21.
hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
6 Nisan 2024 Cumartesi
10 Ağustos 2017 Perşembe
50 Alıntıda Hayat Ağacım 2
(İstanbul)
6.
Dünyanın kuzeyinden güneyine inildikçe şehirlerin yaşama süreleri artıyor. Bir şehir için geçen bir gündeki 24 saat gerçekten de 24 saat midir? Stockholm’da, Bükreş’te ya da Paris’te bu 24 saatken İstanbul’a gelindiğinde süre yetmez bir güne. Zaman uzamasa da süreyi algılamamız uzar ve İstanbul güneye inildikçe uzun günlere kavuşan şehirlerden birisi oluverir.
İstanbul’da zaman uzadıkça onu sadece kendi adıyla düşünmem zorlaşıyor. Bu yüzden İstanbul’u düşündükçe beş kelimeyi daha düşünüyorum: Kalabalık, Gece, Lunapark, Boşluk, Heryer.
İstanbul için “Kalabalık” kelimesini düşünüyorum. Bu kelime beni korkutmuyor. İstanbul’da insanlar çoğaldıkça kalabalık sanki azalıyor. İnsanlar birbirine benzedikçe, aynı amaçlar ve kaygılar için bir araya toplandıkça yaşamsal nitelikleri sıradanlaşıyor ve şişman bir vücuda dönüştürüyor şehrin kentsel dokusunu. İstanbul nüfusu sayıca arttıkça aldığımız nefesin niteliği kötüleşiyor, seslerimiz daha kaygılı ve keyifsiz çıkmaya başlıyor ve kalabalıklarda bulduğumuz şen şakrak hava kirlenerek kayboluyor.
İstanbul için “Gece” kelimesini düşünüyorum.
7.
Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.
8.
AÇIKLAMA
Bu mektuplardan neyi anlıyoruz?
Şehir nasıl bir canavardır ve kimleri öğütür neleri büyütürken?
Kaç kişi bu şehirden alacaklarını tahsil etmeden göçüp gitti, kayıp bir halde kendi hayatında?
Şehirden öç alınır mı? Ya güç?
Bir insan gibi hissettiğimiz zamanlarda şehir dile gelir… Onu unutursak dize gelir…
Bir şehre nenen gideriz, neden orada yaşamaya çalışırız?
Unutmak için mi? Hatırlamak için mi? Yaşadığımızı hatırlamak ve öleceğimizi unutmak için mi?
Şehirlerde her şey ölümsüz dayanıklılık için yapılmıştır. Doğaya başkaldırı vardır. Suya, toprağa, güneşe ve havaya karşı sağlam olmak zorundadır şehir. En değerli, en kutsal, en büyük, en iyi, en güzel, kusursuz…
9.
İstanbul Beyoğlu’nda vaktiyle henüz yanmamış Çiçek Pasajı’nın arkalarında küçük bir lokantası vardı Selim Kül’ün. Siyah paspaslar ve koyu renkli Acem halılarıyla ‘Mêtr’, istisnai bir hava vermişti lokantasına. En az yemekleri kadar... Geceleri ise onun Boğaz kıyısında pahalı bir restoranda serbest çalıştığını duyuyordum. Lokantasında arada sırada yediğim öğle yemekleri sırasında da hiç görmemiştim onu. Ta ki o lüks Boğaz restoranında verilen bir akşam yemeğinde, yanlışlık sonucu bayanlar tuvaleti yerine mutfağa dalıncaya kadar.
Selim Kül, ‘şedövr’ünün üzerine karabiber serpiyordu, içeri girdiğimde. Üzerimde kırmızı bir elbise vardı, ama yarı-karanlıkta sanırım vişne çürüğü bir renk alıyordu giysim.
Kepini çıkardıktan sonra sarı, uzun saçlarını geriye doğru atarak, özgün tariflerine uygun bir şekilde hazırladığı özel yemeği şöyle bir kokladı ve karabiber değirmenini kolundan son bir kez daha çevirerek raftaki yerine kaldırdı.
Bense, şaşkınlıktan tuvaletimin geldiğini, kasıklarımın zonklamasını bile unutmuştum. Karşımda en az, ünlü tarifleri kadar güzel bir adam duruyordu. Aşçı değil, bir beyaz aşçı kepinin altına saklanmış bir prensti bu.
10.
