rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2024 Pazar

Rüya bitti


RÜYA BİTTİ

Bütün bunları o yaşayabilsin diye yazıyorum.

El arabasıyla dik bir yokuştan tırmanıyordum. Çantam, bir kolinin içinde saklı kitaplarım ve birkaç parça eşya daha vardı arabanın içinde. Evimden artakalan eşyaları taşıyorum ya da birisinin evinden taşınıyordum. Nereye? Bir bilsem.

Yol daralırken sağa kıvrılıyor ve beton, yerini Arnavut kaldırım taşlarına bırakırken taşlar daha da ufalıyor ve yuvarlaklaşıyordu. Ve bitiyordu yol. Sonrasında arabayı bırakıp eşyalarımı boyumu aşan yükseklikteki duvar şeklinde devam eden yolun kalan kısmına taşıdım. Bu sırada onu gördüm. U şeklindeki dönemecin kıyısında kalan teras katı dairesinin kapısının önündeki güneşli boşlukta bikinisiyle yerde yatıyordu. Bir havlu üzerinde. Yeşilli kırmızılı havlu üzerinde beyazlığı kaybolmakta olan teni, siyah güneş gözlükleriyle, kısa sarı saçları, ince dudakları ve boynuyla rüyamdaki kız.

Âşık olmayı neredeyse unutmak üzere olduğum son yıllarda onu tıpkı çocukluğumda olduğu gibi rüyamda bulabileceğim aklıma bile gelmezdi. Onu görmeden ona âşık olacağımı mı biliyordum yoksa? İmkânsızdı bu. Onu gördüğümde, yokuş çıkmaktan ve eşya taşımaktan, biraz da şehrin beni itip kakmasından yorulmuş bedenim nefes nefeseydi ve bir sigara yaktım. Ateşini istedim ondan. Bir nefes çekip dumanı gökyüzüne üfledim. Doğrulup kenara kaldırıma oturdu. Gözlüklerini çıkararak bana gülümseyen gözlerle baktı. Aşk geliyordu. İşte. Ordaydı. Yeryüzünün en dar sokağında en büyük aşk vardı. Tarif etmekte artık usta olduğum ve ustalaştıkça benden kaçan aşk rüyamda benden kaçamıyordu. Rüyamdan önce ya da sonra, yani gerçek hayatta kadınlar ve aşk arasındaki bağıntı sürekli olarak ölme eğilimindeydi. Sanki yumurta kırılıyor ve içinden başka şeyler çıkıyordu. Posta kutusu açılıyor ve içinden bir kova dolusu sarı boya akıyordu. Tutturamıyorduk. Bir şeyler eksikti.

Öyleyse, sabahın beşinde beni uykumdan uyandırıp saatlerce yatakta oturtan kız kimdi? Neydi? Tekrar uyursam adım gibi biliyordum yeniden o rüyaya dalacağımı ama bunu yapamadım. “O rüyadaki bir kadın ve asla gerçek değil,” diyordum kendi kendime. Aşk kadar gerçekti. Aşkını rüya sonrasına taşıyabildiğime göre asla gerçek olmamasında doğruluk payı fazla yoktu.

Arada geçenleri yazmıyorum. Sonra kapıyı açışı, içeriye girmemiz, kardeşinin gelişi, terasa çıkışımız. Eşyalarımı ona bırakıp şehrin herhangi bir yerindeki şimdi hatırlamadığım bir işim için çıkıp gidişim.

