kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2021 Perşembe

Dünya Kadınlar Günü'nde Kadınlara Dair İmkânsız Soruların En Mümkün Cevapları




Sevmek

Dünya Kadınlar Günü'nde kadınlara dair imkansız soruların en mümkün cevapları.

Birisi bana bu sözcük öbeğini söylese kendisine deliymiş gibi bakardım eminim. Ama içimden 44 yıldır gelen ve asla susturamadığım sesler arasında anlayabildiklerimi unutmamak için yazarken kendini yazar olarak bulmuş birisi olarak her şekilde bir kakafoni içinde yaşadığımızı düşünmüşümdür. Gürültüleri ve ses kirliliklerini tarif ederken işaret ettiğimiz dış dünyanın aslında iç dünyamızca tasarlanıp tasarlanmadığını nereden biliyoruz?

Şu gerçeği hiç değiştiremeyiz sevgili okurum: Hepimizi bir kadın doğurdu. Evet, burada gökyüzü yerine yağmura bakanların kör olduğunu söylemek istiyorum. Kadınların onları bir kadının doğurdukları gerçeğine erkekler kadar dikkat etmediklerini, bunun onların doğası olduğunu düşünmelerine dair içgüdüye hep gıptayla bakmışımdır.

Annemden ötürü kadınları hep sevmek istedim. Babamdan ötürü erkeklerden hep utandım. Aynı sözleri bir kadının söyleme ihtimali Jüpiter'in Dünya'ya çarpma olasılığıyla eş de olsa bunu söyleyen kişi bence yanılgıya düşmüş olmaz. Zira kimse ne Dünya'yı uzaktan gördü ne de Jüpiter'e bir Ay kadar yaklaşabildi, astronotlar hariç.

Söylem ve eylem

Yeryüzü, tabiat, erkekler, evrim, ve kadınlar da dahil olmak üzere herkesi ve her şeyin kadınlara haksızlık ettiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bu cümleyi ya da ona en çok yaklaşabilenleri bugün ve yarın birçok yerde ilk cümle olarak okursanız bilin ki 365'te 1'cilerle karşı karşıyasınız. Dünya, Güneş'in etrafında on kez bile dönse kadının adını hatırlamayan ciddi çoğunluğa oranla çok iyi bir oran olduğunu düşünenlerin de vicdanlarında bir hesap makinesini taşıdıklarına eminim.

Genel dilbilgisine ve sözlüğe bakarsak kadınlar hep almak, erkeklerse vermek zorunda. Literatürü tersine çevirsek denge sağlanacak mı, bilinen yanlışlıklar düzelecek mi? Belki de sorun, "ortada bir sorun var gözlüğüyle" her şeye bakmamız. Ayrılıklara, farklara rağmen bir ortaklık-eşitlik söyleminde birleşmeye çalışırken ayrılık-gayrılık eylemleriyle de değirmene trajedi suyu taşımaktan geri kalmamamız... Bu sorun hem kadınların hem de erkeklerin bu işten gerçekten de anlamadıklarını ortaya koymuyor mu?

Soruda ve cevapta olmayan sorunda nasıl olabiliyor?

Bu evren ve yeryüzünde neden bulunduğumuza, burada ne yaptığımıza dair şimdiye kadar insanlığın kozmik ve felsefi açılardan bulabildiği en uzun ömürlü -doğru değil- cevaplar hala buyruk, mitoloji ve dogmalardan şaşmayan kutsal kitapların tekelinde değil mi? Açıklayamadığımız zaman hissettiğimiz korkuyu bastırmanın adı neden inanç olarak adlandırılıyor onca zamandır? Ve bu cevapların "yazılışında" vahyedilişinde neden hep o lütufkar erkek ellerini buluyoruz sadece. Babamdan ötürü erkeklerden hep utanmamın bir nedeni de budur işte: Kadınları bütün sorulara dahil edilmeyişi ve cevapların hiçbirinde onların asla olmayışları. Bu durum içinde kadınların bir kayıtsızlık ve isteksizliğine sözün doğrusu ben rastlayamıyorum. Olsa olsa bu durumun adı tevazu olabilir. Kadınların birçok konuda öncelikli olarak erkeklere söz ve eylem tanımaları onları doğuranlar olmalarından kaynaklanan bir şefkat değil miydi yoksa?



15 Kasım 2019 Cuma

Bu Yaz



Geçen Yaz'a


Geçen yaz bana bir baktın ve şöyle dedin:
geçen yaz "bu yaz"dı, bu yaz niye "geçen yaz" değil?

sana göre ben anlamıyorum yazlardan, tatillerden
zamanı geçirmek tüketmek sana göre, bana göre altın sarraflığı

tozları sayamazsın, tozsuzluğu bilirsin, elinde bir kaz tüyü
avluda şakıyan araba tekerlekleri hep sonbaharı bekler

yaz gelirken ben yaza doğru yürüyorum, ondan bir yere varamıyoruz seninle
zamanımızı kazanmak diyorum ben, sen harcamak diyorsun

yaz, nefes gibi tüketilmez, yıllar geçer unutulmaz
yaz hatıraları terazinin öteki kefesidir hep, ne koyarsan hayat tartar

üstelik tatile de çıkmadık bir hayat boyu seninle
bir hayat boyu ve fazlası sevmeye ettiğimiz yeminle nereye gidebiliriz daha başka

kordonda duruyoruz, bak gemiler içimizden geçiyor
bu şehrin yaşanmamış bütün anıları senin bir nefesinde yaşanır

şehrine kendimi teslim ettim seni alabilmek için, şehrin yaz halini terk ettiğim gibi yıllar önce
bana, bu şehirde, yazın en sıcak günlerinde yıllar önce seni aradığımı sen öğrettin

seni buluncaya kadar sensizlik çektim, hiçbir gölge teselli etmedi
geçen yaz, sensiz geçen bütün yazların adıdır, seni aramaktır... hâlâ...


19 Nisan 2012, İstanbul


17 Ekim 2019 Perşembe

Kıskançlık

Aishti SS14


“Perdeyi örterek işe başlıyorum. Kâğıtta tam 7 hareket -ya da kendi deyimimle işlem- yazıyor:

-Perdeleri çek.
-Koltukları ört.
-Aynaları gizle.
-Kapıları kapat.
-Işıkları söndür.
-Her yer karanlık olsun.
-Onu görmesinler.”

Onu görmedikleri zaman hayat daha da kolaylaşıyor. O bir buhar bulutu gibi sımsıcak sarıyor içimi. İçine girince dünya nimetlerinden arınıp zevkin ta içine, tadına dalıyorum. Kaygan bir yolculuk sırasında her yanımı titreten o çıldırtıcı kenarlar...

Bir eşyadan söz eder gibi oluyorum. Ama maddi bir tutku, bağlılık değil bu. Onun bir eşya gibi olması, yaşamaması, bana dokunamaması, beni hissetmemesi beni asıl yaşatan ve ona bağlayan en büyük neden.

Ona hep yukarıdan bakıyorum. Bu zamanlarda beni görmüyor.

Tarif edilemeyene yaklaşmak tehlikelidir ama bu biraz da onun gibi olmak gibidir. Bu yüzden onunla aramızda hep belirli bir mesafe var. Bu, özlemi oluşturan ve aşkı nesneleştiren “platonik aralık”tan daha açık daha uzak bir şey.
Onu hatırlamak: Çok uzak bir fiil. Ben ona kelimelerden daha yakınım, anlamlardan daha açık ve ifadelerden daha tutarlı.

Bu çok yakın aşk, bu dipsiz uçurum beni yıkıyor. Beni ben yapan şeyin aynı zamanda beni mahveden (canıma okuyan) şey olması aşkı tutsaklık ve büyük acılar mertebesine ulaştırıyor.

Kıskançlıklarımı hep saklamayı tercih ettim. Kıskançlıklarımı belli etmenin başkalarına üzüntü vereceğini düşündüğümden yaptım bunu. Günün birinde gördüm ki kıskançlık ötekine doğrultulmuş bir silah ve yine de yaralar içindeyim. Her yerimden yaralanmışım. Bir kişisel eğitim cilvesi.

