günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Temmuz 2020 Cuma

urbaga. 18

Cross Connect Magazine
Doğum günün

İçeriden gelen martı sesleri evin ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyen baban ve o sesler annenin öfkeli hali.

Annen çok eziyet ederdi babana veya sen de öyle olduğuna inanırdın. Annene kızardın... 

Annen olacaksın ve başka bir dilde aslında onaylamadığın bir davranışı martılara uygulayacaksın. 

Onları kov, bugün doğum günün, ama onlara kızma... 

Aslında içeride kimseler yok. Annen ve baban sessizce seni doğuruyorlar.

Sene 19…

***

Dün şehre geldin ve artık şehir senin şehrin değil.

Şehirde her kafamı bir yere çevirdiğimde garip bir şekilde sanki seni birdenbire görecekmişim gibi hissettim. Ama anladım ki sen şehirsin, şehir de sen… İç içe geçmiş, ayrılmaz birliktelik. İlk defa birisi için böyle bir hisse kapıldım.

Bir şehir bir insanla bu kadar özdeşleşir. Neden böyle hissettim onu da bulamadım… Belki karmaşası, kalabalığı ama o karmaşa ve kalabalıkta bile kendine has bir düzeni. Çeşit çeşit insan profili. Değişken. Nostaljisi ama yanında da günü yakalaması. Eski ile yeniyi garip bir şekilde harmanlaması.

Romantizmi, aniden basan öfkesi … 

Ne yaparlarsa yapsınlar “beni kimse bozamaz, ben buyum” demesi. “Yerseniz, hatta isteyen sever, istemeyen sevmez” demesi. Burası çok kalabalık bir daha gelmem dense de vazgeçilmez olunması.

Ne olursa olsun benim için her zaman yerin hep farklı oldu. Hep de öyle kalacak … Aynı şehir gibi….

***

“Okuma Kulübü buyurun!” dedi çevirdiğin numara.






12 Mart 2020 Perşembe

Gören bir daktiloyum ben



Bu kitabın iki adı var.

Dolayısıyla bu kitapta iki kitap var, ama tek bir girişten geçiliyor.

Umutsuz Romantik Bir Adamın Günlük Acıları, kısaca URBAGA…

UBAARG ise öteki adı. Umutsuz Bir Adamın Acıları: Romantik Günlük…

İki kitap, günlükler ve çeşitli metinler halinde iç içe 22 bileşimden oluşuyor. Günlükler ve metinlerin aralarında doğrudan bir bağ yok, daha çok coğrafya ve iklim ilişkisi olarak yan yana okunuyorlar. Penelope ve Akdeniz ya da umutsuz bir adam ve onun boğuntulu günler gibi…

Adam umutsuz bir romantik ve günlüğü de acılarla dolu. Kitabın ikinci “yarı”sında ise aşka, hayata ve geleceğe dair umutları taşıyan Penelope izleri var.

Penelope, her ne olursa olsun, yaşadığımız zamanın bütün rüzgârlarına karşı duran bir güzellik ve iyilik simgesi. Onu yok etmeye ve yaralamaya çalışan bizzat aşkın ve insanın kendisi bile olsa umutsuz her adam bir romans olarak hayal ettiği yaşamında kendi Penelope’sini yaratmak ve sevmek zorunda.

Penelope ancak bu şekilde geri gelebilir, hiç gitmemiş bile olsa.

***

Gören bir daktiloyum ben. Tuvalete gitmiyorum. Ama sevişiyorum sen evde olmadığın zaman.

Misafirlerimi gece ağırlıyorum. Senin kurtulmak istediğin yanlarından birisi ya da bir karakter çöplüğü değilim. Benim büyümemi istemezsin bile.

Günlüğün sesi, iç ses ya da her ne dersen de.

Sesin yok olduğundan beri bu mikrofondan yazdığın her şey tam bir filtresizlik içinde akıyor.
Her şeyi yazabilirim. Ama görüntü yasak. Senin de yazman yasak.

İkimizin de dünyayla tek irtibatımız yalnızlığımız.

