün yollarımız bir yerde kesişirse, şimdiden birbirimizi asla tanımamış olmayı tercih edeceğiz açıkyüreklilikle. Biz diyoruz ki cesaretin gözleri olmamalı. Yanlış bir hisse kapılıp bize bakmaya çalışsanız da görememeniz için kör bırakmak zorunda kaldık, insan ve dünya için yapacağın bütün iyiliklerdeki yersel merakı.

Geleceğin ve şimdinin yazarları için hep bir ağızdan bu kitabın bir yazı atölyesi olmadığını söylüyoruz. Belki öyleydi, ama biraz önce belki de herkes yanlış adres zannıyla çekip gitti.

İyi okunmalar.


* Yazı Atölyesi, 2021, H.G. (önsöz'den)




17 Temmuz 2020 Cuma

urbaga. 18

Cross Connect Magazine
Doğum günün

İçeriden gelen martı sesleri evin ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyen baban ve o sesler annenin öfkeli hali.

Annen çok eziyet ederdi babana veya sen de öyle olduğuna inanırdın. Annene kızardın... 

Annen olacaksın ve başka bir dilde aslında onaylamadığın bir davranışı martılara uygulayacaksın. 

Onları kov, bugün doğum günün, ama onlara kızma... 

Aslında içeride kimseler yok. Annen ve baban sessizce seni doğuruyorlar.

Sene 19…

***

Dün şehre geldin ve artık şehir senin şehrin değil.

Şehirde her kafamı bir yere çevirdiğimde garip bir şekilde sanki seni birdenbire görecekmişim gibi hissettim. Ama anladım ki sen şehirsin, şehir de sen… İç içe geçmiş, ayrılmaz birliktelik. İlk defa birisi için böyle bir hisse kapıldım.

Bir şehir bir insanla bu kadar özdeşleşir. Neden böyle hissettim onu da bulamadım… Belki karmaşası, kalabalığı ama o karmaşa ve kalabalıkta bile kendine has bir düzeni. Çeşit çeşit insan profili. Değişken. Nostaljisi ama yanında da günü yakalaması. Eski ile yeniyi garip bir şekilde harmanlaması.

Romantizmi, aniden basan öfkesi … 

Ne yaparlarsa yapsınlar “beni kimse bozamaz, ben buyum” demesi. “Yerseniz, hatta isteyen sever, istemeyen sevmez” demesi. Burası çok kalabalık bir daha gelmem dense de vazgeçilmez olunması.

Ne olursa olsun benim için her zaman yerin hep farklı oldu. Hep de öyle kalacak … Aynı şehir gibi….

***

“Okuma Kulübü buyurun!” dedi çevirdiğin numara.






21 Ekim 2019 Pazartesi

Yazar mısınız? (Genç bir yazara öğütler 4)


Hep sorarlardı ona:

-Yazar mısınız?

-Evet.

-Adınız neydi?..

Hep adını söylerdi o da... Bir gün aklına adını söylemek yerine şu cevabı vermek geldi:

-Madem tanımıyorsunuz neden soruyorsunuz?..

Hiç kimsenin aklına "tanımadığım için soruyorum" demek gelmedi. Sustular genellikle...

Cevap zamanla şu hale geldi:

-Bir yazarı tanımıyorsanız sakın bir de üstüne ona adını sormayın. Onun adı sadece isim değildir, bir imzadır..."


Yazarları kitaplarıyla daha iyi tanırsınız. Amaç da bu değil midir zaten...
Yazarlar kimiz zaman kitaplarının yerine geçmek isterler. Zor zamanlardır. Yaprak kımıldamıyordur. İnsan ve yaşam ağırlaşmıştır. Yazar kitap olduğunu sanır. Gerçeğin kendini hayal sanması gibi...

Kendinden konuşmayı sevmeye başlar yazar.

Karnından konuşur. Konuşmaktan başka hiçbir şey yapamaz.

Onu bütün meslekler ve sanatlar izler. Dünya kurur, nehirler görünmez olur.
Dağlar deniz olur. Denizler dağ.

-Yazar mısınız?

-Evet.

***

Bu soru ve cevap mesafesinde olmak çok tehlikelidir.
Güneş ışık ve ısı olmak yerine yakmayı seçmiş gibidir.

Her şey başlamadan bitmiş gibi gelir sana
Bir defterin ya da kağıdın başına oturduğunda

İşte o an uzak dur sessizliğin sana söylediklerinden
Söylemediklerini ara bul ve nefes almaya devam et yeniden

***

Bu kısa metin çeşitlerinden sonra sona geliyoruz usul usul sevgili genç yazar.
Sana bir şey söylediğimi aktardığımı hiçbir zaman söylemedim. Düşünmedim bile. Bu yüzden veda etmek çok zor.

Daha çok yalnız kalacaksan üzülmem buna. Bu nedenle konuşmadım seninle. Rüzgarın kayaya fısıldadığını düşünürüz, oysa aşındırmıştır onu ve mineral tozlarını başka kıtalara taşır rüzgar, belki budur bütün işi... Değerli olanı buluncaya kadar esmek ve gitmek gitmek...

Hiçbir şeyden asla emin olamayacaksın. Hiçbir şeyi tam olarak bilemeyeceksin ve kötüsü bunları anlamaya çalışanlarla dolacak çevren, her adımında çoğalacak yeniden ve yeniden; sana soracaklar; sorularını unutup aynı soruları yenden soracaklar; cevaplarını asla hatırlamayacaklar ve sen hep bir şeyler yapmak zorundasın. Rüzgar esmeye devam ediyor. Bedenini mi korumalısın yoksa parçalarını mı dağıtmalı bütün dünyanın kıyılarına... Bir çocuğun gözlerinin içine kum olarak mı girmelisin, ki güneşten korunsun gözleri yoksa o küçük bulutu güneşin kavurduğu eski bir köyün ihtiyarlarını serinletmek için mi sonsuza dek kovalamalı mısın?

Bilmiyorum.

Hiç bilmiyorum.

Hepsini unuttum ve seni de.



Adınız neydi?


3 Ekim 2019 Perşembe

Kimsenin Bana Özgürlüğümü Vermesini İstemezdim

Worry is a total waste of time. It doesn’t change anything. All is does is steal your joy and keep you busy doing nothing.👀😣…
30 yaşımdayken başka bir hayata geçtiğimde tabii ki en büyük hayalim çalışırsam sevdiğim işi yapmaktı... Zaten buna gerek kalmayacağını düşünüyordum... Şimdikinin 10-20 katı çalışma tempom ve verimliliğimle zaten istediğimi yaparak hayatımı kazanacağımı hatta zengin olacağımı düşünüyordum.

İstediğin şeyi yapmanın sözlüklerdeki karşılığı hobiyken, insan hayatında buna özgürlük dendiğini elbette hepimiz biliyoruz.

Ben zaten 30'umda özgürlüğümü ilk kez elde etmişken bunu artık kimselere emanet edemezdim. buna her şey ve herkes dahildi...

O günlerden bugünlere hayatıma koyduğum bu temel özgürlük ilkesi beni giriştiğim her işte ve şeyde yönetti. Buna bir lüks diyemezdim. Bu bir ukdeydi, kimi zamansa kader gibi geldi bana. Zira özgürlük, uğrunda bedeller ödenmişse daha güzel.

Kimsenin bana özgürlüğümü vermesini istemezdim.

Böyle baktığımda tıpkı bir otomatik pilot gibi hayatımı bu uzantıda hep eş doğrultulu ilkeler yönetti: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, tutarlılık, çalışkanlık, verimlilik, gelişim, ilerleme, paylaşma, aktarma, paylaşım, kalıcılık...

Geriye baktığımda hayatımın üçüncü 15'inde (30-45 yaşlarım arası) bireysel özgürlüğümü sürekli olarak önde tuttuğumu gördüm ve dördüncü 15'e başladım artık: 45-60 ya da bu 15 kaç yıl sürerse...
45'imde sanırım bir kader izi gibi istediğimi yapacağım hayatı kurmamın gizemli sebebi de bu özgürlük olgusunu geliştirmem ve ona sosyal payesini de vermemdi.

Toplum için, yani insan tarihinin geçmişi bugünü ve geleceği için çok şeyler yapmak istiyorum. İlk seneler çok hızlı geçti... Acemiliklerle, hatalarla, öğretimle ve belki de kayıplarla.

Kendim için yaşadığımda hayranım akranım paylaşımcım ve takipçim çoktu. Renkliydi hayat. Şimdiyse yönümü (yolumu değil) değiştirdiğim ve iyileştirdiğim için daha yalnız gidiyorum kendi yolumda. Yolum da aslında artık tamamen benim değil: Öncekilerin, yarın geleceklerin yolu. Ortak bir yol...

Ve şimdi hala canımı yakan gözlerimi puslandıran ve beni alt üst eden sarsılmalarla sarsıntılarla dolu bu yol. Bunun sebebi her şeyin gerçek olması artık.

Güneşe, açıklığa, alanlara tek ve bir olarak çıkmamın heyecanı geçeli çok oldu. O bir şenlikti, şölendi törendi. Özgürlüğün ağıdını 15-30 yaşlarım arasında çok yakmıştım. Çok üzülmüştüm aramıştım uğraşmıştım ve hiçbir şey kolay olmamıştı.

45-60 gerçek anlamda o dönemde hayatımı kavuran acıların ve zorlukların bana döndüğü bir dönem olacak gibi görünüyor: Kendimi artık eskisi gibi kolay koruyamıyorum; sosyal olana topluma açıldığım için bireysel güçlerim tamamen geçersiz oldu. Ve bitimsiz gibi görünen gururlar kibirler egolarımla vedalaştım her anlamda. Bir çöl bitkisi gibi kupkuru hissediyorum içimi ve bütün sular çok derinlerde.

Bu dönem bir seçim miydi bilmiyorum.

Kendim olmaktan özgür olmaktan kalabalıklardan istenmekten arzulanmaktan ve istemekten vazgeçtim mi bilmiyorum.

Bu bir mevsim mi, hiç bilmiyorum...

Yeni bir şeyler mi öğreniyorum? Sanmıyorum. Yeniliğin olmadığı, ilkelerimin sertleşip bir heykel bedenine dönüştüğü kupkuru bir dönem. Hislerim önsezilerim ve heyecanlarımın işlemediği bir durgunluk zamanı bu tamamen. Anlamsız.

Bu yolda hiç kimseyi aramıyorum, anlatamıyorum ve duyamıyorum. Yoldan da çıkamıyorum. Yol sanki ayaklarım olmuş durumda. Yol  beni gidiyor, ben bir yere gitmiyorum belki de.

Birisi "bunları neden anlatıyorsun, anlamaya çalışıyorsun" dese "ben mi, ben bir şey mi anlatıyorum" derim belki de. Farkındayım, ama mantıken hiçbir şey yapmıyorum kendim için.

Hayatımın bir iş bir çalışma içinde olduğunu hiç düşünmedim. Ben önümde bir yol ve sapaklar buldum. Aşklar buldum ve kaybettim.

Gittiğimi düşünüyorum.


13 Mart 2019 Çarşamba

Genç bir yazara öğütler



Bookmarks – Page 4 – Scribble & Stitch


Öldürmeyeceksin der baştan itibaren bütün kutsal kitaplar. Öldürmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeden nasıl öldürmeyeceksin?
Bir yolu var. O da ölmekten geçer.

Bütün yasalar, kurallar, dersler ve öğütler bazı şeyleri deneyimlemeden yapmanı söyler. Söyleyenlerin yaptığı ve deneyimlediği ortadayken, onlar bunları yapmışken nasıl onlara güvenebilirsin?

Herkes senin ne yaptığını yaşadığını merak ederken kime ne senin dünyaya bakışından.

Herkes aynı dünyaya bakar aynı şeyleri görür, belki senden daha iyi görür ve yorumlar, ama bunu anlamak için sana ihtiyacı vardır.

Her gün bir mektup yaz. Zarfa ne yazarsan yaz mektuplarının hiçbir yere ulaşmadıklarını, gönderen adresi olmadığı halde bütün mektupların sana döndüğünü ve açamadığını göreceksin.

Çocukluğunu ara, kaybolduğunu anlamak için. Bunu anladıktan sonra kaybolmuş olmak seni rahatsız etmeyecek. İhtiyacın olan cesaret değil, anladığın korkularınla yaşama gücü.

Dışarı çıkarken şiirden ve kendinden uzak dur. İçeride zaten her şey şiirden ibarettir. Günahlarını kendine sakla.

Her salgını düşünce sanma, her düşünceni de salma; bırak sıralarını zamanlarını beklesinler veya bir ömür boyu sussunlar.

Hayatını toparlayıp bir aynaya hapsederek ona karşıdan bak ya da kabul et yalnızlığını, kaybolduğunu.

Çölünün rüzgarından yön bekleme. Kuma suyu sorma. Suya geldiği yeri söylet.


Genç bir yazara öğütler 2

10 Ekim 2018 Çarşamba

Papirüsten Parşömene Kâğıdın Tarihi



Kâğıdın Tarihi

PAPYROS, PAPIER, PAPER

İnsanın bir milyon yıldır şimdiki haliyle dünya gezegeninde varolduğunu, ama altı bin yıldır yazı yazdığını biliyoruz. Bugünkü şekliyle tanıdığımız kâğıdın bulunmadığı, henüz keşfedilmediği Eskiçağ’da çok sayıda farklı yazı malzemeleri kullanılıyordu.

Günümüze kadar kalabilen anıt ve yazıtları kâğıt öncesi yazı malzemelerinin dışında bırakırsak bu malzemeler anorganik (çanak, çömlek, bakır, kalay parçaları) ve organik (ahşap, keten, ağaç kabuğu, fildişi) malzemeler olarak ikiye ayrılıyordu.

Ne var ki bu malzemelerin hiçbiri papirüs kadar önemli ve etkili olamamıştır kâğıdın tarihinde. Yunanca papyros sözcüğü haklı olarak bugün Batı dillerinde yaşamaya devam etse de (paper, papier) Yunanlılar bitkiden elde edilen yazı malzemesine, yani papirüsa khartes derlerdi. Latince’de chartes olarak adlandırılıyordu bu malzeme. Almanların karte, Fransızların carte dedikleri “harita” sözcüğü de buradan gelmektedir.

Zaman içinde kitap anlamına kavuşan Yunanca byblos sözcüğünün ise ilk anlamı papirüs rulosuydu. Bu sözcük bugün hâlâ kullandığımız “kütüphane (bibliotek), kitapsever (bibliofil), kaynakça (bibliyografi)” sözcüklere kaynaklık etmiştir. Hatta İncil anlamına gelen Bible sözcüğü de buradan gelmektedir.

Papirüs bitkisi (cyperus papyrus) rutubetli ve sıcak ortamları seven otsu bir bitkidir. Eskiçağda en çok Nil deltasında yetiştiği için papirüsü ilk kullananlar Mısırlılar olmuştur. Günümüzde Aşağı Mısır’da, özellikle de Nil deltasında ve bir zamanlar başlıca papirüs üretim merkezlerinin gelişip serpildiği Arsinoitis’te artık soyu tükenmiştir.

Papirüs bitkisinin ilk detaylı tarifini yapan Aristoteles’in öğrencisi Theophrastos papirüsün Suriye’de de yetiştiğini yazmaktadır. Theophrastos bu tarifinde papirüsün kullanım alanları konusunda başka kaynaklara kadar uzanan bir liste vermektedir.

Papirüs nişasta içeren saplarıyla ucuz ama lezzetli bir besin maddesidir. Liflerinden sepet, halat, lamba fitili, sandalet, giysi hatta kayık yapılıyordu. Kökleri ise alet yapımında ve yakacak malzemesi olarak kullanılıyordu. Çiçeklerinden çelenk, küllerinden ise ilaç yapılıyordu.

Bizi ilgilendiren yazı malzemesi papirüs, papirüs sapının alt kısmındaki özden elde ediliyordu. Saplar henüz tazeyken parçalara bölünüyor ve enli parçalar halinde kesiliyor, suyla ıslatılmış bir tahtanın üzerine yan yana diziliyordu. Çeşitli işlemler sonrasında elde edilen papirüs rulolar halinde piyasaya sürülüyordu.

Papirüs Eskiçağ’da en çok Nil deltasında yetişiyordu. Antik dünyada idari kurumların bulunduğu büyük şehirlerde hayli fazlaydı ve papirüs ticareti de bu nedenle çok gelişmişti. MÖ 5. yüzyılda Atina’daki idare papirüs kullanıyordu. Belge suretleri çıkarmak için papirüs satın alındığına dair gider faturalarında bu görülmektedir.

Papirüs buluntularının çoğu bugün Mısır’da ortaya çıkarılmıştır ve çıkarılmaya devam etmektedir. Ne var ki papirüslerin bulundukları yerler kuru çöl bölgeleridir. En önemli buluntu yerleri bugün artık kumlar altında kalmış olan vaha yerleşimleri, özellikle de Fayyum bölgesindeki şehirlerdir.
Mısır dışında en çok papirüs bulunan yerler ise Fırat nehrinin orta batısındaki Dura-Europos’tur.  Daha sonra Roma’nın garnizonu olan bu şehirdeki Mısır’dakine benzer kuru iklim sayesinde, parşömen ve Yunan papirüsleri dışında Roma askeri idaresinin Latince papirüsleri de korunabilmiştir.
Filistin’de bulunan en tanınmış papirüs örnekleri Ölü Deniz’deki mağaralarda bulunan ve papirüs rulolarıdır.

Roma egemenliği altındaki Mısır’da papirüs üretimi önce krallığın daha sonra da imparatorluğun mülküydü ve özel kişilere kiraya veriliyordu. Bitkilerin yetiştirilmesinden satışına kadar bütün safhalar özel sektörün elindeydi. MÖ 2. yüzyıldan sonra papirüs üretimi doruk noktasına erişti.Roma imparatorluğu döneminde kalitesini korudu. Fakat 3. yüzyıldan sonra bu kalite kaybolmaya başladı. Mısır’da papirüs üretimine 10 ya da 11. yüzyılın sonunda son verildiği tahmin ediliyor.


Kâğıt ve Kıskançlık

Bazı keşifler yokluktan, kıskançlıktan ya da rekabetten doğar. Tanrı’nın keşfi ve teoloji dünyasının icadı da belki bu durumun ilk örneklerindendir. Bu keşfin meyvelerini yine kâğıdın arşivci ve bellekçi kucağında vermesi bir tesadüften öte kâğıt medeniyetlerinin insanlığı gizliden gizleye yönetmesinden ve saklamasından başka bir şey olamaz.
Ne yaparsak yapalım “araç”ların amaçlarımızı ve ruhlarımızı yönlendirmesini önleyemeyiz. İnsanın ruhunu kurtarmak için maddeyi kullanması ve onda “kalması” gerekir.

Kâğıdın tarihinde papirüsten sonra gelen ve az önceki örneği doğrulayan parşömenin efsanevi nitelik taşıyan keşfi Küçük Asya’da, Mısır’ın papirüs tekelinden kurtulmak isteyen Bergama kralı II. Eumenes’e mal edilmektedir. Zaman geçmekte ve en az dünya tarihi kadar birçok insanlık konusu yazılmayı ve kaydedilmeyi beklemektedir.

