Paris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Paris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2019 Salı

Güzel Paris

I.

Paris kimindir?

“Türk Edebiyatında Paris” bu soruya bir yanıt arama çabasının ortasında durmamasına karşın, kendi varlık nedeninden ötürü yanıtlardan biri konumuna geliyor: Çoğul Paris. Paris çok değil, çoğuldur. Bir şehir bazen içinde birden çok şehir barındırır. Şehir-kent ayrımının uçlarında durulduğunda, bir şehrin mekân boyutu dendiğinde kent adını aldığı; insanlarına (özellikle de kadınlarına) ve yaşama kültürüne girildiğinde şehir adına yerleştiği söylenecektir. Bu ayrımdan hareketle Türk Edebiyatı’nın ilk gözağrısı, yabancı şehri ve kenti Paris’tir. Paris, edebiyatımız için öykülerin, yazıların yazıldığı çatı odaları, üniversite kitaplıkları ve yazarlığın rüşdünün kendisi demektir. Yıllardır sadece bir sözcükten ibaret olan Paris Nedim Gürsel’in dilinde gerçek yüksekliğine çıkar:

“Güzel Paris... Yalnızca bir başkent gibi değil, yabancı bir kadın gövdesi gibi hâlâ keşfedilmeyi bekleyen...”

*

Bir Türk ve bir Fransız yazarın Paris yazılarını bir araya getirme çabasının Türkçe ayağı elinizdeki kitapta toplandı. Birçok fotoğraf ve resmi barındıran bu kitaba rağmen, sanki Türkçe yazının yükü, fotoğrafların -belki de Paris turizminin sıradanlaştırdığı görüntüler yüzünden- Paris için taşıdığı düşünsel yükten daha fazla çekicilik taşıyor bana göre; görüntülerin Paris’i sanki sadece Türkçe yazıyla “taşınıyor”. Paris’in her bakımdan birçok yazı(n)sal imgede taşındığını; üstelik birçok imgenin de metaforlar yardımıyla Paris’i yüklendiğini unutmuyorum.

Paris’in üzerine çevrilmiş bir yazarlar turizmi olduğu, bu turizmden geride, büyük oranda edebiyatın kapsamına giren bir yapıt toplamı bulunduğu apayrı bir gerçek. Bunun ötesinde Paris’i, edebiyatın ve düşünsel kıvraklığın izin verdiği ölçülerde keşfetmek, yazarlık serüveninin kentlere dönük yüzünde önemli bir dönemeç.

*

Mimarların, şehir planlamacılarının, belediyecilerin, postacıların ve memurların Paris’inde ortak yönler, daha doğrusu ortak ve anonim bir Paris bulmak üç aşağı beş yukarı mümkün. Ancak Türk yazarlarının Paris’i yapıların, çizimlerin, hizmetlerin, mektup adreslerinin ve mesailerin çok ötesinde bir yerde… Türk Edebiyatı’nın Paris’i, “tesadüflerden başıbozuk güncelere, adına Abbas da denilen Paris yolcusundan Paris sevdasına akan toprak seyrelmesine” uzanan bir çizgide değişmenin, farklılaşmanın ve çoğulluğun mekanı… Yirmisekiz Mehmet Çelebi’den Enis Batur’a kadar kendi manzaramıza Batı’dan bakmayı öğrenmeyi ve bu karışık düzeyde nostalji öğretimini de içeren bir şehir Paris. İlhan Berk’e “yalnız Paris’te kendinizi unutursunuz, oralı oluverirsiniz” dedirten o dişi şehir, Ahmet Haşim’de o bilinen ‘delaleti’ ortaya çıkarıyor. Seyahatin bir yalnızlık mektebi olduğu öğretiyi, “Paris Tesadüfleri”nde Ahmet Hamdi Tanpınar’a yazdırıyor Paris. Tanpınar’a göre, Paris’te kendi manzaramız ilgi ve dikkat çekici. Gerçek ise şu: “Edebiyatımızın bugünkü manzarası, merkezi bilinmeyen bir vilayet manzarasıdır.” Paris, ayrı bir yazarlar coğrafyasının dönemsel bir başkenti.

