Can etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Can etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2021 Pazar

Oğlum ve Babası 1



Oğlumun iki babası vardı. Hayır, annesi başkasıyla evlenmedi ya da ben ölmedim; sadece onun hayalindeki baba en az iki kişilikti.

Oğlum adına bu denli açık konuşmayı ben istemedim. Oğlum bana yer verdi ve işte karşınızdayım onun babası olarak.
Kendini ve babasını anlatmak için oğlum, anlatıcı olarak başkasını seçebilirdi. Bir belediye başkanı, vali ya da bir gazeteci. Babasını neden seçtiğini bilmiyorum, ama onu ve babasını yazarak bu sorunun cevabını bulacağıma inanıyorum.

Oğlum ve babası, birbirlerini diğer insanlardan daha az görmüşlerdir. Birbirlerini seçmedikleri halde seçmiş ve aitmiş gibi yapıp, bu zaman ve uzay içinde devamlı olarak birbirlerini ararlar, buluşur, görüşür ve vakit geçirirler. Bu durum bize hiçbir şey öğretmez. Sevmek ve istemek için gerçekten de seçmiş olmak gerekmez. Çünkü oğlum beni seçmedi, ama babasını seçti; şimdi anladınız mı zeki oğlumun neden iki babası olduğunu ve ondan en az iki tane istediğini, onlara sahip olduğunu?..

Oğlum kavramları sever, onlarla oynar; onlara yemek yedirir, kimi zaman da onları yer. Bazen ısırganotu gibi canını yakan sözlere aldırmaz ve susar. Susmak onun en büyük kibridir. Evet benim oğlum babası gibi değildir, kibirlidir. Dünyadan almış olduğu bir şey yoktur, aksine vereceklerini iyi tanır, onları korumak için alelade bakmaz dünyaya, nesnelere ve sözcüklere.

Bir önceki, her yeni doğana kendisinden daha şanslı olacağını söyler durur hep.

Övgüde bulunur gibi kendi geçmişinin uzantısı olduğunu kapalı ifadelerle belirterek, ona, bulunduğu durumu anlamak ve sevmek için kendisinin ne kadar daha az elverişli bir geçmiş hayata sahip olduğunu devamlı yineler. Sanki kendi hayatı, onun doğmasıyla durmuş ya da bir şekilde sonlanmış ve yeni gelenin tek başına varolma özgürlüğünü elinde sadece onun geçmişi tutuyormuş gibi…

Bir gün babası bunlardan söz etmeye çalıştığı bir sırada oğlum zamanı durduran bir hareket yaparak kafası karışmış bulunan babasının hayatına büyük ve ciddi bir cevap sokuverdi aniden. Onu öptü…

Ve babası hâlâ o öpüşün şimdi geçmişte mi kaldığını, yoksa ikisini bağlayan, bir arada tutan gerçek nedenin o olup olmadığını düşünüyor.


20 Mart 2021 Cumartesi

Oğlum ve Babası 2





Çok yalnızdım. 

Uzaktan bile sevebileceğim bir kimse yoktu. 

Ateşle oynamak için ateşe yakın olmalıydım, ama ben kutup soluyordum.

Dev’in bahçesinde henüz yazdı. Çiçekler solmuş yerini meyve çeneklerine bırakmıştı. 

Dev, büyük bir okaliptüsün gölgesinde uyuyordu. Çocuklar da bahçenin kapısında onun uyumasını bekliyorlardı.

Çocuklardan birisi oldum. Meyve vermeliydim. Ağacımı buldum ve yağmura sordum: Gelecek misin?

Geçmişim ben, dedi yağmur. Eteklerinde ne varsa saldı üzerimize. Büyümemiş çocukluklarımız, oyuncaklarımız, kopuk uçurtmalarımız ne varsa yağdı. Uçurtmanın ipi gözyaşlarıma dolandı. Nefesim kesilmişti.

Dev bahçeye yaklaşıyordu. Çocuklar tedirgindi. Dev ise hüzünlü. O küçük çocuk bu yaz yoktu ve onun ağacı yaprak bile açmamıştı.

Bir çocuk daha oldum. Büyüdüm ve bir şehre gittim. O şehirde geçen hayatım boyunca tek bir şeyi aradım: Bu dünyadan geçmiş olduğuma dair eşyalarla dolu bir sandığın anahtarını…

Sandığı bulamadıkça eşyalar çoğalıyordu. Bunu eksilen, kapanan lunaparklardan, meyve ağaçlarından anlıyordum. Sevinçler yokluklara dönüşüyordu ve bunu durdurmak için bir pastanenin camekânında kendime bakarak hep somurttum ve sustum.

