kitabevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitabevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Temmuz 2021 Perşembe
Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?
Kendime de soruyorum: Hayatım boyunca kaç kitap okuyabilirim?
Okumaya başladım başlayalı ilk meraklarımdan birisiydi bu ve geçtiğimiz zamanlarda bunu cidden anlamanın ve öğrenmenin peşine düştüğümde 27.000 ile 1200 arası rakamlarla karşılaşınca, pişman oldum demeyeceğim, ama gerçekten de hevesim çok azaldı. Zira bu araştırma merakının arkasından belki de hepimizin okuma alışkanlıklarımızı sorgulamamıza yol açacak, belki de verimli, keyifli okumalara, seçimlere yönelebileceğimiz çeşitli veriler ortaya çıkacaktı.
Kitap okumanın ya da genelde okuma pratiğinin kitap ya da sayfa sayısı olarak hesaplanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Öyleyse bu sayı, az ya da çok, ve onu bilmemiz ne işe yarayacak her şeyden önce? Sanırım bu uyanış bizde ilkin bir rahatlamaya yol açacak ve en azından Türkçede 150.000'e yaklaşan tedarik edilebilir-okunabilir kitap sayısına daha sakin bakmamızı ve o yığını seçimlerimiz sayesinde doymuş olarak kabul edebilmemiz sağlamış olacak.
Hangi 4000 kitap / 1 Ömür?
Bu hesabı tam olarak yapmamızı engelleyen bir unsur da hayatımız boyunca okuyabileceğimiz kitap sayısının yaş, dönem, ihtiyaç ve sosyal-ekonomik koşullara göre sürekli olarak değişecek olmasıdır.
En sonunda şuna karar vermek zorunda hissettim kendimi: Sayılardan uzaklaşıp sayıları ne olursa olsun ne kadar yerine hangi kitapları -tabii zaman içinde onları neden- okuyacağımı öğrenmem daha doğru bir tutum olacaktı. Ve kafamdan gitmeyen rakamsa 4000 kitap / 1 Ömür'dü genellikle, ama HANGİ 4000 KİTAP?
Burada gerçekten de büyük bir kapsamdan söz ediyorum, henüz kitap ve yazar çeşitlerine girmeden. Kimse durduk yerde ömrünü 4000 kitap okumaya adamak zorunda değil; belki de hayatın yarısından sonra bu sayı 400'e de düşebilir tecrübeler ve yaşantılar arttıkça bilgi-sentez yolculuğunda bilinçliliklerimiz çoğaldığı sürece.
Sonuç olarak 4000 kitabın "varmam gereken değil", çıkmam gereken nokta olduğuna karar verdim. Ben ömrüm boyunca 4000 kitaplık bir okuma yolculuğu yapmış olmalı ve son noktada kaç kitap okumuş da olsan zihinsel hacim olarak yaptığım yol bu kadar kitaba denk düşen bir keyif, zevk ve giderilmiş-doyurulmuş merak ve dürtülerine sahip olmamı sağlamalıydı.
Bilmek, Anlamak ve Olmak-Yapmak
Bütün sıra işte bu. Eğer kitaplarınızla işiniz olacaksa ömrünüz boyunca, onları salt eğlence aracı olarak bile görmenizde bir sakınca yok... Bizler, bize bizi gösteren eşdeğer aynalar yaratarak kurduk uygarlığımızı. Sadece dil değil, kültür farklılıklarımızı bile kapatıp anlaşmaya, hayatı ve kendimizi anlamaya çalışırken bu eşdeğer aynaları, yani bize bakan aynalara, yani kitaplara her zaman ihtiyacımız olacak. Eğlencelerimiz yorgunluklarımızı ve bıkkınlıklarımızı alarak hayatımıza kısa süreli ve sık yeniden dönüşlerimizi yumuşatırlar. Sıralaması çok önemli değilse de önce bilip, sonra anlayıp en sonunda da gereken neyse onu yapar ya da oluruz. Hiçbir ilerini alır onları şey bitmez, gene aynalardan görüntülerimizin bilgilerini alır ve yine onların uzantısında yine gerekenleri yapar ve oluruz. Kitap bu işlemler içinde en sessiz ve sadık rehberlerdir.
Bu güzel ve anlamlı yolculukta gerçekten de hepimiz kendi 4000 kitabımızın neler olduklarını en azından simgesel düzeyde bilip anlamalıyız.
Bunca satırı neden yazdığıma gelince. Kitabone ve İDEAL KİTAPLIK ile başlayan okuma kültürünü geliştirme fikirlerimin yeni durağı bu "Hayatın boyunca kaç kitap okuyabilirsin?" sorusu. Çok kısa zaman içinde bu sorunun somut cevaplarını proje, ürün ve hizmete dönüştürmeyi tasarlıyorum.
Meraklılarına daha verimli ve isabetli okuma yolculukları dileğiyle...
19 Kasım 2020 Perşembe
Genç Bir Yazara Öğütler 7

Sevgili Genç Yazar.
Kitaplarımı alıp okumak yerine bir yazı sanatı etkinliğime katılmak istediğinizi söyleseydiniz nazikçe bunu reddederdim.
Kitaplarım, bu iş, yani yazı sanatı öğretilemediği için var. Tıpkı binlerce onbinlerce memur ve bürokratın işgal ve meşgul ettiği kadrolara rağmen devlet işlerinin ve "milli vazifelerin" bir türlü doğru düzgün olamadığı gibi.