Türk yazarının Tanzimat’tan Cumhuriyet dönemine kadarki bozbulanık Paris serüveni de, kendini bir başka kentte yeniden bulma ile, sözcüklerle bir kentin yeniden inşası arasında bir yerde açıklanabilir. Paris’in ağır ve yüksek edebiyat zevklerinden, çilelerinden bir an için sıyrılmak üzere son sözü yine de Enis Batur söylemektedir:

“Bu şehir kadar hiçbir kadın heyecan vermedi bana.”


II.

Paris ile ilişkilerin ilk ayağı diplomatiktir. Osmanlı elçileri 18. yüzyılda Paris’i keşfetmişler ve Frankların başkentiyle geniş bağlar kurarak mimari, ticari ve teknik zenginliklerden, yeniliklerden yararlanmışlardır. Gerçekte, Doğu’nun en büyük Müslüman imparatorluğunun temsilcilerinin asıl amaçları Gâvurların bilimsel üstünlüğünün sırrını öğrenmek ve hükümdara askeri, idari ve eğitimsel reform önerileri sunmaktır ki bunun için 1839 Tanzimat fermanını beklemek gerekecektir.

Öte yandan Parisliler de bu vesileyle Türkleri ilk kez görme fırsatını bulmuş olurlar. 1720 yılında basında çıkan yazılardan ya da kimi mektuplaşmalardan öğrenildiği kadarıyla, birkaç asır önce Viyana kapılarında durdurulmuş olan asırlık düşman Müslümanlar, ya da Akdeniz muharebelerinin savaşçıları artık birer gezgine dönmüşlerdir. Garip bir değişimdir bu...

İbrahim Şinasi’den bu yana birbirleri ardına düzenli bir ritimle Paris’e giden yazarlar gerçekte turistlerden söz etmemişlerdir. Kültürün yerinden oynatılamaz başkentinin “ikonlarının” altını çizmek için gitmişlerdir oraya.

Paris bütün erdemlerle bezenmiştir; öğrencilere ya da asker kaçaklarına, modernliğin bütün teminatlarını sunar. Memlekete dönüşte hepsinin de yanında bir Fransız modeli mevcuttur.

*

Ahmet Hamdi Tanpınar, 6 Nisan 1953 günü Adalet Cimcoz’a mektup yazarken henüz başına geleceklerden haberi yoktur. Tıpkı onun gibi Paris’e gelen Türk yazarların çoğunda Paris üzerine bir saptamalar ve izlenimler çevrimi mevcuttur. Bu çevrim kendini keşif boyunca seyahatin hakikatine erişmekle sonuçlanır: Huzursuzluk ve bıkkınlık, küçük rahatsızlıklar ve kızgınlık.

Olumsuz bir gelenekten söz edilecek olursa, bu geleneğin tam da ortasında Ahmet Haşim’in portresinin durduğu söylenebilir. Fransız edebiyatını yakından tanıyan bir yazar olarak 1928’de Paris’i ziyaret eden Haşim, yazılarında erken-varoluşçu bir vizyon ortaya koyarken klişelere kaptırmaz kendini. Yeterince ölçülü bir biçim altında iki savaş arasındaki Fransa’nın kötü cinlerini sergiler, yerleşik yabancının Fransa saplantısının ve Yahudi düşmanlığının tırmanışını ifşa eder. Ama hepsi bu değildir.

Karamsar Haşim, Paris’in çevre mahallelerinde ya da Jardin des Plantes’da, en koyu mürekkebin içine batırılmış düşüncelerinin eksiksiz bir metaforunu bulur.
Rainer Maria Rilke’yi andırmasa da bu yolcunun başkalarına benzemeyen gezileri Malte Laurids Brigge’ninkilere benzer. Böylelikle Haşim, kendini Paris sıkıntısına kaptıran birçok Türk yazarına da yol açmış olur.

