kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2020 Perşembe

Genç Bir Yazara Öğütler 7



Sevgili Genç Yazar.

Kitaplarımı alıp okumak yerine bir yazı sanatı etkinliğime katılmak istediğinizi söyleseydiniz nazikçe bunu reddederdim. 

Kitaplarım, bu iş, yani yazı sanatı öğretilemediği için var. Tıpkı binlerce onbinlerce memur ve bürokratın işgal ve meşgul ettiği kadrolara rağmen devlet işlerinin ve "milli vazifelerin" bir türlü doğru düzgün olamadığı gibi.

Fakat yine de yazarzedesiniz demek istemem ben hitap ettiğim kişiye. Çünkü bu işi tam olarak kafaya taktığımda vakit artık çok geçti. Neredeyse dünyayı saran bir dalga gibi yazı sanatının öğretilebilir olduğu kanısının neden olduğu hava hareketleri gördük, yaşadık ve ona maruz kaldık. Ve çoğu atmosfer hareketinde olduğu gibi bunlar da kendi etrafında dönen, bir yere gitmeyen yer değiştirmelerdi. 

Bilinçli değildi belki ve tek masumiyeti de bu olabilir, ama sonuç olarak her doğal felaket gibi failsiz ve sonuçsuz kaldı bu hareketler; yeteri kadar da zarar verdi. Bu gözün hiçbir şeyi görmediği tufanda başka zararlılar da türedi. Onlardan da süremiz ve yerimiz yettiğince söz edeceğiz, zira bu yazma işi Amazonlar’daki bir kelebeğin kanat çırpması da dahil olmak üzere bütün fenomenleriyle devasa, harika bir kültürel eko-sistem ve de asla bir atölyeye indirgenemez. Kaldı ki bu değerli işin en basit ve alt kademesi bir Akademi olmayı hak ederdi. Ne yazık ki dilimizde böyle bir çaba ve uyanış yok.

Muhakkak -bu satırların yazarı başta olmak üzere- bir çatı kurumsallığı olması gerektiği düşünülmüştür kuşaklar ve kuşaklar boyunca. Sadece ben, onlarca yazar dostuma ve yüzlerce yakınıma, çılgınca, senelerdir bu arzumu anlatır dururum ve henüz benimkine eş bir heyecan yansıması gözlemleyemedim. Bunun için de üzülmüyorum. Bu bana doğru düşündüğümü gösteriyor.

Yazı sanatı etkinlikleriyle olan sorunumu şöyle ifade edebilirsek daha çok çözüme yaklaşmış sayabilirim kendimi: Henüz icat edilmemiş ve ihtiyaç da olmayan bir ürünü küresel bir pazarın en önemli mamülüymüş gibi şevk ve zevkle yarattığınızı, ardından da olacakları düşünün. Tabii ki hevesleriniz kursağınızda kalır ve asla hedefinize ulaşamazsınız. Bu örneğin tam olarak yerine oturması için bu boş çabaya aslında holdingi ve parası olmayan, ama patron ve sanayiciymiş gibi rol yapan ciddi görünümlü kişilerin ortalığı kasıp kavuran değer yargılarını da ekleyin. Ortalık tam bir deliler tekkesi değil de nedir ki? Gözden sürekli kaçırılan zararları bir yana, herhangi bir yarar gözetilmesi öne sürüldüğünde, konunun tamamen usta-çırak sürecinde neden takılı bırakıldığını hiç kendinize sorduğunuz oldu mu? Çünkü:

“Bu işte çırak yoktur, çünkü ustanın da kim olduğunu zamanın kendisi dahil hiç kimse bilmemektedir.”

Bunu siz de bilmiyordunuz, fakat böyle anlattılar sonuçları sorguladığınızda. Yani sanat işinde bir sıraya geçmeniz gerektiği, olmanıza ve pişmenize rağmen uyulması gereken bazı kurallar yüzünden beklemeniz gerektiği öğretildi. Hani yazı sanatı öğretilecekti. Evet kesinlikle katılıyorum, sanat eğitimi vardır, olmalıdır; elbette akademilerde ve salt zihinsel olmayan uygulamalı sanatlar için daha çok geçerli olmak üzere. Matbaacılık ve grafik bölümlerinden yazar çıkamayacağı gibi –hedefleri bu olmadığından-üniversitelerin edebiyat bölümlerinden de yazar çıkmadığı çıkamayacağı çok aşikârdır. Kaldı ki bu konu hiç açılmadan kapanmış nadiren talihli olduğumuz şeylerden birisidir, zira çoğu dil ve edebiyat mezunu eğitim sektörüne adım atmak zorunda kalmaktadır akademik istihdamsızlıklardan ötürü. Eğer ki dil ve edebiyat kadroları bölüm mezunları kadar mevcut olsaydı en azından edebiyatımız ve edebiyat entelijansiyamız böyle mi olurdu? Ve elbette edebiyatçı tabiri çoğunlukla akademik kökeni işaret ederdi. Böyle birkaç dergi ve kitaptan sonra ayağınıza geliveren bir kariyer olmazdı edebiyatçılık.

