Mekanik Türk’ü
yüzyıllardır biliyoruz. Türk’ün Şarklı kurnazlığı ve pratik zekasının
fazlasıyla takdir edildiği 18. yüzyılda ilk kez İmparatoriçe Maria Theresa için
sergilenen “Mekanik Türk” adlı otomat Viyana'da İmparatoriçe Maria Theresa'nın
hizmetinde çalışan yetenekli mekanikçi Wolgang Von Kempelen tarafından
yapılmıştı. İmparatoriçe Maria Theresa için yapılan bu otomat, 120 cm . uzunluğunda, 105 cm . genişliğinde ve 60 cm . yüksekliğinde akça
ağaçtan ve üzerine satranç tahtası çizilmiş tekerlekli bir kabinet önünde
oturan bıyıklı, türbanlı ve pelerinli bir Türk figüründen oluşuyordu. Öndeki
kapak açılıp dolabın ve Türk'ün içine bakıldığında irili ufaklı pek çok
kaldıraç, makara ve başka karmaşık mekanik sistemler görülüyordu.
Mekanik
oyuncaklar gibi kurularak çalışan “Mekanik Türk”, karşısındaki gönüllüyle
satranç oynamaya başladığında, gözleri satranç tahtasını tarıyor, başını arada
bir sallayıp satranç taşlarını eliyle hareket ettiriyordu. Yaptığı işler
bunlarla da kalmadığı gibi pek çok oyunda rakibini yenmeyi de başarıyordu.
Yaptığı hamlenin bittiğini başını üç kez sallayarak belirten otomat, maç
sonrasında seyredenlerden gelen soruları satranç tahtasının yanında bulunan
özel bir tepside harfleri birleştirerek yanıtlayabiliyordu.
Mekanik Türk’ü
izleyenler onlarca yıl boyunca onun sırrını çözmeye çalışmıştılar. Bazıları çok
ilginç teoriler üretti. Gazeteler uzunca bir süre Türk’ün sırrıyla ilgilendi.
İddialara göre satranç taşlarının içine yerleştirilen mıknatıslar sayesinde
Türk taşları oynatıyordu. Bir başka teori ise kuklanın içine bir çocuğun girmiş
olduğunu savunuyordu.
"Oyunu
kazanmadan önce kafasını bir zafer edasıyla sallıyor, kendini beğenmiş
bakışlarla etrafına göz gezdirdikten sonra sol kolunu her zamankinden daha
geriye çekiyor ve parmaklarını bir süre dinlendiriyor".
Ünlü yazar
Edgar Allan Poe bir yazısında Mekanik Türk’ü böyle tasvir etti. Tasvirler
dışında her türlü iddia teori düzeyinde kaldı. Otomatın sahipleri yıllarca
makinenin sırları konusunda konuşmama kararlarını sürdürdüler. Türk’ün gizemi
de insanları dolayısıyla kendine çekti ve para kazandırdı.
Otomatın mucidi
öldükten sonra Mekanik Türk birkaç kez el değiştirdi ve ilk metronomun mucidi
Johann Maelzel otomata büyük şöhretini kazandıran adam oldu. Mekanik Türk
1809'da Napoléon ile bile oynadı. Ünlülerle yapılan bu oyunlar daha sonra
kitaplaştırıldı ve 1837 yılına kadar Türk bütün Avrupa’yı gezdi.
Mekanik Türk’ün
aslı şuydu: Otomatın doğuşundan bu yıla kadar içinde hiç bıkmadan, usanmadan
duran ve bir makine edasıyla rakipleriyle oyun oynayan kişi satranç ustası
Jacques-François Mouret'ydi. Mouret, makinenin içi seyirciye gösterildikten
sonra kutunun içine giriyor ve mum ışığında iki büklüm bir şekilde hem
karşısındaki oyuncunun yaptığı hamleleri takip edebiliyor hem de otomatı
yönetip karşı hamleleri yaptırabiliyordu.
Mekanik Türk’ün
hazin sonu şöyle gerçekleşti. ABD turnesi sırasında ölen satranç ustasının
ardından yeni sahibi de denizde öldü ve cesedi denize atıldı. Otomat Philadelphia’da
bir müzeye bağışlandı. İcadından 85 yıl sonra Mekanik Türk Philadelphia’daki
büyük bir yangında yandı ve tarihe karıştı.
Mekanik Türk
adlı “akıllı” satranç makinesinden esin alan bir akıl, son yıllarda kültür ve
siyaset dünyamızı sallıyor. Bu otomatla Hukuki Türk otonomisi ve milli vicdan
karşısında yargılanan yazarlarımız arasında bir benzetme, bağlantı kuracak
değiliz elbette. Zaten otomata dönemin Osmanlı zihniyeti damgasını vurmuşsa da
mucidi bir Avusturyalı, yani ucuz bir genellemeye uyacak olursak Avrupa
Birliği’nde en sert milliyetçiliği temsil eden Avusturyalıların önemli bir
atası. Yıllarca satranç ustalarını, kralları, bütün meraklıları ve
imparatorları ustalıkla kandıran Mekanik Türk düzeni iki aşamayı kapsıyor:
Fikir bizden isim sizden.
Mecazi olarak
“günah keçisi” anlamına gelen “tête de turc” (Türk kafası) terimi de çok uzun
bir zamandır Batı’nın Türk hafızasını meşgul ediyordu. Buradan hareketle
yukarıda iki aşamada andığımız düzenin formülü ortaya çıkmış oluyor. Batı,
yaptığı bütün hesap hatalarında suçu Doğu’ya atıyor. Bir fantezi ya da eğlence
değerine sahip olmaktan öteye gitmese de sezgisel düzeyde Mekanik Türk, bu
alışkanlığın en ironik ve tarihsel eleştirisi aslında.
Günümüzün
Mekanik Türk’ü nasıl bir şey acaba?
Oyun olarak uluslararası
ilişkileri, diplomasiyi ya da kültürel dolaşımın kırılgan satrancını benimsemiş
ve içine düzenek olarak yazarı yerleştirmiş bir otomat olabilir mi? Elden ele
ülkeden ülkeye gezen bu akıllı makinenin içindeki tam olarak neyin peşinde
olabilir?
Bu tarihsel
eleştirinin ortasında yer alan Türk yazarı da bizce Mekanik Türk’ün tılsımlı
oyununa inanmış görünüyor. Deyim yerindeyse günümüzde yazar hâlâ Dreyfus
olayındaki gibi Zola’cılık oynayabilir. Yalnız bir farkla: Dreyfus bu kez
kendisi. Çünkü arkalarında Zola’lar yok. Zola’yı yazarlıktan sıyırıp ateşli bir
hak savunucusu haline getiren itki, Dreyfus’ün masumiyetine olan inancıydı.
Bugünse yazarlar, Dreyfus’ün yerine geçebiliyor. Çünkü bu durum 2 etkili. Ve de 2 in 1. Hem kurban hem
kahraman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder