erkek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
erkek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2021 Perşembe

Dünya Kadınlar Günü'nde Kadınlara Dair İmkânsız Soruların En Mümkün Cevapları




Sevmek

Dünya Kadınlar Günü'nde kadınlara dair imkansız soruların en mümkün cevapları.

Birisi bana bu sözcük öbeğini söylese kendisine deliymiş gibi bakardım eminim. Ama içimden 44 yıldır gelen ve asla susturamadığım sesler arasında anlayabildiklerimi unutmamak için yazarken kendini yazar olarak bulmuş birisi olarak her şekilde bir kakafoni içinde yaşadığımızı düşünmüşümdür. Gürültüleri ve ses kirliliklerini tarif ederken işaret ettiğimiz dış dünyanın aslında iç dünyamızca tasarlanıp tasarlanmadığını nereden biliyoruz?

Şu gerçeği hiç değiştiremeyiz sevgili okurum: Hepimizi bir kadın doğurdu. Evet, burada gökyüzü yerine yağmura bakanların kör olduğunu söylemek istiyorum. Kadınların onları bir kadının doğurdukları gerçeğine erkekler kadar dikkat etmediklerini, bunun onların doğası olduğunu düşünmelerine dair içgüdüye hep gıptayla bakmışımdır.

Annemden ötürü kadınları hep sevmek istedim. Babamdan ötürü erkeklerden hep utandım. Aynı sözleri bir kadının söyleme ihtimali Jüpiter'in Dünya'ya çarpma olasılığıyla eş de olsa bunu söyleyen kişi bence yanılgıya düşmüş olmaz. Zira kimse ne Dünya'yı uzaktan gördü ne de Jüpiter'e bir Ay kadar yaklaşabildi, astronotlar hariç.

Söylem ve eylem

Yeryüzü, tabiat, erkekler, evrim, ve kadınlar da dahil olmak üzere herkesi ve her şeyin kadınlara haksızlık ettiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bu cümleyi ya da ona en çok yaklaşabilenleri bugün ve yarın birçok yerde ilk cümle olarak okursanız bilin ki 365'te 1'cilerle karşı karşıyasınız. Dünya, Güneş'in etrafında on kez bile dönse kadının adını hatırlamayan ciddi çoğunluğa oranla çok iyi bir oran olduğunu düşünenlerin de vicdanlarında bir hesap makinesini taşıdıklarına eminim.

Genel dilbilgisine ve sözlüğe bakarsak kadınlar hep almak, erkeklerse vermek zorunda. Literatürü tersine çevirsek denge sağlanacak mı, bilinen yanlışlıklar düzelecek mi? Belki de sorun, "ortada bir sorun var gözlüğüyle" her şeye bakmamız. Ayrılıklara, farklara rağmen bir ortaklık-eşitlik söyleminde birleşmeye çalışırken ayrılık-gayrılık eylemleriyle de değirmene trajedi suyu taşımaktan geri kalmamamız... Bu sorun hem kadınların hem de erkeklerin bu işten gerçekten de anlamadıklarını ortaya koymuyor mu?

Soruda ve cevapta olmayan sorunda nasıl olabiliyor?

Bu evren ve yeryüzünde neden bulunduğumuza, burada ne yaptığımıza dair şimdiye kadar insanlığın kozmik ve felsefi açılardan bulabildiği en uzun ömürlü -doğru değil- cevaplar hala buyruk, mitoloji ve dogmalardan şaşmayan kutsal kitapların tekelinde değil mi? Açıklayamadığımız zaman hissettiğimiz korkuyu bastırmanın adı neden inanç olarak adlandırılıyor onca zamandır? Ve bu cevapların "yazılışında" vahyedilişinde neden hep o lütufkar erkek ellerini buluyoruz sadece. Babamdan ötürü erkeklerden hep utanmamın bir nedeni de budur işte: Kadınları bütün sorulara dahil edilmeyişi ve cevapların hiçbirinde onların asla olmayışları. Bu durum içinde kadınların bir kayıtsızlık ve isteksizliğine sözün doğrusu ben rastlayamıyorum. Olsa olsa bu durumun adı tevazu olabilir. Kadınların birçok konuda öncelikli olarak erkeklere söz ve eylem tanımaları onları doğuranlar olmalarından kaynaklanan bir şefkat değil miydi yoksa?



12 Eylül 2019 Perşembe

Anlamını Bilmediğim Kelimeler


Adamla kadın bir mağazada karşılaştılar.

Adam unutmamıştı. Kadınsa unutulmamıştı. Kadının gözleri kupkuruydu ve içi ağlıyordu. Adamsa onu “ağlıyordu”.

Kaybettikçe kazanılan ve kazandıkça kaybedilen bir dünyada, bir mağazada sessizlik içinde karşılaştılar.

‘Birisini unutmak yoluna devam etmektir,' diyordu içinden kadına bakarken.

Onda kaybettiğini sandığı, unuttuğu kişiyi bulduğunu düşündü.

Bir bulut nasıl güneşe benzerse o kadar ona benziyordu.

Güneş yoksa bulut yok çünkü ışık yok.

Yüzündeki ışık onu içine çekivermişti.

Bir ağacın önce gövdesini fark ederiz. Mevsim ne olursa olsun meyveler en sonda gelir. İşte tıpkı böyleydi görülen durum. Adam kadının ince dudaklarında, ortadan ayrılmış saçlarında ve ensesine uzanan saçlarında, kenarları kalın siyah çizgilerle belirginleşmiş gözlerinde, gülümsemesinde, beyaz dişlerinde uzun zamandır görmediği bir rüyayı gördü ve bir rüyadan ilk kez uyanıyormuş gibi ayakta uyandı.

"Merhaba, ona çok benziyorsunuz."

"Anlatın."

"Anlatamam. Deminden beri onu düşünüyordum, sonra sizi görünce o sandım birden. Sanki o konuşuyor, ama aslında ben ondan kaçıyordum."

"Anlatın."

Adam, onun kızacağını düşünmüştü. Birisine benzetilmek, birisi sanılmak: Yanlış bir defineyi bulmak gibidir birisini ötekine benzetmek. Bazen yanlış, yersiz bir tokattır. Adam kadının sakinliğine inanamadı. Ya oydu, ya da kendisi. Ama kendisi bu kadar gerçek olamazdı. İnanmaktan başka çaresi yoktu adamın. Sızlanmayı bırakıp anlatacaktı. Anlatmak istediği için değil, o "anlatın" dediği için. Bu sesin geldiği yere ansızın çekilivermişti. Gözler aynı güneş ama başka bir sıcaklık. Kendisi olan bir sıcaklık. Güneş sadece bir giriş kelimesiydi belki. Bir davet.

Kadının çok az vakti vardı. Oradan geçiyordu, derken bir haber aldı, beklemesi gerekiyordu biraz daha, arkadaşları geçerken onu alacaklardı.
Adam geçecek olan bu sürenin bir yüzyıl olmasını diledi. İçinde, anlatması yüzyıllar sürecek kadar çok şey birikmişti.

Ama anlatamadı.

Gözlerini ondan alamıyordu. Onun kendisine dönüşmesini büyük bir merakla izlerken ağzından duymadığı, anlamlarını bilmediği kelimeler çıkıyordu.

*

Kal. Buradasın. Gitme. Nasıl olur. Nerdesin. Sen. Bizimle.

Bu kelimeleri anlamıyordu ve artık bilmiyordu. Kadına bakarken nerede olduğu bilgisini yavaş yavaş yitiriyordu. Ve sonunda bitti bu farkında oluş.

Artık bir adadaydılar. Onları getiren tekne, tanıştıkları tekne kıyıda yan yatmıştı batmış gibiydi. Bütün bunlar o adadan dönmeyecekleri anlamına mı geliyordu. Son yolculuk muydu?

Kıyı boyunca tek başlarına yürüdüler. Yan yana görünüyorlardı ama yalnız gibiydiler. Her şey değişmişti. Kadın kendisi olmuştu, ama bir adadaydı ve adada zaman anakaradan farklı akıp gidiyordu. Adam ise farkındaydı, adalarda erkekler ağaçların, ışığın ve toprağın kölesiydiler. Adalarda erkekler adamdı, erkek değil.

Yanlış yerde değillerdi ama, zira bu adada biraz daha az ağaç vardı ve biraz fazla kadın.

Adam hiç kimseyi görmüyordu. Yalnız kıyı ve kıyı boyunca ıslak kumları çizerek giden kadını.

Adam kesinlikle onu düşünüyordu.

Arkasından gelmemişti, onu takip etmemişti. Aynı yere gitmeleri ne anlama geliyordu. Üstelik de bir adaya. Kadının daha kadın olduğu, yükseldiği ve erkeğin toprağa yaklaştığı bir ottan farkı olmadığı, güneş altında ırgat olduğu bir kara parçasına.

Kadın için seçilmiş bir yer olduğu söylenemezdi, erkek için de. Ama oraya kaçtıkları kesindi. Gerçek dünyadan. Onları izleyen hayaletlerden ve hatıralardan.

Hatıralardan kaçamadıkları için değil belki de soyunamadıklarından o hayaller önünde.

