21.
6 Nisan 2024 Cumartesi
17 Kasım 2022 Perşembe
Bugün haber aldın birisi öldü
13.
Çağın perdesini yeniden aralıyorum
Şarap şişelerinin içinde böcekler var
Beyinler sızmış rakı kadehlerine
Kan akmış zamanın dudaklarından
Gelin görün beni
Böyle bağırıyor her yalnız kalan
Camdan ekrana bulaşan şeffaflık ertelenmiş
Az sonra
Diyor şehir hep bir ağızdan
Öleceğiz
Üç şarkıya sığacak yaşamayı ağırdan almamız
Bize bunları bıraktı her giden
Televizyon tarih defteri ve bakkal borçları
Topkapı Sarayı da her gün geç saatlere kadar ölülere açık
İşçiler hatıraları süpürüyor vezirlerin gizlice ağlamaları
Ziyaret saatlerinin sonuna karışmış
14.
Silmek istiyorsun yazılmış olanı
Şehir konuşunca ziyaretler susuyor
Sen ne zaman geldin kimse bilmek istemiyor
Geldin mi geldin. Daha neyin önemi var…
Surlar vardı eskiden ve şimdi yok, şimdi yerinde
Uydu antenleri var
Konsomatrisler, Rus kızlar, pet şişe gölgesinde
İmparatorluk çeşmesinin ölümü
Yerinde kımıldanıyor deniz solucanı
İki vapur birbirlerinin geçmemesini bekliyor
Ve büyük turistik gemi finansal olarak yalpalanıyor
Dolar düşüyor telefon çekmiyor kaldırıma düşüyor
Birisi ve herkesin gözü onu görmemekle düşmek arasında
Bir filmde.
İndirmiş yüreğimize korku dokümanını
Resim olarak ve video butonlarından sivilcelerle kaplı
Haliç’te
Seni unuttum seni görmedim uçaklar dalışa geçiyordu
Karşı köprüde annen ve baban el sallıyordu görmedim
Mezarlarını bırakıp gelmişlerdi ve yerlerini aldılar büyük yarıştan önce
Onların som altın gülümsemeleriydi
Senin kaybolduğun yarışın sonuçları
15.
İşte sen
Kaçıyorsun başka bir şehre doğru
Ölümün onaylanmamış
Bütün masalardan, kule ve köprülerden geçtin
Ama geçit vermedi ölmene, acı içinde bıraktıkların
Yalnız koydukların
Her şehirde, bir şehrin içine
Öylece.
Kaçıyorsun.
Duruyormuşsun gibi gelse de kaçıyorsun
Sene 2006: Ankara
Sene 2007: İzmir
Ve hâlâ kovalıyor arkandan İstanbul
Sene ikibinonbir
Darmadağın ufuk, hafıza ve kollarında son kalan takat
Bacakların hatırlıyor
Gezdikleri her şehirde hatırlanan bir ağırlıktı
Ölmek bahsi…
Bugün haber aldın birisi daha öldü
Yarın, İstanbul’u hatırladıkça ağırlığın olmayacak…
13 Ekim 2022 Perşembe
Şair öldü
Yitip gitmek bir alacakaranlık başlangıcıysa, 19 Nisan 1998 günü ölüm karşısında yeni bir güneş daha oluştu. Pazartesi sabahı Mexico’nun önde gelen solcu gazetelerinden La Jornada’nın Şair Öldü sözcüklerine bürünen başlığı Paz için sürmekte olan tarihin ritim aralıklarından biriydi sadece. 1914 yılında doğan Octavio Paz, çocukluğundan başlayarak kendini edebiyatın ve siyasetin içinde buldu. Zapata’ya yakın bir avukat olan babası Meksika devrimi sırasında Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmek zorunda kaldı. Octavio’nun bütün çocukluğu ve ergenliği Mexico’nun güneyindeki bir kenar mahallede, kızılderili romanları yazan ve Fransız kültürü tutkunu dedesinin evinde geçti.
23 yaşında, Yucatan’da bir halk okulu kurmak için şiir dergisini ve hukuk öğrenimini terk eden Paz’ı çok yakın bir zamanda yüzyılın tarihi bekliyordu. İspanya iç savaşı sırasında antifaşist yazarlar kongresine davet edildiği Valensiya’da Ehrenbourg, Neruda ve Tristan Tzara ile karşılaştı. Mexico’ya geri dönen Paz, Taller dergisinin yazarları arasına katıldı. 1943 yılının sonunda Gugghenheim vakfının bir bursu üzerine Berkeley’e gitmek için Mexico’yu terk etti. Paz, 1945 yılında Meksika adına diplomatik göreve başladı. İlk görev ona Paris’te verilmişti. Paz, Paris’te Peret ve Breton gibi gerçeküstücülerle tanıştı ve onların etkinliklerine katıldı. Onun Paris yılları yazınsal gelişiminin de doruk noktasına çıktığı yıllardı. Fransa’da yayımlanan şiir kitapları ününü artırdı. Özellikle Aigle ou Soleil (Güneş mi Kartal mı) kitabından sonra Latin Amerika’nın önde gelen ustaları arasında sayılmaya başlandı.
İnsan Yalnızlığının Gizi: Yalnızlık Dolambacı
Düzyazı ve denemelerini, iki şiir arasındaki boşluğu doldurmak için kaleme aldığını söyleyen Paz, Meksikalı kimliği üzerine Yalnızlık Dolambacı adını verdiği kitabı 1949 yılında yazmaya başladı. Roland Barthes’ın Mythologies’sinden on yıl önce bitirilen bu kitapta Paz, Kızılderili kültürü ve batı dünyası arasında bocalama geçiren Meksika toplumunun çağdaş sorunlarını ve antik mitlerini sorguluyordu. Bu sorgulama Meksikalının ulusal karakterini ve yaşam öyküsünü anlatma biçiminde gelişirken, Meksika’yı Meksika yapan ‘o kapalı ve suskun ruha’ yaklaşıp onu deşiyordu. Bu kitap Meksikalı kültürün bilinçaltı katmanlarını çözümleyen bir inceleme antropolojik, sosyo-psikolojik, tarihsel, siyasi ve yazınsal bir inceleme olmasının yanında insan yalnızlığının evrensel gizini de araştıran bir belgeseldi. Öyle ki Yalnızlık Dolambacı batı çevrelerinde Ortega y Gasset’nin Yığınların Başkaldırısı’ndan sonra çağdaş İspanyol düşüncesinin en güçlü belgeseli sayıldı.
Tartışmalar
Meksika’nın bu yalnız güneşi öldüğünde kuşkusuz az düşmanı yoktu. 1968’te diplomatik hayatını sona erdiren Paz, aynı yıl ülkesine dönerek yeni ve polemikli bir hayatı da başlatmış oldu. 1971’de Plural dergisini çıkarmaya başladı. 1976’da Vuelta adını alan bu dergide Paz Soljenitsin’i savunan yazılar yayımladı; Sovyetler’e başkaldıran yazarlara ve Andre Glucksmann’la birlikte ‘yeni felsefeciler’e yer verdi Latin Amerika entelejansiyasının büyük bölümünün düşmanlığını kazanan Octavio Paz yanında marksizmin düş kırıklığına uğrattığı Perulu Mario Vargas Llosa’yı bulmasına rağmen antimarksist çabasını Lima’lı kardeşi kadar uzağa götürmedi. Paz’ın 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması tavırlarına daha da resmiyet kazandırdı.
