5 Ocak 2022 Çarşamba

Kırılganlık Sapması



Yorucu ve rüya dolu uzun bir gecenin ardından “asker” olarak uyandı. Uzun zamandır o böyle miydi yoksa belleğinin acımasız bir oyunu muydu? Yastığını kırıp büktükten ve salyasıyla ıslattığı yastık kılıfında yüzünü oynattıktan sonra ezik bir burun ve dağılmış kısa saçlarla, eğilmiş omurgası üstünde doğruldu. Uyandığı sabah, bildiği, tanıdığı dünyanın bir sabahıydı. Yıllar sonra ulaşabileceği bir dinginlikle yumuşamış belleğine tek direnen, çorapsız ayaklarıydı. Gece uykuya daldığında çoraplarını çıkarmamıştı. Zaten öteden beri, yatmadan önce çoraplarını çıkarmak gibi bir alışkanlığı olmamıştı. Şimdi, kırılgan bir eşyanın sakıncasını taşıyan bu sabahta ayaklarında çorapları yoktu. Ya birisi gizlice çoraplarını çıkarmıştı ya da gece uykuya daldığı saatte yalnız değildi. Yatakhane gürültüleri arasında tek başına oturduğu bir evde sessizce uykuya dalmayı düşlüyordu. Gözkapaklarını açmadan önce el yordamıyla; açtıktan hemen sonra üstüne kirpikler batan bakışlarla... defalarca, defalarca hayır! Hayır! Yatak, bu direnmeyi ağırbaşlılıkla karşılamış olacak, hâlâ sımsıcaktı; demek ki saatlerce bu sıcak yatağın üstünde uyudu. Dilinin altında biriken onca hayır'dan birini, dün akşam evden yatılı okula dönen ve o anda üst katta büyük sınıfların yatakhanesinde uyuyan ağabeyine aylar önce söyleyebilseydi, şimdi çorapları ayağında olacaktı. (O anda küçük sınıflardan daha fazla uyuyan büyük sınıflardan çok daha fazla uyuyor olacaktı.)

Bir su kenarında durmuşlar, küçük havuzda yüzen alabalıkları izliyorlardı. Bütün sorumluluğu yüklendiğini söylemişti, ağabeyi. Otobüsün verdiği molanın bitmesine az kala, geri dönebileceklerini, döndüklerinde her şeyden kendisinin sorumlu olacağını söylemişti. ondan istediği, biraz daha düşünmesi ve yatılı okul sınavına girmekten vazgeçmesiydi.

Denize düşen bir yelkenin ıslanması ilkin yüzeyde oluşur. Yelken bezleri genellikle su geçirmez kalın kumaşlardan yapılır. 

Üç gecedir, küreklerini karada unuttuğu bir kayıkta ya da yatağında, yelken yerine beyaz bir çarşafı rüzgâra tutarak kaçmaya çalışmadı mı... gerçekliğe direnen bilincinin, ayrışan bellek tanecikleri arasında, sürekli yinelenen görüntüler halinde, üç gecedir üst üste gördüğü ve gündüzleri de devam eden bir düşle yoğrulduğu ne kadar yanlış; ya ne kadar doğru, orada bulunduğu, orada olduğu; bunu kim değiştirebilir... düşünce yoluyla orada bulunmamasına ne kadar etki etti, onca Hayır?

Askeri okulun rüyalarına taşıdığı adanın iskelesine bağlı küreksiz kayıklar. Orada, yılda iki kez kürekleri geri veriyorlar. Saptanan bir tarihte dönmek üzere, ana karaya kürek çeken öğrenciler için en büyük zorluk, kayığın bir burnu olmayışı. Bu yüzden gidişler ağır ve dönüşler, adaya doğru koşturan bir yüzey akıntısıyla hızlı. Saptanan tarihte geri dönmeyip, ana karada kaldıklarında kürekler kendiliğinden kırılıyor ya da yok oluyor. 