Bazıları için aşk ilişkisi yaralarla ilerler. Bu kanlı görüntü kara sevdanın kartografyasıdır onlar için ve benim asla yerim yoktur bu haritada. Onlarla aynı kıtada oturmam.

İtiraf ediyorum: Üzüntüler ve pişmanlıklar içinde kendimi kaybetmekten korkuyorum aslında. Ve bunun adına hep şöyle dedim sanki: Kendimi eğitmek ve yeteneklerimi geliştirmek. Kendimi eğiterek kıskançlıklarımdan kaçabileceğimi sandım.

Belki bu büyük bir yalandı. Aşkın doğasından kaynaklanan bir çürümeyi adlandıracak olursam şöyle diyebilirim: Her şeyin ve herkesin ilerlediğini sandığı bir dünyada hiçbir yere gitmeyen bir adım.

Kıskançlığın bir çürüme olduğunu düşünüyorum. Parçalara ayrılmanın, kabuklarından sıyrılmanın, yaralanmış iç kısmın açık havayla, mikroplarla, ruhun doğasıyla karşılaşmasının başlangıcı olarak...

Çürümekten neden kaçtığımı hepiniz anlarsınız. Ölümden kaçıyorum ve bir o kadar da kıskançlıktan. Öldüren kıskançlık yoktur; kıskançlık zaten öldürür. İçindeki müziği, yaşı, çocuğu, fahişeyi, avcıyı ve avı da...

Yerine hiçbir şey geçemiyor. Tedavisi yok. Buna karşılık madde ve eşya aşkını kıskançlıkla karıştıranlar içinse her zaman bir çıkış yolu ve kurtuluş var.

Yazmak ve yalan söylemek birbirlerinin kardeşi iki fiil. Sürekli reddettiğim ve kaçtığım bir şey hakkında yüksek perdeden sözler söylemek benim için o kadar imkânsız ki...

Duygusal eğitim dediğim zaman bir eşyadan söz eder gibi oluyorum. Ama maddi bir tutku, bağlılık değil bu. Onun bir eşya olması, yaşamaması, bana dokunamaması, beni hissetmemesi beni asıl yaşatan ve ona bağlayan en büyük neden.

Onun canlı olmaması, ölü olması. Beni ona bağlayan en büyük suç.

*

Benden kıskançlığın doğasına ilişkin büyük sözler bekliyorlar. Ondan kaçıyorum. Bundan daha büyük bir söz olabilir mi? Avından kaçan biri gibi davranmak isterdim ama burada av benim.

Büyük sözler yerine sesler. Büyük Sesler.

Dur gitme! Yapma! Sensiz ne yaparım!


20 Eylül 2019 Cuma

Kirli Güzellik


Güzel olan şey hiçbir zaman devinmez. Buradan "güzellik hareketsizdir" önyargısını çıkarmamalıyız. Güzel olan, güzelliğin eylemidir. Çünkü güzellik cismen yoktur.

Aynaların bize bildirdiği her şey simetriktir. Yazılı güzelliğin yansıma alanı olan yazı da düşünce ve fantezi dünyasının asimetrisinin boyunduruğu altındadır. Yazdıkça düşünceler kendi etraflarında dönerler; geometrik olarak büzüşür, genleşirler. Fantezilerse yazı dilinde aynı etkileri yaratırlar. Yazı alanının köşeliliklerine sığdıkları söylenemez; bu darlaşma yazı dilini bir öforiye dönüştürür. Yazı tam da burada söylenmeyenleri, bağışlanmayan ve anlaşılmayanları içine almaya ve onları sıradanlaşmış bir sözdizimi kalıbına sokarak sunmaya başlar.

Güzellik biçimlerle var olur. Sınırsız bir serbestlik alanında güzellik elde edilemez. Yazı da güzelliğe sınırlı ve verimli bir bakış yargısı alanı verir. Her ikisinin de bu uyumlu görünen işbirliğinin son sınır çizgilerinden birisi etik olabilir. Bir diğeri de saydamlık.

Güzelliğin insan -özellikle de kadın- bedenine tıkıştırıldığı 20. yüzyıl sonlarında sanat ve bedenin de ayrışması yaşanır: Utanma çağının sonu demektir bu. Yaşamın, dünyanın ve insan bedeninin fazlasıyla görüntülerine ihtiyaç duyulduğu bu dönem, yaşamsal, dünyasal ve insansal bedenleri de cinsiyet kategorilerine kodlar: Dünya için ülke sınırları (büyük siyasi kutuplaşmalar), yaşam için ekonomik sınıflandırmalar, insan içinse özgürlük ve demokrasi kalıplaşmalarının da yardımıyla sayıları 6'yı bulan cinsel kategoriler.

Kapı (sınır kapısı), para (ekonomi) ve seks (cinsel kategoriler)… 21. yüzyılın başında güzelliğin normalleri bunlardır.

"Güzelin kendisini, sade, saf, katıksız, insan teninin, renklerin ve daha birçok süprüntünün kirine buluşmamış güzeli, kendi olduğu gibi görebilen, formunun biricikliği içinde temaşa edebilen bir insan neler duyar acaba?" Platon, Şölen

Ekran, perde, monitör ve silisyum alaşımı taşıyan bütün diğer eşyalar. Bunların tümüne birden "kir göstermeyen" göstergeler diyebiliyoruz. Yazıdan görüntüye hakikat, içinde doğrulardan başka özneler de barındırmaya başlanılan bir sürece girmiş bulunuyor. Bu sürecin çıkışı, siber toplulukların dörtlü yazı sistemine (hiperyazı: ses, yazı, görüntü ve link) tam olarak uyum sağlamaları ve yazının bu dört element içinde bir bütünleşik olarak son halini almasıyla gerçekleşebilir.

Bu kesin durum karşısında güzelliğin klasik anlamıyla ne yapacağız? Onu hâlâ saflık, sadelik ve katıksızlık filtreleriyle aramaya çalışmamız bizi tanımsız bir labirente terk etmez mi?

Eskizden vektöre, fotoğraftan dijital sanata, çizgi romandan anime filmlere geçerek bunları yaşamaya başladık bile. Hazırlık olarak mı? Belki. Belki değil. İçinde kaybolacağımız yeni bir dünyada klasik dünyanın sonuna hazırlanıyoruzdur mutlaka.

Ya bedenler? Bedenler sanallığa direniyor. Haz, arzu ve tatmin arayışları bu direnci kırmaya koşullanıyor kredi kartları tarafından.

Güzellik bankası. Güzel para makineleri. Müşteri temsilcileri. Sigorta poliçeleri. Yalan ve kandırma kusan güleç yüzler. Akşamın altısına kadar alabildiğine sahte ve rahatsızlık vermeyen bir günlük koşuşturma. Kansız bir dolaşım. Tüm bunların içinde sahici, gerçek, hakiki ne olabilir. Gerçeklik, bir üst akıl adına dolandırılmıştır. İnsan, demokrasi, sosyal düzen, şehirleşme, kirlilik, temizlik, küreselleşme. Katil öldürürken kendi adını bilerek söylüyor ve bütün ipuçlarını ortalıkta bırakıyor.

Katilin kartviziti haline gelmiş maktulün özgür iradesi.

12 Eylül 2019 Perşembe

Anlamını Bilmediğim Kelimeler


Adamla kadın bir mağazada karşılaştılar.

Adam unutmamıştı. Kadınsa unutulmamıştı. Kadının gözleri kupkuruydu ve içi ağlıyordu. Adamsa onu “ağlıyordu”.

Kaybettikçe kazanılan ve kazandıkça kaybedilen bir dünyada, bir mağazada sessizlik içinde karşılaştılar.

‘Birisini unutmak yoluna devam etmektir,' diyordu içinden kadına bakarken.

Onda kaybettiğini sandığı, unuttuğu kişiyi bulduğunu düşündü.

Bir bulut nasıl güneşe benzerse o kadar ona benziyordu.

Güneş yoksa bulut yok çünkü ışık yok.

Yüzündeki ışık onu içine çekivermişti.

