Borges etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Borges etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2014 Çarşamba

99 Jorge Luis Borges



Nasıl yapacağımı gerçekten şu anda bilmiyorum. Her şey burada ve bir anda olacak. İlk roketin uzaya fırlatılışı gibi ben ölmeden beni öldüren 99 kitabı, yani Okuma'nın 99 adını peşpeşe duraksamadan sayabilecek miyim ve çok heyecanlıyım.

Bunları yazarken garsonun birdenbire kahveme süt koymadığını fark ettim.

Duraksadım ve ilkel el işaretiyle onu hatasıyla yüzleşmesi için davette bulundum.

Fakat garson hiç de oralı olmuyordu. Hava da sıcaktı. Süt olmasa kahve benim için daha da ağır olacaktı ve böyle rutubetli bir günde, normalde soğuk günlerde içimi kıpraştıran kafeinin yüksek yoğunluğunu doğrusu çekemeyecektim.

Sonunda beklenen oldu. Garson geldi. Kafein yoğunluğunun metabolizmam için dengelenmesini beklerken süt yerine bir kitap getirdiğini fark ettim garsonun. Bu ne küstahlıktı.

Oturduğum kafe evet doğrusu bir kitap kahvesiydi ya da moda isimle kafe kitap, ama menüde ciddi ayrımlar yoktu, yani kitap satın alınabiliyordu, ama hangi kitaplar, neler; bunları menüden takip etme şansı verilmemişti müşteriye.

Ortam çok kalabalık olmadığından sabır denen erdemi devreye koymayı tercih ettim. Sıcağa rağmen çok güvendiğim kişiliğimi özellikle sosyal alanlarda konuşturmanın örnek bir davranış olduğunu biliyordum. Sanıldığı gibi sosyal ortamlar çok planlı ve işleyişi kusursuz yerler değildir aslında. Tesadüflerin birlikteliğiyle sosyal mekanlarda ritim ve hacimlerin doğru işlediği, kişilerin doğru yolda oldukları varsayılır ve burdan da sürekli bir mekanı belleme kurnazlığı açığa çıkar gizliden gizliye.

O gün neden ordaydım, kimdim hala hatırlamıyorum, ama garsonun bana uzattığı kitapta benim adım yazıyordu. Bunu garsonun sözlerinden anladım:

- Lütfen rica etsem bana bu kitabınızı imzalar mısınız Bay Borges.

Kitapta tam adım Jorge Luis Borges olarak yazıyordu. Kitabın adına dikkat etmedim, zira o güne kadar adımı ne duymuş ne de yazdıklarımı okumuştum. Bir garson beni okuduğuna göre çok matah da bir yazar olmamalıydım.

Ne var ki garson ona ve onun sınıfına dair bütün önyargılarımı bir anda silip süpüren şu sözleri ekledi:

- Sizi ilk kitabınız Evaristo Carriego'dan beri takip ediyorum.

Ben ne yazmış olabilirdim ki bir garsonun eser hayatım boyunca ilgisini cezbedecek. Yoksa bu kişi, aslında gönlündeki aslana uygun bir uğraş bulamayıp gerçek hayatın sellerinde boğulmamak için ruhunun akıntısına karşı yüzen bir işletme sahibi olmasındı. Rastladığım çok mekanda yer sahiplerinin kişisel zevkleri olarak müşterilerine hizmet ettiklerine çok şahit olmuştum.

Garson kitabımın adını söyleyince, bana imzalamam için uzattığı kitabımın adına bu kez alıcı gözüyle baktım: Alef. Ama sanki dört harfli bir isim değildi bu kitap, en az iki kelime saydığımı hatırlıyorum gözucumla; Brodie Raporu ya da Kum Kitabı gibiydi sanki... Yoksa yoksa başka bir şeydi.

Bir saniye... Ben adımı bile hatırlamazken nasıl oluyordu da bu kitap adlarını hatırlıyordum; demek ki o kitaplar o sırada o masada vardı, ama masada hala bir kitap duruyordu ve ortada henüz imzalayacak bir kalem bulunmuyordu. Garson kalemi unutmuştu. Bu konuda onu asla suçlayamazdım; yanında mutlaka bir kalem bulundururdu garsonlar, orası kesin, fakat o sürekli akan, oraya buraya bulaşan, önlüğün kenarına durmadan silinerek temizlenen kalemlerle kitap imzalamak ölmekle eşdeğerdi neredeyse benim için. Böyle bir teklifi reddetmek için de her an tetikteydim.