Bu yüzden ıssız bir kumsalı seçtiler belki de. Sadece ikisine ait hikâyeler önünde soyunabilmek için. Bu ıssız kumsal ona bu hikâyeyi versin diye.

*

Hikâyemizin yeni bölümünde kadınla adam bir adada karşılaştılar bu kez. Girit'e benzeyen bu adada kadın üç katlı bir evin bodrum katını tuttu. Evinin kapısı girişten görünmüyordu, ama arka bahçesi denize kadar uzanan bir tarlaya bakıyordu. Adamsa o tarla içinde, korkulukların sebze gibi dikildiği, ama hiçbir şeyin yetişmediği -belki deniz tuzu yetişebilirdi- o tarladaki ahşap kulübeyi kiraladı.

Şimdilik bir sezonluk anlaştılar evsahipleriyle. Evsahipleri yıllardır boş duran, belki de onları bekleyen bu evlerin tutulmasından çok hoşnuttular. Yalnızlıklarının bozulmasına aldırmadan bu yeni komşularının, birbirlerinden başka şeyle ilgilenmeyen bu komşuların tadını çıkarmaya başladılar.

Deniz tuzları kadar yalnız o tarla, tarlaya bakan evinde kadın. Adam şimdilik sadece denizle ilgileniyordu. Yanında kâğıtlar getirmişti. Kalemi olduğu görünmüyordu, çünkü cebinden hiç çıkarmıyordu, sadece boş kâğıtlara bakıyordu, sonra tarlaya, korkuluklara ve bahçeli evine kadının.

Birbirlerine önce günler boyu baktılar. Aralarında deniz tuzlarının üzerinde yükselen korkuluklar, korkuluklar arası gerili ipler varken uzun uzun seyrettiler birbirlerini. Bu bakışmalarda araştırdıkları tek nokta özlemin sürekliliğiydi.

Adam kadını özlüyordu, o bodrum kattaki kadını. O tarlaya denize açılan bahçesinde küçük masanın etrafına dizdiği sardunya saksılarında yazgının dizilişini arayan kadını. En küçük saksılar kümesi çocukluğu olmalıydı, ortancalar ilkgençlik ve en iri saksıdaki en yüksek sardunyalar ve en gösterişli çiçekleri olan sardunyalar şimdiki halini temsil ediyor olmalıydı.

Adam kalemi günler sonra ilk kez cebinden çıkardı ve en boş kâğıdı buldu tomarların arasından. Kâğıtların hemen hepsi buruşmaya yüz tutmuştu, beyazlıkları sarıya çalıyordu artık.

Kâğıda bir şeyler karalayıp buruşturdu. Havaya attı. Rüzgâr buruşturulmuş kâğıdı biraz ötedeki korkuluğun yanına kadar attı. Sonra kağıdı yerden aldı, açtı tekrar bir şeyler karalayıp havaya fırlattı, rüzgar bu kez kağıdı geriye doğru sürükledi; kadının bahçesine doğru.

*

Kadın mutfakta yemek yapıyordu. Üç kişilik bir masa hazırlamıştı, ama kimseyi davet etmemişti. Her akşam yemek vaktinde tekrarladığı bu ayin için yaptığı hazırlık sırasında gene her zamanki gibi heyecanlıydı. Gelecek misafirleri uzun zamandır görmediğinden değil de sanki misafirlerden birisine karşı duyduğu özel ilgiden olmalıydı.

Fakat yine kimse gelmedi. Kadın yemeğini tek başına yedi. İki kişinin boş tabaklarına yine baktı. Yıllar önce giden birilerinin günlük yasını tutması sona erince boşalmış ve boş tabakları topladı, ertesi sabah yıkamak üzere evyenin üzerine bıraktı ve okuma odası haline getirdiği yarı loş yarı aydınlık odaya çekildi. Odanın penceresinden kararmakta olan havada, gökyüzündeki korkuluk siluetlerine baktı. Korkuluk tarlası geceye hazırlanıyordu.

Adam başka bir adaya gitmişti ve birkaç gündür ortalıkta yoktu. Okuma masasının üzerindeki lambayı yaktı ve masa üzerinde günlerdir duran buruşturulmuş kağıtları yeniden gözden geçirdi.

Kağıtlarda bir adres, isim ve not vardı. Mavi bir kurşun kalemle yazılmıştı hepsi de.

Gidiyorum. Gelmezsem. … adası. Mavi pansiyon.