Bir ağacın önce gövdesini fark ederiz. Mevsim ne olursa olsun meyveler en sonda gelir. İşte tıpkı böyleydi görülen durum. Adam kadının ince dudaklarında, ortadan ayrılmış saçlarında ve ensesine uzanan saçlarında, kenarları kalın siyah çizgilerle belirginleşmiş gözlerinde, gülümsemesinde, beyaz dişlerinde uzun zamandır görmediği bir rüyayı gördü ve bir rüyadan ilk kez uyanıyormuş gibi ayakta uyandı.

"Merhaba, ona çok benziyorsunuz."

"Anlatın."

"Anlatamam. Deminden beri onu düşünüyordum, sonra sizi görünce o sandım birden. Sanki o konuşuyor, ama aslında ben ondan kaçıyordum."

"Anlatın."

Adam, onun kızacağını düşünmüştü. Birisine benzetilmek, birisi sanılmak: Yanlış bir defineyi bulmak gibidir birisini ötekine benzetmek. Bazen yanlış, yersiz bir tokattır. Adam kadının sakinliğine inanamadı. Ya oydu, ya da kendisi. Ama kendisi bu kadar gerçek olamazdı. İnanmaktan başka çaresi yoktu adamın. Sızlanmayı bırakıp anlatacaktı. Anlatmak istediği için değil, o "anlatın" dediği için. Bu sesin geldiği yere ansızın çekilivermişti. Gözler aynı güneş ama başka bir sıcaklık. Kendisi olan bir sıcaklık. Güneş sadece bir giriş kelimesiydi belki. Bir davet.

Kadının çok az vakti vardı. Oradan geçiyordu, derken bir haber aldı, beklemesi gerekiyordu biraz daha, arkadaşları geçerken onu alacaklardı.
Adam geçecek olan bu sürenin bir yüzyıl olmasını diledi. İçinde, anlatması yüzyıllar sürecek kadar çok şey birikmişti.

Ama anlatamadı.

Gözlerini ondan alamıyordu. Onun kendisine dönüşmesini büyük bir merakla izlerken ağzından duymadığı, anlamlarını bilmediği kelimeler çıkıyordu.

*

Kal. Buradasın. Gitme. Nasıl olur. Nerdesin. Sen. Bizimle.

Bu kelimeleri anlamıyordu ve artık bilmiyordu. Kadına bakarken nerede olduğu bilgisini yavaş yavaş yitiriyordu. Ve sonunda bitti bu farkında oluş.

Artık bir adadaydılar. Onları getiren tekne, tanıştıkları tekne kıyıda yan yatmıştı batmış gibiydi. Bütün bunlar o adadan dönmeyecekleri anlamına mı geliyordu. Son yolculuk muydu?

Kıyı boyunca tek başlarına yürüdüler. Yan yana görünüyorlardı ama yalnız gibiydiler. Her şey değişmişti. Kadın kendisi olmuştu, ama bir adadaydı ve adada zaman anakaradan farklı akıp gidiyordu. Adam ise farkındaydı, adalarda erkekler ağaçların, ışığın ve toprağın kölesiydiler. Adalarda erkekler adamdı, erkek değil.

Yanlış yerde değillerdi ama, zira bu adada biraz daha az ağaç vardı ve biraz fazla kadın.

Adam hiç kimseyi görmüyordu. Yalnız kıyı ve kıyı boyunca ıslak kumları çizerek giden kadını.

Adam kesinlikle onu düşünüyordu.

Arkasından gelmemişti, onu takip etmemişti. Aynı yere gitmeleri ne anlama geliyordu. Üstelik de bir adaya. Kadının daha kadın olduğu, yükseldiği ve erkeğin toprağa yaklaştığı bir ottan farkı olmadığı, güneş altında ırgat olduğu bir kara parçasına.

Kadın için seçilmiş bir yer olduğu söylenemezdi, erkek için de. Ama oraya kaçtıkları kesindi. Gerçek dünyadan. Onları izleyen hayaletlerden ve hatıralardan.

Hatıralardan kaçamadıkları için değil belki de soyunamadıklarından o hayaller önünde.

Bu yüzden ıssız bir kumsalı seçtiler belki de. Sadece ikisine ait hikâyeler önünde soyunabilmek için. Bu ıssız kumsal ona bu hikâyeyi versin diye.

*

Hikâyemizin yeni bölümünde kadınla adam bir adada karşılaştılar bu kez. Girit'e benzeyen bu adada kadın üç katlı bir evin bodrum katını tuttu. Evinin kapısı girişten görünmüyordu, ama arka bahçesi denize kadar uzanan bir tarlaya bakıyordu. Adamsa o tarla içinde, korkulukların sebze gibi dikildiği, ama hiçbir şeyin yetişmediği -belki deniz tuzu yetişebilirdi- o tarladaki ahşap kulübeyi kiraladı.

Şimdilik bir sezonluk anlaştılar evsahipleriyle. Evsahipleri yıllardır boş duran, belki de onları bekleyen bu evlerin tutulmasından çok hoşnuttular. Yalnızlıklarının bozulmasına aldırmadan bu yeni komşularının, birbirlerinden başka şeyle ilgilenmeyen bu komşuların tadını çıkarmaya başladılar.

Deniz tuzları kadar yalnız o tarla, tarlaya bakan evinde kadın. Adam şimdilik sadece denizle ilgileniyordu. Yanında kâğıtlar getirmişti. Kalemi olduğu görünmüyordu, çünkü cebinden hiç çıkarmıyordu, sadece boş kâğıtlara bakıyordu, sonra tarlaya, korkuluklara ve bahçeli evine kadının.

Birbirlerine önce günler boyu baktılar. Aralarında deniz tuzlarının üzerinde yükselen korkuluklar, korkuluklar arası gerili ipler varken uzun uzun seyrettiler birbirlerini. Bu bakışmalarda araştırdıkları tek nokta özlemin sürekliliğiydi.

Adam kadını özlüyordu, o bodrum kattaki kadını. O tarlaya denize açılan bahçesinde küçük masanın etrafına dizdiği sardunya saksılarında yazgının dizilişini arayan kadını. En küçük saksılar kümesi çocukluğu olmalıydı, ortancalar ilkgençlik ve en iri saksıdaki en yüksek sardunyalar ve en gösterişli çiçekleri olan sardunyalar şimdiki halini temsil ediyor olmalıydı.

Adam kalemi günler sonra ilk kez cebinden çıkardı ve en boş kâğıdı buldu tomarların arasından. Kâğıtların hemen hepsi buruşmaya yüz tutmuştu, beyazlıkları sarıya çalıyordu artık.

Kâğıda bir şeyler karalayıp buruşturdu. Havaya attı. Rüzgâr buruşturulmuş kâğıdı biraz ötedeki korkuluğun yanına kadar attı. Sonra kağıdı yerden aldı, açtı tekrar bir şeyler karalayıp havaya fırlattı, rüzgar bu kez kağıdı geriye doğru sürükledi; kadının bahçesine doğru.

*

Kadın mutfakta yemek yapıyordu. Üç kişilik bir masa hazırlamıştı, ama kimseyi davet etmemişti. Her akşam yemek vaktinde tekrarladığı bu ayin için yaptığı hazırlık sırasında gene her zamanki gibi heyecanlıydı. Gelecek misafirleri uzun zamandır görmediğinden değil de sanki misafirlerden birisine karşı duyduğu özel ilgiden olmalıydı.

Fakat yine kimse gelmedi. Kadın yemeğini tek başına yedi. İki kişinin boş tabaklarına yine baktı. Yıllar önce giden birilerinin günlük yasını tutması sona erince boşalmış ve boş tabakları topladı, ertesi sabah yıkamak üzere evyenin üzerine bıraktı ve okuma odası haline getirdiği yarı loş yarı aydınlık odaya çekildi. Odanın penceresinden kararmakta olan havada, gökyüzündeki korkuluk siluetlerine baktı. Korkuluk tarlası geceye hazırlanıyordu.

Adam başka bir adaya gitmişti ve birkaç gündür ortalıkta yoktu. Okuma masasının üzerindeki lambayı yaktı ve masa üzerinde günlerdir duran buruşturulmuş kağıtları yeniden gözden geçirdi.