Kürekler bir mahzene kapatılıyor, genellikle. Üç gecedir kendi dörtgen kayığına binip, yanında getirdiği çarşafa dolacak rüzgârla kaçmayı denemişti, adadan. Sonraki gecelerde bu rüya, yerini, katılaşmaya başlayan sağduyusuna ve bilincine karşın, tatil sabahları mahzen önünde oluşan uzun kuyrukların birinde ağabeyinin onu çağırmasıyla sürüyordu. Ağabeyi, yanlış kuyruğa girdiğini söylüyordu. Küçük sınıfların kürek deposu, denize daha yakın olandı ve orada bir önceki gece yangın çıkmış, bütün kürekler yanmıştı. Ağabeyinin kürekleri başka bir mahzende olduğu için, onun kürekleri vardı. Kayıkların tek kişilik oluşu kaygılandırdı onu. Sonradan suya girmeyi düşündü. Kayığa tutunarak karşı kıyıya kadar böylece gidebilirdi. Ağabeyi buna karşı çıkmazdı. Ancak izin verilecek miydi? Rüyanın sonlarında ağabeyine iskeleden el sallıyordu. Kayık çok açılmıştı. Ana karaya neredeyse varacaktı. Mutsuz olmadığını düşündü. Çünkü üzerinde durduğu iskele, daha birkaç ay öncesinde, bütün kaldırımlarında kitap sergisi açtıkları kıyı kasabasının iskelesiydi.

Çoraplarını ararken, eşyaların değişmez bağlılığını düşündü. Hiçbir eşya sahibine kırılmazdı. Sahibi eşyaya ne yaparsa yapsın, eşyanın küsmeye, darılmaya hakkı yoktu. Eşya, köle ve buyruk aracıydı. sövemezler, öfkelenmezler, yalnız gülümserler, kırıldıklarında bile her parçada kahkaha atarlar. Kırılmak, bütün eşyaların yazgısında saklıdır. Kırılmak, bir tek kırılgan eşyaların yazgısı değildir. Bir eşya kırılmasa; ezilse, bükülse, yansa, çürüse de bu gerçekte bir kırılmadır. Eşyanın kırılganlığıdır, bu.
Küreklerin yanması, kırılmalarıyla eş anlamlıydı. Deniz ortasında hangi dost güç ve iktidar kırılan parçaları birleştirebilirdi. Eşyalarda bir yere tutunma, bir yerlerde durma, bulundurulma, doğumla eşanlamlıydı. Tutunmalar bozuldu mu eşya bir yerde durmak, geri gelmek istemezdi nedense. Gelse bile aynı eşya olarak gelmezdi. Bütünü çoktan terk etmiş olurdu. Kürekleri yandığı için kayığına binememiş, adayı terk edememişti. Ne pahasına olursa olsun oradan ayrılmalı, ana karaya ulaşmalıydı. Ana karada annesi, babası, kardeşleri vardı.

Ancak ilk önce çoraplarını bulmalıydı. İçinde uyanacağı her sabahın, bundan sonra, bu dünyanın bir sabahı olacağı henüz onun için dayanılmaz bir kesinlik değildi; ne var ki sekiz-on yıl sonrasını görmemek elde değildi. Yıllar sonra bu kesinliği kanıksamak yerine şimdiden ona yabancı kesilmeyi, onu içine sindirmemeyi göze almalıydı. kesinliklerin bir başlangıcı olduğu mutlaktı. Bu kesinliğin sona ermesini bekleyecek miydi? Şimdilik ağabeyini bekleyecekti. Uyandığında kuşkusuz onu arayacaktı. Üç gece boyunca, öteki ranzalarda yatan öğrencilerden birkaçı sürekli olarak ağlamıştı. Onu okula babası getirmiş, üç gün sonra da ağabeyi tatilden dönmüştü, aynı okula. Acaba, ilk günlerinde ağabeyi de ağlamış mıydı? Ağabeyini, evinden uzaklaştığında, kendini tutamayıp ağlayacak kadar duygusal buluyordu. Ne var ki ağabeyiyle aynı yatılı okulda okumanın, gözyaşlarını düşmeden sileceği kesindi.
Üç gün önce kendisine karanlık bir sınıf kapısı göstermişlerdi. İçeride, üstünde ne varsa çıkarmış, yerine yeni iç çamaşırı ve forma giymişti. Bir de para almışlardı ondan, örgü kemer için. Babasının gitmeden önce ona bıraktığı cep harçlığının dörtte biriydi neredeyse. Berberde babası yalnız bırakmamıştı onu. Kafatasının biçimi ortaya çıktığında, aynı sahneyi üçüncü kez yaşamanın verdiği alışkanlık içinde okulu terk etmişti.

Karanlık sınıfta ayağına geçirdiği çoraplar şimdi yoktu. Yatakhanenin yarısı boşalmış olmasına karşın, içerde bulunanlar içinde bir tek o yataktan çıkmamıştı. Ötekiler ya ceketlerini giyiyorlar ya da ayakkabılarını bağlıyorlardı. Az sonra onların da çoğu yatakhaneyi terk edecekti.