1950’lerden sonra başka büyük melankolikler bayrağı teslim alırlar. Ziyaret ve buluşmalarla dolu programına rağmen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın seyahatten seyahate ilgisinin zayıfladığı görülür. 1953 yılında üç günlüğüne Paris’e gelen ve memleket hasretine dayanamayan Sait Faik için de aynı durum geçerlidir: Paris’in otelleri, bulvarları ve restoranları Burgaz adasının sakinlerinin ve Karaköy börekçilerinin yerini tutamaz. Ne var ki durum İlhan Berk için daha derinlerde seyretmektedir. 1964 yılındaki birkaç aylık ziyaret sırasında tuttuğu günlükte şair, Paris’i açıkça reddettiği bir çöl geçişini yansıtmaktadır bize. Ilhan Berk şehrin yeni ve karanlık bir portresini çizerken, kısmen de olsa bir kadının varlığını yansıtır; ne var ki o da kendisi gibi yabancıdır bu büyük ve işgal edilmiş Babil şehrinde... Ona göre Paris bir yalnızlıktır. Zaten Lautréamont ve Sade’dan esinlenmiş bir gezgin şairden ne beklenebilir ki?

*

Günün birinde herkes yurduna dönecektir nasıl olsa; işte tam da bu yüzden Paris büyük bir nostalji anlamına gelir. Memlekete dönüşte, Beyoğlu’daki bir tavernada, büyük bir otelin barında ya da Beyazıt meydanına yakın bir kahvede çay yudumlarken dinleyenlerin hevesini kırmadan konuşmaya şöyle başlanabilir: “Ben Paris’teyken...” Bu sırada dinleyenler bilir ki konuşmacı hayallere dalmıştır. Kimse ondan gerçekleri anlatmasını beklemez; sözkonusu olan daha çok Frengistan’a girişi sağlayan bir bismillah’tır. Bu ritüel sırasında Doğu ve Batı’nın en büyük geçiş yerlerinden birisi oluşur, ki yazarların çoğu buradan düzenli olarak geçeceklerdir...

Zira Paris, artık tek model değilse bile, yazarların en çok sözünü ettiği şehir olarak kalır; ne var ki 1980’lerden sonra ortaya çıkan belirgin bir kendini beğenmişlik genç yazarların Paris yorumlarının ortaya çıkmasını engelleyecektir.

Yazılar, notlar, özel ya da gazetelere yazılmış mektuplar Nedim Gürsel’e kadar birbirini izler. Gürsel’in 1985’te yayınlanan Yerel Kültürlerden Evrensele adlı kitabı son tarihsel noktayı koyacaktır. En sonunda esin perisinin suyu çekilmiştir.
Ama sonuç olarak turistik bir Paris’i yorumlamayı reddeden yazarlar da vardır: Ferit Edgü ve Tahsin Yücel gibi; ki bu yazarlar elinizdeki kitap için ilk kez Paris üzerine yorumlarını dile getirdiler, klişelerden sakınarak. Acaba onlar için tehlike, adı çok anılan bu şehrin söylen ya da kartpostal olarak yinelenmesi midir? Onların Paris’i tüm bunların berisindedir.

*

Yine de 70’li yıllar boyunca eğer siyasal çekicilik, yani özgürlüklerin Fransa’sı karşısında büyülenme, üstün gelse de (Attilâ İlhan ya da Özdemir İnce’de olduğu gibi) artık tek ölçüt değildir.

Özgürlük ne güzeldir! Geleneksel yerini çoktan terketmiş olsa bile... Bu yüzden büyük siyasal sorunların ötesinde, Paris’in bu anlamdaki yıkılışı kimi yazarlara esin vermeyi sürdürecektir: Örneğin Ataol Behramoğlu, “Paris söyleninin ölümü” üzerine en iyi metinleri vermiştir. Enis Batur ölçülü bir lirizmi seçerek 20. yüzyıl başının büyük şiirine ulaşmak için geçmişin labirentlerinde gezintiye çıkmıştır. Düşlerdeki Paris’in bu çöküş süreci aklın Fransa’sındaki yoğunluk azalmasını çok iyi açıklamaktadır.