Ünlü bir Fransız filozofun dediği gibi dil de bir hapishanedir. Ana dilin gerçek oluşumunu yaşadığımız bebeklik çağlarımızı ikinci kez yaşayamayacağımız için hayatımızdaki seçmediğimiz tek anadil deneyimimizi geçirirken onun kendi tarihi içinden süzülüp bugüne gelerek yarattığı çevre ve iklim koşullarına da doğal olarak maruz kaldığımız bir gerçektir. Bu gerçeğe hayıflanarak ömür de geçebilir, yetersiz bulduğumuz çevre ve iklim koşullarına maruz kalmaktansa orada daha iyi yaşamamızı sağlayacak cesur adım ve devinimleri, kariyerimizden ve arzularımızdan ödün vermeden hayata geçirmek de en olumlu çözüm olabilir. Bunların iyisini ve onurlusunu seçmek, kendine sürekli olarak bir çıkış yolu, bir formül arayan atölyezadeler için en iyi çözüm olmalıdır, diye düşünenlerdeniz şahsen.

Ve işte bu kitabı * bu yüzden hazırladık. Seni veya sizi “yazı” ile başlayan her türlü mekândan geriye, tek parça getirebilmek için. Biz bir yere gitmeyeceğiz. Senden başka hiç kimse ve hiçbir yer yok inan ki. Ve seni büyüleyici söz ve manipülasyonlarla etkilemeye çalışmayacağız; seni aldatmayacağız ve hatta kendimizi de aldatmayacağız. Yenilmeyeceğiz ve vazgeçmeyeceğiz. Senin de öyle yapmanı diliyoruz.

Senin rehberin olacak bu kitap, başka birçok kitapla birlikte yeniden yazıldı.

Senin için.

Eğer bir gün yollarımız bir yerde kesişirse, şimdiden birbirimizi asla tanımamış olmayı tercih edeceğiz açıkyüreklilikle. Biz diyoruz ki cesaretin gözleri olmamalı. Yanlış bir hisse kapılıp bize bakmaya çalışsanız da görememeniz için kör bırakmak zorunda kaldık, insan ve dünya için yapacağın bütün iyiliklerdeki yersel merakı.

Geleceğin ve şimdinin yazarları için hep bir ağızdan bu kitabın bir yazı atölyesi olmadığını söylüyoruz. Belki öyleydi, ama biraz önce belki de herkes yanlış adres zannıyla çekip gitti.

İyi okunmalar.


* Yazı Atölyesi, 2021, H.G. (önsöz'den)




10 Ağustos 2017 Perşembe

50 Alıntıda Hayat Ağacım 2

(İstanbul)

6.

Dünyanın kuzeyinden güneyine inildikçe şehirlerin yaşama süreleri artıyor. Bir şehir için geçen bir gündeki 24 saat gerçekten de 24 saat midir? Stockholm’da, Bükreş’te ya da Paris’te bu 24 saatken İstanbul’a gelindiğinde süre yetmez bir güne. Zaman uzamasa da süreyi algılamamız uzar ve İstanbul güneye inildikçe uzun günlere kavuşan şehirlerden birisi oluverir.
İstanbul’da zaman uzadıkça onu sadece kendi adıyla düşünmem zorlaşıyor. Bu yüzden İstanbul’u düşündükçe beş kelimeyi daha düşünüyorum: Kalabalık, Gece, Lunapark, Boşluk, Heryer.
İstanbul için “Kalabalık” kelimesini düşünüyorum. Bu kelime beni korkutmuyor. İstanbul’da insanlar çoğaldıkça kalabalık sanki azalıyor. İnsanlar birbirine benzedikçe, aynı amaçlar ve kaygılar için bir araya toplandıkça yaşamsal nitelikleri sıradanlaşıyor ve şişman bir vücuda dönüştürüyor şehrin kentsel dokusunu. İstanbul nüfusu sayıca arttıkça aldığımız nefesin niteliği kötüleşiyor, seslerimiz daha kaygılı ve keyifsiz çıkmaya başlıyor ve kalabalıklarda bulduğumuz şen şakrak hava kirlenerek kayboluyor.
İstanbul için “Gece” kelimesini düşünüyorum.

(İstanbul için Beş Kelime)

7.

Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını  hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.

(İstanbul'un Gece Yakası)

8.