İstanbul’a döndüğümde yanımda bir de küçük kitap vardı: Kadın Vücudunun Bende Olmayan Tarafları. 10 şehirde rastladığım kadınları beşer sayfada anlattığım bir not defteri tıka basa kadın yüzleriyle dolmuştu. Kuzeylisinden, Beyaz Rus’una, Bröton’undan İspanyol’una, sıcak İtalyan’ından Doğu Akdenizlisine kadar tam 10 kadını anlatmıştım. Onların vücutlarında olup bende olmayan “tarafların” bir yara olarak vücudumda açılmasından söz etmem kafaları karıştırıyordu gerçi ama bu yaraların kapanması için kadın tükürüğü ve öpücüğü gerektiğini belirtmem bir anlamda okuyanlar için teselli olmuştu.
İddiasız bir yayınevinden çıkan K.V.O.T tam anlamıyla bir patlama etkisi yarattı. Kısa sürede ciddi anlamda değerli bir yayın hakkı elime geçti; gerçi ancak bir daire parasıydı ama ben düzgün bir oteli tercih etmiştim. Kitaba gösterilen büyük ilgi KVOT’den sonra KRBT’yi yazmamı gerektirmişti. (Kadın Ruhunun Bende Bulunmayan Tarafları) Yayınevi benden çok daha para kazanmıştı şüphesiz, ama ben onların şansı olarak adlandırdığım bu küçük şöhret durumunu abartmıyor, sadece kazandığım paraya bakıyordum. Üstelik altyapımı hiç de konuşturmamış, sadece dostum sayesinde gezdiğim dünya başkentlerindeki kadınları anlatmıştım, bulabildiğim en basit ve sade dille.
Anlaşılırlık. Bu son büyük keşfimdi.
(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)
6.
Dünyanın kuzeyinden güneyine inildikçe şehirlerin yaşama süreleri artıyor. Bir şehir için geçen bir gündeki 24 saat gerçekten de 24 saat midir? Stockholm’da, Bükreş’te ya da Paris’te bu 24 saatken İstanbul’a gelindiğinde süre yetmez bir güne. Zaman uzamasa da süreyi algılamamız uzar ve İstanbul güneye inildikçe uzun günlere kavuşan şehirlerden birisi oluverir.
İstanbul’da zaman uzadıkça onu sadece kendi adıyla düşünmem zorlaşıyor. Bu yüzden İstanbul’u düşündükçe beş kelimeyi daha düşünüyorum: Kalabalık, Gece, Lunapark, Boşluk, Heryer.
İstanbul için “Kalabalık” kelimesini düşünüyorum. Bu kelime beni korkutmuyor. İstanbul’da insanlar çoğaldıkça kalabalık sanki azalıyor. İnsanlar birbirine benzedikçe, aynı amaçlar ve kaygılar için bir araya toplandıkça yaşamsal nitelikleri sıradanlaşıyor ve şişman bir vücuda dönüştürüyor şehrin kentsel dokusunu. İstanbul nüfusu sayıca arttıkça aldığımız nefesin niteliği kötüleşiyor, seslerimiz daha kaygılı ve keyifsiz çıkmaya başlıyor ve kalabalıklarda bulduğumuz şen şakrak hava kirlenerek kayboluyor.
İstanbul için “Gece” kelimesini düşünüyorum.
(İstanbul için Beş Kelime)
7.
Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.
(İstanbul'un Gece Yakası)
8.
AÇIKLAMA
Bu mektuplardan neyi anlıyoruz?
Şehir nasıl bir canavardır ve kimleri öğütür neleri büyütürken?
Kaç kişi bu şehirden alacaklarını tahsil etmeden göçüp gitti, kayıp bir halde kendi hayatında?
Şehirden öç alınır mı? Ya güç?
Bir insan gibi hissettiğimiz zamanlarda şehir dile gelir… Onu unutursak dize gelir…
Bir şehre nenen gideriz, neden orada yaşamaya çalışırız?
Unutmak için mi? Hatırlamak için mi? Yaşadığımızı hatırlamak ve öleceğimizi unutmak için mi?
Şehirlerde her şey ölümsüz dayanıklılık için yapılmıştır. Doğaya başkaldırı vardır. Suya, toprağa, güneşe ve havaya karşı sağlam olmak zorundadır şehir. En değerli, en kutsal, en büyük, en iyi, en güzel, kusursuz…
(İstanbul Mektupları)
9.