Saatler sonra çıkıp evine geldiğimde gene yorgundum yol yürümekten. Bu kez giyinik sayılırdı. Bikini yerine uzun bir elbise giyinmiş ve süslenmişti. Bakışları onunkilere benzeyen üç kız arkadaşı da salondaydı. Hepsi de beni bekliyor gibiydiler. Ne yapacağımı şaşırdım. Aramızda geçen kısa ama yoğun tanışma, anlamlı bakışmalarımız, içimden geçirdiklerim, eşyalarımı ona bırakışım zaten gerekli her şeyi anlatmıştı ve sanırım son testten geçmem kalmıştı geriye. Kadın arkadaşlarının görüşleri sevgilisinin ne olduğundan daha önemlidir bir kadın için. Bunu acı deneyimlerden değil mutlu tesadüflerden ve doğru davranışlardan öğrenmiştim. Hiçbir kadın yalnız değildir aslında. Bir kadın sevgilinse asla sadece onunla olmazsın. Gardırob, beden, ruh onun olabilir, ama kadın, o salonda gördüğün diğer kadınların bir bileşkesidir.

Bütün bunları o yaşayabilsin diye yazdım. Rüya bitti çünkü. Rüyadan buraya gelemezdi. Uyandıktan hemen sonra saatlerce onu düşündüm. Sürekli hatırladım. Unutmamak için, her ayrıntıyı.

O yaşasa. Rüyadan dönse. Âşık olurdum. Aslında âşığım hâlâ ona.

Ama onun yüzünü bile hatırlamıyorum.


Aşk bir yüzden mi ibarettir?

17 Ekim 2022 Pazartesi

Ürya ya da Romantik Papağan


Rüyalara ürya demeyi çok seviyorum, zira bir şekilde rüyalarımın psikoseksüel mesajlar ya da eleştiriler taşıdığını anlıyorum zamanla.

Dün geceki üryam giyinikti. Aksiyon tarafı o. Aksiyonda kahramanlar ayrıca silahlarla da giydirilir. Benimse silahım âşık olduğum kadındı. Aşk konusuna sonra girelim nedendi kimdi falan.

İçinde yaşadığımız şehir ya da yolculuğun geçtiği mekânlar sıradışıydı.

Üryalarımın bir haritası vardır. “Rüya Şehri” roman taslağımda ya da notlarımda bu şehir var. O kitabı yazınca o şehri de açık etmiş olacağım.

Üryamda bu şehirde değildik. Şimdi, biraz geç yazdığım için kristallerine ayrılan üryamın hatırladığım kadarını ve bende uyandırdığı izlenimleri, duyguları anlatmaya çalışacağım.

Sonuç olarak belki de ilk kez üryamın nesnesi olan kadının da bu metni okuyacak olması çok değişik ve şanslı bir durum sunuyor bana. Mutluyum.

Üryalarımı yazarken bu giriş gevezeliğimi de ayrıca seviyorum. Ürya (üryandan geliyor kanımca) hem kalıcı olarak not edilecek -en azından aynı psikoşimik anmaların yeniden yaratılması adına- hem de o psikoseksüel içeriğin uyanıklıkta da ürya hazzının sürdürülmesini sağlaması ortaya çıkacak.

Bir soru: Ürya da beynimizin bir gevezeliği değil mi: O gün, o sırada, o dönemde olanların yansımaları üzerine yapılan konuşmaların ve felsefelerin yansımalarının görülmesi…

Büyük bir binadan çıkmaya çalışıyoruz sevgilimle. Yani âşık olduğum kadın. Bunu okurken o iflah olmaz “o kadın da sana âşık mı” tartışmalarına şimdilik lütfen girmeyelim. Büyük bir binadan çıkmaya çalışıyoruz sevgilimle, çünkü o binaya kimseler yokken kaçak girmişiz. Bir iyilik ya da yardım adına. İkimizin sadece orada olması da bunu açıklıyor. Demek ki o binanın sahipleriyle -ki az sonra geleceklerdi- bir mücadelemiz ya da kavgamız var. Her ne aldıysak habersizce oradan çıkmak birkaç kimlik ve kontrol noktasından geçmemize bağlı kesinlikle. Bunları yaparken onun yanında olmak, onunla bu heyecanlı ortamda yaşamak bana çok haz verdiğini sürekli düşünüyorum. Onu çok özlemişim de hangi ortam ve yerde olursa olsun onunla olmayı çok istiyormuşum gibi.