AÇIKLAMA

Bu mektuplardan neyi anlıyoruz?
Şehir nasıl bir canavardır ve kimleri öğütür neleri büyütürken?
Kaç kişi bu şehirden alacaklarını tahsil etmeden göçüp gitti, kayıp bir halde kendi hayatında?
Şehirden öç alınır mı? Ya güç?
Bir insan gibi hissettiğimiz zamanlarda şehir dile gelir… Onu unutursak dize gelir…
Bir şehre nenen gideriz, neden orada yaşamaya çalışırız?
Unutmak için mi? Hatırlamak için mi? Yaşadığımızı hatırlamak ve öleceğimizi unutmak için mi?
Şehirlerde her şey ölümsüz dayanıklılık için yapılmıştır. Doğaya başkaldırı vardır. Suya, toprağa, güneşe ve havaya karşı sağlam olmak zorundadır şehir. En değerli, en kutsal, en büyük, en iyi, en güzel, kusursuz…

(İstanbul Mektupları)

9.

İstanbul Beyoğlu’nda vaktiyle henüz yanmamış Çiçek Pasajı’nın arkalarında küçük bir lokantası vardı Selim Kül’ün. Siyah paspaslar ve koyu renkli Acem halılarıyla ‘Mêtr’, istisnai bir hava vermişti lokantasına. En az yemekleri kadar... Geceleri ise onun Boğaz kıyısında pahalı bir restoranda serbest çalıştığını duyuyordum. Lokantasında arada sırada yediğim öğle yemekleri sırasında da hiç görmemiştim onu. Ta ki o lüks Boğaz restoranında verilen bir akşam yemeğinde, yanlışlık sonucu bayanlar tuvaleti yerine mutfağa dalıncaya kadar.
Selim Kül, ‘şedövr’ünün üzerine karabiber serpiyordu, içeri girdiğimde. Üzerimde kırmızı bir elbise vardı, ama yarı-karanlıkta sanırım vişne çürüğü bir renk alıyordu giysim.
Kepini çıkardıktan sonra sarı, uzun saçlarını geriye doğru atarak, özgün tariflerine uygun bir şekilde hazırladığı özel yemeği şöyle bir kokladı ve karabiber değirmenini kolundan son bir kez daha çevirerek raftaki yerine kaldırdı.
Bense, şaşkınlıktan tuvaletimin geldiğini, kasıklarımın zonklamasını bile unutmuştum. Karşımda en az, ünlü tarifleri kadar güzel bir adam duruyordu. Aşçı değil, bir beyaz aşçı kepinin altına saklanmış bir prensti bu.


10.

İstanbul’a döndüğümde yanımda bir de küçük kitap vardı: Kadın Vücudunun Bende Olmayan Tarafları. 10 şehirde rastladığım kadınları beşer sayfada anlattığım bir not defteri tıka basa kadın yüzleriyle dolmuştu. Kuzeylisinden, Beyaz Rus’una, Bröton’undan İspanyol’una, sıcak İtalyan’ından Doğu Akdenizlisine kadar tam 10 kadını anlatmıştım. Onların vücutlarında olup bende olmayan “tarafların” bir yara olarak vücudumda açılmasından söz etmem kafaları karıştırıyordu gerçi ama bu yaraların kapanması için kadın tükürüğü ve öpücüğü gerektiğini belirtmem bir anlamda okuyanlar için teselli olmuştu.
İddiasız bir yayınevinden çıkan K.V.O.T tam anlamıyla bir patlama etkisi yarattı. Kısa sürede ciddi anlamda değerli bir yayın hakkı elime geçti; gerçi ancak bir daire parasıydı ama ben düzgün bir oteli tercih etmiştim. Kitaba gösterilen büyük ilgi KVOT’den sonra KRBT’yi yazmamı gerektirmişti. (Kadın Ruhunun Bende Bulunmayan Tarafları) Yayınevi benden çok daha para kazanmıştı şüphesiz, ama ben onların şansı olarak adlandırdığım bu küçük şöhret durumunu abartmıyor, sadece kazandığım paraya bakıyordum. Üstelik altyapımı hiç de konuşturmamış, sadece dostum sayesinde gezdiğim dünya başkentlerindeki kadınları anlatmıştım, bulabildiğim en basit ve sade dille.
Anlaşılırlık. Bu son büyük keşfimdi.



(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

50 Alıntıda Hayat Ağacım 1

13 Temmuz 2017 Perşembe

Biz Mal mıyız?




           Bir Kitabın Her Şeyle Boşuna Monologu


Acaba tanışıyor  muyuz gerçekten?

Birbirimizi anlamak bir yana -ki senin beni anlaman sözkonusu sadece- şu an dünyanın ve evrenin bütün dillerinde konuşuyor olabilirim ve sense kafayı kolayca ortak bir dil safsatasına takmış olabilirsin, dilin nihayetinde bir iletişim aracı olduğunu ve giderek her türlü zenginlikten, kapsamdan arındırılıp "herkesin anlaması ve anlatması" için genel bir sadeliğe oturtulması gerektiğini düşünerek.

Hiç de öyle değil. Ama konumuz gerçekten de bu değil. Konumuz ben.

Ben: Kitap.

Çok yanlış zamanlarda ve yanlış yollarda bir araya geldik. Bunu pek umursamadım. En azından sadece ben. Sense benden çok korktun ya da bana fazlasıyla güvendin, derin çıkar ve hesaplar içinde veya harikalar dünyaları yaratarak zihninde.

Benim hep sen olduğumu, olacağımı düşündüm, bu gerçek. Senden asla vazgeçmedim, sabrettim, yılmadım. Ve bu halim, formum benim tercihim değildi. Sen karar verdin, değiştirdin sürekli beni. İçimi dünyanın almayacağı şeylerle doldurdun; bir şifreyken parola, bir anahtarken kapı ve duvarken dağ yaptın beni. Derken sınırlar ve ülkelerle bu uzun hapis hayatına başladım.

Ben zamana ya da mekâna ait değildim. Verilmiş bir sözüm yoktu. Hiçbir şey anlatmayacak ve anlamayacaktım. Sadece bir adım. Ve sendeydi tüm harita.

Kendime değerler, payeler biçmedim; düş ya da sanrı olmadım.

Konulduğum yerde, hep yazıldığım ve basıldığım biçimde kum saatinden yayılan tozlar içinde senin zamanına katıldım.

Dediğim gibi daha başka, daha başka yerde ve sen de daha başka birisi olabilirdin benimle. Ne yazık ki zamandan daha zor bir kavram olan hatırlama eyleminde bile sana yeteri kadar yardımcı olamadım istemediğin sürece. Ben hep yaşadım ve sen hep kendi savaşlarında öldün. Oysa ölümsüz ve buradaydım.

Acaba tanışıyor  muyuz gerçekten?

Bundan hayli kuşkuluyum. Hani senin çok sıklıkla başvurduğun bir huyun vardır:  Her şey yolunda oyunu da diyebiliriz buna. Hafızanı hayatının temel ilkelerini bazen hemen unutmak için kullandığından bu oyuna zaman içinde çok yatkınlaştın. Çıkarlarını tehdit eden rakiplerini, sana göre yaşam haklarını sınırlayan düşmanlarını hep bu oyunla dize getirdin. Şimdi ve burada; benim bir Kitap öznesi olarak neden kültürden, tarihten ve o bitmeyen okuma güzellemelerinden sana bahsetmediğimi ve hiç bahsetmeyeceğimi anlıyor musun?

Zamanla eğlence kategorisine kadar gerilettin beni. Biçime ve tasarıma indirgedin. Neden düşmanca bana baktığını hala anlayabilmiş değilim. Kil tabletten parşömene, rulolardan kodekse geçmenin kronolojik ve kültürler önemleri varmış, kimin umurunda? Asıl bana yazmayı ve benden okumayı unuttuklarını hatırlamaya çalışmak yerine beni de paranın, eşyanın yerine yanına koydun; ruh iken madde, mal yaptın beni neden? Bunun hesabını ver bana. Bana kutsallık atfettikçe sen, üstümden beklenen ganimetler ve fırsatlar daha da alevlendi Herkesin gözleri kör oldu adeta kutsallığı, beni kullanarak yaymaya ve dayatmaya çalışmaya devam ettiğin zaman boyunca.

Ve zamanla biçimin en az söz kadar etkili olabileceği, değer taşıdığına dair tartışmaların da ortasına yalnız bıraktın beni. Ben modernliğe doğru nefes alabilmek için kaçarken, merkezkaç yeni felsefi ihbarların insafına bıraktın.

Hiçbir avuca sığmaz, ele gelmezken yinelenebilir ve kopyalanır hale getirdin beni. Ben çoğaldıkça, söylemek istediklerim azaldı. Ben konuştukça, okundukça üzerimdeki baskılar, aşağılamalar arttı.

Acaba tanışıyor  muyuz gerçekten?

Ben Kitap. Ya sen kimsin?

Okur? Yazar? Basımcı? Yayımcı? Bürokrat? Anketçi? Kullanıcı? Gazeteci? Kimsin?

Ben çoğulum. Ben Kitabım. Biz kitabız. Sen muzaffer, yaratıcı, zengin, öngörülü, yetenekli, dahi, zeki, akıllı, güzel, kültürlü, entelektüelsin de...

Biz mal mıyız?