Plinius’un Romalı bilge Varro’dan aktardığına göre İÖ 2. yüzyılda Mısır kralı Ptolemaios VI. Philometor (İÖ 180-145) ve Bergama kralı Eumenes (İÖ 197-159) birbirlerinin kütüphanelerini kıskanmaktadırlar. Bu nedenle Ptolemaios papirüs ihracatını yasaklar ve İskenderiye-Bergama arasındaki papirüs yolculuğu sona erer. Bunun üzerine Bergama’da (Pergamon) parşömen mecburiyet üzerine keşfedilir ya da icat edilir. Bu bilgilere göre parşömenin Pergamon’da icat edildiği biliniyor olsa da daha eski dönemlerde parşömenin bilindiğine dair bulgular bizi şu açıklama götürüyor muhtemelen:

İÖ 1790-168 yıllarında Suriye kralı Antiokhos Epiphanes Mısır’a saldırdığında ve İskenderiye istila edildiğinde papirüs ihracatı kesintiye uğradı. Bunun üzerine kütüphaneyi genişletmeyi sürdürebilmek için eskiden beri bilinen parşömenden yararlanılmaya başlandı. Ancak daha sonra yeni kitap biçimi olan kodeks bulunduğunda ise parşömen yavaş yavaş papirüsün yerini aldı.

Rivayetler ve belgeler arasındaki bu çelişkili durumu daha da ortaya çıkarmak için tarihin ozanı Herodotos’a kulak verelim şimdi. Herodotos’a göre eski dönemlerde yaşayan İyonyalı Yunanlılar papirüs kullanmaya başlamadan önce keçi ve koyun derilerine yazı yazıyorlardı. Bu noktada birbirlerine benziyor olsalar da deri ve parşömeni karıştırmamak gerekir. Deri, hayvan pöstekisinin tabaklanmasıyla elde edilirken parşömen üretiminde deri tabaklanmaz, kireç işleminden geçirildikten sonra kurutulur ve daha sonra ince şekilde kazınarak düzleştirilir.

Yunan dilinde “Bergama derisi” anlamına gelen “pergamane” yani parşömen, genellikle koyun, dana ya da keçi derisinden elde edilirdi. Buzağıdan elde edilense en değerlisiydi.

Parşömenin bulunuşuyla birlikte iki önemli gelişme daha kaydedilmiştir. Bu yazı malzemesi öncelikle kaba kamış fırçasından daha geniş olanaklar sunan kaz tüyünün kullanılmasını sağlamıştır; son olarak da parşömen, kitabın doğuşuna neden olmuştur. Kullanımı zor olan papirüsün yerini alan parşömen birbirine bağlanınca Roma kodeksi oluşur: Yani artık bugün anladığımız anlamıyla kitap doğmuştur.

Kullanımı çok ağır yaygınlaşan parşömen kitap yapımında papirüsün yerini ancak İS 4. yüzyılda alabildi. Hammaddesinin papirüse oranla daha az bulunması ve aynı zamanda hazırlanışının gerektirdiği el emeği sonucu maliyetinin yüksek olması, fiyatının da yüksek kalmasını gerektiriyordu.
Kâğıdın Ege ve Akdeniz’deki yolculuklarından, serüvenlerinden bahsettik şimdiye kadar. Buna karşın kâğıt elbette Doğu’da da vardı. Güneş gibi oradan doğmamış olmasına karşın kâğıdın Çin’de İS 105 yılında hükümdarın muhafız alayına mensup bir sanatkâr tarafından bitki kabuklarının kullanılarak elde edilen kâğıt hamurundan yapıldığını biliyoruz.

Asya’da 2 ve 3. yüzyıllardan sonra Hintçe başta olmak üzere birçok dilde yazılmış kâğıtlar bulunmaktadır. Uygurlar da Mani dinini kabul ettikten sonra yazı yazmaya ve kâğıt kullanmaya başlamışlardır.

İslam dünyasında bilinen en eski tarihli kâğıt 879 yılına ait, üstünde Binbir Gece Masalları’ndan birkaç satır Arapça metin bulunan parça ile 1080 yılına ait Uygur harfleri, Karahanlı Türkçesiyle yazılmış alım-satım senedidir.

Kâğıt yapma sanatının meslek ve ticaret olarak Çin’den Semerkant ve Kahire yoluyla Avrupa’ya ulaşması bin yılı almıştır.

7 Ekim 2018 Pazar

Her yangın gelir geçer yangın yeri kalır.



Sevgili Genç Yazar

Aynı yerde olduğunu bildiğim halde sana tavsiyelerimin giderek mektup halini alması, diyaloglarımızın uzaklaşmasından kaynaklanıyor mudur sence?
Sen yaşadıkça, bildikçe, öğrendikçe ve unuttukça belleğin salt bir amaca doğru kaçınılmaz olarak ilerliyor ki çok tehlikeli buluyorum bu durumu:
Hatırlamak.