Onun o amansız tehlike içinde ikimiz arasında da lider olduğunu hissediyorum. Davranışları bunu gösteriyor. Öte yandan normal hayatta uzun süredir, en azından gözlemlediğim, yaşadığım kadarıyla liderlik, yani önde durma, öne atılma konularını tevazuyla karşılayan güzel bir kişiliği vardı aşkımın nesnesinin.

Yanyanaydık hep. Silahlarımızı hatırlamıyorum, ama yaratıcı ve ilginç donanımlarımız vardı belimize ve bacaklarımıza asılı, tutturulmuş. İçlerinde kaçmaya çalıştığımız yerden alınmış şeylerle dolu ceplerden söz ediyorum. Romantik bir papağan gibi ben sürekli seviniyorum, mutluyum. Ürya olduğunu bilmediğim üryamda tehlikesiz korku algılamıyorum. Tek bir şeyi anlamaya tatmaya izin var: Aşk.

Aşk da bir tehlike. Uyanıkken adrenalin, endorfin ve feromon kaynağı. Aşk belki de evrendeki tek gerçek ve her yere oksijen ve yerçekimi olmadan gidebilen tek varlığımız. bkz Yıldızların Arasında Ne var? yazım

Ah keşke üryadan beden ve ruhumuzu da getirebilseydik bu dünyaya.

Kuşkusuz daha güzel olurdu her şey.


(2022)


3 Ekim 2019 Perşembe

Kimsenin Bana Özgürlüğümü Vermesini İstemezdim

Worry is a total waste of time. It doesn’t change anything. All is does is steal your joy and keep you busy doing nothing.👀😣…
30 yaşımdayken başka bir hayata geçtiğimde tabii ki en büyük hayalim çalışırsam sevdiğim işi yapmaktı... Zaten buna gerek kalmayacağını düşünüyordum... Şimdikinin 10-20 katı çalışma tempom ve verimliliğimle zaten istediğimi yaparak hayatımı kazanacağımı hatta zengin olacağımı düşünüyordum.

İstediğin şeyi yapmanın sözlüklerdeki karşılığı hobiyken, insan hayatında buna özgürlük dendiğini elbette hepimiz biliyoruz.

Ben zaten 30'umda özgürlüğümü ilk kez elde etmişken bunu artık kimselere emanet edemezdim. buna her şey ve herkes dahildi...

O günlerden bugünlere hayatıma koyduğum bu temel özgürlük ilkesi beni giriştiğim her işte ve şeyde yönetti. Buna bir lüks diyemezdim. Bu bir ukdeydi, kimi zamansa kader gibi geldi bana. Zira özgürlük, uğrunda bedeller ödenmişse daha güzel.

Kimsenin bana özgürlüğümü vermesini istemezdim.

Böyle baktığımda tıpkı bir otomatik pilot gibi hayatımı bu uzantıda hep eş doğrultulu ilkeler yönetti: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, tutarlılık, çalışkanlık, verimlilik, gelişim, ilerleme, paylaşma, aktarma, paylaşım, kalıcılık...

Geriye baktığımda hayatımın üçüncü 15'inde (30-45 yaşlarım arası) bireysel özgürlüğümü sürekli olarak önde tuttuğumu gördüm ve dördüncü 15'e başladım artık: 45-60 ya da bu 15 kaç yıl sürerse...
45'imde sanırım bir kader izi gibi istediğimi yapacağım hayatı kurmamın gizemli sebebi de bu özgürlük olgusunu geliştirmem ve ona sosyal payesini de vermemdi.

Toplum için, yani insan tarihinin geçmişi bugünü ve geleceği için çok şeyler yapmak istiyorum. İlk seneler çok hızlı geçti... Acemiliklerle, hatalarla, öğretimle ve belki de kayıplarla.