Onu karanlık bir hücreye bıraktıklarında, kuşkusuz, çoraplar yine ayağında olmayacaktı. Zira, hücreye konulmasının nedeni çoraplarını bulamamış olmasıydı. Çoraplarını yitirmişti. Ya da çalmışlardı onları. Niye bu olasılık üzerinde kimse durmuyordu? Öncelikle de o. Çalabilecekleri hiç aklına gelmemişti. Üstelik çorapları yeni sayılırdı. Üç gündür yıkanmamış olmasına karşın, su değmediği için daha boyası bile gitmemişti üzerinden. Peki, hücreye kapatılırsa, çorapsız, yalınayak ne yapacaktı? Sonbahar bu, belli olmazdı. Hücrede mutlaka tahta bir eşya bulunmalıydı. Varsa, onun üzerine çıkar, bir parça da olsa ayaklarını ve karnını soğuktan korumuş olurdu. Ancak, kendini hücreye kapatacak kimse görünmüyordu ortalıkta.

Yatakhanede kalan birkaç kişi, onun yataktaki varlığından, kahvaltıya gecikeceğinden haberdar değildi. Bunu kanıtlarcasına kapıdan çıkar çıkmaz büyük bir gürültü içinde kapatmışlardı kapıyı.
Daha da geç kalacak olursa yatakhane görevlisi, kapıyı üzerinden kilitleyebilirdi. Acele etmek için ayakkabılarını çorapsız giyebilirdi. Ancak bunun ne kadar tuhaf karşılanacağı ve zararlı olacağı açıktı.
İçini kaplayan korkuyu çıkarıp atmak o denli güçtü ki. Daha kimseyi tanımıyordu. Hiç bilmediği bir öğretim yapısı içinde, haftanın ilk gününde ne yapması gerektiğini kimse ona söylememişti. Önceki akşam, çok acıkmış olduğu için, lokmaları çiğnemeden yutarcasına yediği akşam yemeğinde galiba pazartesi günü yapılacaklar üzerine bir şeyler söylenmişti. Sonradan öğrenmek işine gelmişti. Çünkü çok acıkmıştı. Nedense, ne öğrenmesi gerektiğini unutmuş, gerekenin ne olduğunu da unutunca bir şey yapmaya gerek kalmamıştı.

Çok geçmeden yatakhanenin kapısı gıcırtıyla açıldı. Bu gıcırtı onu irkiltmeye yetmişti. Tanımadığı bir gölge, ranzalar arasında dolaşıyordu. battaniyenin altına iyice büzüldü, görünmemek için. Ancak bu son derece yararsızdı. Zira, yatakhaneye giren mutlaka nöbetçi olmalıydı ve yatakların düzgün bırakılıp bırakılmadığını kontrol ediyordu. Onun kabarık yatağını gördüğünde yorganın altında biri olduğunu kolayca anlayacaktı. En iyisi saklanmamak, gerçeği söylemekti.

Ranzalar arasında dolaşan gölge, yatakhanenin öteki ucuna yöneldi. Orada bir kapı daha vardı, ancak kilitliydi. Oradan dışarı çıkıp gidebilirdi. Ancak nöbetçi, öyle yapmadı. Kapının kilitli olup olmadığını denetledikten sonra ona doğru yöneldi.

Nöbetçi yanına geldiği anda yatakta durmaması, ayağa kalkması gerekebilirdi. Terlikleri yatağın altındaydı. Gölgenin yanına varmasına birkaç ranza kala terliklerini giyerek ayağa kalkacak ve geç kalma mazeretini bildirecekti. Nereden bakılırsa bakılsın haklıydı. Savunmasını iyi bir biçimde yapacağına inanıyordu. Gece çoraplarıyla yatmıştı. en büyük kanıtı buydu. Şu anda bir tür tutuklu gibi hissediyordu kendini. Ancak az sonra aklanacak, beraat edecekti. Çünkü çoraplarını çalmışlardı. Çünkü başka çorabı yoktu, giyecek. Çorapları olmadan ayakkabılarını giymek, ayaklarına yapılacak en büyük insafsızlıklardan biriydi.

Nöbetçi gölgesi yatağının başucuna geldiğinde, birden ayağa fırladı. Terlikleri ayağına geçirirken ayaklarındaki çorapları fark etti. Kendini savunması boğazında, hiç titreşmeyen bir ses teline takılıp kaldı o anda.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder