istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ocak 2025 Salı

İstanbul'un Gece Yakası

Foto: Şevket ŞAHİNTAŞ
Gideceğim yerin adını bile hatırlamıyorum (ya da çağrıldığım yerin) ama o yeri bulamamak korkusu sarmıyor içimi; çünkü beni bekleyenlerin de gideceğim yerde olduklarını sanmıyorum.
Yakalarımı kaldırmış kış mevsiminin erken bir yaz sıcağı içine adamakıllı saklandığı bir havada Beyoğlu'nun girişine doğru yaklaşıyorum.
Az sonra, içinden bir günde ortalama dört yüz bin kişinin "geçtiği" bir atardamarın sadece ayak tozuyla tıkanmış cidarları içinde yuvarlanıyor olacağım. Bütün adreslerin tek bir semt adıyla anıldığı bu damarın içinde, aynı kalbin atışlarını ileten sosyal bir sıvının partikülleri arasında yuvarlanırken değil bir adres aramak, ya da bir adrese ait olmak, etrafa bakmak bile beyhude!
Burası bir bar önü. Bir cafe de olabilirdi. Ya da bir meyhane. Buraya her zaman uğrayıp uğramadığımı bile bilmiyorum. Genellikle bar, cafe ya da meyhane arasında kesin bir seçim yapmadığımdan olsa gerek, gezindiğim mekanlar arasında görüntüsü ya da çekiciliğiyle aklımda kalmış ya da "her zaman buradayım" dedirten bir yer hemen hemen yok gibi. Çok tuhaf. Bu tekdüze duyguya rağmen, bu semtteki bütün mekan adreslerinin tek bir isimle çağrılmasına rağmen, hiçbir zaman "homojen" bir yapının içinde asılı kaldığım gibi bir duyguya da kapılmadım.
Her zamanki masama oturuyorum; pencerenin önünde ya da duvarın yanında. Hava tam anlamıyla kararmış. Bunu ışıklardan anlıyorum.
Oturduğum yerden caddeyi izliyorum; ya da sokağı... Neredeyse on yıldan bu yana sivil trafiğe kapalı olan İstiklal Caddesi'ni dikey olarak taksiler, özel otomobiller keserken; cadde boyunca bir aşağı bir yukarı resmi arabalar gidip geliyor. Farları da beceremiyor orada, bizimle olduklarını kanıtlamaya. Oysa kanıtlamak yerine anlatmaları yeterliydi.
Tehlike kelimesini düşünürken aslında İstanbul'a "sonradan" geldiğimi hatırlıyorum. Ne yazık ki genellikle bazı kelimelerin geceleri oynadığı oyunlarla kafamı kurcalıyor bu aidiyet cümbüşü.
Karnaval kelimesini düşünmüyorum; ona bakıyorum. Caddeden gelip geçenlerin, metal para sandıklarından para çekenlerin; lotarya ve sinema kuyruklarının; köfte ve dönerci dumanlarının; kapanmış gazete bayilerinin; şekerlemecilerin ve tuhafiyecilerin; giyim mağazalarının oluşturduğu iki duvar arasında sokaklardan gelmeyen ama sokakları ve sokakların karanlığını besleyen bir kalabalık "aşağı" doğru, tünelin sonuna ve "girişine" doğru akıp gidiyor.
Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.

Heryerdelik (omnipresence) ve alibi; yani olay sırasında orada olmadığını kanıtlama durumu.
İstanbul'un bir başka ucu olan "gece yakası"nı bu iki kavramın kapsayıcılığı altında anlatmak için düşünmeye başlıyorum.
Gözümün önüne ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir"indeki yazısında İstanbul üzerine sözleri geliyor:
"Bir İstanbul'lunun gündelik hayatında bulunduğu yerden başka tarafı özlemesi çok tabiidir"
Eğlence ve yaşam imkanlarının heryerdeliği karşısında bir İstanbullunun bu imkanların her biri sırasında orada bulunmama durumunu kanıtlayan sözler bunlar.
Üç aşağı beş yukarı herkes anlaşmıştır İstanbul'un bir gece şehri olduğunda... Gündüzleri dişil ve kent'tir İstanbul. Aura'sı su ve topraktan oluşan her şehir gibi. Geceleri ise bir tepesinden diğer tepesine bakıldığında yatağına yatmak üzere usul usul soyunan bir kadın; ama az sonra yaramaz bir oğul gibi herkesin yatmasını bekledikten sonra pencereyi açacak ve kendini gecenin karanlığına salacaktır.
Sabaha kadar sürecek olan İstanbul gecesinin anatomisinde; denizin ve kıyıların; köprülerin ve iskelelerin; camilerin ve meyhanelerin olduğu kadar bunları yapan insanın da takvimi saklıdır. Tanpınar'ın deyimiyle eski günlerde bir "terkip"ten oluşan İstanbul yerini sürekli olarak bir başka terkibe bırakıyor. Bu karışımın rengi geceleri suda parıldayan bir kömür karası. Parıltıların arasından seçilebilen insan hikayeleri, İstanbul gecesinin edebi uzuvları arasında yol bulmaya ve şehrin bir parçası olmaya çalışıyor. Gelgelelim, kolektif zamandan başka bir değişim aracı tanımayan şehir, gündüzlerinde, bireysel takvimleri toptan reddediyor; çünkü İstanbul, günışığında endüstrinin, ticaretin, trafiğin ve denizin mekanı. Gece ise bireysel takvimler sahne alıyor; hiçbir el rehberinin tarif edemediği yokuşlarda, hiçbir krokinin çizemediği sokak kıvrımlarında ve hiçbir tarifin bulamadığı hanelerde İstanbul'un gece yakası soluk alıyor.
Beyoğlu'nda gezmek; eğlenmek için gezmek her zaman için Beyoğlu'nda olmanın bir adım gerisinde olmuştur; çünkü nasıl benzerlik aynılık değilse, Beyoğlu'nda olmak, bir süre sorunu olarak Beyoğlu'nda olmak değildir.
Sayıları değişmese de, açılan her mekan kapısında yeni ve bilinmeyen bir kart ortaya sürülür. Süreye bağlı olarak oyuncular ve oyun sürekli olarak değişir. Beyoğlu'nda gezerken eğlence denen oyunun da sürekli değişmesi Beyoğlu'nu farklılaştıran bir ritim ve yaşam vurgusudur.