Fakat yine de yazarzedesiniz demek istemem ben hitap ettiğim kişiye. Çünkü bu işi tam olarak kafaya taktığımda vakit artık çok geçti. Neredeyse dünyayı saran bir dalga gibi yazı sanatının öğretilebilir olduğu kanısının neden olduğu hava hareketleri gördük, yaşadık ve ona maruz kaldık. Ve çoğu atmosfer hareketinde olduğu gibi bunlar da kendi etrafında dönen, bir yere gitmeyen yer değiştirmelerdi.
* Yazı Atölyesi, 2021, H.G. (önsöz'den)
Fakat yine de yazarzedesiniz demek istemem ben hitap ettiğim kişiye. Çünkü bu işi tam olarak kafaya taktığımda vakit artık çok geçti. Neredeyse dünyayı saran bir dalga gibi yazı sanatının öğretilebilir olduğu kanısının neden olduğu hava hareketleri gördük, yaşadık ve ona maruz kaldık. Ve çoğu atmosfer hareketinde olduğu gibi bunlar da kendi etrafında dönen, bir yere gitmeyen yer değiştirmelerdi.
Bilinçli değildi belki ve tek masumiyeti de bu olabilir, ama sonuç olarak her doğal felaket gibi failsiz ve sonuçsuz kaldı bu hareketler; yeteri kadar da zarar verdi. Bu gözün hiçbir şeyi görmediği tufanda başka zararlılar da türedi. Onlardan da süremiz ve yerimiz yettiğince söz edeceğiz, zira bu yazma işi Amazonlar’daki bir kelebeğin kanat çırpması da dahil olmak üzere bütün fenomenleriyle devasa, harika bir kültürel eko-sistem ve de asla bir atölyeye indirgenemez. Kaldı ki bu değerli işin en basit ve alt kademesi bir Akademi olmayı hak ederdi. Ne yazık ki dilimizde böyle bir çaba ve uyanış yok.
Muhakkak -bu satırların yazarı başta olmak üzere- bir çatı kurumsallığı olması gerektiği düşünülmüştür kuşaklar ve kuşaklar boyunca. Sadece ben, onlarca yazar dostuma ve yüzlerce yakınıma, çılgınca, senelerdir bu arzumu anlatır dururum ve henüz benimkine eş bir heyecan yansıması gözlemleyemedim. Bunun için de üzülmüyorum. Bu bana doğru düşündüğümü gösteriyor.
Yazı sanatı etkinlikleriyle olan sorunumu şöyle ifade edebilirsek daha çok çözüme yaklaşmış sayabilirim kendimi: Henüz icat edilmemiş ve ihtiyaç da olmayan bir ürünü küresel bir pazarın en önemli mamülüymüş gibi şevk ve zevkle yarattığınızı, ardından da olacakları düşünün. Tabii ki hevesleriniz kursağınızda kalır ve asla hedefinize ulaşamazsınız. Bu örneğin tam olarak yerine oturması için bu boş çabaya aslında holdingi ve parası olmayan, ama patron ve sanayiciymiş gibi rol yapan ciddi görünümlü kişilerin ortalığı kasıp kavuran değer yargılarını da ekleyin. Ortalık tam bir deliler tekkesi değil de nedir ki? Gözden sürekli kaçırılan zararları bir yana, herhangi bir yarar gözetilmesi öne sürüldüğünde, konunun tamamen usta-çırak sürecinde neden takılı bırakıldığını hiç kendinize sorduğunuz oldu mu? Çünkü:
“Bu işte çırak yoktur, çünkü ustanın da kim olduğunu zamanın kendisi dahil hiç kimse bilmemektedir.”
Bunu siz de bilmiyordunuz, fakat böyle anlattılar sonuçları sorguladığınızda. Yani sanat işinde bir sıraya geçmeniz gerektiği, olmanıza ve pişmenize rağmen uyulması gereken bazı kurallar yüzünden beklemeniz gerektiği öğretildi. Hani yazı sanatı öğretilecekti. Evet kesinlikle katılıyorum, sanat eğitimi vardır, olmalıdır; elbette akademilerde ve salt zihinsel olmayan uygulamalı sanatlar için daha çok geçerli olmak üzere. Matbaacılık ve grafik bölümlerinden yazar çıkamayacağı gibi –hedefleri bu olmadığından-üniversitelerin edebiyat bölümlerinden de yazar çıkmadığı çıkamayacağı çok aşikârdır. Kaldı ki bu konu hiç açılmadan kapanmış nadiren talihli olduğumuz şeylerden birisidir, zira çoğu dil ve edebiyat mezunu eğitim sektörüne adım atmak zorunda kalmaktadır akademik istihdamsızlıklardan ötürü. Eğer ki dil ve edebiyat kadroları bölüm mezunları kadar mevcut olsaydı en azından edebiyatımız ve edebiyat entelijansiyamız böyle mi olurdu? Ve elbette edebiyatçı tabiri çoğunlukla akademik kökeni işaret ederdi. Böyle birkaç dergi ve kitaptan sonra ayağınıza geliveren bir kariyer olmazdı edebiyatçılık.