İstanbul Beyoğlu’nda vaktiyle henüz yanmamış Çiçek Pasajı’nın arkalarında küçük bir lokantası vardı Selim Kül’ün. Siyah paspaslar ve koyu renkli Acem halılarıyla ‘Mêtr’, istisnai bir hava vermişti lokantasına. En az yemekleri kadar... Geceleri ise onun Boğaz kıyısında pahalı bir restoranda serbest çalıştığını duyuyordum. Lokantasında arada sırada yediğim öğle yemekleri sırasında da hiç görmemiştim onu. Ta ki o lüks Boğaz restoranında verilen bir akşam yemeğinde, yanlışlık sonucu bayanlar tuvaleti yerine mutfağa dalıncaya kadar.
Selim Kül, ‘şedövr’ünün üzerine karabiber serpiyordu, içeri girdiğimde. Üzerimde kırmızı bir elbise vardı, ama yarı-karanlıkta sanırım vişne çürüğü bir renk alıyordu giysim.
Kepini çıkardıktan sonra sarı, uzun saçlarını geriye doğru atarak, özgün tariflerine uygun bir şekilde hazırladığı özel yemeği şöyle bir kokladı ve karabiber değirmenini kolundan son bir kez daha çevirerek raftaki yerine kaldırdı.
Bense, şaşkınlıktan tuvaletimin geldiğini, kasıklarımın zonklamasını bile unutmuştum. Karşımda en az, ünlü tarifleri kadar güzel bir adam duruyordu. Aşçı değil, bir beyaz aşçı kepinin altına saklanmış bir prensti bu.
10.
İstanbul’a döndüğümde yanımda bir de küçük kitap vardı: Kadın Vücudunun Bende Olmayan Tarafları. 10 şehirde rastladığım kadınları beşer sayfada anlattığım bir not defteri tıka basa kadın yüzleriyle dolmuştu. Kuzeylisinden, Beyaz Rus’una, Bröton’undan İspanyol’una, sıcak İtalyan’ından Doğu Akdenizlisine kadar tam 10 kadını anlatmıştım. Onların vücutlarında olup bende olmayan “tarafların” bir yara olarak vücudumda açılmasından söz etmem kafaları karıştırıyordu gerçi ama bu yaraların kapanması için kadın tükürüğü ve öpücüğü gerektiğini belirtmem bir anlamda okuyanlar için teselli olmuştu.
İddiasız bir yayınevinden çıkan K.V.O.T tam anlamıyla bir patlama etkisi yarattı. Kısa sürede ciddi anlamda değerli bir yayın hakkı elime geçti; gerçi ancak bir daire parasıydı ama ben düzgün bir oteli tercih etmiştim. Kitaba gösterilen büyük ilgi KVOT’den sonra KRBT’yi yazmamı gerektirmişti. (Kadın Ruhunun Bende Bulunmayan Tarafları) Yayınevi benden çok daha para kazanmıştı şüphesiz, ama ben onların şansı olarak adlandırdığım bu küçük şöhret durumunu abartmıyor, sadece kazandığım paraya bakıyordum. Üstelik altyapımı hiç de konuşturmamış, sadece dostum sayesinde gezdiğim dünya başkentlerindeki kadınları anlatmıştım, bulabildiğim en basit ve sade dille.
Anlaşılırlık. Bu son büyük keşfimdi.
(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)
50 Alıntıda Hayat Ağacım 1
20 Temmuz 2017 Perşembe
50 Alıntıda Hayat Ağacım 1
1.
Korktuğumsa başıma gelmemişti. Astroloji yazıları konusunda ne medyumik bir yeteneğe ne de yüksek astroloji bilgilerine gerek vardı. Elime tutuşturulan iki-üç sayfalık belgede burçların genel özellikleri yazıyordu ve en altta da noktalı yerleri her seferinde doldurulan bir şablon yazı vardı:
“Bugün kendinizi ……. hissediyorsunuz. Talihiniz son derece …….. . Fakat ……..da ………lar var. Sakın ……. yapmayın. ……… göreceksiniz. Telaşlanmanıza gerek yok. Bir süre sonra …… olacaksınız.”
Noktalı bölümleri doldururken kendimi her geçen gün daha suçsuz hissediyordum. Demek ki şarlatanlık, içinde zamanla nefes alabildiğimiz bir düzendi. İnsanlık suçlarının başlangıcında yaşanan nefessiz saatler zamanla yok oluyordu.
2.
Yıldızların arasında ne var?
Bir galaksi üst kapsamında düşündüğümüzde sistemler, nebulalar, kara delikler...
Dünyamızdan bir süredir yeni bir teleskopla evreni izlemeye çalışıyoruz. Emekli Hubble'ın ardından onun ardılı olarak yerini alan James Webb acaba bizleri Hubble'ın elde ettiği görüntülerin sarhoşluğundan alıp başka büyülenmelere doğru götürebilecek mi? Yoksa bu görüntülemelerden sızacak yeni galaktik gerçeklerin yarattığı şaşkınlıklar güzelim uzay keyfimizi örseleyecek mi?