Gideceğim yerin adını bile hatırlamıyorum (ya da çağrıldığım yerin) ama o yeri bulamamak korkusu sarmıyor içimi; çünkü beni bekleyenlerin de gideceğim yerde olduklarını sanmıyorum.
Gideceğim yerin ve orada kimlerin olduğun bir önemi yok. Çünkü ben İstanbul'da zamanı geçirmenin bir zorunluluğu olarak Beyoğlu'na eğlenmeye gidiyorum.

17 Kasım 2022 Perşembe

Bugün haber aldın birisi öldü


13.

Çağın perdesini yeniden aralıyorum
Şarap şişelerinin içinde böcekler var
Beyinler sızmış rakı kadehlerine
Kan akmış zamanın dudaklarından

Gelin görün beni
Böyle bağırıyor her yalnız kalan
Camdan ekrana bulaşan şeffaflık ertelenmiş
Az sonra
Diyor şehir hep bir ağızdan
Öleceğiz
Üç şarkıya sığacak yaşamayı ağırdan almamız

Bize bunları bıraktı her giden
Televizyon tarih defteri ve bakkal borçları
Topkapı Sarayı da her gün geç saatlere kadar ölülere açık
İşçiler hatıraları süpürüyor vezirlerin gizlice ağlamaları
Ziyaret saatlerinin sonuna karışmış


25 Ocak 2009, Eyüp


14.

Silmek istiyorsun yazılmış olanı
Şehir konuşunca ziyaretler susuyor
Sen ne zaman geldin kimse bilmek istemiyor
Geldin mi geldin. Daha neyin önemi var…
Surlar vardı eskiden ve şimdi yok, şimdi yerinde
Uydu antenleri var
Konsomatrisler, Rus kızlar, pet şişe gölgesinde
İmparatorluk çeşmesinin ölümü
Yerinde kımıldanıyor deniz solucanı
İki vapur birbirlerinin geçmemesini bekliyor
Ve büyük turistik gemi finansal olarak yalpalanıyor
Dolar düşüyor telefon çekmiyor kaldırıma düşüyor
Birisi ve herkesin gözü onu görmemekle düşmek arasında
Bir filmde.
İndirmiş yüreğimize korku dokümanını
Resim olarak ve video butonlarından sivilcelerle kaplı
Haliç’te

Seni unuttum seni görmedim uçaklar dalışa geçiyordu
Karşı köprüde annen ve baban el sallıyordu görmedim
Mezarlarını bırakıp gelmişlerdi ve yerlerini aldılar büyük yarıştan önce
Onların som altın gülümsemeleriydi
Senin kaybolduğun yarışın sonuçları


24 Mart 2009, Eyüp



15.

İşte sen
Kaçıyorsun başka bir şehre doğru
Ölümün onaylanmamış
Bütün masalardan, kule ve köprülerden geçtin
Ama geçit vermedi ölmene, acı içinde bıraktıkların
Yalnız koydukların
Her şehirde, bir şehrin içine
Öylece.

Kaçıyorsun.
Duruyormuşsun gibi gelse de kaçıyorsun
Sene 2006: Ankara
Sene 2007: İzmir
Ve hâlâ kovalıyor arkandan İstanbul
Sene ikibinonbir
Darmadağın ufuk, hafıza ve kollarında son kalan takat

Bacakların hatırlıyor
Gezdikleri her şehirde hatırlanan bir ağırlıktı
Ölmek bahsi…

Bugün haber aldın birisi daha öldü
Yarın, İstanbul’u hatırladıkça ağırlığın olmayacak…

23 Mart 2011, İzmir


(İstanbul 1998'den; 2000-2015)

20 Ağustos 2022 Cumartesi

İstanbul'a İlk Mektup


Çağırdın.