Yalnızlık Dolambacı’ndan Türk Kimliği’ne
Yalnızlık Dolambacı’nın çevirmeni Bozkurt Güvenç, kitabın ilk baskısına yazdığı önsözde “Paz’ın Meksika’ya adadığı gibi bir yapıt neden Türkiye’ye armağan edilmesin?” diyordu. Böylesi kutsal bir serüvenin üstesinden ancak ozanların gelebileceğine inanan Güvenç, yıllar sonra (ozanlardan umudu kesmiş olmalı ki) Türk Kimliği adı altında bu kutsal serüveni kendi topraklarında aradı. Önce Kültür Bakanlığı Yayınları’nda yayımlanan bu kitap daha sonra bağımsız bir yayınevinin kanatları altına alındı (Remzi Kitabevi).
Miras ve Yapıt
Octavio Paz, organik olarak artık bir miras kadar uzağımızda ve bir yapıt kadar da yakın bütün okumalarımıza. Aklın hala sürdüğüne inanmak istediğimiz altın çağının düşünürlerinin bize bıraktığı miras çağının alacakaranlığına daha gelmedik. Aklın en basit sonuçlarından biri olarak kavramlarla düşünme; sözcükleri ve dolayısıyla dili kavramsal bir yapıya kavuşturma eğilimi sonlanmadan Paz gibi düşünce adamlarının giderek azaldığını görüyoruz. Geçmişte tamamlanacak bir yapıt olarak tasarlanmış bir düşünce sistematiğinin varlığı üzerine hala büyük kuşkularımız var. Octavio Paz ‘hem güneş hem bir kartal’ olarak ve her anlamıyla düşünmeye devam etmenin en melez yöntemlerinin bir habercisi olarak zamanımızın ve tüm zamanların en büyük ustalarından biri.Ve hep öyle kalacak, şu iki dizenin ondan gelmiş olduğunu bildiğimiz sürece:
“ Bir tarihim ben
Kendini yaratan bir bellek.”
17 Temmuz 2022 Pazar
20000 Gün'e Veda
19 Nisan 2022. Hayatımın 20.000nci günü.
Bu sayı bundan sonra bir gezegense dünya saati hızıyla uzaklaşıyorum ondan geride 20 A bırakarak.
1. Abajur
Elli üç yaşımda bir abajurum oldu ilk kez. Ondan önce tavan aydınlatmalıydı yaşadığım salonlar. 70-80'den çok 30-40'lık ampulleri genelde tercih ederken o yarı-karanlıkta ampuller tarihe karıştı. Yağ kandilleri gibi. Şimdi doğada bile olmayan beyaz ışık hakim her yere. Geceye gündüze...
2. Afiş
Az çok yazılı olanı göstererek anlatmak daha zordur. Yazıdan daha hızlı eskir afişler. Hayatımın afişleri hiç görmediklerim, hiç yapılmamışlar oldu hep. Sinema afişlerini bundan ayrı tutuyorum. Onlar ki gösterilenidir görme şöleninin. Tüm afişsiz sinema yönetmenlerine buradan görüntülü selamlar.
3. Akrostiş
İlk harflerine baksana. Dikey de bak ve oku. Bu bulmacayla bulduğun şey bana vermediğindir, bunu anlaman için bu akrostiş. Sana doğrudan söyleseydim bana vermediklerini, söylediklerimi sadece yatay anlayacaktın. Ondandır, dikey söylüyorum ki vals, balo ve ağaçlar gibi dikey, duygusal, saygın bir aşk benimkisi, sana doğru. Devrilmeyecek hemen, ağaçlar gibi hep ayakta, sonsuza yakın ve bazen de dönmedolap gibi inmeli kalkmalı.
4. Aksesuar
Sen asla portmanto ya da vestiyer olamazdın. Sinema olamadın, tiyatro olamadın. Ve şimendifer ve otomobil. Lakin astılar seni, koydular seni. Bir tezgâh arkasına, üç ayaklı bir heyulanın üstüne bir pardösü ya da ceket olarak. Sen var ya sen bütün genel kullanılış malzemelerinin süsüydün. Film de olmadın, oyun da. Perdede siyah harflerle The End yazdığında beyaz zemin üstünde küçük bir rolün vardı genellikle. İstimin kinetik enerjiye dönüştüğü devirlerde küçük, yarı yanmış bir kömür parçasıydın tren gara her girdiğinde.
5. Akustik
Anıların şarkı söylüyor. Anımsamadıkların bir orkestranın tam ortası. Sevdiklerinin sesi çıkmıyor. Seni sevmeyenlerinin çağlayanını bir kutu kibritle söndürmeye çalışırken bir de kalkmış buna nezaket diyorsun. Biliyorsun ki nezaket senin en büyük yaran. Acılar denizinde kayıp bir ada aynı zamanda o da. Tüm iade edilmiş mektupların gibi.
6. Alarm
Ortada korkulacak bir şey yok. Ortada bir şey yok çünkü. Bu çanlar, bu ziller ve sirenler oradan geçen birkaç hayalet için çalıyor olabilir. Kuşku yüklü her zihne zili kopuk bir alarm düğmesi zimmetlendi. Alarmın çalacağını bilmek çalmasıyla eş anlamlı; sağır olduğunu bilmek duymakla eşdeğer... Sirenler, çanlar, alarm zilleri nedense çok uzun zamandır çalıyor. Bir tek duyanlara öğretilmemiş ne yapacakları. Duyamayanlarınsa hiçbir sesten haberi yok.
7. Alfabe
İkinci kez doğdum konuşmaya başlayınca. Yazmaya başlayınca ise kayboldum. Isı ve ışıkla yerimi bulabilirken bunca şey yazmak da nesi. Üstelik yazmak da değil yazar olmakla ilgili bir serüveni seçtim. Hiçbir şey olmakla, hiçbir şey olmamakla aynı anda ilgilenen bir durum. Bu nasıl mümkün olabiliyor? Kaybolduktan sonra başka olasılıklardan söz edilebilir mi? Kaybolmak bir seçim değildir bir zorunlu olasılıktır en iyi ihtimalle.
8. Alkol
Aklımda yeni bir yer açmanın girişi halinde ilk onu buldum anahtar olarak. Onun spirit haliyle de ilgilenen ilimler vardı ama ben doğrudan mayalanmalarla ilişki kurdum. Damıtım jeoloji ise maya coğrafyaydı. Yolculuk uzun sürdü sıvıların ruh dünyasında. Gidebileceğim kadar aynı yolda gittikten sonra bir kavşağa ulaştım ve bu kavşak sadece bir U-Dönüş'ten oluşuyordu. Başkaca seçenek yoktu. Aynı yoldan geri döneceğimi hesaplarken sayılar ters çevrildi, ben tersyüz oldum ve aklım nihayete erdi. Dönüşün cümbüşü içinde özellikle kendime dönüşü sonunda hak etmiştim, en zor yoldan ya da dönüş yolundan.