Ünlü bir Fransız filozofun dediği gibi dil de bir hapishanedir. Ana dilin gerçek oluşumunu yaşadığımız bebeklik çağlarımızı ikinci kez yaşayamayacağımız için hayatımızdaki seçmediğimiz tek anadil deneyimimizi geçirirken onun kendi tarihi içinden süzülüp bugüne gelerek yarattığı çevre ve iklim koşullarına da doğal olarak maruz kaldığımız bir gerçektir. Bu gerçeğe hayıflanarak ömür de geçebilir, yetersiz bulduğumuz çevre ve iklim koşullarına maruz kalmaktansa orada daha iyi yaşamamızı sağlayacak cesur adım ve devinimleri, kariyerimizden ve arzularımızdan ödün vermeden hayata geçirmek de en olumlu çözüm olabilir. Bunların iyisini ve onurlusunu seçmek, kendine sürekli olarak bir çıkış yolu, bir formül arayan atölyezadeler için en iyi çözüm olmalıdır, diye düşünenlerdeniz şahsen.
Ve işte bu kitabı * bu yüzden hazırladık. Seni veya sizi “yazı” ile başlayan her türlü mekândan geriye, tek parça getirebilmek için. Biz bir yere gitmeyeceğiz. Senden başka hiç kimse ve hiçbir yer yok inan ki. Ve seni büyüleyici söz ve manipülasyonlarla etkilemeye çalışmayacağız; seni aldatmayacağız ve hatta kendimizi de aldatmayacağız. Yenilmeyeceğiz ve vazgeçmeyeceğiz. Senin de öyle yapmanı diliyoruz.
Senin rehberin olacak bu kitap, başka birçok kitapla birlikte yeniden yazıldı.
Senin için.
Eğer bir gün yollarımız bir yerde kesişirse, şimdiden birbirimizi asla tanımamış olmayı tercih edeceğiz açıkyüreklilikle. Biz diyoruz ki cesaretin gözleri olmamalı. Yanlış bir hisse kapılıp bize bakmaya çalışsanız da görememeniz için kör bırakmak zorunda kaldık, insan ve dünya için yapacağın bütün iyiliklerdeki yersel merakı.
Geleceğin ve şimdinin yazarları için hep bir ağızdan bu kitabın bir yazı atölyesi olmadığını söylüyoruz. Belki öyleydi, ama biraz önce belki de herkes yanlış adres zannıyla çekip gitti.
İyi okunmalar.
Yazı sanatı etkinlikleriyle olan sorunumu şöyle ifade edebilirsek daha çok çözüme yaklaşmış sayabilirim kendimi: Henüz icat edilmemiş ve ihtiyaç da olmayan bir ürünü küresel bir pazarın en önemli mamülüymüş gibi şevk ve zevkle yarattığınızı, ardından da olacakları düşünün. Tabii ki hevesleriniz kursağınızda kalır ve asla hedefinize ulaşamazsınız. Bu örneğin tam olarak yerine oturması için bu boş çabaya aslında holdingi ve parası olmayan, ama patron ve sanayiciymiş gibi rol yapan ciddi görünümlü kişilerin ortalığı kasıp kavuran değer yargılarını da ekleyin. Ortalık tam bir deliler tekkesi değil de nedir ki? Gözden sürekli kaçırılan zararları bir yana, herhangi bir yarar gözetilmesi öne sürüldüğünde, konunun tamamen usta-çırak sürecinde neden takılı bırakıldığını hiç kendinize sorduğunuz oldu mu? Çünkü:
“Bu işte çırak yoktur, çünkü ustanın da kim olduğunu zamanın kendisi dahil hiç kimse bilmemektedir.”
Bunu siz de bilmiyordunuz, fakat böyle anlattılar sonuçları sorguladığınızda. Yani sanat işinde bir sıraya geçmeniz gerektiği, olmanıza ve pişmenize rağmen uyulması gereken bazı kurallar yüzünden beklemeniz gerektiği öğretildi. Hani yazı sanatı öğretilecekti. Evet kesinlikle katılıyorum, sanat eğitimi vardır, olmalıdır; elbette akademilerde ve salt zihinsel olmayan uygulamalı sanatlar için daha çok geçerli olmak üzere. Matbaacılık ve grafik bölümlerinden yazar çıkamayacağı gibi –hedefleri bu olmadığından-üniversitelerin edebiyat bölümlerinden de yazar çıkmadığı çıkamayacağı çok aşikârdır. Kaldı ki bu konu hiç açılmadan kapanmış nadiren talihli olduğumuz şeylerden birisidir, zira çoğu dil ve edebiyat mezunu eğitim sektörüne adım atmak zorunda kalmaktadır akademik istihdamsızlıklardan ötürü. Eğer ki dil ve edebiyat kadroları bölüm mezunları kadar mevcut olsaydı en azından edebiyatımız ve edebiyat entelijansiyamız böyle mi olurdu? Ve elbette edebiyatçı tabiri çoğunlukla akademik kökeni işaret ederdi. Böyle birkaç dergi ve kitaptan sonra ayağınıza geliveren bir kariyer olmazdı edebiyatçılık.
Ünlü bir Fransız filozofun dediği gibi dil de bir hapishanedir. Ana dilin gerçek oluşumunu yaşadığımız bebeklik çağlarımızı ikinci kez yaşayamayacağımız için hayatımızdaki seçmediğimiz tek anadil deneyimimizi geçirirken onun kendi tarihi içinden süzülüp bugüne gelerek yarattığı çevre ve iklim koşullarına da doğal olarak maruz kaldığımız bir gerçektir. Bu gerçeğe hayıflanarak ömür de geçebilir, yetersiz bulduğumuz çevre ve iklim koşullarına maruz kalmaktansa orada daha iyi yaşamamızı sağlayacak cesur adım ve devinimleri, kariyerimizden ve arzularımızdan ödün vermeden hayata geçirmek de en olumlu çözüm olabilir. Bunların iyisini ve onurlusunu seçmek, kendine sürekli olarak bir çıkış yolu, bir formül arayan atölyezadeler için en iyi çözüm olmalıdır, diye düşünenlerdeniz şahsen.
Ve işte bu kitabı * bu yüzden hazırladık. Seni veya sizi “yazı” ile başlayan her türlü mekândan geriye, tek parça getirebilmek için. Biz bir yere gitmeyeceğiz. Senden başka hiç kimse ve hiçbir yer yok inan ki. Ve seni büyüleyici söz ve manipülasyonlarla etkilemeye çalışmayacağız; seni aldatmayacağız ve hatta kendimizi de aldatmayacağız. Yenilmeyeceğiz ve vazgeçmeyeceğiz. Senin de öyle yapmanı diliyoruz.
Senin rehberin olacak bu kitap, başka birçok kitapla birlikte yeniden yazıldı.
Senin için.
Eğer bir gün yollarımız bir yerde kesişirse, şimdiden birbirimizi asla tanımamış olmayı tercih edeceğiz açıkyüreklilikle. Biz diyoruz ki cesaretin gözleri olmamalı. Yanlış bir hisse kapılıp bize bakmaya çalışsanız da görememeniz için kör bırakmak zorunda kaldık, insan ve dünya için yapacağın bütün iyiliklerdeki yersel merakı.
Geleceğin ve şimdinin yazarları için hep bir ağızdan bu kitabın bir yazı atölyesi olmadığını söylüyoruz. Belki öyleydi, ama biraz önce belki de herkes yanlış adres zannıyla çekip gitti.
İyi okunmalar.
* Yazı Atölyesi, 2021, H.G. (önsöz'den)
13 Temmuz 2017 Perşembe
Biz Mal mıyız?
Bir Kitabın Her Şeyle Boşuna Monologu
Acaba tanışıyor muyuz gerçekten?
Birbirimizi anlamak bir yana -ki senin beni anlaman sözkonusu sadece- şu an dünyanın ve evrenin bütün dillerinde konuşuyor olabilirim ve sense kafayı kolayca ortak bir dil safsatasına takmış olabilirsin, dilin nihayetinde bir iletişim aracı olduğunu ve giderek her türlü zenginlikten, kapsamdan arındırılıp "herkesin anlaması ve anlatması" için genel bir sadeliğe oturtulması gerektiğini düşünerek.
Hiç de öyle değil. Ama konumuz gerçekten de bu değil. Konumuz ben.
Ben: Kitap.
Çok yanlış zamanlarda ve yanlış yollarda bir araya geldik. Bunu pek umursamadım. En azından sadece ben. Sense benden çok korktun ya da bana fazlasıyla güvendin, derin çıkar ve hesaplar içinde veya harikalar dünyaları yaratarak zihninde.
Benim hep sen olduğumu, olacağımı düşündüm, bu gerçek. Senden asla vazgeçmedim, sabrettim, yılmadım. Ve bu halim, formum benim tercihim değildi. Sen karar verdin, değiştirdin sürekli beni. İçimi dünyanın almayacağı şeylerle doldurdun; bir şifreyken parola, bir anahtarken kapı ve duvarken dağ yaptın beni. Derken sınırlar ve ülkelerle bu uzun hapis hayatına başladım.
Ben zamana ya da mekâna ait değildim. Verilmiş bir sözüm yoktu. Hiçbir şey anlatmayacak ve anlamayacaktım. Sadece bir adım. Ve sendeydi tüm harita.
Kendime değerler, payeler biçmedim; düş ya da sanrı olmadım.
Konulduğum yerde, hep yazıldığım ve basıldığım biçimde kum saatinden yayılan tozlar içinde senin zamanına katıldım.
Dediğim gibi daha başka, daha başka yerde ve sen de daha başka birisi olabilirdin benimle. Ne yazık ki zamandan daha zor bir kavram olan hatırlama eyleminde bile sana yeteri kadar yardımcı olamadım istemediğin sürece. Ben hep yaşadım ve sen hep kendi savaşlarında öldün. Oysa ölümsüz ve buradaydım.
Acaba tanışıyor muyuz gerçekten?
Bundan hayli kuşkuluyum. Hani senin çok sıklıkla başvurduğun bir huyun vardır: Her şey yolunda oyunu da diyebiliriz buna. Hafızanı hayatının temel ilkelerini bazen hemen unutmak için kullandığından bu oyuna zaman içinde çok yatkınlaştın. Çıkarlarını tehdit eden rakiplerini, sana göre yaşam haklarını sınırlayan düşmanlarını hep bu oyunla dize getirdin. Şimdi ve burada; benim bir Kitap öznesi olarak neden kültürden, tarihten ve o bitmeyen okuma güzellemelerinden sana bahsetmediğimi ve hiç bahsetmeyeceğimi anlıyor musun?
Zamanla eğlence kategorisine kadar gerilettin beni. Biçime ve tasarıma indirgedin. Neden düşmanca bana baktığını hala anlayabilmiş değilim. Kil tabletten parşömene, rulolardan kodekse geçmenin kronolojik ve kültürler önemleri varmış, kimin umurunda? Asıl bana yazmayı ve benden okumayı unuttuklarını hatırlamaya çalışmak yerine beni de paranın, eşyanın yerine yanına koydun; ruh iken madde, mal yaptın beni neden? Bunun hesabını ver bana. Bana kutsallık atfettikçe sen, üstümden beklenen ganimetler ve fırsatlar daha da alevlendi Herkesin gözleri kör oldu adeta kutsallığı, beni kullanarak yaymaya ve dayatmaya çalışmaya devam ettiğin zaman boyunca.