En son sen çağırdığın için işte bak çıkıp geldim.

Buraya gelmeyi hiç istemezken aslında neden gelmem gerektiğini de geçici olarak unutmuş olmam, unuttuğum şeyin önemsiz olduğunu göstermez değil mi hayatımda?

Madem hayatlarımızı veriyorsak ve sonunda tabii ki geri de alamıyorsak şehirler neden birer özne olmasınlar?

Kim sorusu sorulur özneyi bulmak için. Ama özneyi gerçekten de arıyor muydum ki?

Sen zarftın. Edat. Zamir. Tümleç. Tamlama. Zarf tümleci. Belirtisiz isim tamlaması. Hatta Nesne.

Her şeyin nesnesi. Tesadüflerin, kaderlerin, yalanların, aşkların...

Beni buraya kadar bile okuman bir mucize. Demek ki artık daha sabır dolusun bana karşı. Uzun suskunluğumun anlamını düşünmüşsün ya da beni tamamen unuttun ve ilk cümlelerimden kim olduğumu çıkarmaya çalışıyorsun.

Mektup yazmanın, hele hele konuşmanın, görüşmenin tamamen sıfırlandığı bir çağda sana bu ilk mektubumu yazıyorum. Bunun bir anlamı yok. Sadece ne yazacağımı ve ne zaman konuşacağımı hiçbir zaman bilememle ilgili bir durum bu.

Yaklaşık iki sene sonra seni yeniden hissediyorum. Bunun için bazı aşılar olmam gerekti: Aşı karşıtlarını işitmeme aşısı. Ani ölümlerden korkmama aşısı. Anksiyete, korku, panik, gerginlik aşıları.

Sen dediğin için ciddiye almıştım ve bir Korku Günlüğü tutuyordum ya da hanidir onu yayımlamaya karar verdim, fakat aramıza bir otel girdi: Adı Sen. O otel, bu "şirin" kasabaya yıllar sonra yine "ilk" geldiğimde karşıma ilk kez çıkıverdiğinde onu algılamaya ve anmaya bu kez hazırdım. Korku filmlerinden çıkma, onlara layık bir oteldi burası. Yıkılacakmış gibi duran, hatta anacaddeye doğru hafif bel vermiş, idarelerce artık kaybolmaya yüz tutmuş avlusunun zamanımızın dev oyuncakları olan arabalara otopark vazifesi yapmasına karar verilmiş.

Uzaktan. Uzak. Senin çok uzağından. Bu "hoş" kasabada çocukken geçirdiğim seneler boyunca seni henüz görmemiştim bile. Bir sefer hariç: Babamla, kitap poşetlerini sırtlanıp inip çıktığımız yokuşların ve ziyaret ettiğimiz yayınevlerinin, baba dostlarının çokça bulunduğu Cağaloğlu semtindeki o yaz günlerini hiç unutamıyorum. Babamın aklımda babam olarak kalmasının, belki de şu an olduğum ve yaptığım şeylerin yazıcısı ve kazıcısı olan o birkaç gün. Tam hatırlamasam da bir gece kaldığımız bir başka otel. Otel Tarlan. Yeşil havlusu daha düne kadar o yıllardan kalma en açık hatıralardan biriydi.

Çağırdın geldim ve gürültüler... Betondan sesler, ağlayan hurda sessizlikler... Her yerde "Miras" yazıları. Bu şehir kime miras kalmış ki. 

Çağırdın. Susturamadın beni. Hala soruyorum: Nasıl yaşıyorlar sende hala? Günlük 25 milyon.. Toplamda yüz milyonu geçmiş bu eserlerinin kaderi ülke.

Yeniden yeniden yıkılacağın günler çok yakın. Herkes bunu diyor. Ve yeniden yapılacağın günler daha yakın. Son birkaç ayın ya da haftan dışında hiçbir şeyin hatırlanmadığı için çok sevileceksin yine.

Ben sana mı geldim sahiden. Yeniden bir oku beni ya da kendini sorgula: Sen İstanbul değilsin. 

O, sensin. Sen sensin.

Sana geldim. Çağırabilirsin her zaman beni.


Ağustos, 2022

10 Mayıs 2020 Pazar

Kanun Sokağı

Illustration of Street lamp set. Street lights retro collection. vector art, clipart and stock vectors. Image 31201885.


                                                    
Oğlum  Can’a...

Tahta Minare durağında otobüsten indiğimizde yağmur hafiften atıştırıyor. Pek acele etmeden yolun karşısına geçip bizi Eyüp’teki Kanun Sokağı’na götürecek olan Tahta Minare Bostan Sokağı’na giriyoruz. Bayıldım Çıkmazı hemen solumuzda görünüp kaybolurken avucumun içindeki minik elin hafifçe terlemiş olduğunu hissediyorum. Parmaklar serin havaya temas etmek için kımıldıyor.