Kağıtlarda bir adres, isim ve not vardı. Mavi bir kurşun kalemle yazılmıştı hepsi de.

Gidiyorum. Gelmezsem. … adası. Mavi pansiyon.

Kadının hiçbir şey sakladığı yoktu, ama masaya koyduğu iki kişilik boş tabakları her sabah özenle yeniden yıkıyor ve mutfak dolabına yerleştiriyordu. Tabakların anlattığına göre birisi bir deniz kazasında ölen küçük kardeşi, diğeri de giden ama dönmeyen sevgili içindi. Onlar olmadan boğazından bir şey geçmemesi bir yana soluk bile almıyordu. Belki de bu yüzden korkuluk tarlasına kadar gidiyor ve öteye geçemiyordu.

8 Mart 2018 Perşembe

Yazının Cinsiyeti: Bir Kadın yazısı var mı?


Bir kadın yazısından söz edebilir miyiz?

(21. yüzyılda artık bu sorunun karşıtını sormanın hiçbir yararı yok.) Ama soralım her türlü gereksizliğine rağmen ayrıca: Bir erkek yazısı var mı?

Elbette var. En başta düzenleyicilik ilkesinden doğan bütün yazılı yeryüzü yasaları. Trafik kuralları manzumeleri. Kredi ve kredi kartları sözleşmelerinin sadece karıncalar tarafından okunabilen metni. Ev aletleri kullanma kılavuzları ve unutma-dan: Bütün imzalar ve imzayı gerektiren bütün “korkak” metinler.

Yazı, eril bir başlangıç yaşadı ve bu konuda büyük aşamalar kaydetti. Onu “biteviye” alkışlar ve sırtını sıvazlarken dünya hayatının eril düzeninin de kuruluşuna tanıklık etmiş oluyoruz. Tanık, ikinci derecede sanık da olabilir. Çünkü olaylar karşısında iki tip yazı kaydı belirler:

1. El yazısı: Yazılmamış “ham” düşüncenin kayıt fuayesi. Yazının bekletildiği oda.
2. Tipografik yazı: Vitrin. Sadece vitrin. Dönüşün olmadığı, ancak bir tekzibe ya da sonraki tipografik çalışmaya ve gerçekleştirmeye kadar açık olan yazı.

Yazının kaydı neredeyse yazının “kendisi” demektir. Çünkü sözlülüğün karşısına bellekten ezberlemeyi kesimleyen, sonra onu yok edip yerine kayıt sistemini çıkaran bir duruş içindedir. Kayıt çeşitlerine bakalım biraz:

El yazısı dişildir. Söz'ün yazı'ya teslim olduğu bellek-kayıt geçişinden kurtulan bu dişil süreç, matbaanın, yani yazıyı çoğullaştırma aracının icadıyla sona erer. Yazı yani ifade evreni artık tamamıyla erilleşmiştir. Yazarak “faşizan” olunabilir, çünkü kaydın hâkimiyeti kesinleşmiştir. El yazısı sakla-namaz bir şeydir, çünkü tektir; en azından çoğaltılması zordur.

Kaydı belirleyen üçüncü, ama sözde “üçüncü” kitap devriminde “ilk” yazı çeşidi sanal yazıdır:

3. Sanal yazı: İfade ve anlam evreninde gidiş ve dönüş artık yok. Saha var. Global illüzyon, fakat sapmalar tek noktadan ya da doğrultudan başlamıyor. Bütün sapmaların “döndüğü” çevrimler kayıp.

Yazı yapısının anlaşılmazlık düzeyinde oluştuğunu; felsefenin, dilbilimin hatta edebiyatın bu düzeyi 20. yüzyıl boyunca koşturduğunu görüyoruz. Birbirine karışan gerçekte anlam ile anlamsızlığın yönünü yitirmişlik duygusu değil; anlam ile anlamsızlığı birbirinden ayıran çizginin ortadan kalkması. Yazıya salt “anlamı verme aracı” olarak bakışın yazının cinsiyetini öldürdüğüne tanık olduk bu yüzyıl boyunca. Yazı, sözlülüğün sözcülüğünü yitirdiğinde kendini erilliğe teslim etmişti. Bu dışbükey durum, sözlü metnin yazılı metne, elyazısının, tipografik yazıya, mektubun e-mail'e teslim olduğu ve belki de yakın gelecekte “yazının metayazıya” teslim olacağı -kayıt teknolojisinin kaybolacağı dördüncü devrim zamanı- bir dönüştü.

Söz. El yazısı. Mektup.
Bütün bunlar koruyucudur. Anlam ve söz evrenlerinin koruyucuları.
Yazı. Tipofrafik yazı. E-mail.
Bütün bunlar hakimiyetçi. Erillik tapınağının bekçileri.
Dördüncü yazı devrimini, yani “metayazı” dönemini öncekilerden ayıran “dördüncü” zaman kategorisi kesinlikle insani olmayacak.
Geçmiş, şimdi ve gelecek olarak tanımlayabileceğimiz kutsal insani zaman “üçleme”sinde gizil olarak yatan “izafiyet” tanrısını alaşağı edecek dördüncü kategori, kesinlikle şüpheli ama “bizden” olacak.
Kozmik ama alegorik. Geleceğin yerine ama gelecek için bir zaman “şey”i... O zamanda yazının cinsiyeti olmayacak. Her şey yazılmış ve kaydedilmiş olacak. Yazının sonu değil, cinsiyetin sonu...

20 Mart 2012 Salı

AŞK: Kısa Süren Sonsuz Mutluluk

Aşkın küçük yolculuğu

Yanlış formüllerle doğru deneyleri yaşayabilir miyiz?
İşte bütün sorun bu. Bir kafatasını yukarı doğru kaldırmamıza gerek yok Hamlet gibi. Tek sorun o kafanın içinde nelerin döndüğü.
Bize sonsuz zamana ve uzamla beraber verilen özgür irade neden ölümlü ve sonlu bir bedene hapsolunmuş? Bu bir ödev olamaz mı: Bedeni ölümsüzleştirme ödevi.
Bedenimizi ölümsüz kılacağımız güne kadar ödevi bize devamlı hatırlatacak eylemlerden en önemlisi aşk olabilir mi? Olabilir, ama aşkı hemen sosyal hastalıkların doktoru gibi göreve çağırmak, aşktan dönüşüm ve değişimler beklemek, onun rüzgarına kapılıp her türlü doğruyu kenara atmak ve terk edildiğinde ölümlü bedenin yasını tutarcasına susmak, hataları düşünmek, yanılgılar meditasyonuna gömülmek.
Aşkın bu küçük yolculuğu ruhu bedenden ayırmaya yeter de artar bile. Gelgelelim ona bir ilim, bir ansiklopedi ya da terapi olarak bakmak, ciddiye almak, gerçek dünyada ona çok yer vermek, onu yok etmenin en önemli silahlarıdır da.

Aşka kaç gün dayanabilirsin?

Aşksız yaşanmaz. Bu sözü parasız yaşanmaz sözünden daha çok duyarsın. Ortak noktaları ikisinin de kıt olmalarıdır. Farklılıkları da yöntem konusunda başlar. Aşık olmak ya da aşkı korumak için yöntemler yoktur.
Kimi onu görmeden duramaz, kimi her gün her saat düşünür kimi de ayrılınca anlar aşık olduğunu ya da sonsuz uzatmalara yaslanıp uzatır uzatır kimisi. Bunlardan en önemlisi melankolidir.
Melankoli bir yöntem mi? Aşk hastalığını güçlü bir semptomu olsa da bir kayboluştur daha çok. Aşka uzanmanın, ona sahip olmanın kıyısında acıları kurtuluş, hastalığı da aşk sanabiliriz. Melankoli görmekten vazgeçiştir. Duyusuz görmeyi denemek. Duygular yoluyla kimyaya haritacılığı öğretmek.

Tanrı, aşkın ışığı mı?