Ve zamanla biçimin en az söz kadar etkili olabileceği, değer taşıdığına dair tartışmaların da ortasına yalnız bıraktın beni. Ben modernliğe doğru nefes alabilmek için kaçarken, merkezkaç yeni felsefi ihbarların insafına bıraktın.
Hiçbir avuca sığmaz, ele gelmezken yinelenebilir ve kopyalanır hale getirdin beni. Ben çoğaldıkça, söylemek istediklerim azaldı. Ben konuştukça, okundukça üzerimdeki baskılar, aşağılamalar arttı.
Acaba tanışıyor muyuz gerçekten?
Ben Kitap. Ya sen kimsin?
Okur? Yazar? Basımcı? Yayımcı? Bürokrat? Anketçi? Kullanıcı? Gazeteci? Kimsin?
Ben çoğulum. Ben Kitabım. Biz kitabız. Sen muzaffer, yaratıcı, zengin, öngörülü, yetenekli, dahi, zeki, akıllı, güzel, kültürlü, entelektüelsin de...
Biz mal mıyız?
13 Haziran 2016 Pazartesi
Kitabın Gezi'si ya da 8. Kadıköy Kitap Günleri

1-5 Haziran 2016 günü Kadıköy Haydarpaşa Garı'nda güzel birşeyler oldu. Sanırım ilk kez okurlarla tanıştım hayatım boyunca. Hayır hiç imza günüm yoktu; son derece sınırlı sayıda kitabım vardı standımızda, çok azını da imzaladım; hatta bir arkadaş-okurum imzalamamı istemedi ve hayranlıkla şaşırdım ona yeni bir şey daha öğrenerek. Bu da sanırım olanların işaret fişeğiydi.
Tabii ben sadece bu arkasında durduğum 5.40 metreye 80 cm şeklinde dizilmiş birkaç bin kitabın içinden yazıyorum.
Bence kültür adına bu fuar Türkiye'de Kitabın Gezi'siydi. "Emniyetli" yayıncılar ve "güvenli" yazarlar bizi çevrelemişti iki ayrı peronda. Gaz maskeleri olarak sık sık tükettiğimiz kağıt bardaklar kullanıyorduk. Kitap standlarında ise elektrikler neredeyse kesilmişti. Pos cihazları ve kişisel taşınır bilgisayarlar dışında elektrik kullanmak yasaktı. Bunun, garın bir kez daha "yanabileceği" endişesi yüzünden yapılan dikkatli bir uygulama olduğunun farkındaydık. İyi ki mobil cihazlar şarj edilebildi orada ve Kitabın Gezi'sinin gerçek kareleri paylaşılabildi. İki gün aynı saatlerde yağan yağmur TOMA'larının karşısına gövdemizi siper edip kitaplarımızın üstüne kapandık, zira getirmediğimiz ama yarattığımız naylonlar kitapları örtmeye yetmemişti ve Gezici okurlar da bunu bir ritüel sanıp kapatılan naylonları yağmur altında açıp kafalarını içine sokarak kitaplarımızı incelemeye devam ettiler büyük bir olağanlık içinde. Buradan Avrupa yakasının daha az yağış aldığı sonucunu çıkardık ayrıca.
Hala kimse farkında değil aslında neler oldu. Bence resmen beklenen kesimden değil aynen Gezi'de olduğu gibi beklenmeyenlerden beklenmeyen tepkiler yağdı. Hem de sessizce, efendice.. Çünkü orada sadece kitaplar ve okurlar vardı. Olması gereken olduğundan kimse ne olduğunu anlamadı. Ve kitap kültürünün temaşa tarafının aslında ülkemizde saptırıldığı gibi danışıklı fuar yerleri olmadığı, ama tarihin ve talihin garip cilvelerinden birini bunun örneği olarak yaşadığımızı, bir daha olursa da aynısının olmayacağını iyice anladık. Aynı Gezi gibi 8. Kadıköy Kitap Günleri okurun yayıncıya, yazara, kitabevlerine, maniple hemcinslerine bir isyanıydı.
Anlayana.
Ben de kendime isyan ettim.
Kitap günlerinin her günü "bugün son yarın böyle olmaz" dediğim için. Bunu bildiğimi düşündüm böyle düşünürken, zira bildiklerim öğrendiklerimden ileri geldi hep şimdiye kadar ve şimdi anlamış bulunuyorum ki okur katında - ki aslında okurları hiç merak etmem onların devinimlerinin ölçülebileceğini düşünmediğimden ve bir yazar olarak da okurun kılıcını kafamın üzerinde değil de göğsümde saplı bulundurmayı tercih etmişimdir hep, çünkü hep kendimiz için yazarız, bu yazının temel iletim (iletişim değil) şansıdır, kendin için yazmadığın anlaşılırsa çok satarak ve en az okunarak ve zamanla da hiç satmayarak cezalandırılırsın, ey genç-yeni yazar kafana lütfen sok bunu, okuru düşünme, onun da seni düşündüğünü düşünme; bu işte iletişim diye bir şey yoktur; o kitap satıcılarının yazara müdahaleyle daha çok para kazanmayı düşlediği andır ve boz o anı - evet okur katında anlamış bulunuyorum ki okur tek başına vardır ve yazar vardır bir de gerisi başka alanların ürünüdür. Diyeceğim odur ki yazar ve okur - eğer bir araya gelmek istiyorlarsa, ki bunun pratik ve zihinsel değerlerini hiç anlamış değilim - asla bir araya gelemezler. Okur, imza seansında yazarını genellikle henüz okumadığı yeni kitabıyla büyülenmiş olarak bulur ve buna son derece üzülür, zira o, okuduğu kitabın filmini çekmiştir ve bunun hala bir gösterim cihazı keşfedilmediğinden, yazara bu filmi göstermek yerine anlatmak istemektedir. Araya giren imza ise tarihsel olarak bu imkansızlığın onayıdır.