Küçük beyaz parmaklar.

“Bak baba, bayır! En hızlı ben çıkarım!”

Hafifçe yükselen sokağın ortalarına doğru minik parmakları bırakıyorum. Düşen yağmur damlalarıyla birlikte ortalığa kesif bir kömür kokusu yayılıyor. Hemen yanımızdaki ilkokuldan küçük öğrenciler çıkıyor ve ıslanmamak için saçak altlarına doğru koşuşuyorlar.

Bayırın sonundaki cumbalı ahşap ev, oradan her “kestirme” geçişimizde, yolumuzu karanlık gövdesiyle uzatıyor. Kanun Sokağı’nı başlatan oldukça sarp toprak bayırın başına ulaşmak için bu evin ön cephesine yaklaşıp sola dönmek zorundayız.

Yer yer yarılmış asfaltın üzerindeki çatlaklar, tırmandıkça daha da belirginleşiyor ve sokağın dili haline geliyor adeta.

Ve solumuzda kalan, tepenin içine kısmen gömülmüş duvarlarıyla Meryem Ana Kilisesi.

Kapısında bizi bekleyen ağır sessizliği bozmak için hızlı hızlı küçük yumruklarla vuruyoruz kapıya.

Ama, içeriden yumruk seslerimizi işitenlerin -bir bekçi ya da bir iki görevli- gözünde birer küçük yaramaz sokak çocuğu olduğumuzdan eminiz artık.

Kanun Sokağı’nın tekrar alçalmasına ve ana caddelerin seviyesine düşmesine yirmi-otuz metrelik bir “S” geçişi kalmışken kilisenin duvarları sona erip şehrin “şimdiki” yani dökük duvarları başlıyor. Meskûn, ama bir savaş sonrası gibi terk edilmiş, eski ama her an yeni bir belediye kararıyla manzaranın içinde boy gösterebilecek kadar gizemli evler.

Ve Kanun Sokağı’nı İslambey Caddesi’ne bağlayan “L” dönüşü... Kat ettiğimiz birkaç yüz metreyi hemen unutmamızı sağlayan pürüzsüz bir düzlük. Bu düzlüğe zaman içinde muntazam olarak uyum sağlamış giriş katları ve sokağa kadar bitişik nizamı bozmayan üçer katlı evler.

İslambey’e çıktığımızda, ikimizi aceleyle caddeye iten rüzgarın esip kaybolduğunu anlıyoruz, çünkü o sırada Kanun Sokağı bütün noktalarıyla ilk kez aklımızda yer etmeye başlıyor.

Bunu elimi tutan küçük parmakların, avucumu daha çok sıkmasından anlıyorum.

Bugün ve bir zamanlar; mesire yeri, teferrüçgâh, sayfiye, kutsal ziyaret yeri ve hac merkezi olarak bilinen ve gelinen Eyüp’ten uzakta, kendi içinde bir labirent-sokak olan Kanun Sokağı, oğlumun küçük zaman anlayışında büyük bir geçmiş olarak duruyor şimdi.

İstanbul’u henüz tam olarak kaplayamayan Can’ın hafızasında en büyük evren Eyüp ve en uzun, tatlı yol Kanun Sokağı.

2001

İstanbul Sokakları - 101 yazardan 100 sokak kitabında yayınlandı, 2008. 

26 Eylül 2019 Perşembe

Herkesin Unutmak İstediği Şehir


İstanbul'da tek umutla yaşıyorum. Sabah uyanıyorsun ve şehir bomboş. Herkes gitmiş.

Unutmak eylemi eğer kalkıp gitmeye yetecek kadar bir güce sahip olsaydı, İstanbul'da kimseler kalmazdı. Yazık ki unutmanın kendisi için bile kuvveti yok.

İstanbul, herkesin unutmak istediği bir şehirdir. Birşeyleri unutmak için yer değiştiren ve muhtemelen içinden kaybolacağı türden büyük şehirlere doğru yer değiştiren kişi, geldiği yeri en çok unutmayı istediği yerde, o yeri de hatırlamak istemeyecektir. Şehirleri hem unutup hem hatırlayamayız. Ayrıca bir şehri unutmuşsak başka bir şehri ve şehirleri asla hatırlayamayız.

Bu sıkıntılarla bir sabah İstanbul'da uyanıyorum. Söz vermişim. Bu şehri anlatacağım. Belki beş yüz belki birkaç bin kitapla. Şehrin hafızası sürekli direniyor. Başkaları da yaptı, başaramadı; başarmak yok burada, burada unutulmak var. Hatırlamadığını... diyerek.

Şehir konuşmaz, uyanır. Ben uyandığımda insan değil şehirim. Parçası değil kendisiyim.

İstanbul'da bir unutuş cetvelim ya da takvimim yok. Burada herkesi gördükçe ve kişileri de unuttukça buna alışıyorum.
İstanbul'da bir sabah ile her sabah sıfatlar alıp vermeden birbirlerine yabancıdırlar. Bu şehrin sabahının ve akşamının kötü şairlerine arkalarından bakarsanız siluetlerindeki şişkinliği fark ederseniz. Sadece karaciğerlerinin büyümesinden ileri gelmez bu fazlalık. Unuttukça hatıralarınız azalır, ama şişerler. En önemsiz günbatımı nostalji olur, en köhne kasaba kaçış yeri ve bir sabahtan her sabaha o müthiş tutulmayı yaşarsınız: Bu şehir, siz terk edip başka yere giderken aynı zamanda size arkanızdan da bakabilir.

Bu şehirde çok az numara hatırlayabiliyorum. Eskiden gittiğim her şehirde telefon ve kapı numaraları farklıydı. Sokaklara da tanınmayan, bilinmeyen kişi isimlerinin verilmesi belki de onların da unutulmamaları içindi. En doğru çözüm: Unutmak ve unutulmamak için İstanbul'a gel, saklan ve kazan.

İstanbul'a kötü sözler söylemek onu övmekle başlıyor. Ona bakmadan, bir sabahına uyanmadan, onu dinlemeden ona sırt çeviremezsiniz. Övgücüler ve yaygaracılara sorsanız nereden geldiklerini bilmezler; çok acil şekilde İstanbul'un tarihini kendi köylerine göre yeniden yazma ve inanılmaz bağlantılar uydurma peşindedirler.

Son olarak bir hayat kadını da şehrin soylu mahallelerinden kalkıp sonradan ucuzlayan bir semtine büyük alkışlar altında göç etti. Zengin bir koca bulmuştu kendine. Sadece renk uyumunun artık bir önemi vardı şehirde. Para, şehvetin kızı olmuştu ve sonra da karılık etti o bedene.

Ve bir sabah kocasının annesi olarak uyandı. Ve bunların hepsini unutmak, köyüne dönmek istediğinde İstanbul'a girdiği kapıyı bulamadı. Bu şehri kuranlar, özellikle çıkış kapılarını yapmayı bilerek unutmuşlardı. Herkes kolaylıkla gelsin ve ölsün ve başkaları da hep gelsin diye.

10 Ağustos 2017 Perşembe

50 Alıntıda Hayat Ağacım 2

(İstanbul)

6.

Dünyanın kuzeyinden güneyine inildikçe şehirlerin yaşama süreleri artıyor. Bir şehir için geçen bir gündeki 24 saat gerçekten de 24 saat midir? Stockholm’da, Bükreş’te ya da Paris’te bu 24 saatken İstanbul’a gelindiğinde süre yetmez bir güne. Zaman uzamasa da süreyi algılamamız uzar ve İstanbul güneye inildikçe uzun günlere kavuşan şehirlerden birisi oluverir.
İstanbul’da zaman uzadıkça onu sadece kendi adıyla düşünmem zorlaşıyor. Bu yüzden İstanbul’u düşündükçe beş kelimeyi daha düşünüyorum: Kalabalık, Gece, Lunapark, Boşluk, Heryer.
İstanbul için “Kalabalık” kelimesini düşünüyorum. Bu kelime beni korkutmuyor. İstanbul’da insanlar çoğaldıkça kalabalık sanki azalıyor. İnsanlar birbirine benzedikçe, aynı amaçlar ve kaygılar için bir araya toplandıkça yaşamsal nitelikleri sıradanlaşıyor ve şişman bir vücuda dönüştürüyor şehrin kentsel dokusunu. İstanbul nüfusu sayıca arttıkça aldığımız nefesin niteliği kötüleşiyor, seslerimiz daha kaygılı ve keyifsiz çıkmaya başlıyor ve kalabalıklarda bulduğumuz şen şakrak hava kirlenerek kayboluyor.
İstanbul için “Gece” kelimesini düşünüyorum.

(İstanbul için Beş Kelime)

7.

Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını  hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.

(İstanbul'un Gece Yakası)

8.

AÇIKLAMA

Bu mektuplardan neyi anlıyoruz?
Şehir nasıl bir canavardır ve kimleri öğütür neleri büyütürken?
Kaç kişi bu şehirden alacaklarını tahsil etmeden göçüp gitti, kayıp bir halde kendi hayatında?
Şehirden öç alınır mı? Ya güç?
Bir insan gibi hissettiğimiz zamanlarda şehir dile gelir… Onu unutursak dize gelir…
Bir şehre nenen gideriz, neden orada yaşamaya çalışırız?
Unutmak için mi? Hatırlamak için mi? Yaşadığımızı hatırlamak ve öleceğimizi unutmak için mi?
Şehirlerde her şey ölümsüz dayanıklılık için yapılmıştır. Doğaya başkaldırı vardır. Suya, toprağa, güneşe ve havaya karşı sağlam olmak zorundadır şehir. En değerli, en kutsal, en büyük, en iyi, en güzel, kusursuz…

(İstanbul Mektupları)

9.