Seküler bir tanrı kadınları sevebilir. Kadınlar bu dünyadandır ve erkeklerse evrenin güçlerini -tek yanlı bir görev olarak- teslim ederler. Erkeklerin dünyadaki soylarını devam mecburiyetlerinin nesnesi olan kadınlarla anlaşmazlıklarının arasında geçerli etkin tek dil aşktır. Erkek ile kadın, haz ateşiyle yakınlaştıklarında ancak bu dil çözülebilir ve anlaşılır hale gelir. Her ikisinin de diyaloglarını onların dünyaya bıraktıkları şeyler olarak uzaktan gözetleyebiliriz bir tanrı gibi. Tanrı evrendir ve evrendeki her cisme eşit uzaklıktır.

23 Şubat 2012 Perşembe

Ben sana neden bu kadar aşık oldum?


Ben sana neden bu kadar aşık oldum?
Bir marifetmiş gibi
bunu bilmiyorum

O kadar kabahat dururken
o kadar gemi dururken ve ışıklı gece sahili
sana zincirlendim

Sana doğdum sabahları
Geceleri yükseldim gülümsedim dikkatini çekmek için
Battım, ağladım, dev ve sıcaktım ama kayboldum

Şimdi ben seni aydınlatırken uyandım diyorsun
Ben gözyaşlarımı saklarken sen "ağladım" diyorsun
Aşk olsun


17 Şubat 2012 Cuma

Bir kilo pamuk mu daha ağırdır bir kadın tokadı mı?



Kendisi bir uzman psikolog ve bir erkek. Uzman olmayanlar yani bizlerse kendi ruhbilimlerimizin ruhbilimcisi olarak, uzmanların bizim düşündüğümüz gibi konuştuklarını duyunca şaşırıyoruz.
Sonu ...loji ile biten bütün bilim mesleklerinde aşılmayan çizgiler vardır, halk sağlığı ve uzmanlar arasında. Bilgi ile insanın bu kusursuz sözleşmesi çoğu zaman yolunda gider, maddelere bağlı kalınır. Sözleşme yenilenmediği, geliştirilmediği ve gelişmeler sözleşmeye yansıtılmadığı ölçüde çizgi zamanla kırık parçalardan oluşmaya başlar.
"İlginç tespitler"de bulunan uzmanın da çizginin ötesindeki ben'ine ait sözleri, çizgi hakemi medya tarafından gözlendiğinde uzman, deyim yerindeyse arslanların arenasında halkın önüne atılır. Medya; kuralları gözleyen, onların doğru uygulamalarını bekleyen bir kuralsızdır. Yarın halkın yanına geçip halkı uzmanların önüne de atabilir.
Hakim ve hakem medyanın, uzmanın görüşlerinden anladığı ve anlaşılmasını istediği şeylerin özeti şu: "Erkeğin gördüğü psikolojik şiddet onu fiziksel şiddete yöneltiyor. Erkeğin fiziksel bakımdan üstün olması kadını mağdur gösteriyor..."
Nerden bakarsınız bakın, hele ki erkek tarafından bakın ne kadar doğru sözler. Tartışmaya bile gerek yok. Ama uzman, bir kriminolog değil. Fiziksel bakımdan üstünlükle, psikolojik şiddetin fiziksel şiddete dönüşmesi arasında doğru bağıntıları kurduğunu ve dikkatleri oraya doğru şekilde yönlendirdiğini nereden anlayacağız?
Yarın başka bir uzman kalkıp erkeğin gördüğü psikolojik şiddetin kökeninin sahip olduğu fiziksel üstünlük sebebiyle kadınların yaşadığı özsavunma mekanizması olduğunu söylerse ve tartışma psikolojik-fiziksel şiddet ekseninde kilitlenirse ne yapacağız?
Bir yanıyla ilginç olmaktan öte bu tespitler kriminel olayları, ölüm ve katliam gibi aile cinayetlerini açıklamakta yetersiz ve yersiz kalıyor. Karı-koca, sevgililer, partnerler arası tartışma ve durum çekişmelerinin had ve hudut tanımadan birtakım çizgileri aşarak kriminoloji alanına taşınabildikleri yönünde her türlü görüş keyfiyeti, bu dramları ne kadar hafife aldığımızı da gösteriyor.
Belki öncelikle şu soruya net bir cevap verip daha sonra cinsel kimliklerimizin hayatımızın ve bedenimizin neresinde durması gerektiğine karar verebiliriz:

"Erkek tokadı mı daha ağırdır kadın tokadı mı?"



11 Şubat 2012 Cumartesi

Sevgili




Sevgili
soruların cevaplarımsa sor bana eskiden neden aşk için yaşardık ve şimdi aşksa yaşıyoruz....
kapı önlerinden hepimize birer gemi kalkardı hayallerimize...
ellerimize tutunarak kurardık dünyayı...
bir baş çevirmeyle zamanı değiştirirdik...
ve şimdi korkularımızdan başka zaferimiz yok....

Sevgili
aramızda "eskiden" diye bir söz olmasın isterdim...
Eskiden çok eskidendi. Sular bile daha eskiydi. Gözyaşlarımız.
Ben, önemli birisi olmak dışında bir  şey istemiyordum ve şimdi zamandan başka bir şey istemiyorum.
Zamanı seninle doğurmak ele geçirmek. Eskinin yarın olduğu günlerde senden doğmak. Senin olmak.

Sevgili. 
Sen güneşim oldun. En uzağımdaki aşkımdın ve en çok parlayan aşkım... 
Gecelerce içimde taptım sen olan inanca, kucakladım sen olan teni, bekledim alevlerinin hazlarını bedenimde.

Sevgili.
Beni senden alma. Bizi.
sana nasil gidilir
gidilmez ki
senden gitmek bir yolsa sana gelmek yasak meyvedir.

29 Ocak 2012 Pazar

Fransız kadınları neden mutsuz?

Fransız kadınlarının, dünya kadınlar tarihi içinde çok ayrı bir yeri vardır kuşkusuz. Sanatı, kültürü, modayı, bilimi ve teknolojiyi hep birinci elden yaşamış bir toplumun kadınları da elbette farklı olacaklar, farklı yaşayacaklardır.
Fransız kadınlarının mutsuzluğu, mutluluğu çok tarif etmiş olduklarından ziyade aşkı çok anlamış ve anlatmış olmalarından ileri gelir. Böyle demiştir muhtemelen bir Alman filozof, ama kimin umurunda. Mutsuzluk konusu açıldığında her türlü düşünce biçimi geride kalır. İşin içinde gerçek acı vardır. Felsefenin tesellisi yetersizdir. Fransız kadınlarının felsefeye yatkınlığı bütün diğer dünya kadınlarında olduğu gibi tartışmalıdır. Öyleyse Fransız kadınları öncelikle yaşamayı sonra üzerine düşünmeyi tercih ederler. Mutsuzluk da bu güne kadar icat edilmiş en etkileyici ve can alıcı felsefi sonuçtur. Henüz çözüme kavuşmamış bir ruhsal durumla birlikte mutsuz beden ile ruhun acıda birliğini yansıtır.
Mutsuzluk bulaşıcıdır ve bütün Fransız kadınlarını kıskacına aldığı sürece bir yaşama sanatı olarak kadınların yüzlerinden giysilerine akar akar. Fransız kadınları mutsuzdur, çünkü o anlık mutlulukların arasındaki uzun köprülerde yaşamanın zevkini çok iyi bilirler. Savrulurlar ve dağılırlar. Rüzgar ve kaos onları yeniden toplar, bir araya getirir. İyileştirir.