Garsondan öyle bir arz gelmedi, kuşkusuz benim tedbirli bir yazar olduğumu düşünüyordu. Ve bu konuda kesinlikle yanılıyordu. Ne adımı biliyordum ne de kitaplarımdan haberim vardı.

Bu kesinkes bir rüyaydı ve hep olduğu gibi uyanmak hiç aklıma gelmiyordu. Nasıl olsa hiç istenmeyen bir yerde uyanıklık beni bu rüyadan çekip alacaktı; durumu daha fazla zorlamamalıydım.

Rüya içinde uyandığımda masada bir de kalem duruyordu; kitap adı değişmişti: Hayaller ve Hikayeler.

Üzerimde kenarı tükenmezkalem lekeleriyle dolu bir önlük, sipariş defteri ve solmuş lacivert bir gömlek vardı.

Kitabın ilk sayfalarını araladım.

Kitap isimsiz olarak şöyle imzalanmıştı:

Borges olabilmem için birilerinin ya da yazılmış bazı kitapların beni önce öldürmesi ve sonra beni Borges kılması gerekiyordu ve sanırım da o gün öyle bir şey oldu.



Arkakapak.com


7 Aralık 2011 Çarşamba

Maria Metro 2


Babil Sabahı






"Babil’deki bütün erkekler gibi ben de genel valilik yaptım.'"
Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe



Sevgili Mateo Kolomb,
günlüğümün bazı sayfalarını size ayırdığımı hatırladım birden. Fakat bir kadının yazı yazmasıyla hiçbir ilgisi olmayan şu gündökümlerinde konu bir de bir erkeğin kadınlar karşısındaki hezeyan dolu dakikalarıysa, günlük bir düğün bahçesine dönüşüveriyor. Hep somurtan o ağızlar açılıyor ve masum olan her ne varsa bir kadın hayatında, açılmış, gülümseyen ağızlar olarak yere dökülüyor; bazen bir masa izliyor bu düşüşü, çünkü davetlilerin çekemediği şeyler var yükseltilerin üzerinde.
Bir kadının mutluluğunu anlayamazsınız. O ne zaman mutlu olur ve erkeğe mutlu gelir. Ama tabii, sözkonusu olan "şeytanın eviyse" bir kadın gövdesinden daha emin bir liman bulamazsınız.
Bütün o alıntıları sizin üzerinde çalıştığınız "Anatomist" adlı romandan almadığınızı nereden bilebilirim? Bir hekimin, hayatının soğan zarı haline gelmiş anatomik bellek ve içgüdüleri yaşadığı sürece eksik bir gövde olduğu aşikar değil midir?
İçimizi bilmeden yaşıyoruz, ama buna kesinlikle hekimler dahil edilemez. Bize derslerde öğretilmiş olan iç organ sahnelerini saymıyorum, hayır ve asla! Artık soluk almayan bir insanın, soğuk ve uzun masalar üzerinde kesilerek teşrih edilmesi ve bir tahnit ustası çalımıyla yeniden dikilerek ve içi doldurularak toprağın altına gizlenmişş sınırları belirsiz o dev çöplüğe gönderilmesi... Evet bütün bunlar, bütün bu kıyıcılıklar "içimizi görme ve bilme" sarhoşluğunun -bakın çılgınlık demiyorum, çünkü tıp kesinlikle çılgınlıktan öte bir şeydir- sayıklamaları sadece.
Kasıklarımda çıkan yaralara ilişkin raporunuzu okudum sonra. Beni sadece tahlil sonuçlarıyla başbaşa bırakmanız ne büyük bir incelik! Bu davranışın, doğru teşhis histerisi ve ilaçbilimiyle hastasını başbaşa bırakan genel tıbbın davranışlarıyla ne gibi çelişir yanları olabilir?
Sanırım hekimlik sizin esrarengiz meslek hayatlarınızın içinde sadece önemsiz bir renktir.