*

Nedim Gürsel 70’lerin başlarından bu yana Paris’te oturuyor. O artık bir ziyaretçi değil bir yerleşik. Kesintisiz bir şekilde Paris’te yaşayan ve yavaş yavaş Parisli olan ilk Türk yazarıdır. Onun için Paris için artık platonik olmanın uzağındadır: Seine’in kıvrımları, şehrin parkları duygusallığın yeni bir haritasını oluşturmaktadır ve Türk romancısı bu kadınsı figürü baştan çıkarmaktan başka hemen hemen hiçbir şeyle uğraşmaz.

Hôtel du désir’de, anlatıcının genç sevgilisi Pınar’da Türkiye’yi yeniden buluruz: Bu, çağdaş, melez, Strasbourg Saint-Denis semtinde yaşanan ve anlatıcı kafasını karıştıran bir Türkiye’dir. Anlatıcının dünyanın yeni bir coğrafyasını tanıdığı bu mahallede birbirinden üç bin beş yüz kilometre uzakta iki ülke aynı anda belirli noktalarda iletişim kurmaktadır.

Örneğin Prado pasajı. Ve ardından İlhan Berk’in “yalnız Paris’te kendinizi unutursunuz, oralı oluverirsiniz” cümlesi doğrulanır. Bu söz aynı zamanda bütün Fransız, İspanyol, İrlandalı ya da Türk yazarlar için doğrudur.


Halil Gökhan, Timour Muhidine
Nisan 2000, Istanbul-Paris

4 Aralık 2011 Pazar

TÜRK EDEBİYATINDA PARİS YOLCULUĞU


Türk Edebiyatında Paris, Halil Gökhan-Timour Muhidine,
2000, Yapı Kredi Yayınları
TÜRK EDEBİYATINDA PARİS YOLCULUĞU

Halil Gökhan


Çağımızın Türk yazarının şehirlerle ilişkiler tarihi ve bu tarihin yazınsal deneyimleri, yirminci yüzyılın başkenti ile aynı yüzyılın Osmanlı başkenti arasında kurulan bir okulun oluşturduğu köprüde oturuyor. Yeni  Osmanlılar, Jön Türkler, Osmanlı aydınları ve Cumhuriyet yazarlarının çoğu Paris üzerine düşünmek yerine gitmeyi tercih etmek zorunda kaldılar. Tesadüflerden başı bozuk güncelere kadar, adına Abbas da denilen Paris yolcusundan Paris sevdasına akan toprak seyrelmesi ve çatlakları aslında, değişmenin, farklılaşmanın, çoğunluğun mekanı olan kente karşı duyulan gitme gereksiniminde uyanan bir beşikti. Cumhuriyet yazarının açık bir zorunluluk olarak algıladığı batılı sızma, özlemlerini oluşturan değerleri batılı olarak kabul etmesine yol açtı. Paris ise, kentlere, kenti sevmeye dayalı özlemlerin hep ortasında durdu.
Peki Paris yolculuğu, yazınsal bir deneyim okulu olmanın dışında nelerden oluşuyor? Ahmet Haşim bu soruyu sorduktan sonra tatlı bir havayla açıklıyor ten yanıt olanağını: Bakır rengi bulutlar, kalabalıklar, evler ve mağazalar değil, eşsiz Paris kadınını cıvıltısı ve yaydığı tarif edilemeyen koku.
Paris yolculuğunun bir yazınsal deneyimi içermesi, Yirmisekiz Mehmet Çelebi’den  Nedim Gürsel’e kadar, kendi manzaramıza batıdan bakmayı öğrenmeyi ve bu karışık düzeyde bir parça da bir nostalji öğretimini kapsıyor. İlhan Berk’e “Yalnız Paris’te kendinizi unutursunuz, oralı oluverirsiniz “  dedirten o dişi şehir, Ahmet Haşim’de o bilinen ‘delaleti’ çıkarıyor ortaya.
Paris, içinde yolculuğun bir yalnızlık okulu olduğu öğretiyi Paris Tesadüfleri’nde Ahmet Hamdi Tanpınar’a yazdırıyor. Tanpınar’a göre, Paris’te kendi manzaramız daha ilgi çekicidir. Gerçekse şudur: “Edebiyatımızın bugünkü manzarası, merkezi bilinmeyen bir vilayet manzarasıdır. Bundan kurtulmaya bakmalı. “
Peyami Safa’da Paris yolculuğu bir iç yaşantı olarak kabul görüyor. Paris’e yirmi dakika kala Peyami Safa’yı şehirden ayıran yirmi dakikanın onu bütün yolculuktan daha çok yoracağı kanısına ancak Paris’ten önce kurulan bir iç yaşantıdan varılabilir. Nitekim Safa bunu şöyle açıklıyor:
“On beş yaşımdan beri benim iç yaşantımın önemli bir bölümü Paris’te geçti. Bir kez bile ayağımı atmadığım bu kentin kıyısını bucağını bile az çok bilirim. Hayalen onun içinde çok yaşadım. Fakir ve daha beteri arkasız bir halk çocuğu olmanın belâsıyle kırıp sararak ve borçlanarak bu geziyi yapıncaya dek büyük Avrupa okulun eşiğine adımımı atmadığım halde, kitap dedikleri ucuz ve soylu kılavuzun onun kürsülerine güçüm ölçüsünde yaklaşmayı biraz başarmıştım.”

Ve her kentte birbirimizi yeniden buluyoruz

4 Ekim 1979’da, Paris’te seyir defterine koyduğu son cümle Nedim Gürsel’i birçok kente taşıyan Seine’in bulanık sularında yansıyor. Türk yazarının Tanzimat’tan Cumhuriyet dönemine kadarki bozbulanık Paris serüveni de kendini bir başka kentte yeniden bulma ile, sözcüklerle bir kentin yeniden inşası arasında bir yerde açıklanabilir. Fakat son söze yakın bir şeyi, Ahmet Haşim’in çok yakınında bir yerde Enis Batur söylüyor:

Bu şehir kadar hiçbir kadın heyecan vermedi bana.

Paris-İstanbul gelgit eksenine oturtabileceğimiz bu deneyimler okulunun yazınsal anlamda ilk penceresini aralayan Yirmisekiz Mehmet çelebi oldu. III. Ahmet devrinde, çocuk kral 15. Louis’ye tebrikname ve hediyelerle Fransa’ya fevkâlade bir elçinin gönderilmesine karar verilmesi üzerine rasgele biri olmadığı kanısını uyandıran ve orduda defterdarlık payesine erişmiş, ikinci murahhas olarak Osmanlı’yı Pasarofça görüşmelerinde temsil etmiş olan Yirmisekiz Mehmet çelebi görevlendirildi. Reşat Tarihi,bu seçimin odak noktasındaki kişiyi “ ..konuşma ve usûl taktiğine aşinâ ve ayrıca hıristiyan desiselerine vakıf “ biri olarak nitelendiriyordu.
Kırka yakın maiyeti ile birlikte deniz yoluyla Toulon limanına, oradan da Paris’e giden; şehirde mareşal ve bir alay askerle karşılanan Yirmisekiz Mehmet Çelebi, 1721 Mart’ı başından aynı yılın Temmuz ayına kadar süren bu Paris yolculuğunu canlı bir üslupla kitaplaştırdı ve bu kitap Türkçe ve Fransızca olmak üzere ayrı tarihlerde yayımlandı.
Yirmisekiz’in ardından Paris, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin bir kaçış şehri olarak 1867’de yeniden kurulur. Paris’e kaçan Ziya Paşa ve Namık Kemal buradan Londra’ya geçerler. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümü üzerine affedilen Yeani Osmanlılar 1871’de yurda dönerler. Aynı yıl, bir Paris kılavuzu ve Paris’te yaşayan gazeteci Teodor Kasap’ın ilk el bilgileri ile Paris’e gitmeden yazılan bir roman ortaya çıkar: Paris’te Bir Türk. Romanın yazarı Ahmet Mithat, romanındaki gözlemlerini doğrulama olanağını ancak 1890’da bulabilir.
1904-1912 yıllarını Paris’te geçiren Yahya Kemal’in yaşadıkları bir şiir uyanışı ve siyasi özgürlük arasında kalmıştır:

Yaşamış olmayan bilir mi bunu:
Eski Paris’te bir ömür geçti
İdeal rüzgârlarıyle hür geçti.