Aramızdaki fiziksel mesafe, yani daktilomuz, yazı aracımız zihinsel mesafemizin açılmasına engel olamıyor. Bir türlü kendimi bu akıştan koparamıyorum.
Ne yapalım? Konuşmayalım, anlaşmayalım mı?
Aslında birbirimize hiç ihtiyacımız yok. Zaman zaman monologa düşen diyalogumuzun da ne bizi okuyanlara ne de bütün okurlara bir yararı yok.
Sana kendin için bile hiçbir şey beklememeni öneriyorum bu yaptıklarımızdan.

Sana arada önemli bulduğum anekdotlardan birini anlatmayı çok istiyorum.
Hangisiyle başlayacağıma karara veremeyişim yüzünden buna bir türlü başlayabilmiş değilim.
Sana başlangıçlar hakkında uzun söylevler verebilirim: Başlangıcın doğurganlığı, her şeyi belirleme gücü, artık geridönülmezliğiyle hepimizin üzerinde sadece noktaları birleştirerek ilerlediğimiz bir yola mahkum etmesi...
Daha birçok şey sayabilirim başlangıç hakkında.

Bir keresinde şair Rilke'nin genç bir şaire yazdığı mektuplarında bulduğum mesafeli samimiyeti ne denli kıskandığımı, böyle mektuplar almış olmamın hayatımdaki kaçınılmaz derin etkilerine duyduğum açlığın beni ne kadar çok tutkulu yapacağını düşündüğümü hatırlıyorum.
Rilke o mektuplara belki de hiç başlamadı. Genç şairse belki hiç olmadı. Bazen senin de gerçekten var olup olmadığını düşünmüyor değilim.
Yoksa bu yaptığım geç kalmış bir öykünme mi?

Hayatımda o mektupların etkilerini çok aradım. O arayışa tutku dedim.
Tutkularımın bitmesinden asla ve asla korkmadım. Onlar ne birer ateş ne de her gün bir yaprağı sökülen birer takvimdi.
Tutkular zamanı göstermez; zamanı görmemizi sağlar. Onca derinlik içinde neyle karşılaştığımızı belirlememize yol açar. Biz istedikçe düşündüklerimiz, arzu ettiklerimiz bir heykel sergisi gibi önümüze çıkarlar. Sadece onların sırasını bilmeyişimize rastlantı diyoruz.
O kadar.

Günün birinde seninle karşılaşacağımızı çok iyi biliyorum, ama seni henüz tanımıyorum. Bu belki asla gerçekleşmeyecek. En az senin kadar ben de bir kurgu olabilirim ya da tersi. Buna şaşırmak ya da birdenbire kabullenmek yerine bu diyaloğun ya da söyleşinin hiç geçmemesini, akılda kalacak izleri bulunmamasını diliyorum.

Genç olduğunu unutman gerektiği kadar sanan söylenenleri de unutmak zorundasın. Yoksa kişisel tarihin başlamadan sönebilir. Sana yangınında kurtulmamanı salık veriyorum. En azından kazazede olmanı; fikirlerin anlamlara diz çöktürmemesini sağlamanı; kendi yangınında imdat çağrılarını bir yana bırakıp olgunlaşmaya odaklanmanı.

Her yangın gelir geçer yangın yeri kalır. Belki de tiyatronun alanına giriyoruz böyle demekle. Hayat tiyatro mu? Hiç sanmam. Hayat daha çok yazılışı bitmeyecek ve asla oynanmayacak bir oyun. Aklımız da hep o oyunda. Bir türlü perdeler ile sahne bir araya gelemiyor. Sözlerle gerdiğimiz bir perdenin canlı gölgeleri olmak için yalan da söylemek zorunda kalıyoruz çoğunlukla.

Sana söylemekten, seninle konuşmaktan uzakta kaldığımı sanmıyorum. Koordinatlarımız öyle yazmasa da konuştukça noktaların ortaya çıktığını, onları birleştiren ağ hareketlerinin donuklaşarak bir karar verdiklerini, sonra da unutarak tekrar ve tekrar aynı soruyu sorduklarını görüyorum: Neredeyim?



8 Mart 2018 Perşembe

Yazının Cinsiyeti: Bir Kadın yazısı var mı?


Bir kadın yazısından söz edebilir miyiz?

(21. yüzyılda artık bu sorunun karşıtını sormanın hiçbir yararı yok.) Ama soralım her türlü gereksizliğine rağmen ayrıca: Bir erkek yazısı var mı?

Elbette var. En başta düzenleyicilik ilkesinden doğan bütün yazılı yeryüzü yasaları. Trafik kuralları manzumeleri. Kredi ve kredi kartları sözleşmelerinin sadece karıncalar tarafından okunabilen metni. Ev aletleri kullanma kılavuzları ve unutma-dan: Bütün imzalar ve imzayı gerektiren bütün “korkak” metinler.