*

Maria, metalik meşin cilt kapaklı defterini kapadıktan sonra, bacaklarını saran şalı çekti ve yatak odasına giderek üzerine mevsimin serinlik uyarılarını dikkate alan, ama yine de cömertliğini hiçbir çıplaklık sınırından sakınmayan bir iç çamaşır takımı seçti kendine.
Yazmak üzere tekrar masaya oturduğunda kapının altında bir zarfın daha atıldığını gördü.
Bu kez şalını almadan, çıplak olarak yere eğildi ve zarfı aldı.
Metro şirketinin aylık faturasıydı bu. Üzerinde "Yalnız Topraklar İstasyonu, yolcu no SCNQ 7736-442231 BT yazıyordu. Son iki harf dışında Maria'nın en sevdiği rakam ve harf birleşmesiydi bu yolcu kodu. 442231, aynı zamanda 24 haneli sosyal güvenlik numarasının da altılı son parçasıydı.
Ama BT? BT de neydi? Son bir-iki aydır metro faturalarına eklenen bu iki harf onu çok rahatsız ediyordu. Bu ikisi sadece iki harften ibaret olamazdı.
Çıplaklığının farkına varmaksızın, çantasını arayıp buldu ve içinden Maria Metro'nun manyetik kart versiyonu olan bütün bilgilerinin bulunduğu, harcalamalarını yaptığı "citycard"ını çıkardı. Kapının yanındaki elektronik göze dokundu kartla; gözün altındaki prizmatik ekranda bilgiler yukardan aşağı akmaya başladı. Son satırların birindeki kırmızı değişiklik hattındaki yanıp sönen BT harfleri dikkatini çektiğinde, metro faturasındaki bilgi değişikliğinin nedenini anladı. Oturduğu bölgenin adında ani bir değişiklik yapılmıştı.
Ama bu kez neden sadece bölge adının baş harfleri yüklenmişti bilgi belleğine?
BT ne anlama geliyordu?


*

O cumartesi gecesi, uzun süren bir multi-pub ziyaretinden ve birkaç erkek dükkanından evine tekrar döndüğünde Pablo'nun kapının altından attığı şu mektubu buldu:

"Sevgili Maria,
Uzun süreli bir görev için yaşadığım şehirden ayrılıp senin yaşadığın bölgeye geliyorum. Oturduğun semtlerin etrafında bir yerde büyük bir yapı inşaatı görevi bu. Ama yapının nitelikleri ve özellikleri gizleniyor. Planlar, şifreli dosyalar içinde saklanıyor. Sadece dışarıya sızdırılan bölgenin adının başharfleri: BT.
Belki bu değişiklik senin de çevrende gözüne çarpmıştır.
Söylentilere göre BT'nin anlamı "Babylon Tower". Acaba bu adın, yapının nitelikleriyle bir ilişkisi olabilir mi? Bu soruyu senin fakültenin arşivlerinde belki de unutulmuş olan "Babylon, as a intransitive tower" adlı tezini hatırlayarak soruyorum.
Sevgiler. Pablo.


6 Aralık 2011 Salı

Maria Metro


Maria Metro


AYNA, ANSİKLOPEDİ

“Uqbar’ın ortaya çıkışını bir aynayla bir ansiklopedinin bir araya gelmesine borçluyum.”
Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe

Pablo,
beni metronun girişinde bu ilk kez bırakışın ve bu anı, yani senin beni evime taşıyan anıtın kapısındaki bu anı ölümsüzleştirmek için bu günlüğü yazıyorum. Yoksa niyetim bu isimsiz gecede evime senden bir şeyler taşımak değil.
Bir gün, yine senin beni bıraktığın gibi, gecenin geç saatlerinde evime dönüyordum ve sisler içinde kalmış şehrin tek metrosunun herhangi bir istasyonunda trenden yeni inmiştim. Bu acayip metro ve metro durağı, bir köprünün altından geçiyordu ve yolcularını köprünün güneyde kalan ayaklarına en uzak kalan mesafede bırakıyordu. Artık tamamıyla arabalara, kamyon ve otobüslere terkedilmiş bu şehri kalbinden tam ikiye ayıran metro -tabii ki kurucusu ve ilk işletmeceleri olan büyükbabalarıma ismini o vermişti-  duraklarını şehrin alelade ve özensiz yerlerinde seçiyordu. Hatta daha da ileriye giden son işletmeciler -onlara lastik tekerlek düşmanları da denilebilirdi- her allahın günü metro duraklarını değiştirmekle övünür olmuşlardı. Bu şu anlama geliyordu: Her gece evime dönerken nerede ineceğimi artık bilemez olmuştum ve kesinlikle küfretmiyordum, bir arabamın olmayışına. Çünkü bu şehirde –adını unutacaksınız ama şehrin adına Uqbar diyelim hadi- insanlar gece ile gündüz gibi olmasa da yağlı-yağsız gibi bir ayrım içinde “metrolular” ve “asfaltçılar” olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Şehrin göğünü kaplayan bulut bulamacının içinde bu basit  ayrımın meyvelerinden başka hiçbir şey yoktu: Yüzlerce metrelik tanıtım afişleri, batık zeplinler, kırılmış stadyum ışıklandırma direkleri, havada yüzen bilboard’lar, dev balonlar, gökdelen atıkları ve agnostik ışık efektleri...
Bu bulamaç altında bunalan ve terleyen bir şehrin tam ortasında geçen bir metrodan sözetmek zamanı durdurmakla neredeyse eş anlamlıydı Pablo. Sen beni evime bırakırken durdurmayı istediğim zamanın bu şehir tarafından her gece çalındığını düşünebiliyor musun? Ben, evime ne kadar uzaklıkta olduğunu hiç bilemeyeceğim keyfi bir istasyonda inerken her gece, şehir de aynı düzensizlikte altımızdan kayıp gidiyor her allahın günü... Ama lastik tekerlekler üzerinde, ama tabanlarımıza kadar batmış olduğumuz kara asfaltların tıraşsız yüzünde, ama teknoloji küresinin hediyesi olan bulut bulamacının altında, oflaya puflaya...
Işıklar çekiliyor ve evimin kapısını açacak olan müjdeciyi arıyorum, bacaklarıma yapışmış eteğin gizli bir cebinde. Bu sıkıştırılmış plastik anahtar selül de yüksek efor altındaki vücut sıcaklığıma dayanamayıp erimiş olmalı ki yara izleriyle dolu sağ omzumla ve her zamanki inceliğimle (?)  kapıya yükleniyorum ve bir hırsız gibi giriyorum evime. Her gece kapımı çalmak yerine, bir şeyler çalmak üzere, bir hırsız gibi Pablo.
Hep aynı yara izleri, sağ omzumda; eriyen ve yeniden yaptırılan ama yine eriyen anahtarların yokluğunda evimi bana açan sağ omzumda hep aynı yara izleri... ve giderek moraran derinin altında giderek kısalan omuz kemiği. Anatomideki adı bilinmediği için böyle çağırıyorum onu... omuz kemiği! Her gece bana evimi açtıkça kısalan kemik!
Plastik-file bir pike altında gecenin içine giden uyku dehlizine dalarken, metro yoluna devam ediyor Pablo!
İki bacağımı ayırdım ve her biri 107 santimetre uzunluğundaki bacaklarımın kökleri kalçalarımda toplanmasına rağmen iki tren rayı gibi paralel duruyorlar ve dölyatağımdan kopup gelen bir tren, şehrin sessizliğini derinleştiriyor; çünkü bu sessizlik –çığlık çığlık kararan bu şehirde- sadece metroya ait; şehrin içinde kıvrılarak sonsuz bir turu tamamlamadan yolcularıyla birlikte kaybolan metroya... Metro iki bacağımı ayırırken, ya da ben iki bacağımı ayırdığımda metro yeni bir istasyon daha seçiyor şehrin dölyatağında. Yaklaştığım her istasyon sanki bir rüya ve evime en yakın istasyona geldiğimde uykudan sıçrayarak uyanıyorum.
- Eureka İstasyonu!
Tren sarsılarak yoluna devam ederken bacaklarım kapanıyor ama hiçbir ağrı yok. Içimde bir metro taşıyorum, ama gözyaşlarım bir damla bile olsun akmıyor. Trenin sarsılması da bir rüya ve uykumda bağırıyorum:
- Yeni Topraklar İstasyonu! Rakım sıfır!
Oysa bilen bilir: Hiçbir tren yeni topraklara gitmez. Bir uyku kadar yalancıymış bu metro.

*
 Kapı gürültüyle açıldığında, kapı altından atılmış bir zarf buluyorum yerde. Zarfın içinde adıma düzenlenmiş bir fatura, bir reçete ve bir mektup. Mektup, Mateo Kolomb imzalı. Mateo benim eskiden tanıdığım bir kadın hekimi. Önceki meslekleri hayli karanlık olan ilginç bir kişilik. “Amor Veneris” adında hoş bir roman yazdığını biliyorum sadece. Bunlar dışında muayene için aldığım son randevuyu hatırlıyorum. Ama aradan aylar geçmiş ve tedavimin sonuç ve masraflarını bana bildiren bu zarfın içinde en az Mateo’nun geçmişi kadar karanlık bir mektup var.

“Sevgili Maria Metro,
Tetkikleriniz sonucunda kasıklarınızdaki ağrılar ve vajina içi ve dışında gelişen yaralarınız için ekteki reçeteyi size sunuyorum. Sonuçların bu kadar gecikmesinin bir nedeni de alınan örneklerin tahlillere anlaşılamayan nedenlerle geç yanıt vermesidir. Bana daha önce sözünü etmiş olduğunuz ve ısrarla okumamı salık verdiğiniz “Anatomist” isimli kitabı okudum. Bütün bilimsel dayanaklara göre söyleyebilirim ki ağrı ve yaralarınızın bu kitapta yazanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Ama sanki şu alıntı, şüpheci ruhlara dinginlik verici nitelikte, ne dersiniz?
‘Bazı metafizikçiler ve anatomistler ruhun, kadın bedeninin hangi bölgesinde bulunabileceğini araştırmışlardır. Ben size ruhun bedende bulunmadığını söylüyorum, ruh bedenin etrafında bir melek gibi kanat çırpmaktadır. Kadınlara gelince, onlarda da erkeklerinkine benzer bir ruh arayacak olursanız, onu ancak şeytanın evi olan kadın bedeninin içinde bulabilirsiniz. Evet şeytanın evi kadın bedeninin içinde, tam olarak da size şimdi sözünü edeceğim organın bulunduğu yerdedir. Eğer bu organın işleyişini açıklayabilirsek, en sonunda kadınların anlaşılmaz davranışlarının nedenini açıklamayı da başarabiliriz.’
Bu ansiklopedik sözlerin, ruhunuza tutulmuş bir ayna olmasını diliyorum Maria. Sevgiler.

Mateo Kolomb.”

(to be continued)