Kendim için yaşadığımda hayranım akranım paylaşımcım ve takipçim çoktu. Renkliydi hayat. Şimdiyse yönümü (yolumu değil) değiştirdiğim ve iyileştirdiğim için daha yalnız gidiyorum kendi yolumda. Yolum da aslında artık tamamen benim değil: Öncekilerin, yarın geleceklerin yolu. Ortak bir yol...

Ve şimdi hala canımı yakan gözlerimi puslandıran ve beni alt üst eden sarsılmalarla sarsıntılarla dolu bu yol. Bunun sebebi her şeyin gerçek olması artık.

Güneşe, açıklığa, alanlara tek ve bir olarak çıkmamın heyecanı geçeli çok oldu. O bir şenlikti, şölendi törendi. Özgürlüğün ağıdını 15-30 yaşlarım arasında çok yakmıştım. Çok üzülmüştüm aramıştım uğraşmıştım ve hiçbir şey kolay olmamıştı.

45-60 gerçek anlamda o dönemde hayatımı kavuran acıların ve zorlukların bana döndüğü bir dönem olacak gibi görünüyor: Kendimi artık eskisi gibi kolay koruyamıyorum; sosyal olana topluma açıldığım için bireysel güçlerim tamamen geçersiz oldu. Ve bitimsiz gibi görünen gururlar kibirler egolarımla vedalaştım her anlamda. Bir çöl bitkisi gibi kupkuru hissediyorum içimi ve bütün sular çok derinlerde.

Bu dönem bir seçim miydi bilmiyorum.

Kendim olmaktan özgür olmaktan kalabalıklardan istenmekten arzulanmaktan ve istemekten vazgeçtim mi bilmiyorum.

Bu bir mevsim mi, hiç bilmiyorum...

Yeni bir şeyler mi öğreniyorum? Sanmıyorum. Yeniliğin olmadığı, ilkelerimin sertleşip bir heykel bedenine dönüştüğü kupkuru bir dönem. Hislerim önsezilerim ve heyecanlarımın işlemediği bir durgunluk zamanı bu tamamen. Anlamsız.

Bu yolda hiç kimseyi aramıyorum, anlatamıyorum ve duyamıyorum. Yoldan da çıkamıyorum. Yol sanki ayaklarım olmuş durumda. Yol  beni gidiyor, ben bir yere gitmiyorum belki de.

Birisi "bunları neden anlatıyorsun, anlamaya çalışıyorsun" dese "ben mi, ben bir şey mi anlatıyorum" derim belki de. Farkındayım, ama mantıken hiçbir şey yapmıyorum kendim için.

Hayatımın bir iş bir çalışma içinde olduğunu hiç düşünmedim. Ben önümde bir yol ve sapaklar buldum. Aşklar buldum ve kaybettim.

Gittiğimi düşünüyorum.


10 Nisan 2017 Pazartesi

Kafeblog 5: Ve gittin rüyalarımdan


Elin ne klavyeye ne de kahveye gidiyor. Geceleri soğuyan dünyanın yarısından daha da soğumuş olan fincana uzak duran elini yumruk yaptın ve bir gün gitmeye söz verdin kendine, o rüya şehrine gitmeye. Yıllardır bütün rüyalarında, tekrarlanan düşlerinde gördüğün yerleri bir gün çok tuhaf şekilde bir haritada birleştirmiştin düşünme yoluyla. Hiçbirisinde yaşamadın, ama gerçek dünyadan daha çok aşinaydın o yerlere; hepsi birbirine yakın bu yerler garip bir şekilde coğrafi olarak birbirlerine aşırı uyumluluk gösterir derecede benziyordu ve kendince yaşanan yerler, mekanlar olarak buluyordun onları. O rüyalardaki kişileri, olayları ve yerleri giderek gerçek dünyadan daha çok hatırlamaya başladığını anladığında çok korktun, çünkü hafızanda gerçek hayatın anıları ya daha az yer kaplamaya başlar ve günün birinde giderek artan rüya anıları hafızanı tamamen ele geçirirse? Gerçek dünyada gözlerin açık uyumak olmaz mıydı bu?