Yazı, eril bir başlangıç yaşadı ve bu konuda büyük aşamalar kaydetti. Onu “biteviye” alkışlar ve sırtını sıvazlarken dünya hayatının eril düzeninin de kuruluşuna tanıklık etmiş oluyoruz. Tanık, ikinci derecede sanık da olabilir. Çünkü olaylar karşısında iki tip yazı kaydı belirler:

1. El yazısı: Yazılmamış “ham” düşüncenin kayıt fuayesi. Yazının bekletildiği oda.
2. Tipografik yazı: Vitrin. Sadece vitrin. Dönüşün olmadığı, ancak bir tekzibe ya da sonraki tipografik çalışmaya ve gerçekleştirmeye kadar açık olan yazı.

Yazının kaydı neredeyse yazının “kendisi” demektir. Çünkü sözlülüğün karşısına bellekten ezberlemeyi kesimleyen, sonra onu yok edip yerine kayıt sistemini çıkaran bir duruş içindedir. Kayıt çeşitlerine bakalım biraz:

El yazısı dişildir. Söz'ün yazı'ya teslim olduğu bellek-kayıt geçişinden kurtulan bu dişil süreç, matbaanın, yani yazıyı çoğullaştırma aracının icadıyla sona erer. Yazı yani ifade evreni artık tamamıyla erilleşmiştir. Yazarak “faşizan” olunabilir, çünkü kaydın hâkimiyeti kesinleşmiştir. El yazısı sakla-namaz bir şeydir, çünkü tektir; en azından çoğaltılması zordur.

Kaydı belirleyen üçüncü, ama sözde “üçüncü” kitap devriminde “ilk” yazı çeşidi sanal yazıdır:

3. Sanal yazı: İfade ve anlam evreninde gidiş ve dönüş artık yok. Saha var. Global illüzyon, fakat sapmalar tek noktadan ya da doğrultudan başlamıyor. Bütün sapmaların “döndüğü” çevrimler kayıp.

Yazı yapısının anlaşılmazlık düzeyinde oluştuğunu; felsefenin, dilbilimin hatta edebiyatın bu düzeyi 20. yüzyıl boyunca koşturduğunu görüyoruz. Birbirine karışan gerçekte anlam ile anlamsızlığın yönünü yitirmişlik duygusu değil; anlam ile anlamsızlığı birbirinden ayıran çizginin ortadan kalkması. Yazıya salt “anlamı verme aracı” olarak bakışın yazının cinsiyetini öldürdüğüne tanık olduk bu yüzyıl boyunca. Yazı, sözlülüğün sözcülüğünü yitirdiğinde kendini erilliğe teslim etmişti. Bu dışbükey durum, sözlü metnin yazılı metne, elyazısının, tipografik yazıya, mektubun e-mail'e teslim olduğu ve belki de yakın gelecekte “yazının metayazıya” teslim olacağı -kayıt teknolojisinin kaybolacağı dördüncü devrim zamanı- bir dönüştü.

Söz. El yazısı. Mektup.
Bütün bunlar koruyucudur. Anlam ve söz evrenlerinin koruyucuları.
Yazı. Tipofrafik yazı. E-mail.
Bütün bunlar hakimiyetçi. Erillik tapınağının bekçileri.
Dördüncü yazı devrimini, yani “metayazı” dönemini öncekilerden ayıran “dördüncü” zaman kategorisi kesinlikle insani olmayacak.
Geçmiş, şimdi ve gelecek olarak tanımlayabileceğimiz kutsal insani zaman “üçleme”sinde gizil olarak yatan “izafiyet” tanrısını alaşağı edecek dördüncü kategori, kesinlikle şüpheli ama “bizden” olacak.
Kozmik ama alegorik. Geleceğin yerine ama gelecek için bir zaman “şey”i... O zamanda yazının cinsiyeti olmayacak. Her şey yazılmış ve kaydedilmiş olacak. Yazının sonu değil, cinsiyetin sonu...

24 Ocak 2018 Çarşamba

L'ye Mektuplar



AD

Bu adın gizli tutulması gerekir.
Bir korkunun adı bu. Bir geri çekilmenin, bir suskunluğun ve birçok söylenin. Korkuyu anlatırken bir yay boşalıyor ve tutsaklığın adı anılıyor. Çok söylemişizdir bunu. Bir o kadar da susmuşuzdur, dilimizin altında tuttuklarımızı söyleyecekken.
Her şey bir son ve ondan sonra gelecek bir başlangıç içindi.
Çünkü yeryüzünde hep aynı kapsamda dönüyordu bu.
Her şeyin temelinde bir kabuk bağlatmak ve bir gerekçe bulmak yatıyordu. Unutmadan bunun da bir gerekçesi olduğunu söylemeliyim. HER ŞEYİ BİR GÖLGEYLE TAMAMLAMAK ZORUNLULUĞU adı altındaki gerekçe bu işte.
Önceki yazdıklarıma anlaşılmaz ama güzel, diyorsun.
Güzel, beni zorluyor. Beğenin anlamana yardımcı olacak.
Her şeyi anladığında beni eski yerimde bulamayacaksın.
Belki hiç bulamayacaksın. Hiçbir yerde.
Anlaşılmamakta yatıyor olabilirim. Anlaşılmaz olduğum sürece sana ulaşıyor ve sürüyor olabilirim.