(9-20 / Devamı var)
20 Eylül 2021 Pazartesi
Bugün Dolunay
Teraziler lütfen uzak durun benden
Uzaktan ölçmek istiyorum sizi bundan sonra
Yakından iyi miyim kötü müyüm tartamıyorum
Bugün dolunay, tüm etkileriyle beyaz dairelerin altındayız
Ben her dolunay ayrılırım bunu ilk kez açıklıyorum
Ama yeniay pişmanlıklarımı sergileyip yanıltır beni
Henüz yeterince meşhur ve zengin olamadım yaptığımı düşündüğünüz işlerden
Ben aslında devamlı tatildeyim ve etrafımda gördüğünüz her şey bunun örtüsü
Dinleniyorum uyuyorum üzülüyorum ve toparlanıyorum çünkü seviyorum mutluluğu
Bugün dolunay ve tüm aylar rahat bırakın beni
15 Eylül 2021 Çarşamba
Şiir Herkes için midir?
Hulki Aktunç, “herkes şairdir, çünkü düş görür” derken şairliği ve şiiri ne denli zor bir konuma soktuğunun sanırım farkındaydı. Hem zor hem de üst... Herkesin el ve göz erimi dahilinde bir iş olarak Şiir, sıradan bir yeti olarak çoğunlukla buluşabiliyor. Oysa şiir, kendi varlığının zorunlu unsurlarını eylem olarak bir düş zemini kadar kaygan ve belirsiz alanda buluyor. Şiir okuma pratiğine katılan okuyucunun da hiç değilse bir şair profilinden çıkış alan ruhla davrandığını; şiir diline girerken aşağı yukarı aynı dilsel ve ruhsal çözülmeye, dalgınlığa tutulduğunu söyleyebiliriz. Bu çözülme ve dalgınlığın, sanatın bütün türlerinde, ancak farklı yoğunluklarda yaşandığını az çok biliyoruz.
Gündelik yaşamın toplumsal, denetim, özdenetim ve tektipleşme gibi çekim noktalarında giderek ağırlaşması ve bunun olağan dili bir altdile (burada altdili, üstdilin karşı kutbu olarak kullanmıyorum) indirgemesi hiç kuşku yok ki şiirsel dildeki en olağan farklılığı bile bir yabancılaşmaya çeviriyor. “Irmağın karşı kıyısında oturanlar” için şiir dilinin gündelik dilden kopması (!?), şiirin halka yabancılaşması, şairlerin birtakım yüksek yapılarda ikamet etmesi işten bile değil... ancak bu da aşınma (gündelik dil) ve çözülme (şiir dili) arasındaki farkı bize vermiyor. İşte bu yüzden ortalarda bir yerde, “şiirin her zaman için, ta ilk kaynaklarından bugüne, hep bir üstdilde yazılmakta olduğu düşüncesi”nde buluşmak gerekiyor. Bunu açıklama ve anlamlandırma görevi elbette öncelikle şairlere, kuramcılara ve şiir eleştirmenlerine düşüyor.
Her ne olursa olsun, sürekli bir nabız alma gereksinimi içinde bugün ve her gün yanıtlanması gereken soru ve sorunları var şiirin; buna şiirin ontolojik yoklaması da diyebiliriz. Bu soru ve sorunlar şu ya da bu şekilde “ Şiir nedir? Şiir bugün ne anlama geliyor? Şiirin hangi hallerde bulunuyor?” gibi başlıklar altında cisimlendirilebilir. Bu sorular şiir evrenine ilişkin kuram, inceleme, araştırma ve eleştiri çalışmalarının ötesinde daha çok ‘deneme’ türünün alanına giriyor. Formül ve dar kalıplı tanımların bile iki yakasını birarada tutamadığı şiiri her Allahın günü nerde arayacağız peki?
Özgürlük sözcüğünü sıralara, ağaçlara yazmayı şiir sayesinde söyleyebilen Eluard’ın şair hayatı, birçok ‘şair’ hayat adına bu soruya bir yanıt verebilir pekala. Ya da dünya tarihini kökten etkilemiş derin şiir başyapıtları...
Şiirin, görsel ve sinematografik dilin çağa egemen olmasıyla, ifade aracı olan yazıyı asla terketmeyişi - başka hangi araçtan yararlanabilir ki - onun birtakım bunalımları, belirsizlikleri, kargaşa ve şiddeti açıklama bedelini ödemesini gerektiriyor. Bu türde olgularla ilişkilerini sürekli olarak yenileyen şiir dilinin de bunalımlı, belirsiz, karmaşık hale gelişi hiç kuşkusuz kaçınılmazdır.
Kameranın gözüyle gerçeklik çağında, birçok dilsel öge, gösterge ve anlamla birlikte çalışan şiirin kamerası ne olacaktır? Bu sorunun yanıtsız kalması ya da buna doyurucu bir yanıt verilememesi şiirin çağ karşısında yaşadığı bir eksilmeye işaret etmektedir. Eksilen şiir değil, onun çağın gerçekliklerini ifade güçlüğüdür. Bu her bakımdan kabul edilebilir bir şeydir. Peki çağın gerçekliklerini açıklama pahasına şiir araç mı değiştirmeli, doğasını karşısına alarak?...
Dünyanın yeni zamanlarında kameranın gözünden akan yansımalar aracılığıyla gerçeklik dilinin oluşmasını bir bakıma dünyanın gerçeklik evreninin şiirselleşmesi olarak da yorumlayabiliriz. Bu anlamıyla dünya ve hayat giderek şiirselleşmektedir.
Gitgide daha çok yaşanan çözülmeler ve artan hayat dalgınlıkları yüzünden nasıl olsa günün birinde ‘her gün Şiir’ demek zorunda kalacağımızı birçoğumuz çok iyi biliyoruz aslında.
Bundan 23 sene önce yitirdiğimiz Fransız şiirinin son büyük isimlerinden Alain Bosquet’nin ‘Şair Üzerine’ adlı şiirinden şu bölümü keşke bütün şairlerin mezartaşı yazısı olarak okuyabilseydik:
“Unutmak için beni
yüzümü fırtınaya sattılar
ve sesimi ağustos ayının son pazarına.
Şiirimi düzyazının ortasına gömecekler,
bu toplu mezara.”
30 Nisan 2021 Cuma
Sana
Başını bu adla çevirmelisin bana ve baktığında
O ses beni anlatmalı, benim bilmediklerimi de anlatmalı
Olmadıklarımı da
Sana bir ses buldum
Çiçeklerin içinde ararken adının yerine
Bir vadiden geçirirken sana dair hatıralarımda
Geçmişin astarı olan bir ses ve geleceğin anlamı
Sen yaratıldın ve ben kayboldum bu anlamda
Adını çağırırken güneşe döndürmeyi seviyorum
Yüzümü… yüzüm yüzünle birleşince bir “ay” doğuyor
Yeryüzü kemiklerine kadar oynuyor sonrasında
Senden önceki yıllarımı da sen varmışçasına hatırlıyorum; gezindiğimi
Bir çember, bir ova ve bir dağın etrafında
İnanmalısın… Bir adam niçin vardır
Niçin ellerini boşaltır yağdığında yağmur
Ve ne bekliyordur iki kaşın ortasındaki hülyada
Tutar damlaları ona kavuşur gibi
Onu bulur hiç olmadığı dünde ve yaşamadığı yarında
Ben hiçbir şey söylemedim
Fakat sen anladın
Neredesin sensizliğimin ortasında
Kalbim neresinde bu hiç fısıldanmamış aşkın
Yoksun ama buradasın hep burada
Uyansam akşam olacak geç kalacağım
Gözlerimi kapatınca senden doğan güneşe
Gözlerinde ışıyan şafağın çiğ zerrelerindeki sonsuz damlaya
De ki susadım sen vardın ama ben yalnızdım, o zaman
Öpsem öpsem bitmeyecek dudaklarındaki rayiha
Eskilerde bir suyun başında nöbette
Henüz var olmamış günler bile gelip geçen günlerden daha mutluluk dolu
Senin büyüdüğünü görüyorum düne bakınca
Üstelik yanımda olmaktan daha fazlasın
Verilmiş bir söz buluyorum her sabah yatağımda
Sana bir ad bulmalıyım
Sesten hızlı, çağırmadan söylenen ve ölümsüz bir sıfat
Denizden gelen henüz doğmamış dalga sesi anlamında
Bütün hayatımı yaşamış ve hayatımdan sonrasını da kavrayan
Bu ad hep yankılansın ben sustuğumda
Yarına kalsın bütün sevişmelerimiz
Teninde yorulmak denizinde yıkanmak gibidir
Her nefesine bir çocuk adı adadığımda
Sesim çırçıplak yıkandığımız ırmaktan geçer
Kalbindeki adam olur, kurumuş dudaklarındaki vaha
Yoksun ve bunun bir yıldızı olmalı gökte
Başımı çevirdiğimde ben görmeden kayan bir yıldız
Sabahları penceremde gün ağarmadan parıldasın ya da
Senin ışığın getirsin senin yokluğunu işte böyle dayanabilirim ancak
Yokluğuna, aramızdaki zamana ve uzaklara
Vakit geçtikçe daha çok sende oluyorum
Bekledikçe daha fazla kayboluyorum sen olan gökyüzümde
Bulutlar kuş oluyor kuşlar açılmamış bir davet, sabaha
Kadar uyumadan sayıklıyorum varmışsın gibi
Koklamadan konuştuğum bir demet lavantada
Bana bir masal anlat dediğinde, yaşamanın
Anlamını söylerken gözlerindeki korkunun
Büyüdüğünü görüyorum sonra
Ellerinden tutuyorum ve bu anlamı verdiğin için
Binlerce kez teşekkür ediyorum sana
Sen hayatıma gelmeden önce hiçbir bahçede
Çiçek yoktu hiçbir şehirde kule
Ve bazı şüpheli meyveler ağaçlarda
Ağaç gövdelerine dolanmış bedenlerimiz
Günahtan arındıran bir dolambaçlı yatakta
Buraya gel demezdi hiçbir yol levhası
Buradayım derken bütün şehirler
Sorardım nerede başınla birlikte doğan ayla
Denizimizi görüyorum içinde kıyılara doğru çoğaldığımız denizi
Kuşkularımı yemin yapan gözlerine baktıkça
Hazzın en yüksek yerinden düşmek için söz vermedim
Arzularını büyütmek ve saklamak için de vaadim yok
Denizin en sıcak suyu olup ayaklarımı ıslatmadıkça
Sen adında bir rüzgâr tanımayacağım
Ve en heybetli dağ olarak duracağım karşında
2007
21 Mart 2021 Pazar
Oğlum ve Babası 1
Oğlumun iki babası vardı. Hayır, annesi başkasıyla evlenmedi ya da ben ölmedim; sadece onun hayalindeki baba en az iki kişilikti.
Oğlum adına bu denli açık konuşmayı ben istemedim. Oğlum bana yer verdi ve işte karşınızdayım onun babası olarak.
Kendini ve babasını anlatmak için oğlum, anlatıcı olarak başkasını seçebilirdi. Bir belediye başkanı, vali ya da bir gazeteci. Babasını neden seçtiğini bilmiyorum, ama onu ve babasını yazarak bu sorunun cevabını bulacağıma inanıyorum.
Oğlum ve babası, birbirlerini diğer insanlardan daha az görmüşlerdir. Birbirlerini seçmedikleri halde seçmiş ve aitmiş gibi yapıp, bu zaman ve uzay içinde devamlı olarak birbirlerini ararlar, buluşur, görüşür ve vakit geçirirler. Bu durum bize hiçbir şey öğretmez. Sevmek ve istemek için gerçekten de seçmiş olmak gerekmez. Çünkü oğlum beni seçmedi, ama babasını seçti; şimdi anladınız mı zeki oğlumun neden iki babası olduğunu ve ondan en az iki tane istediğini, onlara sahip olduğunu?..
Oğlum kavramları sever, onlarla oynar; onlara yemek yedirir, kimi zaman da onları yer. Bazen ısırganotu gibi canını yakan sözlere aldırmaz ve susar. Susmak onun en büyük kibridir. Evet benim oğlum babası gibi değildir, kibirlidir. Dünyadan almış olduğu bir şey yoktur, aksine vereceklerini iyi tanır, onları korumak için alelade bakmaz dünyaya, nesnelere ve sözcüklere.
Bir önceki, her yeni doğana kendisinden daha şanslı olacağını söyler durur hep.
Bir gün babası bunlardan söz etmeye çalıştığı bir sırada oğlum zamanı durduran bir hareket yaparak kafası karışmış bulunan babasının hayatına büyük ve ciddi bir cevap sokuverdi aniden. Onu öptü…
Ve babası hâlâ o öpüşün şimdi geçmişte mi kaldığını, yoksa ikisini bağlayan, bir arada tutan gerçek nedenin o olup olmadığını düşünüyor.
23 Şubat 2021 Salı
Bir Yıl Yağan Yağmur Kadar
Kim bu kadar deli olabilir?
20 yılı aşkın bir süredir çekmecende, hatta kolilerde, bodrumlarda sakla beklet ve hatta bunun hazzını kendine bile açıklayamayacak duruma gel. Ve sonra günün birinde bir itiraf gibi...
Kitabın sonunda şu tarihler yazıyor:
(29.08.1994 - 01.12.1995)
KIRKLARELİ-ANKARA-İSTANBUL-GİRNE-GAZİMAĞUSA-LEFKOŞA
Bu aslında Türkçenin en büyük edebi dalgıcı Nâzım Hikmet ustanın "Şairim / Bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım" dizeleriyle başlayan ya da açılan büyük bir şiirsel helezonun içine gözüpekçe atılmaktan başka nedir ki?
Kendimi övmenin biyolojik bir yasak da olduğu bedenim ve ruhumdan ancak ve ancak ikinci bir tekil şahsın ardından kendimle en fazla alay edebilirim. Ancak kara mizah yoluyla kendimi sevebilirim. O yüzden kendimden bahsederken eleştirel gözlere ve duvarlara karşı her zaman son derece rahatım.
Bir Yıl Yağan Yağmur Kadar, Şiir'e yazılmış, şiirsel kaynak ve kökenlerime de selam duran, şiiri ve şairi "anlatan", kaynağında oğluma doğmadan önce ve doğduktan hemen sonra yazmaya başladığım ve o 20 yaşına geldiğinde açıklamayı planladığım "OĞLUMA ŞAİR OLURSA" şiirsel uzantısıyla aynı maddeden yapılmadır.
Sözü uzatmayayım. Bir Yıl Yağan Yağmur Kadar, 4383 sözcüklük, 26.224 vuruşluk tek bir şiir.