Günün her vakti rüyadan yeni uyanmış gibi hallere bürünebiliyor kafan. Az önceki rüya mıydı diye sormanı engelleyen, böylece aklını kaçırmanı önleyen sadece ve sadece geceden gündüze taşıdığın rüya kalıntıların. Gerçekle düşü ayırt etmeni sağlayan izler... Yoksa delirirdin. Düşünsene, kırk bin kilometre çevresi olan büyük bir akıl hastanesindesin ve dörtte üçü sularla kaplı bu hastane duvarlarının.

Omzunun dürtüklenmesiyle uyandın.

"Ne alırsınız?" diye soran bir ses duydun ve sordun kendi kendine: 'Bu ses nereden geliyor? Rüyadan mı gerçek dünyadan mı?'

***

Bir kafeye oturduğumda, eğer ki oraya oturmuşsam büyük ihtimalle hafızamda henüz unutamadığım ve bir önceki gecenin gösterisine dönüşmüş olan rüyalar vardır kırıntılar olarak kalmış da olsa...

Rüyalar çalışmamı önler, çünkü çalışmak nedir, o hiç sanmıyorum ki iyi değildir rüyalar için. O gecenin rüyalarını bilemezsin ve düşünürsün tüm gün, acaba o günün hangi çakaralmazı, objesi olacak o geceki rüyalarının...

Ve biri sana fısıldadığından beri rüyalarına ve beynine küstün. O an içindeki evren boşaldı, atmosfere karıştı. Soluyup geri verdiğin bir parça azota dönüştü rüyaların tüm sinematografik büyülü arka planları...

Onlar sadece uyku sonuna doğru hafızanın çalışmaya başladığı yaklaşık bir dakikalık sürenin meyveleriymiş. Bu hiç tatmin etmedi seni. Kayıptı kalan bütün rüyalar. Göremediklerin. Ve göremeyeceklerin. Belki görmemen gereken rüyalardı hafızanın da uyuduğu anlarda beyninin kapalı devre "yaptıkları ve yaşadıkları ve sakladıkları".

Yaşamadığın bir hayatı nereye saklayabilirsin? Böyle bir hayatı ister misin? Ama böyle şeyler var bedeninde, belki de hala kuşku duyduğun ruhunda.

Artık uyurken hiç de sevinçli değilsin. Çocukluğunu yitirdin böylelikle. Daha çoğunu istemekte haklısın hayatının neredeyse yarısını verdiğin uykulardan. Madem gece ve gündüz var, sen de gece ve gündüz olarak iki ayrı beden ve ruhsun. İki karakter; birisi hiç bilmediğin, diğeri başkalarından dinlediğin; o da yarım ederse sadece buçuk tanıyorsun kendini. Rüyalarından çok şey istemenin nedeni bu. 2. İki. İki bedenini de ruhunu da tanımak bilmek. Ama bunlar neden verilmiyor sana? Bu dünyanın, Ay'ın ve gezegenlerin karanlık yüzlerinde neler saklı? Neden saklanıyorlar?






7 Temmuz 2015 Salı

Rüya Seçimleri


8.6.2015

Dün seçim gecesiydi ve yine oy vermedim.
Çünkü çok önce seçmiştim ben seni. Bundan yıllar önce öğrendim seni bulunca.
Ve şimdi seni yine arıyorum bunu öğrenmek için değil anlamak için.

Dün gece bütün seçimlerimden sen çıktın. Tek başına.
Seni her gece aslında rüyalarımda seçiyorum. Asla vazgeçemiyorum. Başıma gelen en güzel şey ve tek şeysin.
Gerçek seçim bu.

Aslında başıma hiç de iyi şeyler gelmemişti benim. Bunu senin kalbine ilk geldiğimde anladım.
Tadını da seni ilk kez öptüğümde almıştım. Bırakamadım.