Derin bir kuyuya bakar gibiyiz evrene her göz attığımızda. Sinema endüstrisi bu kuyudan su zerreleri getirmeye çalışırken üzerinden o ilk şaşkınlıkları atamamışa benziyor.
3.
Adam olduğumuzda değil adam kaldığımızda “adam oluruz”…
Adamlık, adamın icadından bu yana hep aynı kalmadı. Gelişti. Bu gelişmenin içine adamdan beklenenlerin giderek azalması gerekti. Bu beklenti, adam olmayanların adam olmaları için en sağlıklı yoldu… Adam, devlet değildir, her istediğinizi karşılayamaz. Karşılamamalıdır da zaten.
“Ne zaman adam oluruz” sorusunda bir zaman, tarih ve vade saklı değildir. Koşullar vardır. Yinelenir. Aşırı durumlarda, adamlığın boyu kısalır… Hem tereddüt halinde hem de ivedilikte adamlık olayı devre dışıdır. Adam olmak bir sakin duruş ânıdır. Her şeye karışmaz. Savaştan, dövüşten, baygınlıktan sonra bakılan bir kullanma kılavuzu gibidir. Adamlardan önce heyecan, kin, nefret ve tutkular çağırır. Adamın tek tutkusu kalmak’tır.
4.
Zorluk şurada başlıyor aslında: Tanrı, karşısında şairi bulurken, şair kendi karşısında dil ve aklı buluyor. Sözden yazıya uzanan Tanrı’nın olanaklarıyla devinen şairlik kurumu gerçekten de olanaksız bir rekabetin tam ortasında. Tanrı-şair kapışması bir rekabeti simgelemiyor. Çünkü Tanrı ve şair rakip değiller; düşmanlar belki. Tanrı anlatırken, şair söylüyor. Tanrı yer ve kanıt gösterirken, şair sözünü giderek uzatıyor. Metafor ve alegoriyle; Alegori ve Metafor’un alegori ve metaforuyla; zaman/mekanın ironisiyle yapıyor bunu. Şairin gücü daha fazla çünkü açık bir alanda, Tanrı’nın klostrofobisini tüketerek yürüyor. Karşısında Tanrı yok. Bu yüzden rakip değiller.
5.
Savaş çocukluktan itibaren başlar. O dünyaya hâkim olmak istemenin tomurcuğundan fırlayan tahta kılıçlar, çakıltaşından mermiler ve ölüm taklitleriyle yola çıkarız hepimiz sonumuzdaki şiddete doğru.
İnsan, soyunun geleneklerine ve geldiği olduğu yere bakmadan çaresizce özgür olmak ister. Hiç özgür olmadan özgürlüğü istemek özgürlüğün tek çelişkisidir.
(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)
Korktuğumsa başıma gelmemişti. Astroloji yazıları konusunda ne medyumik bir yeteneğe ne de yüksek astroloji bilgilerine gerek vardı. Elime tutuşturulan iki-üç sayfalık belgede burçların genel özellikleri yazıyordu ve en altta da noktalı yerleri her seferinde doldurulan bir şablon yazı vardı:
“Bugün kendinizi ……. hissediyorsunuz. Talihiniz son derece …….. . Fakat ……..da ………lar var. Sakın ……. yapmayın. ……… göreceksiniz. Telaşlanmanıza gerek yok. Bir süre sonra …… olacaksınız.”
Noktalı bölümleri doldururken kendimi her geçen gün daha suçsuz hissediyordum. Demek ki şarlatanlık, içinde zamanla nefes alabildiğimiz bir düzendi. İnsanlık suçlarının başlangıcında yaşanan nefessiz saatler zamanla yok oluyordu.
(Yeni Sevgili, roman, 4. baskı 2017)
2.
Yıldızların arasında ne var?
Bir galaksi üst kapsamında düşündüğümüzde sistemler, nebulalar, kara delikler...
Dünyamızdan bir süredir yeni bir teleskopla evreni izlemeye çalışıyoruz. Emekli Hubble'ın ardından onun ardılı olarak yerini alan James Webb acaba bizleri Hubble'ın elde ettiği görüntülerin sarhoşluğundan alıp başka büyülenmelere doğru götürebilecek mi? Yoksa bu görüntülemelerden sızacak yeni galaktik gerçeklerin yarattığı şaşkınlıklar güzelim uzay keyfimizi örseleyecek mi?