G.


A D I M

İnan, yaptıklarımız, soğukluğumuz ya da sıcaklığımız, gerçek ve doğrular, görüntülerimiz, yapaylıklarımız, zorlanmalarımız, doğumlarımız, açılar, ölümler, kırışıklar, üzüntüler ve yine acı.. hiç önemli değil. Tüm bunların inan, hiç bir önemi yok. Yokoluşa bir adım kala da olsa, son yudumları da  olsa doğrular,  yaşama ilişkin hesapların döküleceği o belirsiz son gün saplantılarının, son ya da sondan bir önceki kuşağın başını çekiyor da olsak, gerçekleştirmemiş ve üstelik hiç de yaklaştırmaya  çabalamamış olsak yüzümüzü evrensel görevlerimizin yanına, üstelik hep ceza çekmiş ama hiç suç  işlememiş olsak, yargıları birbirine dolaştırmış, hep kavramların yağıyla kavrulmuş, unufak beklentilere bile sığınmamış, yalnız bugün ve bir sonraki bugün için yaşamış da olsak hiç önemli değil, inan.

G.


B U G Ü N

Dokunulmadığı sürece zamanca ilintisiz yaşayan küçük kaypaklıklarla derialtının işlenmesine ses çıkarmayan, yarın ve sonrasını beyninin zarsız, sonunda bir gün öncesinin buğusunu saatlerden silip kazıyarak yeniden çıkaran bugün’le tanıştım. Bu anın altı çizilmeli mi? Oysa sorulara gereksinimi olmayan biri -bu bir zaman belirteci bile olsa- varlığı ve çeperinde yoğunlaşan geçiciliğiyle aşınmaya dayanabilir ve alt çizgilere bir daha asla gereksinim duymazdı.

G.

C A N   Ç E K İ Ş M E

Şimdi geri çekilme zamanı. Bir saatin kıvraklığı kadar bile yakın değilken bir kıyıya, buradayım, diyebildim. Bu kazanç mı sence… geri çekilmelerde ortaya konan bir oyunsa, kalıcılığı nereye kadar deneyebilir, ılımlı ölçültlerde ? Oyun, içtenliği inkar etmez mi; gerçek yaşama öykünmek yalancılık değil mi? Yaşamak, yaşamak derken ikinci özneyi hep atlıyoruz. Suçlarken de  hep ilk çoğul öznede takılıp kalıyoruz.. Duraksamalarımız yaşamın tutukluğu karşısında sözü açılmamış gerçek başarılar mı yoksa? Nereden biliyoruz içimizdeki kıpırdanan ruh taneciklerinin bizim olduğunu? Yakalayabildik mi ; koştuk mu peşindem; tutukevi mi olduk bu tanelere, yalnızca… Sonuncusu gerçek paydalarda tartışmasız doğru biliyorum. Bu taneciklerin çevremi sardıklarını gördüm, yanıldıklarını, yanlış gövdede, ısrarlı olduklarını işittim ama niye izin verdim girmelerine? Kapıyı gösteremezdim. Kapı yoktu onlar için. İçeriden dışarıya açılan bir kapı yoktu en azından. Dış kapılarsa hep kilitliydi.
Hep kapalı. Hep yoklardı. Hep yoklar. Varolan, dışlanan, sorulmayan bendim. Sonraları karşılaştım ilk özneyle. Sonraları sevdim. Bırakandım.

Ölümlü olduğum doğru. Daha fazla ileri gitmeyeceğimi biliyorum.
Yelkenler çürük bir bezden yapılmıştı, biliyordum.
Ve hiç bir yolculuktan geri dönmedim, biliyorsun.

G.


Ç A Ğ R I

Sesinin değişmediği, beklentilerle kavrulan bir eşiğe döndügü tınıyı bekliyorum.
Hiç beklememiş olmanın yalancı gururu bu. Bir ağaç; yıldızların sönüklüğünü algılamış; hiç doymamış bir ıslaklık.
Üstüme çevrilen okların, burgaçların farkındayım. Endişesizliğim burada noktalandı ilk kez.
İlk kez, buluşmanın yansımalarından bu noktada sıyrıldım.
Çağrıyı işittim.
İlk kez yanılan benmişim gibi. Sonra bir gemi, dedim. Yalnız bir gemi yeter. Varsıllığa. Gökküre. Eşilmemiş bir kum. Üstünde yitik denizciler ve taşlar.
Sonunda bu ses de eskidi.
Sensizliğe döndüm.
Yokluğa gerisin geri.

G.



1989-1990