30 Aralık 2011 Cuma

sen olan sen ve ben olan sen.

sevgili sen 

ne zamandır içinden çıkmakla içinde kalmak arasında bir kararsızlığa düşmüştüm. sen demek bu kararsızlığı kararttı. artık daha karanlık düşüncelerim var sen hakkında. senin gecem olabileceğin konusu gibi. 
sen beni geri döndürdün. 
savaşa gidiyordum ve yolumun üzerine çıkıp meleklerin de savaşabileceğini gösterdin bana. 
sana bu yüzden hiç sen diyemedim. savaş ikiye böldü bizi. sen olan sen ve ben olan sen. 
seni öldürmek isterken kendimi korudum ve seni yok etmek istedim. bu iki eylem birbirini durdurdu, ancak yalnızlık çoğaldı bunların arasında biz kalınca. 
şimdi sen de ben de yeniden geldiğimiz bozkırlara savrulduk. 

senle kal. sevgiler. 

ben

29 Aralık 2011 Perşembe

“Daha önce birlikte olduğun ve hala görüştüğün biri var mı hayatında?”


déjà-vu


Senin şehirde bulunmadığın ve meşgul olduğun her fırsatta daha öncesinde “topu topu” bir gece birlikte olduğu erkek arkadaşıyla görüşüyordu. Onunla seni tanıştırmaktan sürekli kaçınmıştı; senin yanında onunla telefonla konuşurken sessizleşiyor, sen başka bir odaya geçtiğindeyse bülbül kesiliyor, kahkaha üstüne kahkaha patlatıyordu.

Karnın yanıyordu. Boğazın düğümlenmişti. Kilitlenip kalmıştın.

Bunun bir adı olmalıydı. Déjà vu? Hayır... Daha önce başına gelmemişti, ama başkasında görmüş olmalıydın.
G., D.’yi çok seviyordu ama başka kadınlarla olup onu kızdırmaya ve kıskandırmaya tutsak etmişti aşkını. Onunla olsa aşk bitecekti sanki... Son olarak G., E. ile birlikteydi. G.’nin D. ile görüşmeye devam etmesi E.’i çileden çıkarıyordu. Ve G. D.’nin çok yakın bir arkadaş olduğunda ama sadece öyle olduğunda ısrarlıydı. Fakat E. buna asla inanmadı. G.’nin D.’yi arayışı, ona sürekli ve düzenli vakit ayırışı her şeyi açıklıyordu: G. aslında D.’yi seviyordu ve E.’de -ve benzerlerinde- avuntu buluyordu bu kara sevdayı bir an olsun unutmak için...
Bu durumu sen de onda ve hiç ihmal etmediği, senin şehirde bulunmadığın ve meşgul olduğun her fırsatta görüştüğü erkek arkadaşında buluyordun. Oysa sen kıskançlıkla ve kıskançlıklarınla baş edebilen bir erkektin. Üstelik o, bir konuşmasında onunla bir gece birlikte olduğunu -o zamanki erkek arkadaşını cezalandırmak üzere- ağzından kaçırmıştı; üstüne üstlük ikinizi tanıştırmaktan sürekli kaçınıyor, yanında telefonla konuşurken bile sessizleşiyor, sen başka bir odaya geçtiğindeyse bülbül kesiliyor, kahkaha üstüne kahkaha patlatıyordu.

Tıpkı en son olarak karnının yandığı, boğazının düğümlendiği, kilitlenip kaldığın o akşam gibi. Onunla yine telefonda sessiz sessiz konuşuyordu. Çünkü yanındaydın.
Kendini yatak odasına zor atmıştın. Onun bu ani çıkışı anlamaması için bir mazeret bulmuş, önce tuvalete yönlenmiş ardından hissettirmeden yok olmuştun ortadan. 
Kulak kabarttın. Telefonda konuşması birden akıcılık kazanmıştı, daha rahat ve “bayağı” cümleler kuruyor, kahkahalarını ölçüp biçmeden koyveriyordu.

Onunla konuştuğu ilk telefon görüşmesinde yanındaydım ve yine ortadan yok olup şunu düşünmüştün karnında o ilk küçük sızıyla:  “Onunla telefon ederken kahkaha atması, seninle olduğundan daha rahat olması... Acaba hangimizi gerçekten seviyor?”

İçinden çıkamamıştın. Bir kadın sosyal ve özel hayatını nasıl bu kadar ayırabilirdi? Her iki hayatta da erkeklere ayrı ayrı yer vermesi nasıl mantıklı karşılanabilirdi?
Çok modern görüşlü olmakla övünmüyordun, ama bu iddialı yanından başka Osmanlı tarafların da vardı. Bu tarafını modern görünüşünü kontrol eden, kendini kapılıp koyvermeni kontrol altına alacak bir baskı unsuru olarak görüyordun.
Ama bu durumda içindeki o huysuz adamın, öfke dolu erkeğin patlaması işten bile değildi. Çünkü birlikte olduğun kadın önceden bir kez de olsa yattığı adamla sosyal ilişkisini her türlü şartta devam ettiriyor, belki bu durumu meşrulaştırmak için sana onu “çok fazla kıskanmamanı” öğütlüyordu. O zaman seni daha az sevebilirdi. Kime karşı neyi, niçin koruyordu?

Bu olayda G. ve D.’nin ilişkisinden farklı olmak üzere seni zorlayan şey onun, sonuç olarak bir kez ya da bir gece birlikte olmuş olmasıydı. Onu artık kardeş olarak görmesi, erkek yerine bile koymaması umurunda değildi. Erkekleri iyi tanıyordun. Bir erkek, yattığı kadını başka bir erkekle gördüğü zaman garip bir gurura kapılırdı. O gururu çok iyi tanıyordun. Çünkü sen de hissetmiştin çok kereler yakından bu duyguyu...

G. ve D. nin aşırı “sosyal” ilişkisi G.-E. flörtüne son vermişti. Üstelik bu finalden cesaret alan G., D.’ye açılmış fakat karşılık göremeyince hakkında dedikodular çıkarmış ve böylelikle her türlü “sosyal” ilişkisini bitmişti. E.’ye göre G.’ye gün doğmuştu. G. artık istediği kadar D. ile birlikte olabilirdi. Bu fikrinde bir yere kadar haklıydı E.

G., D. hakkında çıkardığı dedikoduların doğruluğu üzerine açık bir tartışmaya girince aslında geçici bir süre onu kaybetmişti. Olan olmuş kaybeden E. olmuştu. Belki yakın bir gelecekte G. ile D. kazanan taraf olacaklardı.

Peki senin “E. olmanı engelleyen” neydi? E. gibi kenara çekilip birkaç yıldır adı konmayan ve uzatıldıkça taraflarına haz veren bir gizli aşkı mı açığa çıkaracaktın? Doğrusu bu seni hiç ilgilendirmiyordu. Asıl öfkelendiğin daha önce yattığı erkekle(rle) hala görüşen bir kadınla birlikte olmaktı. Bu seni çok boğuyordu. Dayanamıyor, sadece unuttuğun zamanlar rahatlıyordun. Onunla telefonda konuşurken attığı kahkahaları belki onun koynunda, onunla sevişirken de atmıştı. Aynı ağız ve aynı nefesle... Onun elleri kadınının en mahrem yerlerini tutmuş, kadının ise daha dün evine misafir ettiği adamın mahrem yerlerini o gece okşamış, öpmüş ve onu içine almıştı. Aynı yatakta terleri birbirine karışmıştı.

Peki ya onun daha önceki erkekleri? Ama onlar şimdi sadece birer isimden ibarettiler. Telefon defterinde ya da mektuplarda... Asıl dayanamadığın daha önce birleşmiş iki vücudun birbirlerine engel olarak tekrar dikey olarak bir araya gelmelerindeki koca yalandı... Hiçbir zaman bir araya gelmeleriydi arzuyu önlemenin tek çaresi. Çünkü beyin hatırlamasa vücutlar her zaman her şeyi hatırlardı.
Seni çileden çıkaran bu olaya artık son vermeli ve “kendin için”, özgürlüğün ve sağlıklı bir kafa için onu artık onu “bir an önce” terk etmeliydin. Terk ettikten sonra senden alacağı ilk intikam hemen onun yanında soluğu almak olacaktı. Ve belki de yine...

Bunları düşünmüyordun bile... Sana lazım olan yine sendin... Ve bir an önce dengeye kavuşmalıydın ve daha tutarlı bir ilişkin olmalıydı. Ve bu kez tabii ki yeni aşkına ilk sorun şu olacaktı:

“Daha önce birlikte olduğun ve hala görüştüğün biri var mı hayatında?”



21 Aralık 2011 Çarşamba

Deva mıdır Çamaşır Suyu



Tetraklörür. Kloroform.