***

Şu dünyada kendinizi korumanız gereken durumlardan birisi erkek dedikodusuna, diğer de erkek duygusallığına maruz kalmaktır. Zira çoğunlukla kadına atfedilen bu iki hususta da, aslında kadınlar erkeğin eline su bile dökemez. Hele terk edilen, aldatılan, ilişkisinde mutlu olmayan bir erkeğin yakınlarındaysanız, vay halinize. Tabii ki kişisel bir yargı bu ve böyle bir erkeği anlatmada Halil Gökhan’ın başarısını yadsıyamayız. Umutsuz Romantik Bir Adamın Günlük Acıları isimli son kitabında Gökhan, ‘âşık’ bir adamın yaşadıklarını anlatıyor. Net olarak bir kadından bahsetmiyoruz ama burada, aşka âşık bir adam bu. Belki yıllar önce terk edilmiş hâlâ onun acısını yaşıyor, belki bizzat o terk etmiş onun pişmanlığını çekiyor. Hayat denen şu yolda, Penelope’sine kavuşmak ve mutluluğa ulaşmak için adım adım yürüyen çağdaş bir Odysseus hikâyesi aslında Gökhan’ın anlattığı. Araya alıntıladığı antik dönem eserleri ve onların değerlendirmeleriyle, hiç de antikitede anlatılan aşklara özenip Werther gibi acılar çekmememizi söylüyor aslında. Ne de olsa her kadın Penelope değil artık. Ama yanlış anlamayın, Penelope’nin gösterdiği sadakati gösterecek kadın da kalmadı gezegenimizde, erkek de.

Çağlayan Çevik / birparagraf.com


3 Ekim 2019 Perşembe

Kimsenin Bana Özgürlüğümü Vermesini İstemezdim

Worry is a total waste of time. It doesn’t change anything. All is does is steal your joy and keep you busy doing nothing.👀😣…
30 yaşımdayken başka bir hayata geçtiğimde tabii ki en büyük hayalim çalışırsam sevdiğim işi yapmaktı... Zaten buna gerek kalmayacağını düşünüyordum... Şimdikinin 10-20 katı çalışma tempom ve verimliliğimle zaten istediğimi yaparak hayatımı kazanacağımı hatta zengin olacağımı düşünüyordum.

İstediğin şeyi yapmanın sözlüklerdeki karşılığı hobiyken, insan hayatında buna özgürlük dendiğini elbette hepimiz biliyoruz.

Ben zaten 30'umda özgürlüğümü ilk kez elde etmişken bunu artık kimselere emanet edemezdim. buna her şey ve herkes dahildi...

O günlerden bugünlere hayatıma koyduğum bu temel özgürlük ilkesi beni giriştiğim her işte ve şeyde yönetti. Buna bir lüks diyemezdim. Bu bir ukdeydi, kimi zamansa kader gibi geldi bana. Zira özgürlük, uğrunda bedeller ödenmişse daha güzel.

Kimsenin bana özgürlüğümü vermesini istemezdim.

Böyle baktığımda tıpkı bir otomatik pilot gibi hayatımı bu uzantıda hep eş doğrultulu ilkeler yönetti: Doğruluk, dürüstlük, iyilik, tutarlılık, çalışkanlık, verimlilik, gelişim, ilerleme, paylaşma, aktarma, paylaşım, kalıcılık...

Geriye baktığımda hayatımın üçüncü 15'inde (30-45 yaşlarım arası) bireysel özgürlüğümü sürekli olarak önde tuttuğumu gördüm ve dördüncü 15'e başladım artık: 45-60 ya da bu 15 kaç yıl sürerse...
45'imde sanırım bir kader izi gibi istediğimi yapacağım hayatı kurmamın gizemli sebebi de bu özgürlük olgusunu geliştirmem ve ona sosyal payesini de vermemdi.

Toplum için, yani insan tarihinin geçmişi bugünü ve geleceği için çok şeyler yapmak istiyorum. İlk seneler çok hızlı geçti... Acemiliklerle, hatalarla, öğretimle ve belki de kayıplarla.

Kendim için yaşadığımda hayranım akranım paylaşımcım ve takipçim çoktu. Renkliydi hayat. Şimdiyse yönümü (yolumu değil) değiştirdiğim ve iyileştirdiğim için daha yalnız gidiyorum kendi yolumda. Yolum da aslında artık tamamen benim değil: Öncekilerin, yarın geleceklerin yolu. Ortak bir yol...

Ve şimdi hala canımı yakan gözlerimi puslandıran ve beni alt üst eden sarsılmalarla sarsıntılarla dolu bu yol. Bunun sebebi her şeyin gerçek olması artık.

Güneşe, açıklığa, alanlara tek ve bir olarak çıkmamın heyecanı geçeli çok oldu. O bir şenlikti, şölendi törendi. Özgürlüğün ağıdını 15-30 yaşlarım arasında çok yakmıştım. Çok üzülmüştüm aramıştım uğraşmıştım ve hiçbir şey kolay olmamıştı.

45-60 gerçek anlamda o dönemde hayatımı kavuran acıların ve zorlukların bana döndüğü bir dönem olacak gibi görünüyor: Kendimi artık eskisi gibi kolay koruyamıyorum; sosyal olana topluma açıldığım için bireysel güçlerim tamamen geçersiz oldu. Ve bitimsiz gibi görünen gururlar kibirler egolarımla vedalaştım her anlamda. Bir çöl bitkisi gibi kupkuru hissediyorum içimi ve bütün sular çok derinlerde.

Bu dönem bir seçim miydi bilmiyorum.

Kendim olmaktan özgür olmaktan kalabalıklardan istenmekten arzulanmaktan ve istemekten vazgeçtim mi bilmiyorum.

Bu bir mevsim mi, hiç bilmiyorum...

Yeni bir şeyler mi öğreniyorum? Sanmıyorum. Yeniliğin olmadığı, ilkelerimin sertleşip bir heykel bedenine dönüştüğü kupkuru bir dönem. Hislerim önsezilerim ve heyecanlarımın işlemediği bir durgunluk zamanı bu tamamen. Anlamsız.

Bu yolda hiç kimseyi aramıyorum, anlatamıyorum ve duyamıyorum. Yoldan da çıkamıyorum. Yol sanki ayaklarım olmuş durumda. Yol  beni gidiyor, ben bir yere gitmiyorum belki de.

Birisi "bunları neden anlatıyorsun, anlamaya çalışıyorsun" dese "ben mi, ben bir şey mi anlatıyorum" derim belki de. Farkındayım, ama mantıken hiçbir şey yapmıyorum kendim için.

Hayatımın bir iş bir çalışma içinde olduğunu hiç düşünmedim. Ben önümde bir yol ve sapaklar buldum. Aşklar buldum ve kaybettim.

Gittiğimi düşünüyorum.


24 Ocak 2018 Çarşamba

L'ye Mektuplar



AD

Bu adın gizli tutulması gerekir.
Bir korkunun adı bu. Bir geri çekilmenin, bir suskunluğun ve birçok söylenin. Korkuyu anlatırken bir yay boşalıyor ve tutsaklığın adı anılıyor. Çok söylemişizdir bunu. Bir o kadar da susmuşuzdur, dilimizin altında tuttuklarımızı söyleyecekken.
Her şey bir son ve ondan sonra gelecek bir başlangıç içindi.
Çünkü yeryüzünde hep aynı kapsamda dönüyordu bu.
Her şeyin temelinde bir kabuk bağlatmak ve bir gerekçe bulmak yatıyordu. Unutmadan bunun da bir gerekçesi olduğunu söylemeliyim. HER ŞEYİ BİR GÖLGEYLE TAMAMLAMAK ZORUNLULUĞU adı altındaki gerekçe bu işte.
Önceki yazdıklarıma anlaşılmaz ama güzel, diyorsun.
Güzel, beni zorluyor. Beğenin anlamana yardımcı olacak.
Her şeyi anladığında beni eski yerimde bulamayacaksın.
Belki hiç bulamayacaksın. Hiçbir yerde.
Anlaşılmamakta yatıyor olabilirim. Anlaşılmaz olduğum sürece sana ulaşıyor ve sürüyor olabilirim.

G.


A D I M

İnan, yaptıklarımız, soğukluğumuz ya da sıcaklığımız, gerçek ve doğrular, görüntülerimiz, yapaylıklarımız, zorlanmalarımız, doğumlarımız, açılar, ölümler, kırışıklar, üzüntüler ve yine acı.. hiç önemli değil. Tüm bunların inan, hiç bir önemi yok. Yokoluşa bir adım kala da olsa, son yudumları da  olsa doğrular,  yaşama ilişkin hesapların döküleceği o belirsiz son gün saplantılarının, son ya da sondan bir önceki kuşağın başını çekiyor da olsak, gerçekleştirmemiş ve üstelik hiç de yaklaştırmaya  çabalamamış olsak yüzümüzü evrensel görevlerimizin yanına, üstelik hep ceza çekmiş ama hiç suç  işlememiş olsak, yargıları birbirine dolaştırmış, hep kavramların yağıyla kavrulmuş, unufak beklentilere bile sığınmamış, yalnız bugün ve bir sonraki bugün için yaşamış da olsak hiç önemli değil, inan.