Derin bir kuyuya bakar gibiyiz evrene her göz attığımızda. Sinema endüstrisi bu kuyudan su zerreleri getirmeye çalışırken üzerinden o ilk şaşkınlıkları atamamışa benziyor.
(Yıldızlararası, halilgokhan.blogspot.com)
3.
Adam olduğumuzda değil adam kaldığımızda “adam oluruz”…
Adamlık, adamın icadından bu yana hep aynı kalmadı. Gelişti. Bu gelişmenin içine adamdan beklenenlerin giderek azalması gerekti. Bu beklenti, adam olmayanların adam olmaları için en sağlıklı yoldu… Adam, devlet değildir, her istediğinizi karşılayamaz. Karşılamamalıdır da zaten.
“Ne zaman adam oluruz” sorusunda bir zaman, tarih ve vade saklı değildir. Koşullar vardır. Yinelenir. Aşırı durumlarda, adamlığın boyu kısalır… Hem tereddüt halinde hem de ivedilikte adamlık olayı devre dışıdır. Adam olmak bir sakin duruş ânıdır. Her şeye karışmaz. Savaştan, dövüşten, baygınlıktan sonra bakılan bir kullanma kılavuzu gibidir. Adamlardan önce heyecan, kin, nefret ve tutkular çağırır. Adamın tek tutkusu kalmak’tır.
(Adamın İcadı, halilgokhan.blogspot.com)
4.
Zorluk şurada başlıyor aslında: Tanrı, karşısında şairi bulurken, şair kendi karşısında dil ve aklı buluyor. Sözden yazıya uzanan Tanrı’nın olanaklarıyla devinen şairlik kurumu gerçekten de olanaksız bir rekabetin tam ortasında. Tanrı-şair kapışması bir rekabeti simgelemiyor. Çünkü Tanrı ve şair rakip değiller; düşmanlar belki. Tanrı anlatırken, şair söylüyor. Tanrı yer ve kanıt gösterirken, şair sözünü giderek uzatıyor. Metafor ve alegoriyle; Alegori ve Metafor’un alegori ve metaforuyla; zaman/mekanın ironisiyle yapıyor bunu. Şairin gücü daha fazla çünkü açık bir alanda, Tanrı’nın klostrofobisini tüketerek yürüyor. Karşısında Tanrı yok. Bu yüzden rakip değiller.
(Tanrı ve Şair, Yazının Hyper Derecesi, denemeler 4. BASIM 2017)
5.
Savaş çocukluktan itibaren başlar. O dünyaya hâkim olmak istemenin tomurcuğundan fırlayan tahta kılıçlar, çakıltaşından mermiler ve ölüm taklitleriyle yola çıkarız hepimiz sonumuzdaki şiddete doğru.
İnsan, soyunun geleneklerine ve geldiği olduğu yere bakmadan çaresizce özgür olmak ister. Hiç özgür olmadan özgürlüğü istemek özgürlüğün tek çelişkisidir.
(Askeri İtaatsizlik, 2018)
(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)
50 Alıntıda Hayat Ağacım 2
29 Aralık 2016 Perşembe
Felsefenin Çöküşü
![]() |
Rembrandt, Filozof, 1632 |
Gerçek bir yolculuk filozofu olan kardeşime...
Felsefe çok yakın bir süre önce başıma çöktü kaldı. Hem de 100 ton ağırlığında. *
Atmosfer kadar düşüncelerin ve kavramların beynimize olan basıncını kestiremiyorum, ne var ki düşünceler üzerine düşünmek -ki buna hala felsefe deniyor mu emin değilim- şimdilerde zor bir uğraş.
Bunun dışında felsefenin, dinin başaramadığı şeyi de yapması imkansız görünüyor: Çok eleştiri toplayan ve uzmanlarca çabuk eğilip bükülen "halka inmek-popülerlik-anlaşılırlık" iddialarının tersine, ki bunların da aslında felsefe mabedinin bekçilerince ortaya çıkarıldığına ve ötekilerin üzerine bir suç gibi atıldığına inanıyorum; başarılması gereken şeyin sadece yürümeye, ilerlemeye ve uzlaşmaya devam etmek olduğunu düşünüyorum.
İnsan için yola çıkan bütün disiplin, ideoloji ve savaşların en sonunda insandan başka her yere vardıklarını; totalitarizmler, despotluklar yarattıklarını ve erklerini onların korunup kollanmasına harcadıklarını ve insanlık düşmanı haline geldiklerini çok iyi biliyoruz. Gücün bir tanımı da -kısa hafızasının yanı sıra- A noktasından yine A'ya gelmek olmalıdır ki güç, doğuşundan bu yana hep B'ye gideceğini bildirmiştir.
Fiziğin olayların nedenlerinin değişmez özellikleri üzerine düşünmesini eksik bulmuş olmalı ki filozoflar da -ki öncülleri tıpçılardır- olgular üzerine düşünmeye felsefe diyerek iki tarafa ayırdılar dünyayı ve evreni: Somut ile soyut. İlk başlarda insan kendi bedeni üzerine düşünmeye koyuldu; ne var ki "içini" açtıkça ve açtıkça bedenin tam olarak fiziksel bir şey olmadığını görmüş olmalılar ki tıptan felsefeye geçiş o kadar da zor olmadı.
Yerçekimini ilk hissettiği andan beri fizik kavramı dünyada hep varoldu, şu soruyla: Neden? Felsefe işte son birkaç bin yılda bu soruya talip oldu ve deyim yerindeyse bu soruyu dünyadan çaldı. Sakladı. Bulunmaması için kavramları yeniden üretti, karmaşıklaştırdı "çalılaştırdı" ve amacına ulaştı. Şimdi bütün bu düşünsel karmaşıklığımız; anlarken ve ifade ederkenki yaşadığımız zorluklar, kekemelikler tam anlamıyla felsefenin eseridir.
Ne var ki felsefe, insanın hep anlamaya çalışacağını, dünya-yaşam-insan üçgeni gizemlerinin üstüne hep gidileceğini, en az bir din ya da tıp kadar elit bir filozof kesiminin sürekli saygın olacağı düşüncesi üzerine düşünmekten başka bir şey yapamadı. Bir dala tutunmaya çalışma önerisinde bile bulunmadan insanın yaptığı patinaj üzerine değil de balçık hakkında temrinlere girişti ve böylelikle kendi evrensel patinajını ustalıkla gizledi.
Gizlenmekten gözlemeye, susmaktan konuşmaya vakit bulamadı felsefe. Ve insanın düşünsel geleceği üzerine harika bir fırsat daha kaçmış oldu.
Şimdi ne yapacağız, demiyorum; hâlâ birşeyler yapıyoruz zaten. Belki dille, anlatımla, hafızayla daha çok uğraşmaya kaçarak şimdilik felsefi kurtuluşumuzu geciktirmeyi kabullendik, ama ondan vazgeçmedik.
İnsan için gerçek bir kurtuluş var mı, eğer ki 125 milyar galaksilik bir evrende bu gezegende hiçbir şeyden habersiz ve cahil şekilde "uyanmış olmak" bir kurtuluşu gerektiriyorsa? Varsa bu kurtuluş zihinsel mi olacak yoksa bedensel mi? Akıl yoluyla mı şimdiye değin oluşmuş olandan hoşnut olmadığımız biz'den kurtulacağız yoksa hayal ya da onun sapkın rakibi inançla veya inanmaya inanmamakla mı?
Soru olarak görünseler de bu cevapları çok merak ediyorum gerçekten de.
* 100 Terimde Bütün Felsefe, yeni baskı, 2017, Halil Gökhan, Kafekültür Yayıncılık

9 Eylül 2014 Salı
Çok satanlar kitaplar çok okunuyor mu?
Hayvanların da okuduğunu anladım: Koku, tat... Belki daha az renk, ışık, ama evrimlerindeki tesadüflere bayılmamak elde değil onların. En dengesiz ve değişken çevreleri olarak onların gerçek evrimi biz insanlarız.
Yazarken böyle haritanın rasgele başka bir ucundan konuya girmelere de bayılıyorum. Yüzbinlerce kitapla tıklım tıklım dolu olan bir kütüphaneden bir kitap seçip alır gibi. Belki de öyle bir kütüphanem olmazsa bir daha asla okumam. Yazarları, kütüphanecileri, belediye başkanlarını ve kültür bakanlarını tehdit ediyorum açıkça. Bana o okuyacağım kitapların gömülü olduğu büyük kütüphaneyi bulun getirin.
Aynı soruyu birçok fiil için sorabiliriz.
Ya Bunlar Gerçekten ......... mu? olarak bir şablon koyalım hatta ortaya.
Peki buradan varacağımız sorun ne?
Hiçbir sonuca neden artık eskisi kadar güvenmiyoruz? Neydi araya giren? Eskiden de güvenmiyorduk, varsayıyorduk.
Okumayı, istediğimiz cevaba uygun şekilde tarif edersek -biraz akıl karışılığı yaratarak- olur bu iş. Yani sevmediğimiz içeriklerin aslında okunmadığına herkesi ikna edebilirim öyle değil mi?
Bir içeriği bazı nedenlerle sevmeyiz: Konular, türler ve yazarlar bizi açıkça çekmez. Geçerli, mantıklı nedenler de olmayabilir bunlar. Açıkçası ya yıldızlarımız uyuşmuyordur ya da bir noktada kesişmiyoruzdur.
Bu, o tür ve yazarların kötü oldukları anlamına gelmez. Aksine bir de bol tüketiliyorlarsa başlar çalmaya çanlar. Daha çok sinir olur ve öfkeleniriz onlara, onları okuyanlara ve gözümüzün içine bakıp "bugün bunlar okunuyor" diyenlere, demek isteyenlere...
Geriye tek bir silah kalıyor: "Ya Bunlar Gerçekten Okunuyor mu?" diye sormak. Şimdi geldik mi o kavşağa? Yerine göre okurun, işimize göre yazarın, kimine göre de zamanın beğenilmediği, burun kıvırıldığı ana...
Bir dakika... Biz niçin okuyoruz ki? Başkalarının ölçülerini neden karıştırıyoruz işin içine? Biz sakin sakin ....'mizi, .......'müzü, .....'muzu okurken (yazar isimleri özellikle vermedim ama anlayanlar anladılar bence) A'nın B'nin, C'nin çok tüketilmesi bizi neden rahatsız ediyor. Bence ediyor, şu sebeplerden:
-İyi okur olduğumuza dair düşüncemizde sarsılma olma tehlikesi
-İyi okurun sayıca çok ve iyi kitabın sayıca fazla olduğuna inanmama eğilimi
-Kültürel bir ortam içinde kitap, yazar ve içerik soluduğumuzu düşünen, sosyo-kültürel ayrıntılara, ayrımlara dikkat eden bir takıntılılık içinde olma
-Vasat ve sıradanı kültür alanından kovma isteği
-Gelişime, çağdaş, etik, estetik ve modern yaşama; daha iyi ve güzel olan inanca bağlılıklarımızın kalıcı bir ilişki olduğuna dair derin arzu
A, B ve C gerçekten okunmasın istiyoruz. Yalandan, imrentilerle ve markacılık histerisiyle... Onlarda düşünsel derinlik ve aydınlatıcı unsurlar bulunmasın istiyoruz. Bir tür okumadan "onları biliyoruz"... Sanatsız sözler ve sözsüz bir yazı sanatıyla devşirilmiş başı-boş kitaplar hepsi de öyle değil mi?
Bir trenle giderken yerin ve rayların durup trenin hareket etme kuralının geçerli olmasını istiyoruz değil mi?
Ama yakışıyor mu bunca kültürel entelektüel amaca ve arzuya bu kuralcılık? Asker gibi ne o, soldan sağa okunacaaak oku!
Kültür dediğin ya büyük bir boşluksa savrulmaksa, kaybolmaksa?
Eskiden sorardı yazarlar hep bir ağızdan "Ey okur neredesin?"
Şimdi hep bir ağızdan soruyoruz: "Ey yazar neredesin?"
Arkakapak.com
11 Eylül 2013 Çarşamba
Hayat Ağacı
Dünya
Tohumlardan yaptım seni. Nerede ağaçsın, nerede bahçe, nerede orman... bunları sen bileceksin... Bir gün sana yetmez her şey, adına tarih dersin. Bu savaş sana yetmeyebilir, bir inanç bir öç: Hadi durma hak de adına, hukuk ve dürüstlük. Kazanırsan her türlü suçtan arınırsın. Budur adaletin batmayan tufan teknesi.
Çöllerinde güneş saatlerinden başka bir şeye yer yokken, kum tanelerinden yaptım seni. Kardeşini öldürdün ve seni yargılayanları da toprağa gömdün. Seni yok etmeye çalışan her şeyi yok ettin. Yokluğa kadar sıra geldiğinde zafer kahkahalarına son veren bir hayat ağacı belirdi toprağında. Onu senin sandın.
Ve böyle başladı bütün hikayen.
İnsan
Nefesten yaptım seni. Seni solurken nefret tutmadım, terk etmedim dünyanı. Seni hiç kimsenin doğurmasına izin vermedim. O dar boyundan dünyaya geçmek zorunda mıydın? Baktın doğaya: Kozalar, çiçekler, meyvelerle doğuyor her şey.
Hayat
Tozlardan yaptım seni. Her geçtiğinde hatırlamasın seni zaman. Kaldığını görmesin. Uzun süren aralıklarla aksın hatıralarımız.
Tohumlardan yaptım seni. Nerede ağaçsın, nerede bahçe, nerede orman... bunları sen bileceksin... Bir gün sana yetmez her şey, adına tarih dersin. Bu savaş sana yetmeyebilir, bir inanç bir öç: Hadi durma hak de adına, hukuk ve dürüstlük. Kazanırsan her türlü suçtan arınırsın. Budur adaletin batmayan tufan teknesi.
Çöllerinde güneş saatlerinden başka bir şeye yer yokken, kum tanelerinden yaptım seni. Kardeşini öldürdün ve seni yargılayanları da toprağa gömdün. Seni yok etmeye çalışan her şeyi yok ettin. Yokluğa kadar sıra geldiğinde zafer kahkahalarına son veren bir hayat ağacı belirdi toprağında. Onu senin sandın.
Ve böyle başladı bütün hikayen.
İnsan
Nefesten yaptım seni. Seni solurken nefret tutmadım, terk etmedim dünyanı. Seni hiç kimsenin doğurmasına izin vermedim. O dar boyundan dünyaya geçmek zorunda mıydın? Baktın doğaya: Kozalar, çiçekler, meyvelerle doğuyor her şey.
Hayat
Tozlardan yaptım seni. Her geçtiğinde hatırlamasın seni zaman. Kaldığını görmesin. Uzun süren aralıklarla aksın hatıralarımız.
Etiketler:
ağaç,
edebiyat,
hayat,
Hayat Ağacı,
nesir şiir,
şiir
6 Temmuz 2013 Cumartesi
Dua
49. Ve senin ışıklı yüzüne dönüp hayatı gözlerinde aradım.
48. Ve kem söze kör kalbe aldandım ve bakışlarına sığındım.
47. Ve ben hep sana döndüm, kaderimden kaçamadım.
46. Ve cenneti yanlış yerde aradım ve ayaklarına kapandım.
45. Ve sesinle başlayan, gülüşünle duran zamanı yakaladım.
44. Ve içi boş kubbelerde pervaneler gibi yalpaladım.
43. Ve ıssız, sahipsiz şehirlere sürgün edildim ve gizli bahçene vardım.
42. Ve ayaklarıma bitmeyen tutku yollarını sarmaladım.
41. Ve aşkına ibadetti uçurumdan sarkan her adım.
40. Ve güneşler vazgeçti ateşten, sana yanmaktan yorulmadım.
.....
26 Haziran 2013 Çarşamba
Daha iyi günler olmayacak...
Tam ortada
İki suret var
İkisinde de sen varsın
Ben kenarda korkuyordum sen şarkılarını söylerken
Kıskançtım çok yaşayanlara karşı
Sana kendi yolunda kilometrelerini geç söyledim
Kavşaklarına köprü yolcularına dur dedim
......
Hayat seni tam ortadan ikiyle daha çarptı
Kırık camlardı adını söyleyemediğim kayıp pencere
Gözlerini gözlerime bağlayan
Ve her gün çöller gibi sahte ağlayan bakışlarıma karşı
Soyundun çıplak ve merhametli
İki suret var
İkisinde de sen varsın
Ben kenarda korkuyordum sen şarkılarını söylerken
Kıskançtım çok yaşayanlara karşı
Sana kendi yolunda kilometrelerini geç söyledim
Kavşaklarına köprü yolcularına dur dedim
......
Hayat seni tam ortadan ikiyle daha çarptı
Kırık camlardı adını söyleyemediğim kayıp pencere
Gözlerini gözlerime bağlayan
Ve her gün çöller gibi sahte ağlayan bakışlarıma karşı
Soyundun çıplak ve merhametli
Daha iyi günler olmayacak... Bunlar bize kalanlardı
Daha az acılar belki, çok tuzlu bir deniz ve mavi gözyaşları kıyısında
Hatıranı kalbinmiş gibi saklayacağım sen bana sabah uyanınca
Gözlerinden öpeceğim tedbir olarak. Hayat...
daha çok çılgınlığa izin vermeyebilir...
Daha az acılar belki, çok tuzlu bir deniz ve mavi gözyaşları kıyısında
Hatıranı kalbinmiş gibi saklayacağım sen bana sabah uyanınca
Gözlerinden öpeceğim tedbir olarak. Hayat...
daha çok çılgınlığa izin vermeyebilir...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)