Artık modası geçmiş de olsa, bir dönem tüm şairlerin anaakım bir uğraş gibi tek uğraşı haline getirdikleri, aslında hâlâ bir yanıyla vasat ve bayağı olarak da hissettiğim bu sapmış şiir kitabımı ne olursa olsun tarihin en karanlık sayfalarına kadar sunuyorum.
15 Ocak 2021 Cuma
Birçok Nâzım Hikmet, bir biyografi
Ne kadar otobiyografik yaşadığımızı düşünürsek düşünelim biyografiler hep hayatların önünde gider. Nâzım Hikmet özelinde ise bu durum olabileceğin en azı olmuştur… Şair, bugün, 15 Ocak’ta 113. yaşıyla neredeyse hâlâ hakkında yazılan bütün biyografilerin önünde sayılabilir. Bunun, olağanüstü ve birçok yaşamı aşan yaşantısının uyandırdığı büyülenmelerin etkisiyle; her bir tanığın ya da temadan tanıklıklara kadar gezinen araştırmacılarda yer eden, asla kurtulamadıkları bir tamamlanamazlık kaygısıyla da oluştuğu da söylenebilir.
Şu an elimizde, belki de bu karmaşık, ama çok hareketli dönemi geride bırakmamızı sağlayan, ama o dönemin bütün kazanımlarını en üst nesnellik adına açıkça sergileyen bir Nâzım Hikmet biyografisi var. Bu kitap bugün, Şair’in 113. Doğum gününde çıktı hem de.
Kitapları 40’ı bulan gazeteci, duayen Nâzım Hikmet yazarı ve biyografı Emin Karaca aynı zamanda bu kitabın yazarı. Karaca, özel ve gizli tarih yazarlığının bu olgunluk kitabı için tam dört nitelendirme birden kullanıyor büyük şair adına: “Mistik Romantik Ağır Mahkûm ve Göçmen Şair”
Bu dört nitelik aynı zamanda Nâzım Hikmet kronolojisinin de başlıca sıfatları. Yirminci yüzyılda söz çınarının en üst dallarına erişen her büyük şair gibi Nâzım da yaşamına birçok yaşamı ve mücadeleyi sığdırdı. 835 Satır‘da Memleketimden İnsan Manzaraları‘nın 12.000 satırına kadar şiirle örülmüş büyük bir setti aynı zamanda Nâzım. Neredeyse Cumhuriyetle aynı anlarda doğmuş, Bolşevik İhtilali ile gözleri kamaşmış, belki de dönemin her Türk genci gibi ülkesi için en iyisini istemişti.
Acaba gerçekten böyle mi?
Yoksa hikâye yazmanın, hayat öyküsü oluşturmanın ve biyografi yazarlığının temel zorluklarından birine mi çatıyoruz devamlı olarak, büyük birisi hakkında en doğru şeyleri bilmeye, anlamaya ve söylemeye çalışırken?
Hele ki hayatı efsane, iddia, karalama, yargılama ve hüküm giymelerle dolu bir büyük sima için onu hayatıyla ve tabii ki yaptıklarıyla tanımlama, hak ettiği mevkide konumlandırma; hele ki onun kayboluşundan sonraki en tatlı, zevkli uğraşlar. O gitmiştir çünkü. Gerçekten çok kurguya yakın olduğundan eserleri (yaptıkları) durmaktadır ve bize düşense onu en doğru şekilde yad etmektir.
Emin Karaca, Nâzım Hikmet hakkındaki bu son kitabında onu krono-romantik olarak belirliyor öncelikle: Mistik, romantik, ağır mahkûm ve göçmen şair. Büyük şairimiz hakkında ortalıkta ve bütün ortamlarda ne kadar çok eğilim, inanış ve özsavunma becerisi varsa onları ortaya tek tek koyuyor ve önemlisi bunu biyografi yazarlarına ayrılmış o çok az olan üslupçuluk hissesini tehlikeye atarak başarıyor. O tehlike de şu: Taraflı rivayetlerle rivayet tarafları arasında nerede duracağına karar verme zorluğu…
Emin Karaca elbette ki her Nâzım konu ve çizgisinde kişisel olarak bir tarafta duruyor ve zaten başka türlü de bu büyük sınanma ve zorlu çabadan alnının akıyla çıkması zor. O enerjiyi, hevesi sadece nesnellik veremez hiç kimseye, çünkü bir savaşın içinde durmak zorundadır her yazar bir başka yazara, döneme veya olguya bakarken kalemiyle. Nâzım hakkında yazmanın, belge ve tarih oluşturmanınsa zor tarafı, onu asla unutmayan, onu bir güneş ve yol gösterici olarak benimseyen her kesim ve özgürlükçü siyaset çizgisinin aslında çoğu noktada hemfikir olmasının yanı sıra bazı ayrıntılarda işi yönetememesi olamaz mı?
Emin Karaca, bu işi doğruya en yakın yöneten belki de ilk kitabıyla karşımızda bu sefer. Nâzım Hikmet kültürü de diyebileceğimiz bu işçiliğin her aşaması, yani şimdiye kadar yazılmış her taraftan, tanıktan ve ortaktan ortaya konan her çalışma büyük şairin yaşamının ve yapıtının bilgisine ulaşmada çok önemli kilometre taşları. Şimdi, daha çok Nâzım Hikmet hakkında, zamanın acımasızca ilerlemesi yüzünden giderek ondan uzaklaşan yeni kuşaklar ve okurlar için bu türdeki çalışmaların önemi sosyo-kültürel planda daha da artıyor. Şablonlara, klişelere onu teslim etmeden ve haklı olarak ona yakın durmuş, yaşamı kuşakların son derece öznel tartışma ve çekişmelerini Nâzım fenomeninde ayrı tutan bir tarih ve biyografi yazmanın zamanı geldi, hatta geçiyor bile…
Emin Karaca’nın “Mistik Romantik Ağır Mahkûm ve Göçmen Şair” kitabı bu anlamıyla, bundan sonraki tutucu olmayan dönemlerde; onun zamana karşı aldığı madalyalar ve onarılan yaralarıyla olduğu kadar hiç silinmeyecek yara izleriyle de hepimize rehberlik edecek, Şair’in ışığını hiç azaltmayacak bir Nâzım Hikmet çağının başladığının haberini veriyor.
14 Ağustos 2020 Cuma
K a y ı p
Ortasından yırtılır da aman vermez adına sen o yerde kaybolmadıkça
Diyenin, çağıranın bağıranın da mı yok bazı haritaların ardında
Saklıdır kimbilir hangi hayatta hangi şekilde hangi yakınlarda ve uzakta
Varoldun çünkü kaybolmuştun, kayboldun çünkü çok şey bulmuştun: işte bu tek anahtar sana
23 Haziran 2020 Salı
Kediler ne okur?
Hiç kitap okumadıklarını düşünsek de kitaplara en çok kedileri yakıştırırız. Demek ki onların öyle ya da böyle okuduklarını, kendi evrimleri içinde kültürlerine yakışan bir eylemleri olduğunu düşünüyoruz. Sürekli onlara bakıyor, gözucuyla süzüyor ama bulamıyoruz. Sahi kediler ne okuyor sizce?
Eğer aynı nevrotik kişilik salgını kedilerden sahiplerine de bulaşıyorsa ben size şimdi evimizdeki kediden hiç mi hiç bahsetmeyeyim; o zaman elbette sempati yerine antipati yaratırız.
Pati demişken, kediler aslında kitapların ana malzemesi olan kâğıtlarla hiç de başı hoş olmayan bir ergonomiye sahiptirler. Yumakları ve kâğıtları kurcalamaktan, yırtmaktan ve ısırmaktan çok zevk alırlar. Kedilerin patilerinin altında saklı olan pençeleri, Agatha Christie‘nin o polisiye romanlarında okura varlığını asla hissettirmediği, üstelik ipucu da bırakmadığı gerçek suçlulara benzemezler mi? Üstte yumuşacık parmaklar, kıvrılarak giden son derece muntazam devinimlerin altında büyük bir gerçeklik gerilimi: Kan ve hakikat.
Gerçekten de kediler okur mu?
Onların sadece, gözlerinden daha iyi duyuluk görevi yapan burunlarından terleyebildiğini biliyor musunuz? Bunun nedeni kuşkusuz gövdelerinin tüylerle kaplı olmasıdır. Üstelik bu tüyler de mevsim mevsim uzunluk ve kısalık konusunda değişken bir örtüye sahiptirler. Kediler bu tüyleri yarın hiç dökülmeyecek yenilenmeyecekmiş gibi özenle temizlerken aslında bir oto-masajı da gerçekleştirirler. Belki de, atmosferden ve yakın çevrelerinden düşen koku zerreciklerini burun ve dillerindeki reseptörlerde bilgiye dönüştürüyorlardır; o halde tüylere ulaşan her zerre bir bilgi kodudur. Bu durumda kedilerin bir Koku Alfabesi olması gerekir. A’dan Z’ye ya da Acı’dan Zehirli’ye kadar yeryüzünün bütün kokuları varolmalı bu skalada…
Bu durumda kedilerin tek bir kitabı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ve bu da bize kediler için neden hâlâ bir kitap dükkânı olmadığını gayet iyi açıklar ya da petshop’ların bazı reyonları bu görevi pekala üstlenmektedir. Mesela ne olabilir bu reyonlar? Mamalar elbette… Artık soylarının tamamen tükenmesi gereken hayvan dükkânlarındaki mama rafları aslında kitap raflarıdır kediler için. En çok koku onlarda barınabilir.
Genel durumuyla sokak ve bahçeler kediler için şehir kütüphaneleri demektir. Rüzgâr, insan ve taşıt hareketleri, çöpler ve hava olaylarıyla bu kitaplar interaktif olarak her gün sürekli değişmektedir.
Bizler yani kedilerin sahibi olduğunu sanan bizler de birer kitap modeli olabiliriz pekâlâ kediler için. En az onlar kadar bedenimiz günlük periyodik ya da rastlantısal koku değişimleri taşımaktadır.
Fakat iş, asıl gerçeği, kedilerin bize sahip olduğunu düşünmeye, anlamaya ve kabullenmeye gelince belki de biz insanlar kediler için sadece okuma eylemini ifade ediyoruz. Biliyorsunuz bu eylem kültürün içindedir, yani doğa dışında gerçekleşir. Bizlere, kendi evrimleri içinde sahip olma becerisini gösteren kedilerin kültürsüz olduklarını artık kimse söyleyemeyecektir, yani kediler aslında bizi okurlar: İnsanları…
Kedilerin yazarlığını şimdiye kadar hiç düşünmemiştim. Uygarlık evrimi içinde insana en yakın ve izole, özgül bir canlı türü olan kedi için bu yakınlıktan doğan beceriler de kuşkusuz yok değildir.
Kedilerin okurluğu üzerine şimdiye kadar yapageldiğimiz akıl yürütmeleri biraz geliştirdiğimizde ve belki yakın zamanda onların yazarlığı ve eserleri üzerine de birkaç söz etme cesaretini kendimizde bulabiliriz. Eğer onların tüylerini kitap kâğıdı olarak hayal edebiliyorsak, kokuları da hayalimizde harflere, sözcüklere ve cümlelere çevirebiliyorsak neden bunların hazırlayıcıları olanlar da onlar olmasın?
Belki de sonraki yazıda gerçekleşir bu…
Kediler ne yazar?
23 Mayıs 2020 Cumartesi
50 Alıntıda Hayat Ağacım 4
Elleri bakraca benzer
bir heykelini yapacak olsa bu dünyanın
en yorgun ve dayanıklı mermer
Sütleri oluk oluk kurumuş denize akar
Gemiler gidebilsin diye çocukluğumuza
Eğer bunu yapmak isteseydi anneler
Orda durmuş bana kızıyor besbelli
Babamın adasını çitlerle çevirirken yengeçlere karşı
Çimen yeşili gözlerinde bize verdiği hayatların buğusu
Hiç sönmeyecek bir ateş ama henüz yanmamış
Annem diyerek ona yaklaşmayı su içer gibi öğrenmişim
17.
Bu gece bütün balkonlarda kendimi arıyorum. Bir adanın sahilinde, oradan çıkamamamın kıyılarında. Çok önceden o balkonda bana bir yer verilmiş gibi orada olmayı hep arıyorum. Balkondan sahneye yayılan bakışların bir adı var. Senin adlarından birisi…
Sen balkonun köşesinden sahnenin kıyısına kadar bakışlarımda yayılıyorsun. Dudaklarımız mesafeyi kısaltıyor, iki şehir arasındaki fırtınalı hasreti çoğaltıyor ve gelgit olarak yağıyor eve.
Bu gece bütün balkonlardan sana baksa doyamayacağım sana. İki şehrimi dünyanın bütün şehirlerine değişsem unutamayacağım kadar anıyla yüklüsün. Sana her döndüğümde aslında hiç gitmemiş olduğum hali, sözlerimize bağlı olduğum hali mi bulacağım? Başka bir hal için çıkıyorum balkona. O kadar yakın ki gözlerin. Işıldıyorlar. Bana hayatta kimse öyle bakmadı. Yakındalar. Öpüyorum. Sana dokunmuşum. Seni senden almışım. Sende çoğalıyor ve coşuyorum. Birçok deniz vardı seni aradığım. Bir tanesinde diz çökmüşüm ve ufka bakıyorum. Ufuktaki balkonda bir adam sevdiği kadına bakıyor. Onu ararken onu kendine âşık olarak buldu. Bir gece.
Bu gece birçok balkonda bir benzerim var. Seni düşündükçe hepsi bir şey arıyor sahnede.
18.
Ne okuduysam daha çok hiçbir şey bilmiyormuşum gibi geliyor
Bu açık duran kitapların alaylı göz uçları beni deli edecek
Kitaplık aralarından ve dosya raflarından bir küvöz gibi patlıyor
erken doğmuş yeni dünya ve seslere ilgim, bu böyle gitmeyecek
Bakıyorsam da er geç döneceğim demektir yalnız kadın evlerinden
Bir sofuluğa girer gibi satırbaşlarında, paragraflarda ve kitaplıkların
en yoğun olduğu mahallelerde adımlarım ayak izlerine gizli
Ayak izlerim mutlaka bir sırrın peşinde bulmak için yansıtan yüzü
Ve kefensiz kitabı ki o gün sıraya gireceğim
Arkamda dünyanın bütün ahmakları bir gram beyin için kuyruk etmişler
Bugünlerini: Yarın onlar için yine bugün.