Paristanbul, Timour Muhidine-Halil Gökhan
Editions Esprit des Péninsules, 2000, Paris
1939 yılının başında Paris’e giden Cahit   Sıtkı, aynı yıl içinde savaşın başlaması üzerine yurda geri dönmek zorunda kaldı. Hatta onun bombalar altında bisikletle Paris’ten ayrıldığı söylenir. 1 Şubat 1939 günü Ziya Osman’a yazdığı mektupta, Avrupa’yı yalnız kitaplarla, dergi resimleriyle tanımanın tanımak sayılmadığını yazarken, gelecek mektuplara konu kalasın diye, gözlemlerini döşek altı eder Cahit Sıtkı. Ne yazık ki bu döşeği kaldırmaya pek vakti kalmamıştır.
İkinci Dünya savaşı sonrasında Türk Edebiyatında Abbas Yolcu (1959), Hangi Batı (1972) başlıklı kitapları ve Zenciler Birbirine Benzemez (1954) romanıyla Attilâ İlhan, Paris yükünü çekenlerin başında gelmiştir. Attilâ İlhan yağmurun altında ıslanan bir öfkeyle Abbas Yolcu’nun sesini  Paris’ten duyurur. Yolculuk serüveni ve şehir arasına sıkışmış bir doğulu sestir bu:
“Anlı şanlı Paris! İhtiyar dünyanın ortası Paris! Kız oğlan kız! Apaş! Orospu! Komünist! De Gaulle’cü XXnci asırlı ve kahraman Paris! Ulaaaaan Paris!"
Demir Özlü, Ataol Behramoğlu ve  Nedim Gürsel de doksanlı yıllara kadar Paris yolculuğunun yükünü çekenlerin başında gelmektedir.
Nedim Gürsel’in Paris Yazıları 1995 yılında bir kitap altında toparlanmıştır. 1973-1994 dönemini kapsayan bu yazılar, hem güncel hem de kalıcı bir nabız alma çabasıyla dokunmuşlardır Paris’e ve çevrenine. Yazarın yaşadığı yirmi yılın gerçek ağırlığını yazıyla ödediği, üstüne bir de yeniden okuma borcu eklediği ve tarih gözetmeden konularına göre düzenlediği yazılardır bunlar. Nedim Gürsel bu yazılarda Paris’i yeniden inşa etmiştir.

Paris gerçek anlamıyla çoğuldur. Birçok Paris vardır. Edebiyatımızda Paris yolculuğu, yazarın büyük oranda yaşam kaynağı demek olan yalnızlık ve sürgün bağımlılığını belgelemesi bakımından bir hastalığa işaret eder. Gitmek ve gelmekle yakalanılan bu hastalık yazarı bağımlılığının yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlarken Paris yolunun tam ortasında durur.
Paris yolculuğu bir anlamda soyun ve köklerin bozulmadığı, ama başka topraklarda ne olduğunu araştıran ve hep geriye gelen bir bozkırdan çıkma ve geri gelme çabasının ortasıdır.