Ve bir gün o geldi. Elinde bir anahtarla oğlum. Anahtarı tutan eli soğuktan yanmıştı ve hiç bırakmıyordu. Anahtarı alıp oğlumun elini, gözlerini, yanaklarını öptüm. Bana yolculuğu sırasında bu şehirden geçerken gözpınarları kurumuştu. Susuzca ağladığını çok sonra fark ettim. O ağladıkça dalgakıranların içi parçalanıyordu. Bütün balıklar gitmişti, tekneler karaya çekilmişti. Oyuncakçılar dillerini yutmuştu.

Bu sessizlik içinde sandık, anahtar, oğlum ve ben denizdeki yalnız tekneye binerek uzaklara çekildik.

8 Ekim 2020 Perşembe

Tarih Atlası


1996

Bugün bir tarih atlası aldım kendime. Neden bilmiyorum. İçimden öyle geldi. Kaplar, şapkalar ve kılıflar ne işe yararsa atlas o işe yarar, diye düşündüğümden olmalı. Ya da işe gitmeden önce giyinirken, botlarımı giyerken ve kepimi başıma takarken şöyle dediğimden kendime:

“O yıl mı? Neredeydim, sahi ne yapıyordum? Dünya o yıl nasıl bir yerdi?”

Doğduğum ülkenin adına Türkiye, dediler. Adıma Gökhan.

Bir zar atımı kadar cüretkar, caddelerde yıllar öncesinden kalan Sıkıyönetim kadar özgürlüğe mesafeli; çıkılması yasak olan sokaklar kadar boş olan bir ülkede yaşıyordum. Sonrası hiçbir şeydi. Ülkenin sokakları boşsa bir yere gitmenin ne önemi var. Zaten hiçbir yere gitmemenin ülkesi değil mi burası?

Sokağa çıktım. Her taraf çiğ; çiğ bir rutubet... Islak yollarda yürürken yaz mevsiminin haberci sıcak güneşi her yeri ısıtıyor. Havadaki rutubet daha da artıyor. Ama evlerin etrafına örülen çitler kadar değil.

Sokaklar boş. Coğrafi değil siyasi Kuzey Lefkoşa’nın toprak yollarında ilerliyorum ve asfaltı görmüyorum. Birliğim birkaç kilometre ötede; tepelere doğru, kazılmış mevzilerin içinde, toprak tümseklerin gerisinde ağaçsız  bir kışla içinde. Su sadece havada, erimiş olarak var.

Bir türlü toparlayamıyordum kafamı. Her şey bulanıktı. Harekat planları, tatbikatlar, atışlar, teftişler ve eğitim alanlarının sarı tozuyla bütün bildiklerim havalanıp boş bir sathın üzerine konuyordu.

Bu sathın üzerinde daha önceden bırakılmış izler vardı. Sanki benden önce de birileri geçmişti. Ben ilk değildim.

Botlarımı da bu sathın üzerine koydum. Ayaklarım fena kokmuştu şimdiden. Sıcak “kemiklerime” işliyordu. Bu sıcaklar neye yarar, dedim kendi kendime.

Ve oturup “Türkler Geliyor” başlıklı bir şiir yazdım kendime. Yıl 1996’ıydı ve orada, Doğu Akdeniz’in en büyük adasının kuzeyinde bir şehirde üzerime Türkler fena geliyordu. Bir yere kaçamıyordum.
Lefkoşa’nın surları içindeki Türkiye ve oradaki kuşatılmış ülkenin tarihini yaşamak Türkiye’de olmakla eş anlamlıydı. Hatta Güney Lefkoşa sınırını oluşturan boyası çıkmış, yamulmuş, kimisi kireç beyazına boyanmış varillerin çizgisine yaklaşınca evler, sokaklar Mağrip kentlerini andıran bir manzaraya dahil oluyordu.

Sokaklarda ilerlerken, yani bir şehri gezerken o şehre ait olmayan manzaralar da harita üzerinde bizi takip eder.

Haritada açtığımız yolların hiçbir kartografya servisinde kaydedilmediğini bilmek; çıktığımız ve düştüğümüz engebelerin, yüksekliklerin ve çukurların hiçbir topograf tarafından izlenilmediğini hissetmek: Biz bu duyguya bugün kişisel coğrafya diyoruz.

Kişisel tarih var mı? Kişisel coğrafya olduğuna göre o da var. Kaydı olmayan, sadece akıl yoluyla ve hafızayla ulaşılan bu tarih çeşidini Lefkoşa’da kendi adıma kullanırken ülkemden uzaklaşmış oluyorum. Bu uzaklaşma yüzünden Türkiye’yi sevemiyorum.

Bu ülkeyi annem, babam ve kardeşlerim kurtarıyordu. Hepimiz onu zaten yaşayarak, varolarak kurtarıyorduk ve birbirimiz adına ve “hatırına” seviyorduk onu. Sevmek zorunda olduğumuzu sonradan unuttuk. Birbirimize döndük sonra yüzümüzü. Özellikle o sayfiye kasabasında kitaplarımızı yaktığımız eylül’lü günlerden sonra.

Eylül’dü ama havalar sıcak gidiyordu. Üstüne üstlük bizim baca sürekli olarak tütüyordu. Bunun fark edileceğinden korkup su dolu leğenlerde kitapları erittik; bataklıklara geceleri sessizce kitapla dolu naylon torbalar bıraktık.

Bataklığın dibini bulan torbaların içinde yarı yarıya taş vardı. Ve o aydan sonra taşla dolu torba gibi ülkemiz de gerçek yüksekliğine, yani suyun dibine vurdu.

Askerleri evimizin etrafında gördüğüm o günden beri Türkiye’yi sevmiyorum. O askerler gelmeden önce yine sokakları üniformasız olarak dolduran daha beter “askerlerin” şiddeti ve nefreti yüzünden Türkiye’yi sevmiyorum.

Türkiye’yi sevmiyorum, çünkü “babamı öldürdüler, abimi şehit ettiler; amcama suikast düzenlediler, dayıma işkence ettiler, kız kardeşime tecavüz ettiler, oğlumu işten attılar, en küçük kardeşimi doktorsuz ve eğitimsiz bıraktılar, yengemi okula sokmadılar, dedemin emekli maaşını gasp ettiler ve annemin sosyal güvenliğini yok ettiler.” Çünkü hepsi o mağrur devlet için vardı. Hiçbiri benim kardeşim, abim, babam, annem vs. olmadı. Ama bunlar varken ve olurken ben “Türk’tüm”, onlar itaatkâr bir vatandaş sayıyorlardı hepsini. Her şeyi gördüm. Çünkü aslında ben çok değerli bir tanıktım. Bunu anlamadılar ve şimdi kürsüye çıktım, Adalet’e anlatıyorum onları.

Satın aldığım tarih atlasının üzerine çıktım. Botlarımı tekrar çıkardım. Hava en yüksek sıcaklığına ulaştı. Güneşte altmış derece ve rutubet yüzde yüz’ü geçmek üzere. Kuzey Lefkoşa ve Mağusa’ya kadar uzanan ova, yeryüzünün en susuz bölgesi, ama iki matara soğutulmuş su var yanımda.
Çıplak ayaklarımı otların bile bitmediği çöl toprağına batırıyorum. Şimdi her iki ayağım da birer ağaç gövdesi gibi.

Suyu ayaklarımın üzerini örten sıcak toprağa döküyorum. Sıcak havada soğukluğu korumanın en iyi yolu bu.

Toprak biz hep korur.

Ayaklarım serinliyor ve ikinci kez uyanıyorum.

Bir oğlum olmuş.




10 Mayıs 2020 Pazar

Kanun Sokağı

Illustration of Street lamp set. Street lights retro collection. vector art, clipart and stock vectors. Image 31201885.


                                                    
Oğlum  Can’a...

Tahta Minare durağında otobüsten indiğimizde yağmur hafiften atıştırıyor. Pek acele etmeden yolun karşısına geçip bizi Eyüp’teki Kanun Sokağı’na götürecek olan Tahta Minare Bostan Sokağı’na giriyoruz. Bayıldım Çıkmazı hemen solumuzda görünüp kaybolurken avucumun içindeki minik elin hafifçe terlemiş olduğunu hissediyorum. Parmaklar serin havaya temas etmek için kımıldıyor.

Küçük beyaz parmaklar.

“Bak baba, bayır! En hızlı ben çıkarım!”

Hafifçe yükselen sokağın ortalarına doğru minik parmakları bırakıyorum. Düşen yağmur damlalarıyla birlikte ortalığa kesif bir kömür kokusu yayılıyor. Hemen yanımızdaki ilkokuldan küçük öğrenciler çıkıyor ve ıslanmamak için saçak altlarına doğru koşuşuyorlar.

Bayırın sonundaki cumbalı ahşap ev, oradan her “kestirme” geçişimizde, yolumuzu karanlık gövdesiyle uzatıyor. Kanun Sokağı’nı başlatan oldukça sarp toprak bayırın başına ulaşmak için bu evin ön cephesine yaklaşıp sola dönmek zorundayız.

Yer yer yarılmış asfaltın üzerindeki çatlaklar, tırmandıkça daha da belirginleşiyor ve sokağın dili haline geliyor adeta.

Ve solumuzda kalan, tepenin içine kısmen gömülmüş duvarlarıyla Meryem Ana Kilisesi.

Kapısında bizi bekleyen ağır sessizliği bozmak için hızlı hızlı küçük yumruklarla vuruyoruz kapıya.