Benimse hep borcum var ve bittiğinde bugün, diyeceğim
Ölüme sırtımı döndüğüm güne.
19.
15 Kasım 2019 Cuma
Bu Yaz
Geçen yaz bana bir baktın ve şöyle dedin:
geçen yaz "bu yaz"dı, bu yaz niye "geçen yaz" değil?
sana göre ben anlamıyorum yazlardan, tatillerden
zamanı geçirmek tüketmek sana göre, bana göre altın sarraflığı
tozları sayamazsın, tozsuzluğu bilirsin, elinde bir kaz tüyü
avluda şakıyan araba tekerlekleri hep sonbaharı bekler
yaz gelirken ben yaza doğru yürüyorum, ondan bir yere varamıyoruz seninle
zamanımızı kazanmak diyorum ben, sen harcamak diyorsun
yaz, nefes gibi tüketilmez, yıllar geçer unutulmaz
yaz hatıraları terazinin öteki kefesidir hep, ne koyarsan hayat tartar
üstelik tatile de çıkmadık bir hayat boyu seninle
bir hayat boyu ve fazlası sevmeye ettiğimiz yeminle nereye gidebiliriz daha başka
kordonda duruyoruz, bak gemiler içimizden geçiyor
bu şehrin yaşanmamış bütün anıları senin bir nefesinde yaşanır
şehrine kendimi teslim ettim seni alabilmek için, şehrin yaz halini terk ettiğim gibi yıllar önce
bana, bu şehirde, yazın en sıcak günlerinde yıllar önce seni aradığımı sen öğrettin
seni buluncaya kadar sensizlik çektim, hiçbir gölge teselli etmedi
geçen yaz, sensiz geçen bütün yazların adıdır, seni aramaktır... hâlâ...
22 Ağustos 2019 Perşembe
Turgut Uyar: Güverteden Biri
13 Mart 2019 Çarşamba
Genç bir yazara öğütler

Bir yolu var. O da ölmekten geçer.
Bütün yasalar, kurallar, dersler ve öğütler bazı şeyleri deneyimlemeden yapmanı söyler. Söyleyenlerin yaptığı ve deneyimlediği ortadayken, onlar bunları yapmışken nasıl onlara güvenebilirsin?
Herkes senin ne yaptığını yaşadığını merak ederken kime ne senin dünyaya bakışından.
Herkes aynı dünyaya bakar aynı şeyleri görür, belki senden daha iyi görür ve yorumlar, ama bunu anlamak için sana ihtiyacı vardır.
Her gün bir mektup yaz. Zarfa ne yazarsan yaz mektuplarının hiçbir yere ulaşmadıklarını, gönderen adresi olmadığı halde bütün mektupların sana döndüğünü ve açamadığını göreceksin.
Çocukluğunu ara, kaybolduğunu anlamak için. Bunu anladıktan sonra kaybolmuş olmak seni rahatsız etmeyecek. İhtiyacın olan cesaret değil, anladığın korkularınla yaşama gücü.
Dışarı çıkarken şiirden ve kendinden uzak dur. İçeride zaten her şey şiirden ibarettir. Günahlarını kendine sakla.
Her salgını düşünce sanma, her düşünceni de salma; bırak sıralarını zamanlarını beklesinler veya bir ömür boyu sussunlar.
Hayatını toparlayıp bir aynaya hapsederek ona karşıdan bak ya da kabul et yalnızlığını, kaybolduğunu.
Çölünün rüzgarından yön bekleme. Kuma suyu sorma. Suya geldiği yeri söylet.
Genç bir yazara öğütler 2
16 Şubat 2019 Cumartesi
OĞLUMA...
tüm adları veriyorum sana
üstüne örtülenin buğday olduğu haberini
bu yüzden şimdi veriyorum çünkü adın yok daha
iki nokta arasındaki uzaklığı
sesli ile sessiz arasındaki açıklığı görmek uğruna
göz olabilecek bir ad için bütün adları
bilmek zorundasın
önceden hazırlanmış yaşam ve şiir yoktur
suyun
bulunmadığı zamanlarda açılmış bir kuyudan
düşen ufku,
senin gözlerinin seviyesinde
oturunca gök olan dörtgen kubbeyi veriyorum ad olarak
16. 02. 1996 (doğduğun gün)
şairler bu dünyadan yana olurlar
bir günde dört güneş ile örtünmeye hakları vardır
taş ve bulutla yıkanmaya
bu yüzden soluyorum senin şair gelişini
kolluyorum her yerde
her yere ayaklarını basıyorum
her yere ayaklarını koyuyorum
14. 03.1996
bugün şiir olan şeyler nedir
göz, gökyüzünü okuyunca nereye çıkmalı
ya bir kitabın yüksekliği nedir
yazılanların sonundan aşağı bakınca
henüz artıklarla yürüyen
bir sokak görüyorum
herkesin konuşmadığı, ağzında kalan artıklarla
“bitmiş olan bir şey varsa”
“yeniden yol almalı”
“yine akşam”
“ateşler içinde”
“yara izidir yaşam”
“bir sürünün ortasıdır gece”
4 Ağustos 2018 Cumartesi
Büyük Saat'in Son Çeyreği
Doğanın hayat bakımından ‘göçmüşlere’ eli açık davranmadığı iyi bilinir. Belleğimizin doğası içinde göçmüşlerin geride bıraktıklarına karşı yine de belli bir ‘eli açıklık’ bulunduğu iyiden iyiye gözlenir.
‘Toplandılar’ adlı kitap Turgut Uyar’ın ölümünden sonra geride bıraktığı şiir yapıtının yeniden yayımlanan biçiminin üçüncü ve belki de son kitabı. Bilindiği gibi Turgut Uyar’ın Toplu Şiirler’i sağlığında, ‘Dün Yok mu?’ adlı kitabı da eklenerek 1984 yılında ‘Büyük Saat’ adıyla yayımlanmış, bu kitap aynı yıl Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı. ‘Büyük Saat’ zamanla tükendi ve yayıncısı, Turgut Uyar’ın şiir yapıtını ayrı bölümler halinde değerlendirerek yeni ekleme ve gözden geçirmelerle yeniden yayınlama kararını aldı. Bir bakıma yavaş ama sağlam yürüyen bu çabanın üçüncü dilimi olan ‘Toplandılar’, Turgut Uyar’ın bu kitaba adını veren ‘Toplandılar’(1974)ının yanı sıra ‘Her Pazartesi’(1968) adlı kitabını da kapsıyor. Demek ki Turgut Uyar’ın ‘Arz-ı Hal’ (1949), ‘Türkiyem’(1952) adlı kitapları - ki bu kitaplar ilk iki kitapta yoktu - dördüncü bir kitabın ya da sessizliğin konusu olacak.
‘Her Pazartesi’yi ya da ‘Toplandılar’ı gözden geçirmek; onların değerlerini ve derinliklerini ölçmek adına öncelikle şu söylenmelidir: Her iki kitap Turgut Uyar labirentinin iki köşesidir. Labirent çevriminin ülküselleştirilmiş anlamları olan yolunu yitirme, yeniden bulma, kaybolma gibi kavramlar, Yeni Türk Şiiri’nin bu iki kitap üzerine düşen - ya da bu kitapların Yeni Türk Şiiri’ndeki izdüşümlerinin - gölgelerini karşılamaktadır.