Dün gece rüyamda giderek en kararlı davranışlarınla beni bir kez daha zaferlere boğdun.
Kolladın ve korudun beni. Kararlıydın. Rüyalarımdan hiç çıkmayarak zaten bunu anlatıyordun ve bir cümlenin dilbilgisel devinimi gibi rüyadan rüyaya sözcükten sözcüğe geçerek bana anlatıyordun ne olduğumuzu.

Sen gittiğinden beri hiç müzik dinlemedim, tablolara bakmadım, heykellere yanaşmadım ve şiir yazmadım.
İçimdeki bütün seçimlerin tek galibi sensin; benim tek muhalifim ve kader ortağım...


26 Nisan 2013 Cuma

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği


Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şeyi bir gün yazabilirsem kendimi çok mutlu sayacağım. Şimdi sadece bu beni ilgilendirmiyor tabii, ne var ki eskiden hiçbir şey düşünmezdim, sadece bir ayna gibi bakardım olanlara. Hayatın madde tarafındaydım. Cismim ve kokum vardı. Duyularımla yüzüyordum, her şeyi hissedebiliyordum. Ta ki... Geçmişten gelip geleceğe giden ok, gövdemi ikiye ayırıncaya kadar.
Sonra ne okuyabildim ne de yazdıklarımı anlayabildim. Madde önce saydamlaşmış, sonra zerrelere ayrılarak buharlaşmıştı. Madde olarak kaybolmuştum ve ne katı ne sıvı, aradığım hiçbir halde kendimi bulamadım.
Bir gün geri dönecek olursam yolum yeniden bulabileyim diye arkamda aralıklarla bıraktığım kelimeleri aradım yol kenarlarında. Onları toplayıp geri dönüş yoluna yeniden baktım; seçmeye çalıştım altın sarısı başak tarlaları arasından geçmişimin kurtarıcılığına...

Hiç kimsenin yazamadığı herkesin okumak istediği şey yok aslında, bunu iyi biliyorum. Madde de ruhtan, manadan önce yoktu. Madde, mananın belki de zarı ya da tesadüfen bulunmuş bir hali. Anlamlarımızla yan yana durduğumuzda bütün evren bir biçim kazanıyor ve buna tayf diyoruz ya da ışık hızında bile yanılmadan sıralarını bekleyen söylenmemiş sözler zinciri.
Neden tutuklandım bilmiyorum, oysa geçmişime doğru, sırf gelecekten kurtulmak için bıraktığım kelimelerden anlamlı cümleler ve kararlar kurarken başımın döndüğünü en son hatırlıyorum ve uyandığımda ayaklarımda hatalarımdan bir pranga, en çok olmayı istediğim o kutlu kişiye nasıl erişebileceğime dair küçük bir kullanma kılavuzuyla bu odaya atılmışım, tüm hatırladığım bu...

Davacı olmadığı için mahkeme bir türlü yapılamıyordu. Derken elimdeki kılavuzun bütün yasaların kitabı, yargıcınsa rüyalarım olduğu tebliğ edildi bana. Suçsuz olduğumu ispatlamak için uyumalıydım ve bol rüya görmeliydim, duruşmaların hiçbirini kaçırmamak için. Yargıç elinde bir maddeyle mahkemenin bütün psişik duvarlarını dövüyor ama geçmişim bir türlü susmak bilmiyordu. Anlamıştım, bu adalet gecikecekti ve bir an önce bu durumdan kurtulmalıydım. Mahkeme duvarındaki kirli aynaya baktığımda aslında yıllardır yalancı bir tanık olduğumu gördüm ve bu bana cesaret verdi ve hemen oradan ayrıldım.

Caddeye çıktığımda nöbetçinin sesi giderek yükseldi: "Koğuş, kalk!"




6 Aralık 2012 Perşembe

B Kitap, buyrun benim!


Perşembe günü Microsoft ve Barnesandnoble.com 
kişisel bilgisayarlar ve cep telefonlarından
 okunabilecek elektronik kitapların satış planını açıkladılar.