Ama, içeriden yumruk seslerimizi işitenlerin -bir bekçi ya da bir iki görevli- gözünde birer küçük yaramaz sokak çocuğu olduğumuzdan eminiz artık.

Kanun Sokağı’nın tekrar alçalmasına ve ana caddelerin seviyesine düşmesine yirmi-otuz metrelik bir “S” geçişi kalmışken kilisenin duvarları sona erip şehrin “şimdiki” yani dökük duvarları başlıyor. Meskûn, ama bir savaş sonrası gibi terk edilmiş, eski ama her an yeni bir belediye kararıyla manzaranın içinde boy gösterebilecek kadar gizemli evler.

Ve Kanun Sokağı’nı İslambey Caddesi’ne bağlayan “L” dönüşü... Kat ettiğimiz birkaç yüz metreyi hemen unutmamızı sağlayan pürüzsüz bir düzlük. Bu düzlüğe zaman içinde muntazam olarak uyum sağlamış giriş katları ve sokağa kadar bitişik nizamı bozmayan üçer katlı evler.

İslambey’e çıktığımızda, ikimizi aceleyle caddeye iten rüzgarın esip kaybolduğunu anlıyoruz, çünkü o sırada Kanun Sokağı bütün noktalarıyla ilk kez aklımızda yer etmeye başlıyor.

Bunu elimi tutan küçük parmakların, avucumu daha çok sıkmasından anlıyorum.

Bugün ve bir zamanlar; mesire yeri, teferrüçgâh, sayfiye, kutsal ziyaret yeri ve hac merkezi olarak bilinen ve gelinen Eyüp’ten uzakta, kendi içinde bir labirent-sokak olan Kanun Sokağı, oğlumun küçük zaman anlayışında büyük bir geçmiş olarak duruyor şimdi.

İstanbul’u henüz tam olarak kaplayamayan Can’ın hafızasında en büyük evren Eyüp ve en uzun, tatlı yol Kanun Sokağı.

2001

İstanbul Sokakları - 101 yazardan 100 sokak kitabında yayınlandı, 2008. 

16 Şubat 2019 Cumartesi

OĞLUMA...




20. 01. 1996

tüm adları veriyorum sana
üstüne örtülenin buğday olduğu haberini
bu yüzden şimdi veriyorum çünkü adın yok daha
iki nokta arasındaki uzaklığı
sesli ile sessiz arasındaki açıklığı görmek uğruna
göz olabilecek bir ad için bütün adları

bilmek zorundasın
önceden hazırlanmış yaşam ve şiir yoktur
suyun
bulunmadığı zamanlarda açılmış bir kuyudan
düşen ufku,
senin gözlerinin seviyesinde
oturunca gök olan dörtgen kubbeyi veriyorum ad olarak


16. 02. 1996 (doğduğun gün)

şairler bu dünyadan yana olurlar
bir günde dört güneş ile örtünmeye hakları vardır
taş ve bulutla yıkanmaya

bu yüzden soluyorum senin şair gelişini
kolluyorum her yerde

her yere ayaklarını basıyorum
her yere ayaklarını koyuyorum


14. 03.1996

bugün şiir olan şeyler nedir
göz, gökyüzünü okuyunca nereye çıkmalı
ya bir kitabın yüksekliği nedir
yazılanların sonundan aşağı bakınca

henüz artıklarla yürüyen
bir sokak görüyorum
herkesin konuşmadığı, ağzında kalan artıklarla

“bitmiş olan bir şey varsa”
“yeniden yol almalı”
“yine akşam”
“ateşler içinde”
“yara izidir yaşam”
“bir sürünün ortasıdır gece”



15 Şubat 2011 Salı

OĞLUM ve BABASI 3

16 Şubat 2011

Sen doğduğunda yer ve gökler ışık içindeydi. Yalnızlığımızın bittiği gün doğmadın, doğduğun için bütün çaresizlikler bitti. Arayışlarımızı tanımıyorduk ve bilmiyorduk yeryüzündeki iyiliklerin kötülükleri kovalaması, kovamaması neden...
Bilgeler konuştu: Bu gelen ışık, özetidir bütün zamanların. Senin ve onun bedeninde şekillenen kainatın nefes alması olacak yaşamanız.
Biz olmayacağız, biz dediğimizde. Bunu anladım. Bütün herkes olacak. İnen ve çıkan göğsümüzde taşıdığımız bütün nedenlerin yerine beklediğimize değmiş birisinin gelişi, senin gelişin oturacak. Sen dünyanın ve gezegenlerin içiçe geçtiği hareketlerin toplam adı olacaksın. Sen rüyalarımızın bütün merakları, bütün altın değerlerimiz, gümüş sessizliklerimiz ve sorularımız olacaksın. Sen cevaplarımızsın.
İyi ki doğdun oğlum.