İstanbul Beyoğlu’nda vaktiyle henüz yanmamış Çiçek Pasajı’nın arkalarında küçük bir lokantası vardı Selim Kül’ün. Siyah paspaslar ve koyu renkli Acem halılarıyla ‘Mêtr’, istisnai bir hava vermişti lokantasına. En az yemekleri kadar... Geceleri ise onun Boğaz kıyısında pahalı bir restoranda serbest çalıştığını duyuyordum. Lokantasında arada sırada yediğim öğle yemekleri sırasında da hiç görmemiştim onu. Ta ki o lüks Boğaz restoranında verilen bir akşam yemeğinde, yanlışlık sonucu bayanlar tuvaleti yerine mutfağa dalıncaya kadar.
Selim Kül, ‘şedövr’ünün üzerine karabiber serpiyordu, içeri girdiğimde. Üzerimde kırmızı bir elbise vardı, ama yarı-karanlıkta sanırım vişne çürüğü bir renk alıyordu giysim.
Kepini çıkardıktan sonra sarı, uzun saçlarını geriye doğru atarak, özgün tariflerine uygun bir şekilde hazırladığı özel yemeği şöyle bir kokladı ve karabiber değirmenini kolundan son bir kez daha çevirerek raftaki yerine kaldırdı.
Bense, şaşkınlıktan tuvaletimin geldiğini, kasıklarımın zonklamasını bile unutmuştum. Karşımda en az, ünlü tarifleri kadar güzel bir adam duruyordu. Aşçı değil, bir beyaz aşçı kepinin altına saklanmış bir prensti bu.


10.

İstanbul’a döndüğümde yanımda bir de küçük kitap vardı: Kadın Vücudunun Bende Olmayan Tarafları. 10 şehirde rastladığım kadınları beşer sayfada anlattığım bir not defteri tıka basa kadın yüzleriyle dolmuştu. Kuzeylisinden, Beyaz Rus’una, Bröton’undan İspanyol’una, sıcak İtalyan’ından Doğu Akdenizlisine kadar tam 10 kadını anlatmıştım. Onların vücutlarında olup bende olmayan “tarafların” bir yara olarak vücudumda açılmasından söz etmem kafaları karıştırıyordu gerçi ama bu yaraların kapanması için kadın tükürüğü ve öpücüğü gerektiğini belirtmem bir anlamda okuyanlar için teselli olmuştu.
İddiasız bir yayınevinden çıkan K.V.O.T tam anlamıyla bir patlama etkisi yarattı. Kısa sürede ciddi anlamda değerli bir yayın hakkı elime geçti; gerçi ancak bir daire parasıydı ama ben düzgün bir oteli tercih etmiştim. Kitaba gösterilen büyük ilgi KVOT’den sonra KRBT’yi yazmamı gerektirmişti. (Kadın Ruhunun Bende Bulunmayan Tarafları) Yayınevi benden çok daha para kazanmıştı şüphesiz, ama ben onların şansı olarak adlandırdığım bu küçük şöhret durumunu abartmıyor, sadece kazandığım paraya bakıyordum. Üstelik altyapımı hiç de konuşturmamış, sadece dostum sayesinde gezdiğim dünya başkentlerindeki kadınları anlatmıştım, bulabildiğim en basit ve sade dille.
Anlaşılırlık. Bu son büyük keşfimdi.



(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

50 Alıntıda Hayat Ağacım 1

5 Haziran 2013 Çarşamba

Kim Bunlar?


Önce cisimlerini yerleştirdiler bazı isimleri kullanarak. İsimlerinin cisimleri bile yoktu. Ortalığa çıkamayacak kadar cahil ve korkaktılar.
Sonra ortada kimse kalmayınca hamamböcekleri gibi ortaya çıktılar. Başkanından kıçkanına kadar artık sadece onlar vardı.
Zemin beyaz ve temizdi. Ayaklarını silmeden onu da değiştirdiler.
Başkalarının kanıyla, özgürlüğüyle, haklarıyla yıkanıyorlar şimdi.
Utanmadan. Hiçbir şeyi hak etmeden. Her şeyi yıkmış, talan etmiş olmanın sarhoşluğunun alacakaranlığında hiçbir şey yapamamanın, beceriksiz, eksik ve yeteneksiz olmanın ezikliğiyle.

***

Memleketin bütün bayağı adamları bir araya geldi ve aynı anda konuşmaya başladılar.
Kendi aralarında kendi eksikliklerinin kural olacağı günleri, kötü yüzlerinin kral olacağı günlerden konuştular.

Kenarken merkez olmaktan konuştular. Çemberken, daire... Kul iken tanrı ve hiç iken her şey.
Görgü vardı. Ölçü vardı ve ayar. Hiza, istikamet ve duruş.
Bütün haritalar, kılavuz rehberler ve yasalar çalındı. Bütün koruyuculardan korundular, koyucu oldular.
Kuzey kriter, güney bayağılık; beyaz görgü ve siyah görgüsüzlük.... Memleketi kutuplaştırırken kutupları değiştirdiler.
Sakladılar bütün pusulaları. Diplomalar, ancak onlar satın aldıkları zaman kimlik belgesi oldu ve kimlikler de onlara çalışmadıkları zaman sadece mahkemelerde sorulduğunda okunabildi. İçlerinden birisinin bile memleketini, ailesini, okulunu bilmedik. Her yerdendiler ve hiçbir şeydiler.
Cevaplarından hoşlanmadıkları soruları kaldırdılar ve sadece istedikleri cevapları sorusuz ortaya koydular.

***

Kimse bilmiyor kim bunlar.
En başta kendileri.
Kim olduklarının sorulmasını yasakladılar. Kim olduklarını unuttular.
Ve hepimiz biliyoruz ki tarih onların çöplüğü bile değil artık.
Yoklar.

Bunlar "siz" değil.
Bunlar "onlar" bile olamazlar.
Bunlara 1923'ten beri biz dedik bizden bildik.
Meğer hep sızlanmışlar, siz'lenmişler. Kahır ağrısı gibi bilenmişler.

Bir şiir. Beş ay hapis ve 9 yıllık zulüm.
Hani eşitti azapla gazap? Hani kolun, gözün ayarı vardı?
Hiç ilgisi yok.
Bütün bunlar hep tuzaktı.

Bunları bilmedik, seslerini duymadık, gölgelerini görmedik.
Ve memleketim çok gördü kirlinin, adinin, çürüğün yalpasını.
Ve bir gün çıkaracağız emin olsunlar, kuşku duymasınlar
Kırar gibi yapıp arkamıza sakladığımız hak sopasını...

21.08.2011

23 Mart 2012 Cuma

Adamlar Yalnız Olmaz 2

Yalnız adamlara iyi davran

2.

Yalnız adamdım. Dertlerin tam ortası. Unutulmakların mezarlığı.
Taşlara çarpa çarpa bitti tören. 22 pare mermi atıldı, kimse bilmiyordu nerde öldü bu cenazeler ve neden madalyalarıyla gömülmediler.

Yalnız adam, kefen ticareti yapmaz.
Yalnız adam, bakakalır, uyuyakalır, Galata Kulesi onun yıkılmaz mezartaşıdır.
Cenevizliler en yalnız adamlardı, kimse görmedi mezarlarını.
Ve İstanbul batarken ufukta sakaları gördüm, güneşi söndürmekten geliyorlardı, sarsılan kuyularla dipten sarnıçlar yaklaşıyordu il idare meclisine.

Camdan kefen yaraşır hiç batmayan şehre.
Yalnız adamlar aranıyor, pişmanlıklardan bıktık artık. Onlar gitmeden anlayamadık, bu şehirde nerelerden neler var?

Adamlar Yalnız Olmaz 1


21 Şubat 2012 Salı

Fetih 1453, benim senaryomdu


Benimdi, ama böyle değildi. Adı "Fetih'ten Beri Neler Yaptın Fatih?"ti bir kere. İkinci bölümü "Hiç" olarak çağrılan bir dizi tam da başlayacaktı ki Fetih 1453'ün uzun metraj olarak savsaklanmasına ve ıstırap olarak çekilmesine karar verildi.
Numerologlar ve değme kabalacılar uzun zamandır uğraşıyorlardı 29 Mayıs 1453'ten 19 Mayıs 1919'a tünel açmak için. Lakin kar yolları kapatmıştı ve Anadolu'da kulaktan silkelenen kar Konstantiniye'yi derin dehşete düşürürdü. O bakımdan Kudüs'te taştan bir bacayı inşa etmek için ter döken duvarcı ustası 1453'te gayet güzel bir kumandan olabilirdi.
Konstantiniye benim ülkemdi, diyen Bizanslıyla oturup Eminönü'nde çay içtik. Sultanahmet'ten Ayasofya'ya bakarak simitle öğle yemeğimizi geçiştirdik. Akşamsa, turistlerin abluka altına aldığı Karaköy'de, Ay'ın ışığını bizden esirgeyen Galata Kulesi'ni içimize çektik.
Biliyorduk. Kudüs kızgındı Konstantiniye'ye. Ve Türkler de. Şehrin adı Muhammediye, Mehmediye olamadığı için. Ne zaman Dersaadet ve ne zaman Şehr-istanbul oldu onu bile unuttuk.
Hepimiz isimsizdik. Senaryomdaki isimleri bile ilk kez ben duyuyordum. Fethin Fatih'i, İstiklal'in Kemal'i, Kadıköylü Hasan, Manisalı Ramazan. Sessizlikler içinde dört unutulmuş, Selimiye kışlasının dört kulesinde zincirlenmiştik.
Fetih hiçbir zaman olmadı.
Fetret olacaksa, figan ve fiyasko olacaksa sonunda, büttüüün imparatorluk, ne gerek var meyi saklamaya kabında. Çıkar, doldur içelim be Hristo! Harp olmadı ki hiç. Harpler bitmez içimizde. Kovalar dururuz bir bedenden ötekine yıkılmaz kaleleri.