8. Kadıköy Kitap Günleri'ne kadar neler oldu peki? Neler oldu da daha çok kitabın endüstriyel ilgililerine tokat atan bu isyan meydana geldi?
Efendim, kitap hala önemli bir modernist araçtır. Modern olmayan kitapların dünyayı ne hallere sürüklediğini gördük. Hala da görüyoruz. Kitap masumiyet tellallığı yapacaksa önce kendisi masum olmalıdır. Her kitap masum değildir. Buna hiç okunmamış, yayınlanmamış bir kitap da dahildir, çünkü her an patlayabilir... Şurası üzücü ki dünya yeniden sosyal medyalarla kitapları keşfetti ve sürekli manipülasyon, spekülasyon imkanları içinde bilmem kaç harflik, bilmem ne etiketlik cımbız ve büyüteçlerle onlara bakmayı, onları parçalamayı seçti deyim yerindeyse. Tam da bu satırları yazmadan önce bir arkadaşımdan gelen bir link beni iyiden iyiye çileden çıkardı. Sözkonusu linkin uzantısında yine şu 10-20-50'ci ve aslında yazı olmayan, aktarım değeri de taşımayan bir konu irdelenmişti: Şu Kadar Sayfadan Az Her Kayfede Okuyabileceğiniz Bilmemne Kadar Kitap.
Tabii ki inceledim. Kurucusu ve sahibi olduğum yayınevinin kitaplarından olmadığını anladıktan sonra derin bir oh çekerek sahifeyi kapattım. Ama şurama bir ok saplanmıştı resmen. Kitaplar arasında Albert Camus'nün Yabancı adlı romanı da vardı.
Efendime söyleyeyim iyi yazarlar, her yayıncının sadece tek başına yayıncısı olmayı düşlediği yazarlardır. Bir düşü nasıl paylaşabilir ki insan? Salt veraset süresi bitti diye bütün yayıncıların koro halinde bir yazarın hem de onun popüler kitabını intikam alırcasına yayınlamaları kusura bakmayın ama ticari orji gibi geliyor. Talihin cilvesi yayınlamakla övündüğüm yazarlar arasında veraseti tükenen yazarlar da vardır. Ama ben kesinlikle onları kitap piyasasındaki yaygın kullanım şekliyle değil hiç işlenmemiş ya da ilk kez işlenmiş haliyle yayınlamayı seviyorum. Bir kültür yayıncısı olarak benim ilk ödevimdir bu. Aynı zamanda bir zamanlar düzgün giden bu sektördeki iyi yayıncılardan uzak ve yakın mesafelerde gönüllü/gönülsüz aldığım derslerin görgüsüdür de bu.
Bu inanışla inandığım sevdiğim yazarların zamanla genç ölümlerle aramızdan ayrıldığı gibi ortak bir özelliğin üzerine yayınevimi kısmen inşa ettiğim sonucuna vardım bu kitap günleri sırasında. İrkilmedim bu acı gerçekle, tabii hemen savunmaya geçtim. İyi ünlü çağdaş ve yabancı yazarlar bütçe olarak çok meşakkatliydiler; üstelik çoğunun zaten yıllardır iyi yerli yayncıları vardı. Ama ben genç ölen yazarların yayıncısı mı kalacaktım hep? Böyle başlamamıştım ki zaten. İyi yeni yazarları bulmak, yeni ve iyi yazarlara yol açmaktı başından beri tek ve genel amacım. Falan filan... Ki bu fikrin hep peşindeyim henüz kendim de dahil başarılı olamasam da... Evet cidden çok zor ünlü ölümsüz ve ünsüz ölümlü yazarları arasında milyonlarca seçeneğe ve yeni müdahaleye açık bu bir yayıncı olmak.
Ve bu yazdan itibaren yazarlığıma yeniden dönmeye onu ve ona sımsıkı tutmaya/tutunmaya karar verdim. Bu tuhaf yayıncılık macerası benim için zihnen Kitabın Gezi'siyle bitti ve yazarlığım başladı. (Yayınevini kapatmıyorum bu arada, soranlara; aktif yazarlığımın yayınevine katacağı olağanüstü yeni sonuçlarla ilgilenen herkes şimdiden hazır olsun:)
Demem o ki bu minik fuar hem beş günde ülkenin en iyi kitap fuarı olma yolunda rekorlarla işe yeniden soyundu ve hem de bu konuda yeni rekor ve şaşırtıcı sonuçları oluşturma konusunda aktif ve tecrübeli yerel yönetim ve candan ekibiyle şu önemli işe ilk kez kendi çapında imza attı: Kitabın gerçek ilgilileri olan yazar ile okuru bir araya hem zihniyet hem de gerçek olarak bir araya getirmiş olmak. Tek dileğim bizde yanlış anlaşılan ve aslında dünyada sadece profesyonel olarak uygulanan, okurların hiç de ilgi göstermediği kitap fuarlarının adını ta ilk baştan Kitap Günleri olarak koyan Kadıköy Kitap Günleri yönetimi ve tüm çalışanları bizi yine Haydarpaşa Garı ambiyansıyla şaşırttı ve eminim buna yeni sürpriz ve başarılarla daha da fazlasıyla devam edecekler.
09.06.2016/Ankara
Not. Dikkat edilirse yazımı bitirmedim, sadece sonlandırdım. Bunu yaparken bu fuar için kaleme alınan yazıların birinde rastladığım uzun ömürlü olsun temennisine ayrıca hiç katılmıyorum, çünkü iyi şeyler ve Gezi'ler bir kere olur. Fuar benim için bitti ve ben uyandım. Başka şeyler yapmak ve olmak zamanı.
Etiketler:
devrim,
eylem,
fuar,
gar,
gezi,
Haydarpaşa,
Kadıköy,
kitabevi,
kitap,
kitap fuarı,
kitapgünleri,
okur,
tren,
yayıncılık,
yazar
6 Aralık 2012 Perşembe
B Kitap, buyrun benim!
Perşembe günü Microsoft ve Barnesandnoble.com
kişisel bilgisayarlar ve cep telefonlarından
okunabilecek elektronik kitapların satış planını açıkladılar.
REUTERS, 1 Haziran 2000
Önlenemez tarihsel soru: B Kitap nedir?
B Kitap, e-kitabın daha çok söylem ve eylemlere oturduğu son on yılda standarttan adının yeniden söylenmesine doğru bir ihtiyaca yürüyen kitap türüne verilen addır: Basılı kitap!
Basılı'yı B olarak adlandırmamızdaki pratiklik sadece altı harf yerine tek harf kullanmaktan değil, "basılı, baskı kağıt, normal, eski, klasik vs..." kelimeleri de içine alan kafa karışıklığını gidermenin de basit bir yolu olmasından ileri gelmektedir.
E kitap mı B kitap mı?
B'den E'ye kitap.
B kitabın E kitaba karşı dayanılmaz direnişi... gibi yazılar bundan sonra daha kolay yazılabilsin diyedir tüm bunlar. Zira her yazı öncelikle bir başlık demektir.
İnternet yeni bir kağıt ya da baskı türü mü?
Hep sorguladığımız bir şeydi internet yeni bir kağıt ya da baskı türü mü? Çıka çıka oradan elektronik ve sayısal grafikler halinde, daha çok okuma-araştırma ve bilme pratiklerine yönelik e-kitap çıktı. Aslında e-kitap 90'lı yılların sonundan beri konuşuluyor ve okunuyor. Bilgisayara indirilen dosyalar ve korumalı CD'lerden e-okuyucu cihazlarına, oradan akıllı cep telefonlarının geniş ekranlarına ve tablet bilgisayarlara kadar e-kitap hakkında neredeyse yirmi yıla yaklaşan bir tarih içinde çok şey söylemek artık mümkün. Nereden geldiği belli olan bu fenomenin bir video oynatıcısı gibi dönemsel, foto-roman gibi araçsal ya da küçülen ve sonra büyüyen cep telefonları gibi ergonomik ve fonksiyonel olarak yola devam etmeyeceği kesin, tek başına. Artık e-kitap da masaüstü, cep telefonu hafızası ya da sınırlı ve özel cihazlarla durdurulamayacağı kesinleştiğinden bir ağ üzerinden okuma paylaşımını gerektiren son platformuna kavuşmuş durumda. Sürekli değişen dosya türleri ve keskinleşen büyük ağ kartelleşmelerinin yanı sıra yazılımın ve içeriğin teknoloji devleri bu platformu besleyen işlem tabanları üretme yarışındalar.
E-kitap pasta mı portföy mü?
Daha fırından çıkmadan yapılan bir kek tarifi düşünün. Bir şeyler için geç kalınmış olmaz mı? Pasta fırında ama kek tarif henüz ortada yokken nasıl yapıldı? Sanırız 90'lı yılların sonunda internet ve bilişim teknolojileri ile atağa geçen risk sermayesi alanının satış-pazarlama konusuna bakışı biraz da böyleydi. Aynı bakışla içeriğin, yazarın, okurun içinde bulundurulmadığı bir e-kitap teknoloji ve iletişiminin içinde yazar ve okur olarak nasıl ayakta kalacağız. Teknoloji sermayesinin devamlılığı için kültürün hiçbir temel kuralını takmayan bu risk şövalyeleri için e-kitap, tablet bilgisayarlar ile akıllı ve daha akıllı cep telefonlarının satış dayanaklarından başka nedir ki?
Kültür, şu özelliği ile yüzyıllar boyunca ayakta kalmıştır: O sadece bir kek tarifi değil, aynı zamanda kekin yapılış mantığıdır da...
Kek kabının bu mantığa egemen olması ancak rüyalarda olur.
22 Ocak 2012 Pazar
Çocukluğumun Kitabevleri 2
2. Öğretmen Kitabevi Arka Sokağa Taşınıyor
Devrim falan gelmedi. O abileri ablaları da sonra hiç
göremedim.
Sonra ben bir Çocuklar Partisi kurmak istedim. Lideri ben
olacaktım. O zamanlar sanırım -şimdi 28 olduğuna göre- ülkenin yaş ortalaması
23 falandı. Bu da demekti ki nüfusun yarısı çocuktu ve ülkenin yarısı siyasi
olarak temsil edilmiyordu.
Ben o zamanlar çocukluğun bir hapis cezası olduğunun farkında
bile değildim. İki sopa ve ya evden firar arası yaşadığım özgürlükleri
hatırlayabilen bir hafızam vardı ve kaydetme işlevi silme işlevine göre çok az
çalışıyordu.
Tam o sıralarda, yani şehrin en ana caddesindeki
kitabevimizin zirvede olduğu zamanlar, firarlarımın da en üst düzeyde
gerçekleştiği zamanda babam bir karar aldı: "Arka sokağa
taşınıyoruz!" O zamanlar olduğu gibi şimdi de bunu anlayamıyordum. Her şey
yolunda gibiydi. Ülkede okumayana bırakın kız vermemeyi, selam bile
verilmiyordu. Herkes okuyordu veya bana öyle geliyordu. Babam kasap olsa acaba
herkesin et yediğini mi düşünürdüm bilmiyorum, ama acıkınca her şeyi
yiyebilirdik de ya merak edince? Merak etmenin bir gıdası ya da sofrası var
mıydı?
Etiketler:
çocukluk,
H. Zekai Yiğitler,
kitabevi,
kitap
19 Ocak 2012 Perşembe
Çocukluğumun kitabevleri...
1. Öğretmen Kitabevi
Gözümü bir kitabevinde açtım ben. Adı Öğretmen Kitabevi. Yer Milli Kuvvetler Caddesi, Balıkesir. Nüfus 7. Babam, annem, kardeşlerim ve ben...
Okul günleri öğlenciler dükkânı açardı ve sabahçılar onlardan öğle vakitleri devralırdı kitabevini.
Ailenin en genç ve son neferiydim Öğretmen Kitabevi'nde... Bir roman tadında geçen 2 senelik bu olgunluk çağı eğitimi, dükkânımız çeşitli nedenlerle kapansa da yıllarca kitap sergileri ve ev kütüphane yaşam hayatı olarak sürdü.
"Sizin hiç 30.000 kitapla birlikte yaşadığınız bir eviniz oldu mu?"
Bu soruyu sormadan yıllarca yaşadık... derken yatılı okul zamanları ve bütün kitaplardan ayrılış... Tatillerde devam etti kitaplarla bakışmalarımız.
Gün geçtikçe soluyorlardı ve gözlerimizi üzerlerinde daha çok arıyorlardı.
Çoğumuz bilmeyiz siler geçeriz ama tozlar kitapların gözyaşlarıdır.
Öğretmen Kitabevi'nde zaman nasıl akardı? Öğretmen Kitabevi'nde hayat nasıldı?
Kitaplar arasında zaman geçmez, bilinenin aksine. Kitapların kendi zamanları vardır. Yan yana durduklarına, konularına göre ayrıldıklarına bakmayın, aralarında çoğu zaman derin zaman uçurumları ya da büyük yakınlıklar vardır. Çok büyük bir filozofla bir çocuk kitabı kardeş bile olabilir. Zira o filozof çocukluğunda o kitabı kesinlikle okumuştur.
Nasıl filozof doğmuyorsak okur da doğmayız. Bedenimiz yüzünden çok şey olarak doğar ve bunları değiştiremeyiz. Hayatın içimizde oluşması doğumumuza rağmen yapabildiğimiz şeylerle ortaya çıkar. Yazar olunmaz doğulur belki ama okur doğulmaz, olunur.
Öğretmen Kitabevi'nde bizler hepimiz zamanın okurlarıydık. O devir farklı geçiyordu. Çok hızlıydı her şey. Tipografi, yani devrin matbaa ve basım tekniği olaylara yetişemiyordu. Her şey karışıktı. Herkesin kafası karışıktı. Yaşı vatandaşlığı tutmayanlar devrimci oluvermişlerdi. Herkes erken büyüdüğünü ispatlamak istiyordu. Bunu anlamak için sık sık ceplerindeki silaha ellerini dokunduruyorlardı ya da ellerinde fırça duvarlara yazı yazarak büyüdüklerini hissediyorlardı . Ülke liderleri henüz 40'larındaydı ve çok yaşlıydılar ve hepsi sonraları daha fazla yaşlanmadılar, bizlerle büyümeye devam ettiler. Ülke çok gençti, henüz bir şey yapılmamıştı. Büyük kurtuluşun üzerinden neredeyse 50 sene geçmişti ve taşlar yerine oturmamıştı daha. Savaş meydanlarında ölmekten başka bir şey deneyimlememişti gençlik. Meydanlardan meydanlara taşmak, kendi istediklerini yaşamak istiyorlardı.
Bu istekler kitaplara da yansıdı. Şiir, tiyatro ve siyaset kitapları her yeri sardı. Mesaj veren her kelam ve sayfa onlar için devinimdi. Hareketlenmişlerdi ve durmak istemiyorlardı.
Bizlerse çocuktuk ve bunu kabullenmiştik. Onlarla aramızda sadece kitaplar vardı. Asla okumadığımız yabancı siyasi liderlerin yazdıkları ideoloji kitaplarını onlara satarak çocukluğumuzu pekiştiriyor ve gıpta ile bakıyorduk o dev adamlara kadınlara. Oysa bizden 4-5 yaş büyüklerdi en fazla. Bıyıkları, sakalları, parkaları ve süssüz, makyajsız güzel yüzleri, siyah ya da sarı saçları vardı. Çocukları çok seviyorlardı. O zamandan bizi de "bilinçlendirmek" istiyorlardı ve onların fikirlerini taşıyan kitap ve dergileri sattığımız için bizlere baktıkça gözleri parlıyor, devrimlerinin geleceğini belki de bizde görüyorlardı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)