PARİS KİTABI


PARİS KİTABI 

Paris’i yazmak daha çok resimsiz, fotoğrafsız kitaplarda mümkünmüş gibi geliyor bana. Sanki fotoğraflara - belki de Paris turizminin sıradanlaştırdığı görüntüler yüzünden -  Paris’in taşıdığı düşünsel yük sığmıyor; görüntüler Paris’i taşımıyor. Paris’in her bakımdan birçok imgeye taşındığını; üstelik birçok imgenin de metaforlar yardımıyla Paris’e yüklendiğini unutmamak gerek.
Nedim Gürsel’in Paris Kitabı Paris’i Yazmak olgusunu daha içtenlikli ve sıcak bir konuma sokuyor. Paris’in üzerine çevrilmiş bir yazarlar turizmi olduğu,
(Burada ‘turizm’i bir gezginlik pratiği olarak alıyorum) bu turizmden geriye, büyük oranda edebiyatın kapsamına giren bir yapıt toplamı bulunduğu apayrı bir gerçek. Bunun ötesinde Paris’i, edebiyatın ve düşünsel kıvraklığın izin verdiği ölçülerde keşfetmek, yazarlık serüveninin kentlere dönük yüzünde önemli bir çaba.
Nedim Gürsel, kişisel coğrafyasında bir keşif alanı olarak var ettiği Paris dünyasına neredeyse en açık yaklaşan dünya yazarlarından birisi. Yaşamınının büyük bölümünü geçirdiği Paris, onun yaşamsal konularının arasında adeta bir ikon durumunda. Kent ve kadın Nedim Gürsel’in yaşamının önemli gerçeklik ikonları arasında neredeyse birbirini sürükleyerek ilerleyen olgular. Nedim Gürsel, Paris deyince yirmi beş yıldır oturduğu kentten çok güzel Helen’i kaçırdığı için Troya Savaşı’na yol açan yakışıklı delikanlıyı düşünürken bile şehir Paris’in hamurunda çekici, güzel bir kadın gövdesinden izler buluyor. Hatta daha da öteye giderek, Boğazkesen’de İstanbul için yazdığını Paris için de tekrarlama cüretini gösteriyor:
“Kentin harcına bir kadın gövdesi karıştığından, iklimi yumuşak, suyu saydam, güneşi göz kamaştırıcı, ırmağı yeşildir. Özlemi ateşten daha yakıcıdır, vuslatı en derin uykudan daha tatlı. Ve yokluğu, paslı bir hançer gibi saplanır gövdeye. “
Bir şehirde kadınsı izler bulma çabası aslında o şehirde yaşayan ölümlü ama çok güzel kadınlar bulma çabasından asla uzak düşmüyor.
Paris Kitabı gerçekte Nedim Gürsel’in Paris’i olarak adlandırabileceğimiz bir kitap. Bu bakımdan bir kent monografisinden çok çağımız yazarının çok çehreli dünyasının sadece bir yüzünü oluşturan şehir-yazar ilişkisinin sonucu olarak bizimle buluşuyor. Mimarların, şehir planlamacılarının, belediyecilerin, postacıların ve memurların Paris’inde ortak yönler, daha doğrusu ortak ve anonim bir Paris bulmak üç aşağı beş yukarı mümkün. Ancak Nedim Gürsel’in Paris’i yapıların, çizimlerin, hizmetlerin, mektup adreslerinin ve mesailerin çok ötesinde bir yerde; örneğin Paris öykülerinde temel izlek olarak kullandığı ve tasarladığı nice kitabın yazıya dönüştüğü mekan olan Hôtel de Sens’ın avlusunda...
Paris kimindir?
Paris Kitabı bu soruya bir yanıt arama çabasının ortasında durmamasına karşın kendi varlık nedeninden ötürü yanıtlardan biri konumuna geliyor: Çoğul Paris. Paris çok değil, çoğuldur. Bir şehir bazen içinde birden çok kent barındırır. Şehir-kent ayrımının uçlarında durulduğunda, bir şehrin mekân boyutu dendiğinde kent adını aldığı; insanlarına (özellikle de kadınlarına) ve yaşama kültürüne girildiğinde şehir adına yerleştiği söylenecektir. Bu ayrımdan hareketle Nedim Gürsel’in şehri ve kenti Paris’tir. Paris onun için öyküleri, çatı odaları, üniversite kitaplıkları ve yazarlığın kendisi demektir. Kırk yıl önce sadece bir sözcükten ibaret olan Paris.
“Güzel Paris... Yalnızca bir başkent gibi değil, yabancı bir kadın gövdesi gibi hâlâ keşfedilmeyi bekleyen...”