Turgut Uyar’ın neden bir labirenti var ve bu labirent şimdiye kadar neredeydi?
Burada biz daha çok labirentin tablo boyutuyla ilgilendiğimiz için, Turgut Uyar’a ve daha çok İkinci Yeni’ye kadar Türk Şiiri’nin ‘minyatürize edilmiş’ (küçültülmüş anlamından çok minyatürün ‘görüntüde’ kalan iki boyutluluğunun altını çiziyoruz) bir dilsel serüveni peşinden sürüklediğini belirtmek zorundayız. ‘Peşinden sürüklüyor’ ama arkasında bırakmıyordu. Bu da şiirimizin ‘minyatürize’ ve az boyutlu döneminden kalma bir takıntısı olmalı.
Türk okurlarına şimdiye değin okumak nasip olmadı ama ‘Yalnızlık Dolambacı’ (dolambaç ‘labirent’ sözcüğünü karşılamak üzere kullanılmıştır) adlı ölümsüz kitabına 1971 yılında eklediği bir yazıya Octavio Paz, ‘Labirentin Eleştirisi’ adını vermişti. Bu yazının sadece adından esinlenerek Turgut Uyar’ın labirentinin Türk şiirine getirilmiş ontolojik bir eleştiri olduğunu söylemek istiyoruz. Bu büyük (!?) sözün altında kalmamak için de bir katkı alıntısı yapmak zorundayız:
“Turgut Uyar ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ ile birlikte Türk şiirinin en büyük dilsel serüvenlerinden birine başlamıştır. Bu deney İkinci Yeni’vari, içlerinde benim de bulunduğum genç tayfanın uyguladıkları gibi, dilsel deformasyona dayanmaz. Şiirin sözdizimi (sentaks), dilin sözdizimiyle birlikte, şiirden düzyazıya doğru kayar. Bu kaymanın açısı genişledikçe şiirin semantiği de genişler; ama bu genişleme hep bir açı düzlemi olarak kalır, kesinlikle düzyazıya koşut bir çizgiselliğe varmaz. Bu II. Turgut Uyar’ın oynadığı ve oyununu Tevrat’ın o olağanüstü ham Türkçe çevirisi başyapıttan öğrendiği müthiş dilsel kumardır. Onda dilsel ve anlamsal (semantik alan) imge, dil düzyazıya yaklaşırken yaralanmamakta, tam tersine, büyüyüp derinleşmektedir.” (Özdemir İnce, Turgut Uyar Aynanın Arkasındadır, Tabula Rasa, s. 114-121, Can Yy., 1992)
Alıntının uzunluğuna rağmen Özdemir İnce’nin adını bu iddianın altına yazmak istemiyoruz. Onun ilk iki kitabındaki ‘uyumlu’ şairle birinci; ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ ile de ikinci Turgut Uyar’ı bulgulamasından esinlenerek ortaya çıkardığımız labirentin kalan iki köşesinde bize göre ‘Her Pazartesi’ ve ‘Toplandılar’ duruyor (labirentin köşeler geometrisi yine de ayrı yorumlara dayanan isim değişikliklerine açıktır). Az önce de dediğimiz gibi ‘labirent’ bu dört Turgut Uyar durumuyla Türk şiirine söylem estetiği bakımından bir açıklık sıçraması getirmektedir.
Türk şiirinin Garip’le başlayan uyumsuzlar ve sapmalar kervanında yolcuların ortak özelliği bir bahisten kaçınmak, onu yolun dışında - biraz da kendilerine yakın - kurmaktı. Turgut Uyar’ın şiiri bu kervanda her zaman bahsin içinde yer almıştır. Ama belki de bahsin sessizliği onun yapıtının oluşturduğu belli bir kesitin Türk şiiri adına uzun yolculuktan çok bir ‘kervansaray’ olarak algılanmasına yol açmıştır. Türk şiirinin ileriye doğru sıçramalarına açık duran iki Turgut Uyar kitabı ‘Her Pazartesi’ ve ‘Toplandılar’ Türk şiiri geleceğinin üç-beş anahtarından ikisidir. Bu da elbette Turgut Uyar’ın asla bilmediği, ama belki de bir zamanlar bıyık altından gülümseyerek belirttiği bir zenginlik, bir bilinç durumudur:
“Herkes bu sorunları konuşadursun. o sıralarda, yeni bir büyük şair bütün bu boşuna çabalara, uzaktan gülümsemekte olacak mutlak.” (Zincir (önsöz yerine), Bir Şiirden, Turgut Uyar, Ada Yy., 1983)
(Radikal 2, 1999)
1 Ağustos 2017 Salı
Onbeşinci Şairler Sokağı
28 Ekim 2016 Cuma
Genç bir yazara öğütler 5
Zamanın var mı?
Ya da zaman kaldı mı...
Birşeyler yapmalı diyerek mi çıkılırdı yola eskiden?
Eskiler, eskiyenlere ait olmamalı sadece genç yazar. Eskiyenler, eskilerin değerini düşürür yoksa. Zamanın varsa geçmişin önemlidir senin için. Yarın için birşeyler yapacak bir saniyen bile yoksa düş geçmişin yakasından.
Evet bir zaman çizelgesi yapmalı, iyiliğin hatırı için.
İyilik kördür. Zamanca. Hiçbir zaman vakitlice gelmez, arandığında orada değildir.
Tesadüflerin belki daha çok yararı dokunur iyiliğe. İyilik ona bir harita sunulduğunda kör olduğunu unutur ve bakmaya çalışır gideceği yola.
Birisi ona kim olduğunu söylemeli ya da hatırlatmalı: Zaman, verilmiş sözleri olmayanlarla sözlerini unutanlar için lükstür.
Saati unuttuğumda birşeyler okurum zamanı yitirmekten korkmamak için. Satırlarda ararım gerçeğin saatini. Hepsini aynı kavşakta beklerken bulurum: Zaman, vakit, saat, an... Aynı noktada olmaları onların aynı olmaktan korur. Ve bu dört kız kardeş uzaklaşırlar birşeyler okunduğunda.
Okumak senin kavşağın olsun, kayboluşun yerine.
Ozanlardan uzak durma; zaten yaklaşamazsın. Şairleri geç bir kalemde, yoksa hayatın boyunca düşersin. Ve şiiri hep özle, asla yakanı kaptırma ona. Şiir, tanrının bile elinde değil hanidir.
Sana öğüt verenlerden kendini sakın. Öğüt vermediklerinde neler derler onları işit sessizce. En çok susarken birşeyler söyler bu kendini beğenmiş ustalar. Onların sadece ustalıklarını beğenmeye çalış. Boşver kendilerini, bütün kendi ve efendileri.
Sana bir şey sorulduğunda kendi sorularını hatırla: Hani uzun zamandır soramıyordun. Artık soru işaretlerinin kalmadığı bir dünyada nasıl bazı yalanların bile cevapların olabileceğini anlayabileceksin? Bazı sözlerini kapalı söyle, anlaşılmasın; anlaşılmaz olduğunu söylesinler ve hayatlarının kaçınılmaz işlerinden kaçmak için suçlasınlar seni, aldırmadan onlara yeni soruların işaretsiz geleceklerini söyle, uzun süre karanlıkta sınanmayan sözlerin soru olamayacağını da sözlerine ekle.