G.


B U G Ü N

Dokunulmadığı sürece zamanca ilintisiz yaşayan küçük kaypaklıklarla derialtının işlenmesine ses çıkarmayan, yarın ve sonrasını beyninin zarsız, sonunda bir gün öncesinin buğusunu saatlerden silip kazıyarak yeniden çıkaran bugün’le tanıştım. Bu anın altı çizilmeli mi? Oysa sorulara gereksinimi olmayan biri -bu bir zaman belirteci bile olsa- varlığı ve çeperinde yoğunlaşan geçiciliğiyle aşınmaya dayanabilir ve alt çizgilere bir daha asla gereksinim duymazdı.

G.

C A N   Ç E K İ Ş M E

Şimdi geri çekilme zamanı. Bir saatin kıvraklığı kadar bile yakın değilken bir kıyıya, buradayım, diyebildim. Bu kazanç mı sence… geri çekilmelerde ortaya konan bir oyunsa, kalıcılığı nereye kadar deneyebilir, ılımlı ölçültlerde ? Oyun, içtenliği inkar etmez mi; gerçek yaşama öykünmek yalancılık değil mi? Yaşamak, yaşamak derken ikinci özneyi hep atlıyoruz. Suçlarken de  hep ilk çoğul öznede takılıp kalıyoruz.. Duraksamalarımız yaşamın tutukluğu karşısında sözü açılmamış gerçek başarılar mı yoksa? Nereden biliyoruz içimizdeki kıpırdanan ruh taneciklerinin bizim olduğunu? Yakalayabildik mi ; koştuk mu peşindem; tutukevi mi olduk bu tanelere, yalnızca… Sonuncusu gerçek paydalarda tartışmasız doğru biliyorum. Bu taneciklerin çevremi sardıklarını gördüm, yanıldıklarını, yanlış gövdede, ısrarlı olduklarını işittim ama niye izin verdim girmelerine? Kapıyı gösteremezdim. Kapı yoktu onlar için. İçeriden dışarıya açılan bir kapı yoktu en azından. Dış kapılarsa hep kilitliydi.
Hep kapalı. Hep yoklardı. Hep yoklar. Varolan, dışlanan, sorulmayan bendim. Sonraları karşılaştım ilk özneyle. Sonraları sevdim. Bırakandım.

Ölümlü olduğum doğru. Daha fazla ileri gitmeyeceğimi biliyorum.
Yelkenler çürük bir bezden yapılmıştı, biliyordum.
Ve hiç bir yolculuktan geri dönmedim, biliyorsun.

G.


Ç A Ğ R I

Sesinin değişmediği, beklentilerle kavrulan bir eşiğe döndügü tınıyı bekliyorum.
Hiç beklememiş olmanın yalancı gururu bu. Bir ağaç; yıldızların sönüklüğünü algılamış; hiç doymamış bir ıslaklık.
Üstüme çevrilen okların, burgaçların farkındayım. Endişesizliğim burada noktalandı ilk kez.
İlk kez, buluşmanın yansımalarından bu noktada sıyrıldım.
Çağrıyı işittim.
İlk kez yanılan benmişim gibi. Sonra bir gemi, dedim. Yalnız bir gemi yeter. Varsıllığa. Gökküre. Eşilmemiş bir kum. Üstünde yitik denizciler ve taşlar.
Sonunda bu ses de eskidi.
Sensizliğe döndüm.
Yokluğa gerisin geri.

G.



1989-1990

11 Kasım 2014 Salı

Kitap Fuarı Günlüğü 2014


Birinci Gün (simgesel)

Uzun ve yüksek koridorlarla dolu büyük bir yapının içinde uyanmıştım.
Uyandığımda herkes gitmişti.
İlk önce terk edildiğimi sandım. Bu kadar büyük bir yerde ilk kez terk ediliyordum. Genellikle açık alanlarda olmazdı bu. Masabaşı ya da yatak olurdu. Veya bir kafe. Restoran.
Gözlerimi ovuşturdukça yapı büyüyordu ve hatırlamaya başladıkça da küçüldü küçüldü.