REUTERS, 1 Haziran 2000


Önlenemez tarihsel soru: B Kitap nedir?

B Kitap, e-kitabın daha çok söylem ve eylemlere oturduğu son on yılda standarttan adının yeniden söylenmesine doğru bir ihtiyaca yürüyen kitap türüne verilen addır: Basılı kitap!
Basılı'yı B olarak adlandırmamızdaki pratiklik sadece altı harf yerine tek harf kullanmaktan değil, "basılı, baskı kağıt, normal, eski, klasik vs..." kelimeleri de içine alan kafa karışıklığını gidermenin de basit bir yolu olmasından ileri gelmektedir.
E kitap mı B kitap mı?
B'den E'ye kitap.
B kitabın E kitaba karşı dayanılmaz direnişi... gibi yazılar bundan sonra daha kolay yazılabilsin diyedir tüm bunlar. Zira her yazı öncelikle bir başlık demektir.

İnternet yeni bir kağıt ya da baskı türü mü? 

Hep sorguladığımız bir şeydi internet yeni bir kağıt ya da baskı türü mü? Çıka çıka oradan elektronik ve sayısal grafikler halinde, daha çok okuma-araştırma ve bilme pratiklerine yönelik e-kitap çıktı. Aslında e-kitap 90'lı yılların sonundan beri konuşuluyor ve okunuyor. Bilgisayara indirilen dosyalar ve korumalı CD'lerden e-okuyucu cihazlarına, oradan akıllı cep telefonlarının geniş ekranlarına ve tablet bilgisayarlara kadar e-kitap hakkında neredeyse yirmi yıla yaklaşan  bir tarih içinde çok şey söylemek artık mümkün. Nereden geldiği belli olan bu fenomenin bir video oynatıcısı gibi dönemsel, foto-roman gibi araçsal ya da küçülen ve sonra büyüyen cep telefonları gibi ergonomik ve fonksiyonel olarak yola devam etmeyeceği kesin, tek başına. Artık e-kitap da masaüstü, cep telefonu hafızası ya da sınırlı ve özel cihazlarla durdurulamayacağı kesinleştiğinden bir ağ üzerinden okuma paylaşımını gerektiren son platformuna kavuşmuş durumda. Sürekli değişen dosya türleri ve keskinleşen büyük ağ kartelleşmelerinin yanı sıra yazılımın ve içeriğin teknoloji devleri bu platformu besleyen işlem tabanları üretme yarışındalar.

E-kitap pasta mı portföy mü?

Daha fırından çıkmadan yapılan bir kek tarifi düşünün. Bir şeyler için geç kalınmış olmaz mı? Pasta fırında ama kek tarif henüz ortada yokken nasıl yapıldı? Sanırız 90'lı yılların sonunda internet ve bilişim teknolojileri ile atağa geçen risk sermayesi alanının satış-pazarlama konusuna bakışı biraz da böyleydi. Aynı bakışla içeriğin, yazarın, okurun içinde bulundurulmadığı bir e-kitap teknoloji ve iletişiminin içinde yazar ve okur olarak nasıl ayakta kalacağız. Teknoloji sermayesinin devamlılığı için kültürün hiçbir temel kuralını takmayan bu risk şövalyeleri için e-kitap, tablet bilgisayarlar ile akıllı ve daha akıllı cep telefonlarının satış dayanaklarından başka nedir ki?
Kültür, şu özelliği ile yüzyıllar boyunca ayakta kalmıştır: O sadece bir kek tarifi değil, aynı zamanda kekin yapılış mantığıdır da...
Kek kabının bu mantığa egemen olması ancak rüyalarda olur.



7 Nisan 2012 Cumartesi

Neden her şey Amerika'da geçiyor?

Nerden bileyim?