25 Kasım 2011 Cuma

Borges ve oyunun kuralı


Borges ve oyunun kuralı

Halil Gökhan

“Her şey ötekinin, Borges’in başına gelir. Ben, Buenos Aires’te gezinirim, alışkanlıkla bir geçidin kemerini ya da bir avlunun demir parmaklığını seyretmek için oyalanırım; postadan Borges’in haberlerini alırım ve adını bir profesörler kurulunda ya da bir biyografi sözlüğünde görürüm. Kum saatlerini, yerküre haritalarını, 18. yüzyıl tipografisini, kahvenin tadını, Stevenson’ın düzyazısını severim; öteki de bu seçimleri benimle paylaşır, ama kasıntılıkla ve oyunculara yakışır bir şekilde. İlişkimizin hasımca olduğunu ileri sürmek abartılı olur; ben yaşıyorum ve yaşamaya bırakıyorum kendimi, Borges yazınını dokusun ve bu yazın beni geçerli kılsın diye.”
Edebiyatın psikolojisi ve sosyolojisi genellikle tarih içinde okur-yazar ya da yazar-yazar ilişkileri çerçevesinde gelişen bir dokuyu oluşturmaya çalıştılar hep. Okur-yazar ilişkilerinin her türlü pratik verilerini elde etmeye çalışan ve bundan yazar adına dersler ve ahlaklar manzumesi çıkarmaya çalışan çabaların yanı sıra, yazarın iç dünyasını, soyut yazı odasını ve odalarını bir imge olarak görüntülemeyi başaran ve ama tek boyutlu bir fotoğraftan öteye gitmeyen çalışmalar da oldu.
Yukarıya, Jorges Luis Borges’in “Borges ve Ben” adlı denemesinden alıntıladığımız bu parça, sanırım edebiyatçının üzerine yaklaşan metinsel kameranın görüntü elemanlarını daha değişken biçimlerde biraraya getirerek yeniden yorumlayacak bir “oyun kuralı”nın da habercisi...
Buenos Aires’te doğup İsviçre’de yetişmiş, çocukluğundan itibaren İngiliz edebiyatıyla haşır neşir olmuş, önce belediye kütüphanesinde asistan olarak ardından Buenos Aires milli kütüphanesinde müdürlük yapmış olan Borges bu denemede kendisini “Borges ve ben” olarak ikiye ayırırken aslında dünyayı da bir’e indirgiyor. Dünyayı, bir yazı dünyası da yaratarak bölen, üstelik özel hayatları kadar bu dünyayı çoğaltan yazar tipinin aksine ben’inden tek bir dünyada birleşmek uğruna ayrılan ama bunu bir hasımlıktan koparıp aksine ironik bir dostluğa büründüren bir yaklaşımdır bu. Belki de bir metafor denemesi olarak saptanabilecek bu “ben” yorumunun sahibi Jorge Luis Borges, bu bakımdan çağdaşları ve eleştirmenler tarafından Latin Amerikalı olarak kabul edilmiyordu; onlara göre Borges, Latin Amerika toprağına özgü o ruhu ve tutkuyu taşımıyor, dilsel akıcılıktan ve coşkudan uzak düşüyordu. Ayrıca fazlaca akılcıydı ve fazla dipnot kullanıyordu yazdıklarında.
1970 yılında yayınlanmış ve geçtiğimiz aylarda Türkçe’de de çıkan “Borges” adlı yapıtında E. Rodriguez Monegal(*), 50’li yıllarda zaman zaman açık saldırılara da dönüşen bu eleştirileri şöyle cevaplıyor:
“Oysa Avrupalı ve Latin Amerikalı eleştirmenler onu okumuş olsalardı Borges’in her şeyden önce kişisel bir bakış açısını ve kişisel bir mitolojiyi ifade ederek kullandığı bir dil yaratmış olduğunu göreceklerdi.”
Borges’in tekil dünyası ve yazısı, almış olduğu İngiliz ve Fransız eğitimlerinin etkilerine olduğu kadar yazarın popüler Arjantin dili üzerinde genç yaşta yaptığı çalışmalara ve ilk yazı denemelerinde kullandığı eski İspanyol klasiklerinin barok dilinden kaynaklanmaktadır.
Borges’i, Latin Amerika edebiyatında oynanan “fantastik gerçekçilik”, “latin ruhu ve coşkusu” oyunundan söküp alan etkiler onu Jungcu psikanalizin bulgularını kullanmak yoluyla metaforlara dayalı bir simgeler dizisi yaratmaya yönlendirmiştir. Bu simgelerden söz açacak olursak, başka ülke edebiyatlarında örneklerine pek rastlanmayan simgelerdir bunlar: Ayna, kaplan ve labirent gibi... Borges’in Kaplanları (**) kitabının yazarı Demir Özlü’ye göre “Borges metinlerinin büyülü simgeleridir labirent, labirentler. O metinleri anlamlı kılan simgelerdir. Ama biçimin oluşmasını sağlayan simgeler değil, bizzat anlatılan, sözcüğü kullanmaya cesaret edersek, bizzat metnin ‘özünü’ oluşturan simgeler. Öyle ki onda zamansal, sırf zaman olan görünmez labirentler de vardır. İnsanlar cılız varlıklarıyla, önceden belirlenmiş olarak ya da büsbütün rasgele, o labirentlerde buluşurlar. Garip kaderlerini yaşarlar.”
Peki, günümüzde genç yazarlar üzerinde büyük bir etkisi olan Borges’in bu büyüsü nereden geliyor? Sanırız son derece avangardlaştırdığı kendi kültürünün büyüsü değildir bu etkinin kaynağı... Ya da onun tekil mitolojisinde sıklıkla yer alan kaplan, labirent ve ayna gibi simgelerin çoğunu bolca kullanan beceriksiz taklitçiler ve tıpkıbasımcı yazarlar tarafından dünyada oluşturulan çalıntı Borges vitrininin iştah açıcılığı da olamaz... Öyleyse, kendini düzenli olarak “öteki Borges”e atfeden Buenos Aires Milli Kütüphanesi müdürü Jorge Luis Borges’in sırrı nedir?
Borges’in Victor Hugo, Dante ve Berkeley hakkında bildiklerinin birçok Avrupalıyı şaşırtacağını söyleyen Monegal, Borges’in bu çokkültürlü ortamını kendini evinde hissetme durumu olarak yorumlamaktadır. Ancak bir Arjantinlinin sahip olabileceği dünyasal bir imtiyazdır bu. Ama Borges için bu konum sadece bir başlangıç noktasıdır. Borges “Buenos Aires’ten hareket ederek hiçbir coğrafyaya ve tarihe ait olmayan, fakat kelimelere ve bütünüyle kendisinin olan bir yazınsal mitolojiye ait bir evrene doğru yola çıkar.”

(*) Borges, E. Rodriguez Monegal, Türkçesi: Şule Demirkol, Gendaş Kültür Şubat 2001
(**) Borges’in Kaplanları, Demir Özlü, YKY, Ekim 1997