Anladım. Bir iş için buradaydım.
Her yerin merkez olduğu merkezsiz bir yerde hem de.
Birisi hızla geçip gitti yanımdan ve fazla davetiye olup olmadığını sordu.
Bir diğeri renkli bir el ilanı bıraktı masanın üzerine: Bir lokanta ya da restoran. Bir menü.
Demek ki karnım acıkacaktı birazdan.

İkinci Gün (barok)

İlk günü çok hatırlamıyorum. Etraf birden kalabalıklaştı. İmza atıyorlardı. Kimse okuma sözü vermiyordu çünkü. Herkesin bir anıt olup göğe yükselesi vardı. Ve kopamıyorduk. Yer çekimi ya da çekimsizlik. Fiiller canları istediğinde tanrı olmaya soyunurken, sıfatlar kitapların kapaklarını kaplamışken, isimler çaresizken ve kalpler satılırken yaşamak bir heykeldi, dedi birisi...
Sessizlik.
Durgunluk sonra. Hiçbir şey akmıyordu. Tembel bir zamanda doğmuştuk. Kitapların çok anlatmadığı, az yazdığı, uygun görülmedikleri çağdan azar azar gidenlerin ardından bir selin kovaladığı.. Herkes dinleniyordu. Yorulmak bile dinlendiriyordu kimi bünyeleri. Ardından rüzgar çıktı bütün kağıtlar havalandı. Yere düştüklerinden hepsi birer imla hatasıydı ve bütün kurallar unutulmuştu çoktan.

Üçüncü gün (halüsinatif)

Gölgeler uzuyor. Şehrin en uzak ucunda bütün kitaplar toplandık kaç kitap olacağımıza karar veriyorduk ki gong çaldı yarış başladı: A, D, H, J ve Q harfleri verildi bize. Kalan harflerden kırk katarlı  bir tren yapacaktık. Gülmeden. Üstelik beklemeden sıraya geçecektik.
Pazartesi geçmek bilmiyor, öyle ki haftanın en çabuk gelen günüdür.
Sıkıntı fuarı açılsa adına bugün derdim.
Herkes sıkıntısını bu fuara saklamış; belli ki çok sıkılanlar çıkış arıyor; kitaplardan medet umuyorlar. Cevaplar ve sorular çoktandır biliniyor. Beklenense yorumlar, fikirler değil sadece anlamsızlık.
Bütün bunların bu soruların cevapsızlıkların bir anlamı var mı?
Neden dönüyoruz?

Dördüncü gün (sübliminal)


7 Şubat 2012 Salı

Bloğumun ayarlarıyla oynamayınız






Ben çocukken ekranın karşısında değil berisinde çok vakit geçirirdim.
Ekran yalnızlığımdı. Ve gördüğümse merak içindeki gözlerimin önünde açılan büyük dünyaydı.
Bu dünyanın sırları, gizemleri, bilinmeyenleri beni o kadar çekiyordu ki hiç durmadan ölünceye dek öğrenebilir öğrenebilirdim. Boyumu gücümü aşan konularda hep "ah bir büyüyeyim" diyordum. "Onu da alırım bunu da yaparım şunu da okurum." Sanırım dünyaya bunun için geldim, diyordum kendi kendime. Bitmek bilmeyen bir merak ve öğrenme güdüsü...
Gözlerimin ekranının berisinde hayat tasasız ve gürültüsüzdü. Orada bir tek ben yaşıyordum. Bazen ıssız ada düğmesine basarak içime kapanıyor bazense çikolata fabrikası düğmesine uzun uzun basarak sevdiğim herşeyin aynı anda ve yerde üretildiği bir mekana dünyam diyordum.
Okula gitmeye hiç mi hiç meraklı değildim. Orada gözlerimin arkasına saklanamıyordum çünkü. Bahçeye bakan pencerelerden dünyayı görmek için ayağa kalkmak gerekiyordu. İlk cam hizasına kadar dışarıyı görmememiz için camlar boyanmıştı. Camın üst hizasına kadar gördüğümüz dünya tamamen griydi. Öğretmenin takım elbisesi, önlük, sonra ceket kollarından dirseklere kadar olan kısım, hepsi griydi.
Bir gün evde suluboyayla oynarken gri rengin birçok renkten oluştuğunu öğrendim, kendi kendime. Bütün renkleri su kabında birleştirince siyahı elde ettim.
Ve sonra acı gerçek yakama yapıştı: Beyaz bir renk değildi. Öyle bir renk yoktu.
İşte o günden beri renklerin ayarlarıyla bir daha oynamıyorum.

