ordu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ordu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Nisan 2021 Salı

İlahlı Kuvvetler 1 - Silahlı Kuvvetler 0



İlahlı Kuvvetler 1 - Silahlı Kuvvetler 0

"Harp Sanatı, yerinde, koşullara uygun karar verme 
durumunda hepsi birbirine bağlı irdelenmesi gereken beş ana faktör 
tarafından yönetilir: Bunlar; Moral Kanunu, Kainat, Dünya, 
Komutanlık, Metod ve Disiplindir. Bu beş faktör 
her generale aşina olmalıdır. Onları bilen 
zafere ulaşır. Onları bilen yenilmez." 

SUN TZU, Savaş Sanatı

Moral

Kimsenin hala anlayamadığı ünlü savaş strateji Sun Tzu'nun Savaş Sanatı adlı kitabında ... "Savaşların tümünde savaşarak zaptetmek en üstün başarı değildir. Üstün başarı düşmanın direncini savaşmadan kırmaktır," diye yazar. Belki de günümüzün psikolojik harp teorileri ve uygulamaları bu sözden çıkmıştır, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Sun Tzu eğer savaşmadan savaşmaya inanıyorsa o kitabı neden yazdı ve binlerce yıldır neden hepimizi oyaladı durdu. MÖ 500 yılında, Çin'de savaşan beylikler zamanında kaleme alınan bu stratejiler günümüzde çok içselleştirilmiş olsa ve belki de kirli barışların kökeni de sayılsa hiç kuşkusuz bir mizah ya da mecaz eseri değildi. Peki neydi o zaman? Askeri başarılarını pek bilemediğimiz, ama yazdıkları kadarıyla yaşasaydı anti-militarist sayabileceğimiz General Sun Tzu, yoksa zaman içinde uydurulmuş bir karakter mi? Kehanetler yerine teorileri seven bir Nostradamus mu?

Konumuzu elbette tamamıyla Sun Tzu değil. O, bu dünyada yaşayan insanların birbirlerine zarar vermesini giderek daha aza indirmek için çekilen 2500 yıllık bir uykusuzluk. Çekenler bilir, uykusuzluk ne bir uyku halidir ne de uyanıklık. Savaş da bir uykusuzluktur. Sun Tzu'nun savunduğu "savaşmadan savaşmak" stratejisi ise rahat uykular için ileri sürülen bir başka strateji olamaz mı? Gerçek savaş nedir o zaman?

Savaş Sanatı, tarihinde hiçbir zaman yasaklanmadı. Savaş da hiç yasaklanmadı. İki ordu arasındaki savaş öncesi silahsızlanmalar ve karşılıklı ateşkesler bu kapsama giremez, zira bir şeyin adını onu unutmak yerine durmadan söylemek onun bir gerilim olduğunu kabul etmektir. Tekerleğin, yazının ve ateşin icadından bu yana kurulan yüzlerce imparatorluk, binlerce ordu ve onbinlerce savaş tek bir şeyi sürekli tekrarlamaktan öteye gidemedi: "Savaş bir cinayettir."

Meşru ile gayrımeşru olan arasına dünya savaş tarihini sığdırmamız da mümkün görünüyor. Cinayetin ve katliamların yasası olabilir mi? Yasalar bazen öldürmeyi meşru kılabilir mi? Ve neden hala 20. yüzyılı geride bıraktığımıza göre vargücümüzle "Oyun bitti!" diye haykıramıyoruz ve her şeyin üzerine bir set çekemiyoruz. İnsan hakları ve demokrasi bildirgelerini hatırlıyoruz ama onların ilanların ardından her şeyin birden daha kötüye gittiğini hemen unutuyoruz. Savaş, şurası kesin ki, iki tarafında da hafıza kaybının (amnezi) ve ötanazilerin bulunduğu kanlı bir ırmaktır.

devam ediyor (İlahlı Kuvvetler 1 Silahlı Kuvvetler 1)









21 Nisan 2018 Cumartesi

Siyaset: İçimizdeki İhanet

Kimse siyasetin kendisine bulaşmasını "sözde" istemiyor: Yargı, futbol, din, devlet, milli eğitim... Bunlar, az önce söz ettiğimiz tüm tedirgin karakterlerin en çok bilinenleri. Bu istek, cumhuriyet rejimleri öncesi sömürgeci ve imparatorluklar dünyasında da böyle miydi acaba? Sömürgeciler, krallar ve imparatorların günümüzdeki seçilmiş ve atanmış uzantıları, bizzat kendi ağızlarından çıkan her şeyin siyaset olduğunu bile bile neden siyasetten uzak durmak istiyor olabilirler?

Öte yandan bu saydığımız kurum ve alanlar, aynı zamanda siyaseti hem içte hem de dışta en çok kullanan, ama siyasetten hiç de dem vurmayan güç ve kurumlar. Siyasetin, Truva Atı'ndan Suriye Savaşı'na kadar uzanan bu çokyarayışlılığı ve kullanılışlılıkları tarihsel açından çoktan tüm hadlerini aştı ve miyadını doldurdu. Siyaset adeta ihanet haline geldi.

Güç, iktidar ve onların paylaşımının tarihsel olarak başına gidecek olursak iki tür atıf görebiliriz: Yer ve gök güçleri. At, silah ve savaş arabalarının etkisiyle fethedilen dünyanın ötesine geçmek isteyen ve gücünü kalıcı kılmak isteyen yer monarklarının daha çok güç talebine ilk cevap gökten geldi: Dinler. Dinler, dönemlerinin ekonomik hayatını yönetme karşılığında siyasi olarak hükümdarların gücüne güç kattı. Ne var ki kurulan ve dağılan devletlerin birbirlerinin her türlü inanç obje ve mekânlarını talan ve yok etmesiyle birlikte en azından mabedlerin devamlılığında son noktayı koyan semavi dinler, iktidarların bu arayışlarına son verdi. İslam coğrafyası en azından Roma iktidarının coğrafi geri çekilmesinden daha çok bölgesel iç buhranları tercih ettiğinden Hıristiyanlık kadar çok mabed talanı yaşamadı. Bütün Ortadoğu olmasa da Kudüs şehrinin bugünkü triptik mimarisi bunun ayakta kalan en iyi örneği.

Savaş'tan Barış'a hemen uzanıveren bir anlam geçişi olduğunu düşünen tüm diplomasilerin ve ideolojilerin yanıldıkları ortak noktadır bu algı hatası. Hatayı bir prizma olarak ele alıp tarih ve geleceğin renklerinde ona baktığımızda gördüğümüz hiç de basit bir anlam ya da içerik geçişi değildir; kaldı ki savaş ile barış arasında en basit ifadeyle bir neden-sonuç ilişkisinin kapalı kapısını bulabiliyoruz, yani anahtarı kayıptır bu girişin.

Peki insan bu Sisifos mitini neden siyaset adıyla sürekli olarak tekrarlıyor? Kendi yaşamını ve geleceğini, tarihteki varlığını, zamandaki varoluşunu toplumsallık yoluyla değerli bir anlam katarak yüceltebileceği yerde neden demokrasinin tüm imkanlarını en düşük ve en az insanlık onuruna razı olduğu bir siyasete mahkum bırakıyor kendini? Üzülerek son yıllarda gözlemlediğim bu manzarada, zenginlerden dinsel kurumlara, başkanlardan partilere, medyalardan teknoloji egemenlerine kadar her türlü kötü görünüm var.

İnsanın ruhuna hiç de yakışmayan ihanet, yani başkaları hakkında eylemli olarak kötü düşünme hali, giderek siyasetin ta kendisi olmadı mı?