Fetih'i neden yaptın be Fatih?

13 Aralık 2011 Salı

Adamlar Yalnız Olmaz

Yalnız Adam Hastalıkları

1.

Martılara simit atma kuyruğundan geliyorum.
Hepsiyle de tanıştım kuyruktakilerin. Yalnız adamlar kimsesiz adamlar ve hiçbiri işsiz değil.

Balıkları doyurma köprülerine çıkamadım bugün. Yalnızdım hastaydım ve kimselere diyemiyordum.
Benim için benim adımla kurulmuş bu şehirden kovulduğumdan beri.

Birisi İstanbul mu dedi? Ve birisi bunu bir tedavi mi sandı? Vay o şerefsize alçağa!.. Bulmuş da paylaşmıyor boş şehri bizimle...

Arkadaşlarla gezmeyi, sokakları arşınlamayı bilmiyorum. Tanımamışım kimseyi. Bir yalnızlık bir ölüm. Sırdaşım ve soyadım. Bu yüzden saklıyorum herkesten sırlarımı, adımlarımı.

Martılara simit atma kuyruğunda kürek çekiyorum kürek çekiyorum. Herkes gitti ve bana bu denizi kucaklama mesaisi arta kaldı.

23 Kasım 2011 Çarşamba

A L’ANKARA

A L’ANKARA


(“Ankara üzerine yazmak” üzerine)
Ankara’nın bir tarzı var mı? İstanbul karşısında olmadan, karşılaştırılmadan bir Ankara tipografisi çıkarılabilir mi?
Bu yazıda bunu deneyeceğim.
Başarısız olduğum zaman Ankaralılar –yani Frenkçe tabirle à l’ankara takımı- sevinecek ve elbette İstanbullular da sevinecek. Başarılı olursam iki tane daha düşman kazanacağım.
Ne önemi var? Neticede yazmak da taraf tutmamak, hiçbir tarafa yaranmamak değil mi?
Şimdi Ankara’yı havadan görelim. Kocatepe camii ile Anıtkabir’i aynı karede yan yana görmeyi illüzyon sayan İstanbullu erkana göre Ankara’da cami ile cumhuriyet hiç yan yana gelmez.
Bu yazıdaki sorunumuz gerçekten de bu değil. Basit, ucuz ve yalın önermelere de girmeyeceğiz. “Ankara üzerine yazmak İstanbul’dan geçmemelidir” gibi doğru, ama parlak olmayan düşünceler de bizim tesellimiz olmayacak. Bana kalırsa aslında Ankara üzerine yazmak, İzmir’den geçmelidir. Tarihsel olarak değil fonetik olarak. Ankara’da üç “a”, İzmir’de ise iki “i” vardır. Yani iki şehrin adları sesteştir. İstanbul ise üç ayrı ses grubuna ait sesli harfleriyle karmakarışıkbir şehir ismi malzemesidir.
Hayır. Benzetmeler, alegori ve metaforlar da işimiz değil. Ne Ankara’daki kara eki, ne de isminden yapılan keçi bağlantıları, Eskişehir yolundaki yonca alanına dikilen heykeller bizim başımızı döndüremez. Ankara üzerine yazmak atmosferik bir iştir. Boşluk kaygısı derin kentsel örselenmeleri engelleyen bir süreçtir.
“Hepimizin üstüne gelen ve kaçamadığımız bir trenin kondüktörü gibi gözlerimiz parıldadığı zaman Ankara’dan İstanbul’a hareket ederiz. Kentin boğucu atmosferi daha başka ve bilinmeyen bir kaosa doğru bizi sürükler.”
Galiba bu paragraf daha çok oturdu Ankara üzerine yazmak üzerine devinen bu yazıya giriş olarak.
İzmirlilerin şehir üzerine pek konuşmadığını yazmadığını görüyorum. Onların Ankara’sı İzmir değildir de ondan mı? Onlar İstanbul’a gidip orayı –burayı- izmirlileştirmekten neden rahatsız değiller? Ya da Ankaralılar neden İstanbul’u ankaralaştıramayıp kendileri istanbullulaşıyorlar?
A l’ankara. A la Smyrne.
Ve A l’Istanbul. Yok bu çok iyi tat vermedi. A l’anglaise, à la française’i, à l’américaine’i denesek. Tamam. Bunlar daha iyi oturdu. İşte İstanbul’daki üç ayrı ses kümesi: Fransız, İngiliz ve Amerikan.
Biraz da alttan alta Alman.