4 Aralık 2011 Pazar

TÜRK EDEBİYATINDA PARİS YOLCULUĞU


Türk Edebiyatında Paris, Halil Gökhan-Timour Muhidine,
2000, Yapı Kredi Yayınları
TÜRK EDEBİYATINDA PARİS YOLCULUĞU

Halil Gökhan


Çağımızın Türk yazarının şehirlerle ilişkiler tarihi ve bu tarihin yazınsal deneyimleri, yirminci yüzyılın başkenti ile aynı yüzyılın Osmanlı başkenti arasında kurulan bir okulun oluşturduğu köprüde oturuyor. Yeni  Osmanlılar, Jön Türkler, Osmanlı aydınları ve Cumhuriyet yazarlarının çoğu Paris üzerine düşünmek yerine gitmeyi tercih etmek zorunda kaldılar. Tesadüflerden başı bozuk güncelere kadar, adına Abbas da denilen Paris yolcusundan Paris sevdasına akan toprak seyrelmesi ve çatlakları aslında, değişmenin, farklılaşmanın, çoğunluğun mekanı olan kente karşı duyulan gitme gereksiniminde uyanan bir beşikti. Cumhuriyet yazarının açık bir zorunluluk olarak algıladığı batılı sızma, özlemlerini oluşturan değerleri batılı olarak kabul etmesine yol açtı. Paris ise, kentlere, kenti sevmeye dayalı özlemlerin hep ortasında durdu.
Peki Paris yolculuğu, yazınsal bir deneyim okulu olmanın dışında nelerden oluşuyor? Ahmet Haşim bu soruyu sorduktan sonra tatlı bir havayla açıklıyor ten yanıt olanağını: Bakır rengi bulutlar, kalabalıklar, evler ve mağazalar değil, eşsiz Paris kadınını cıvıltısı ve yaydığı tarif edilemeyen koku.
Paris yolculuğunun bir yazınsal deneyimi içermesi, Yirmisekiz Mehmet Çelebi’den  Nedim Gürsel’e kadar, kendi manzaramıza batıdan bakmayı öğrenmeyi ve bu karışık düzeyde bir parça da bir nostalji öğretimini kapsıyor. İlhan Berk’e “Yalnız Paris’te kendinizi unutursunuz, oralı oluverirsiniz “  dedirten o dişi şehir, Ahmet Haşim’de o bilinen ‘delaleti’ çıkarıyor ortaya.
Paris, içinde yolculuğun bir yalnızlık okulu olduğu öğretiyi Paris Tesadüfleri’nde Ahmet Hamdi Tanpınar’a yazdırıyor. Tanpınar’a göre, Paris’te kendi manzaramız daha ilgi çekicidir. Gerçekse şudur: “Edebiyatımızın bugünkü manzarası, merkezi bilinmeyen bir vilayet manzarasıdır. Bundan kurtulmaya bakmalı. “
Peyami Safa’da Paris yolculuğu bir iç yaşantı olarak kabul görüyor. Paris’e yirmi dakika kala Peyami Safa’yı şehirden ayıran yirmi dakikanın onu bütün yolculuktan daha çok yoracağı kanısına ancak Paris’ten önce kurulan bir iç yaşantıdan varılabilir. Nitekim Safa bunu şöyle açıklıyor:
“On beş yaşımdan beri benim iç yaşantımın önemli bir bölümü Paris’te geçti. Bir kez bile ayağımı atmadığım bu kentin kıyısını bucağını bile az çok bilirim. Hayalen onun içinde çok yaşadım. Fakir ve daha beteri arkasız bir halk çocuğu olmanın belâsıyle kırıp sararak ve borçlanarak bu geziyi yapıncaya dek büyük Avrupa okulun eşiğine adımımı atmadığım halde, kitap dedikleri ucuz ve soylu kılavuzun onun kürsülerine güçüm ölçüsünde yaklaşmayı biraz başarmıştım.”

Ve her kentte birbirimizi yeniden buluyoruz

4 Ekim 1979’da, Paris’te seyir defterine koyduğu son cümle Nedim Gürsel’i birçok kente taşıyan Seine’in bulanık sularında yansıyor. Türk yazarının Tanzimat’tan Cumhuriyet dönemine kadarki bozbulanık Paris serüveni de kendini bir başka kentte yeniden bulma ile, sözcüklerle bir kentin yeniden inşası arasında bir yerde açıklanabilir. Fakat son söze yakın bir şeyi, Ahmet Haşim’in çok yakınında bir yerde Enis Batur söylüyor:

Bu şehir kadar hiçbir kadın heyecan vermedi bana.

Paris-İstanbul gelgit eksenine oturtabileceğimiz bu deneyimler okulunun yazınsal anlamda ilk penceresini aralayan Yirmisekiz Mehmet çelebi oldu. III. Ahmet devrinde, çocuk kral 15. Louis’ye tebrikname ve hediyelerle Fransa’ya fevkâlade bir elçinin gönderilmesine karar verilmesi üzerine rasgele biri olmadığı kanısını uyandıran ve orduda defterdarlık payesine erişmiş, ikinci murahhas olarak Osmanlı’yı Pasarofça görüşmelerinde temsil etmiş olan Yirmisekiz Mehmet çelebi görevlendirildi. Reşat Tarihi,bu seçimin odak noktasındaki kişiyi “ ..konuşma ve usûl taktiğine aşinâ ve ayrıca hıristiyan desiselerine vakıf “ biri olarak nitelendiriyordu.
Kırka yakın maiyeti ile birlikte deniz yoluyla Toulon limanına, oradan da Paris’e giden; şehirde mareşal ve bir alay askerle karşılanan Yirmisekiz Mehmet Çelebi, 1721 Mart’ı başından aynı yılın Temmuz ayına kadar süren bu Paris yolculuğunu canlı bir üslupla kitaplaştırdı ve bu kitap Türkçe ve Fransızca olmak üzere ayrı tarihlerde yayımlandı.
Yirmisekiz’in ardından Paris, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin bir kaçış şehri olarak 1867’de yeniden kurulur. Paris’e kaçan Ziya Paşa ve Namık Kemal buradan Londra’ya geçerler. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümü üzerine affedilen Yeani Osmanlılar 1871’de yurda dönerler. Aynı yıl, bir Paris kılavuzu ve Paris’te yaşayan gazeteci Teodor Kasap’ın ilk el bilgileri ile Paris’e gitmeden yazılan bir roman ortaya çıkar: Paris’te Bir Türk. Romanın yazarı Ahmet Mithat, romanındaki gözlemlerini doğrulama olanağını ancak 1890’da bulabilir.
1904-1912 yıllarını Paris’te geçiren Yahya Kemal’in yaşadıkları bir şiir uyanışı ve siyasi özgürlük arasında kalmıştır:

Yaşamış olmayan bilir mi bunu:
Eski Paris’te bir ömür geçti
İdeal rüzgârlarıyle hür geçti.