Ama anlamak istiyorum.
Sadece Amerika'yı izlerseniz bu izlenime kapılmanız çok normal, demem gerekiyor burada.
Eğer soruyu "her şey neden Amerikalıların başına geliyor" diye sorsaydınız o zaman cevap "çünkü senaryoları onlar yazıyor" olacaktı.
Bize göre Amerika diye bir yer var, ama Amerikalılara göre dünya diye bir yer yok: Dünya eşittir Amerika. Her şey Amerika'da geçiyor, çünkü her şey orada imal ediliyor.
Ediliyordu, madde olarak... Ama daha sonraları buna rüyalar da katıldı. Avrupa ve dünyanın kalanını dünya savaşlarına sürükleyen bütün nedenlerin tam karşıtı hayaller, beklentiler ve idealler... Din, ekonomi, yönetim konusunda Avrupa'da olanın ve yapılanın tam karşı kutupları Amerika'da "american dream" olarak adlandırıldı. Bu rüyayı belki de en iyi Türkler anladı -görmeyerek- zira dev sanal ansiklopedi Wikipedia'nın Türkçe'sinde amerikan rüyası 377 harf karakteri kadar tanımla yer bulurken, İngilizce'sinde bu tanım 23.709 karakterle kendini buluyordu.

O rüyayı biz gördük

Görmeye de devam ediyoruz. "American dream" deyince herkes 1.000.000 USD, Florida sahillerinde villa, malikane, süper hızlı otomobillere sahip olma hayali görüyor. Garsonluktan milyonerliğe, temizlikçilikten Hollywood yıldızlığına giden mesafe iki metro durağından daha kısa ve daha da önemlisi bu mesafe mümkün. Amerika bunu herkese kanıtladı. Dünya Amerika'yı, amerikan rüyalarını görmek için orada yaşayan, beklentiden kıvranan insanlar topluluğu olarak görürken, Amerika'da ise bu rüya çoktandır görülüyor. Avrupalı duyarlılığa göre rüya, psikanalizin önemli bir konusuyken Amerika'da pragmatik psikanaliz en trendy rüya konusu.
Amerika, tam da Avrupa'nın tersine insan ruhunu parçalamıyor, onu toplumu açıklamak için daha sonra toplayıp hapsetmiyor. Tam aksine insan ruhu rüya görmüyorsa toplumu defalarca parçalayıp, çekirdek rüyanın ayarlarını düzenliyor ve bundan sonra şehirleri, eyaletleri, ulusu ve devleti tayin ediyor. Avrupa iki yüzyıldır rüyaları analiz ederken, Amerika analizlerin rüyasını görüyor.

Amerikan rüya sineması

Bu rüya nasıl görülüyor?
Çok da karmaşık değil aslında.
Sadece Amerika'ya düşen göktaşları ve sadece orayı tercih eden uzaylıları hepimiz yakından tanıyoruz. Son yıllarımızı sarıp sarmalayan apokaliptik bilimkurgu filmleri, dünyanın sonu felaketlerini çeken zombi sineması... Vampir romanları, fantastik kurgu filmleri... Bunlar ve benzerleri Amerika'nın görmeye devam ettiği rüya kategorileri yalnızca. İşin daha da derininde bu rüya sinemasının sadece bir sahne perdesi olduğunu görüyoruz. Daha da derinlerde samimi olarak Amerika bu rüya sinemasını kendi dinsel ritüeli, ekonomik sarhoşluğu ve başkanlık zaferleri olarak resmen yaşıyor. Orada sadece bir güç, imparatorluk, zorbalık görmek isteyen avrupai bakışların hepsinde biraz eksiklik, kötü yerde konuşlanmışlık var cidden. İyi-kötü, doğru-yanlış eksenleri üzerinden Amerika'yı sonsuza kadar beğenebilir ya da nefret edebiliriz. Bu onu iyi anladığımızı asla göstermez.
Her şey her zaman Amerika'da geçer. Bu iyi ya da kötü değildir.
Bu bir rüyadır.
Sadece.