Kadınlardan yükselen kokular arasında yeni kimyalar. Elleri lastik eldivenli, ciğerleri her türlü kimyasal gaz taarruzuna açık.

Dünyanın en büyük savaşı kadınlar ile kirlilik arasındadır. Bunu kanserojen olduğu çok açık tetraklorür ve kloroform maddeleri yayan çamaşır suları bile engelleyemez. 

Dünya kirlenir ve buna en çok kadınlar üzülür. Kadınların kendi kendilerine yarattığı ya da insani sunumun onlara pay biçtiği estetik düzende kadın etrafını "temiz" tutmak zorundadır. 

Kadının hijyeni onun kutsal kitabı mıdır? Bunan inanmak istemiyorum.

Genzim yanıyor bağırıyorum, boğazım yanıyor anlatamıyorum. 

Yirmi dakika bilemedin yarım saatlik bir ömrü var bakterilere karşı çamaşır suyunun. Bir erkek karşısında ya da baba oğul arkadaş daha fazla vaktin var mı? Hijyenini ne kadar derin olarak devam ettirebilirsin?

Sıradan bir çamaşır suyuyla yıkanmış bir çamaşıra dokunduğunuzda elleriniz hep kızarıyor mu? 

İşte size hayatınızı zorlaştırmadan bu sorunu çözmenizi sağlayacak bir öneri; çamaşırlarınızı her zamanki gibi yıkayın ve sıkın. Sonra onları mesela küvetinizde, yarım gün süreyle on litre suya iki litre beyaz sirkeye batırın. Sonra sıkmadan asın. Kurudukları zaman hem sirke kokmayacaklar hem de size bir daha rahatsızlık vermeyeceklerdir.  
(Bir kitaptan)

Yaşasaydı Ahmet Haşim o meşhur şiirini şöyle değiştirirdi:


Kana kuvvet, göze fer, batna ciladır çamaşır suyu
İlleticua deva, mahzı gıdadır çamaşır suyu
Alemin sevgilisi dense sezadır çamaşır suyu
Ağrıya dost, muhhibi fukaradır çamaşır suyu






11 Aralık 2011 Pazar

Sarışınlar isyanda!

Biz de senin için üzülüyoruz HG ve benzerleri!..

(Aşağıdaki mektup, Sarışınlar Derneği ya da Sarışın Aklı Platformu gibi grupların elinden çıkmamış olup bizzat yazarın sarışın olan annesi tarafından kurgulanmıştır.)

Çocuğum


Baban da senin gibi düşünüyordu mutlaka. Bu konuda sarışınlara onca şey yazmış olmasına rağmen senin gibi bu okunması anlaşılması zor metni yazmazdı, ama emin ol o da bir sarışın düşmanıydı. Ve yüzden benimle evlendi eminim.
Babanı bir sarışınla evlenmeye iten ayrım esmerler değildi, zira o dönemde sınıfın en güzeli bendim. En zekisi, başarılısı da... Baban, daha iyisini bulamayacağını anlamış olmalı ki peşimden koştu. Halen de evrende yine peşimden koştuğuna ve daha güzelini bulamadığına eminim. Bulamaz, çünkü evlendiğimizde arayışını bıraktı, çok iyi biliyorum.
Biz sarışınlar, diyecek değilim, ama iyi biliyorum ki biz sarışınlar dünyanın dengesiyiz. Seçimsiz, sandıksız, tercihsiz, kararsız, hatasız ve şüphesiz...
Sarışınları kafana çok takma çocuğum. Sana tavsiyem bu. Alemdeki diğer kusursuzluklar gibi onları da sorgulamadan kabul et. Rahat edersin. Böyle yazılar da yazma bir daha. Hangi sarışın, oğlunun, onu es geçip sürekli olarak babasını yad etmesine, her zeminde ondan söz etmesine katlanabilir? Sarışın bir anne!
Sarışın da olsa anne annedir oğlum. Ben bunu hep görüyor ve susuyorum. Senin de bunu hep sorguladığını, kaleminin hep babandan tarafa kaydığını gördüğünü ve sustuğunu biliyorum. Baban ve sen birbiriniz için bir konusunuz. Genellikle tarihte yazar baba-oğulların birbirleriyle diyaloğu verimli olmaz. Ya eserleri birbirleriyle konuşamaz ya da baba ile oğul. Dikkat edersen yazar anne ile yazar oğul ya da yazar baba ile yazar kız karşılaşması hemen hemen hiç yoktur. Bunun adı susmadır, kutsal sessizliktir. Kendi özgürlükleri adına bu sessizliği seçerler.
Sen babanı yaz yavrum. Onu anlat. O, anlatılmaya değer bir hayat yaşadı. Belki bu yüzden kendini yazmaktan çok yaşamaya adadı.
Görüyorum ki sen kendini hem yazmaya hem de yaşamaya adamışsın. Sarışınlar için çok üzülmeni de, benim için üzülmene bağlıyorum. Ve çocukların en büyük sevgi belirtisi de ebeveynleri için duydukları endişelerdir. Sakın unutma.
Sevgiyle.


Annen.

9 Aralık 2011 Cuma

Sarışın Kadınlar için Çok Üzülüyorum

Lütfen bu yazıyı fotoğrafa bakmadan okuyun. YAZAR.
En kısa yol, hiçbir yere gitmeyen yoldur. Bu yol üstünde birkaç sarışın kadına rastlanır ve size en kısa yolu sorarlar mavi mavi ya da yeşil yeşil bakarak. O bakışların tiyatrosunun yanına Shakespeare bile yaklaşamamış, o gülümsemelerin epiğine Homeros bile inememiştir.
Sarışın kadınlar için ne söyleseniz sinema ya da müzik yapmış olmazsınız. Bu tek notalı ve tek kareli perdede manzara bir aynadan ibarettir ve o aynanın da adaleti yoktur.
Bir sarışınla konuşamazsınız. Deneyin... Her girişiminizde dünyanın eğiklik açısıyla karşılaşacaksınız. O eğiklik olmasaydı dünya, Güneş'in etrafında sabit bir yörüngede dönmez ve evrene savrulurduk ve aslında ne iyi olurdu; dünya yaşantımız gerçek bir yolculuktan oluşulurdu ve soyut her kelimenin önüne arkasına yolculuk sözünü yapıştırıp yollar karıştıran ve yolcuları yola çıkmadan yoran yetersiz ahkamcılardan kurtulurduk.
O ahkamcılar dilsizdir sarışın kadınların karşısında. Belki de sarışınların tek iyi tarafı gereksiz ve yetersiz sözleri susturmalarıdır.
Peki o vakit bu yazı nasıl yazıldı? Hala da yazılıyor ve düzgün bir çerçevede kendini gösteriyor.
En başta söyledim. Sarışınlar için üzülüyorum. Herkesin aksine onlar için bir şey yapmayı istedim. Dikkat edin sarışınları istemedim hemen. Onları anladım, biliyorum ve görüyorum çünkü.
Onları istedikçe kaçırırsınız. Onları arzuladıkça ıskalarsınız. Onlar için var oldukça, koptukça, kaydıkça, örselendikçe onları yaratırsınız. Onlar sizin kötüleştikçe iyileşen hastalığınız. Onlar sizin zamanında gelen ölümünüz. Onların gökyüzünde hep yağmur yağıyor ve -damlaların illüzyonu bu- her biri onların bizlere birer şans meleği gibi görünmesini sağlıyor.
Sarışınlarda olan ne varsa bu dünyanın bütün iyilik ve güzellik evlerinde de cümbüşten şenlikten geçilemez.
Ve ben her şenlik sonrası ağlarım üzüntümden. Başkalarının yasından aynayı çıkarırsak kendimizi bulmamız üzerine bir denkleme kafa bile yormam, gerekirse ömür boyu susabilirim yeter ki bir sarışın geçsin penceremden ya da bu ihtimal benim deniz kıyılarım olsun.
Şenlik, cümbüş birilerinin gelmesiyse sizin için benim içinse gitmiş olmalarıdır. Gün doğmadan batan güneşe üzülen bir yüreği zor bulursunuz. Bulunca da ömrünüz kısalır.

Ne kadar çok sarışın tanıyorsam bu yazıyı o kadar yazabilirim.


FLAŞ!
Annemin cevabı...


YUNANİSTAN'DAN DÖNMÜŞ OLMAK



Bu üç kelimeyle yeniden kadın olarak geldi
Ve ağaçlara da Yunanca "merhaba" dedi
                             
"Elveda dememiştim ki giderken"
"Ayrıca Yunanca bilmiyorsun sen"

"Her gün değişir kelimelerin anlamları Yunanca'da"
"Bir gün git derken, bir gün kal denir sevdalıya"

Ağzındaki taze koku adeta bir çiçektendi
Ya bir kaya kovuğuna saklanmış yosunbalığı
                            Ya da bir deniz feneri

Işıtıyorsun, açıklıyorsun geçmişimde ne varsa
Bunca yıl yaşadım, eksik ve yokluk varlıktan fazla

Dedim: "Tam üç kelime söyledim ve geldin
Seni zaten çıplak görmesem de soyunmanı istemedim"

Dedi: "Yunanistan'da kalmak imkansızdı.
Ama bunu düşünmek bile kalmaktan farksızdı."

"Ülkem yok, ama ülkem olabilir mi bilmiyorum
O yarımada.
Dedi: "Ben sende kalmak istiyorum.
Ülkem yok bu dünyada."

"Ben," dedim. "Ben bir toprak parçası değilim."
"Ama toprağın verdiği her şeyi verebilirim.
                                      Sana
Onun benden aldıkları adına."

"Toprak senden ne aldı," dedi. Tam bu sırada
Bir kotra geçiyordu uzaktan, kamarasında
O ve ben sevişiyorduk. Kıyıda yazdı
Ama geceydi, o kotra denen Yunan adasında.

Her şey çıplak ve her şey iç içe o gece.
Işık bile, yakamozları söndüren yağmur bile.

Yüzüme baktığında yazın geri geldiğini hissettim
                            Ve dedim:
"Vücutlarımız orda kaldı, peki nedir burada duranlar?"
                   Dedi: "Hazdan geriye kalanlar."

"Sadece et ve kemik değildir yaşamak."
"İşte budur Yunanistan'dan dönmüş olmak."

2 Ağustos 2007 Perşembe

G-STRING ya da Erkeğin "Yeniden" Özgürleşmesi

Batı toplumlarında ve akademilerinde şöyle bir görüş yaygındır: "Dünyayı sarsan, halkı ve sanatçıları sokaklara döken, ruhlarında büyük coşkulara yol açan akımlar, moda ve hareketler akademilerde tez olarak yazılmaya ve ders olarak okutulmaya başladığında bitmiş demektir."
Doğu'da yani özel ve çok öznel anlamıyla ülkemizde yaygın olan inanç ise üç aşağı beş yukarı şudur: "Nasıl olsa en az bir "rub-ı asır" kadar sonra topraklarımıza intikal edecek olan bu moda ve akımlar bizde ise pazara düşünce başlar ve asla bitmezler."
Öyleyse kimdir bu Türkler? Neden sözde merkezlerden, avant-garde oluşum ve aygıtlardan bu kadar uzakta yaşarlar ve Dünya'nın bütün fanilerini bir araya getirecek kadar geniş toprağı ve cömert ruhu nereden bulmaktadırlar?
Bu soruların cevaplarının sanıldığı kadar tarihsel ve antropolojik olmadığını sanıyoruz ama şimdi burada, bu sorulara cevap arayacak değiliz. Soruları sadece derdimizi anlatma zemini oluşturma için kullandık.
Öyleyse derdimiz nedir? Biraz Türk erkeğinin yeni sorunları olabilir; yani kadınların yeni veçhe ve çehreleri...
G-String, yani "G" harfi modelindeki iç çamaşırı... Bir iç çamaşırı üretici ve pazarlamacısının sözleriyle son birkaç yıl içinde satışlarında büyük patlama yaşanan (% 80) ve arka kısmı kadın poposunun arasına girerek, etek ve pantolonlarda külot izini yok eden, neredeyse "wonder-bra" sutyen devrimini aratmayan buluş...
Her ne kadar kadın -ve aynı zamanda erkek- iç çamaşırı kreasyonlarında yıllardır bulunan bu modelin ülkemiz kadınları arasında son derece popüler oluşunu neye bağlayacağız? Yeni bir özgür popo kültünün doğuşuna mı delalet ediyor bu artış, yoksa erkek bakışındaki incelişi ve boyun egzersizlerinde dikey hareketi keşfedişini mi?
Etek ya da pantalonun altına kumaş izi yapmadan iç giyimi tamamlayacak ve dış görünümde de dikkat çekmeyerek, kalçaların yuvarlaklığını pürüzsüzce tamamlayarak çağdaş bir giyim kusursuzluğunu vaat edecek olan G-String “olayı”

*

Z.A.ya sorduk: "Neden G-String?" Fırtınalı bir evliliği çok gerilerde bırakmış olan ve hayata yeniden bu kez kendi ayakları üzerinde tutunmaya çalışan Z. şöyle cevap verdi: "Anlamıyorum. Ben ne zamandır G kullanıyorum."
- Peki o zaman nereden peydahlandı bu cazibe artışı kadınlarda? Yoksa popolarını yeni mi keşfettiler?
"Bence bu popoların keşfi değil! Dış giyimini tamamlayan Türk kadını iç giyimine de önem vermeyi öğrendi. Ben G giydiğimde, kadın-erkek fark etmez, hepsinin gözünde daha estetik olduğumu düşünüyorum. Hemcinslerimin G giymiş hallerini de estetik buluyorum."
- Peki Türk kadını "ayıp" kelimesini, estetik arayışıyla mı aştı sizce?
"Bence Türk kadını bakış açısını değiştiriyor. Bunun nedeni de yeni bir sosyal konum arayışıyla gelen kültürü. Erkekler de iç çamaşırlarına dikkat etmeli."
- Peki erkeklerin böyle bir sergileme şansı yok. Bunu nasıl anlayacağız?
"Gereksiz bir soru. Bu dış giyimden kolaylıkla anlaşılabilir. Şalvarlı bir kadın istediği kadar G giyebilir. Önemli olan kafaların iyi giydirilmesi. Kurumları ne kadar özelleştirirseniz özelleştirin (Z. burada sanırım Özelleştirme İdaresi'nde yaşanan 'don giymeme yasağı' skandalına göndermede bulunuyor.) kafalar özelleşmedikçe vücutlar ve ruhlar da özelleşemez."
- O zaman sokaklarda çıplak dolaşalım..?
"Siz bunu deneyebilirsiniz. Ama hiçbir şey değiştiremezsiniz. Türk kadınları ya da erkekleri, sokaklarda yaşama kültürünü benimsemedikleri sürece hiçbir şey değişmeyecektir. Sokaklar işe gitme ve eve dönme sahası değil sadece."
- G-String artışının erkeklerin cinsel özgürlükleri üzerindeki etkileri konusunda ne düşünüyorsunuz?
"Adım adım düşünürsek, erkeklerin gözleri, kadınların arkasından bakarken bir kademe daha yükselmiştir. Elbise eteklerinden popoya doğru yani... Ama burada kalmamalı elbette... Medeni ölçüler içinde ve kadının da kendini daha da estetikleştirmesiyle, sırta, saça ve başa çıkmalı... Belki de bu sayede erkekler kadını bir bütün olarak görebilir ve yakın bir zamanda belki de -hiç sanmıyorum ama- onun beynini keşfederler."
- Konuyu iyice dağıtıp, tam da kadınların yaptığı gibi istediğiniz yere çektiniz. Ee bravo yani.. Hiç değişmeyecek misiniz?
"Yapmayın beyefendi. Genellikle burada olduğu gibi, soruları hep erkekler soruyor hayatta. Sonu gelmeyen soruların sorulup yanıtların alınmadığı birçok TV programında olduğu gibi. İlginç tesadüfler zinciri sonucu sunucular genellikle erkek. Bana göre erkekler G ile başlayan bütünü gördüklerinde bizler sokaklarda daha özgür yürüyebileceğiz.”