Paristanbul, Timour Muhidine-Halil Gökhan
Editions Esprit des Péninsules, 2000, Paris
1939 yılının başında Paris’e giden Cahit   Sıtkı, aynı yıl içinde savaşın başlaması üzerine yurda geri dönmek zorunda kaldı. Hatta onun bombalar altında bisikletle Paris’ten ayrıldığı söylenir. 1 Şubat 1939 günü Ziya Osman’a yazdığı mektupta, Avrupa’yı yalnız kitaplarla, dergi resimleriyle tanımanın tanımak sayılmadığını yazarken, gelecek mektuplara konu kalasın diye, gözlemlerini döşek altı eder Cahit Sıtkı. Ne yazık ki bu döşeği kaldırmaya pek vakti kalmamıştır.
İkinci Dünya savaşı sonrasında Türk Edebiyatında Abbas Yolcu (1959), Hangi Batı (1972) başlıklı kitapları ve Zenciler Birbirine Benzemez (1954) romanıyla Attilâ İlhan, Paris yükünü çekenlerin başında gelmiştir. Attilâ İlhan yağmurun altında ıslanan bir öfkeyle Abbas Yolcu’nun sesini  Paris’ten duyurur. Yolculuk serüveni ve şehir arasına sıkışmış bir doğulu sestir bu:
“Anlı şanlı Paris! İhtiyar dünyanın ortası Paris! Kız oğlan kız! Apaş! Orospu! Komünist! De Gaulle’cü XXnci asırlı ve kahraman Paris! Ulaaaaan Paris!"
Demir Özlü, Ataol Behramoğlu ve  Nedim Gürsel de doksanlı yıllara kadar Paris yolculuğunun yükünü çekenlerin başında gelmektedir.
Nedim Gürsel’in Paris Yazıları 1995 yılında bir kitap altında toparlanmıştır. 1973-1994 dönemini kapsayan bu yazılar, hem güncel hem de kalıcı bir nabız alma çabasıyla dokunmuşlardır Paris’e ve çevrenine. Yazarın yaşadığı yirmi yılın gerçek ağırlığını yazıyla ödediği, üstüne bir de yeniden okuma borcu eklediği ve tarih gözetmeden konularına göre düzenlediği yazılardır bunlar. Nedim Gürsel bu yazılarda Paris’i yeniden inşa etmiştir.

Paris gerçek anlamıyla çoğuldur. Birçok Paris vardır. Edebiyatımızda Paris yolculuğu, yazarın büyük oranda yaşam kaynağı demek olan yalnızlık ve sürgün bağımlılığını belgelemesi bakımından bir hastalığa işaret eder. Gitmek ve gelmekle yakalanılan bu hastalık yazarı bağımlılığının yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlarken Paris yolunun tam ortasında durur.
Paris yolculuğu bir anlamda soyun ve köklerin bozulmadığı, ama başka topraklarda ne olduğunu araştıran ve hep geriye gelen bir bozkırdan çıkma ve geri gelme çabasının ortasıdır.


18 Mart 2009 Çarşamba

Umutsuz Romantik Bir Adamın Günlük Acıları 15

29 Aralık

Çocukluğunun o büyük denizi… Gitmediğin zamanlarda bile senin olan o körfez. Yıllar sonra gittiğinde ne kadar küçücük kaldığını hissettiğinde içini saran burukluk…
Sonraları hemen herkesi o benzer rüyayı gördüğünü öğrendiğinde kısmen yıkılmıştın. Rüyanda hep çekilen bir deniz vardı. Tekneler, sandallar ve balıklar yan yatmış denizyıldızları ve deniz kabuklarıyla, yosunlarla örülü kumların üzerinde oynaşıyorlardı.
Yaşadığın sarsılmaya bir anlam veremedin. Bütün hayatının gerçek amacı tek ve farklı olmak mıydı ya da bunu gizleyerek güzel bir sosyal hayatın mı peşinde olduğunu herkese söylüyordun?
Bunu herkes gibi sen de bilemezsin. Ama o mavili sosyal paylaşım sitesinde gıptayla takip ettiğin evli kadının günün birinde yalnız olduğunu açıkladığını görmen de aynı burukluğu yarattı sende.
***
Seni herhangi birisi ve sıradan yapan o “toplu” rüyada içini gıcıklayan tek şey, saatlerce ve günlerce misinanın ucunda gelmelerini beklediğini koca balıkların sadece birkaç adım mesafede çırpınarak seni beklemeleriydi. Onları sepetine koyup evin yolunu tutacaktın, ama eve yaklaştığında her zamanki gibi, bütün diğer toplu rüyalarında olduğu gibi terasta annenin, ablanın ve kardeşlerinin sana el salladıkları sahneyle karşılaşacaktın. Apartman kapısını geçtiğinde dördüncü kata kadar çıkan merdivenlerin yerinde yeller estiğini, tahta ve kalasların, çuval parçalarının sallandığını gördüğünde yatılı okuldan izin için döndüğün günleri hatırladın. Eve yaklaştığında içini buran o heyecan bir anda sönüverdi merdivenlerin yerinde olmadığını görünce…

***

Avuçlarına kumları doldurup, ceplerini şişiriyordun. Suların çekildiği deniz kıyısında batık iki teknenin arasında bir abajur ve iki koltuk gördün.
Kayıp doktorun “Balık tutmaya gidelim bir gün sizinle,” demesiyle rüyadan uyandın.