Kadının hiçbir şey sakladığı yoktu, ama masaya koyduğu iki kişilik boş tabakları her sabah özenle yeniden yıkıyor ve mutfak dolabına yerleştiriyordu. Tabakların anlattığına göre birisi bir deniz kazasında ölen küçük kardeşi, diğeri de giden ama dönmeyen sevgili içindi. Onlar olmadan boğazından bir şey geçmemesi bir yana soluk bile almıyordu. Belki de bu yüzden korkuluk tarlasına kadar gidiyor ve öteye geçemiyordu.

20 Mart 2012 Salı

AŞK: Kısa Süren Sonsuz Mutluluk

Aşkın küçük yolculuğu

Yanlış formüllerle doğru deneyleri yaşayabilir miyiz?
İşte bütün sorun bu. Bir kafatasını yukarı doğru kaldırmamıza gerek yok Hamlet gibi. Tek sorun o kafanın içinde nelerin döndüğü.
Bize sonsuz zamana ve uzamla beraber verilen özgür irade neden ölümlü ve sonlu bir bedene hapsolunmuş? Bu bir ödev olamaz mı: Bedeni ölümsüzleştirme ödevi.
Bedenimizi ölümsüz kılacağımız güne kadar ödevi bize devamlı hatırlatacak eylemlerden en önemlisi aşk olabilir mi? Olabilir, ama aşkı hemen sosyal hastalıkların doktoru gibi göreve çağırmak, aşktan dönüşüm ve değişimler beklemek, onun rüzgarına kapılıp her türlü doğruyu kenara atmak ve terk edildiğinde ölümlü bedenin yasını tutarcasına susmak, hataları düşünmek, yanılgılar meditasyonuna gömülmek.
Aşkın bu küçük yolculuğu ruhu bedenden ayırmaya yeter de artar bile. Gelgelelim ona bir ilim, bir ansiklopedi ya da terapi olarak bakmak, ciddiye almak, gerçek dünyada ona çok yer vermek, onu yok etmenin en önemli silahlarıdır da.

Aşka kaç gün dayanabilirsin?

Aşksız yaşanmaz. Bu sözü parasız yaşanmaz sözünden daha çok duyarsın. Ortak noktaları ikisinin de kıt olmalarıdır. Farklılıkları da yöntem konusunda başlar. Aşık olmak ya da aşkı korumak için yöntemler yoktur.
Kimi onu görmeden duramaz, kimi her gün her saat düşünür kimi de ayrılınca anlar aşık olduğunu ya da sonsuz uzatmalara yaslanıp uzatır uzatır kimisi. Bunlardan en önemlisi melankolidir.
Melankoli bir yöntem mi? Aşk hastalığını güçlü bir semptomu olsa da bir kayboluştur daha çok. Aşka uzanmanın, ona sahip olmanın kıyısında acıları kurtuluş, hastalığı da aşk sanabiliriz. Melankoli görmekten vazgeçiştir. Duyusuz görmeyi denemek. Duygular yoluyla kimyaya haritacılığı öğretmek.

Tanrı, aşkın ışığı mı?

Seküler bir tanrı kadınları sevebilir. Kadınlar bu dünyadandır ve erkeklerse evrenin güçlerini -tek yanlı bir görev olarak- teslim ederler. Erkeklerin dünyadaki soylarını devam mecburiyetlerinin nesnesi olan kadınlarla anlaşmazlıklarının arasında geçerli etkin tek dil aşktır. Erkek ile kadın, haz ateşiyle yakınlaştıklarında ancak bu dil çözülebilir ve anlaşılır hale gelir. Her ikisinin de diyaloglarını onların dünyaya bıraktıkları şeyler olarak uzaktan gözetleyebiliriz bir tanrı gibi. Tanrı evrendir ve evrendeki her cisme eşit uzaklıktır.

17 Şubat 2012 Cuma

Bir kilo pamuk mu daha ağırdır bir kadın tokadı mı?



Kendisi bir uzman psikolog ve bir erkek. Uzman olmayanlar yani bizlerse kendi ruhbilimlerimizin ruhbilimcisi olarak, uzmanların bizim düşündüğümüz gibi konuştuklarını duyunca şaşırıyoruz.
Sonu ...loji ile biten bütün bilim mesleklerinde aşılmayan çizgiler vardır, halk sağlığı ve uzmanlar arasında. Bilgi ile insanın bu kusursuz sözleşmesi çoğu zaman yolunda gider, maddelere bağlı kalınır. Sözleşme yenilenmediği, geliştirilmediği ve gelişmeler sözleşmeye yansıtılmadığı ölçüde çizgi zamanla kırık parçalardan oluşmaya başlar.
"İlginç tespitler"de bulunan uzmanın da çizginin ötesindeki ben'ine ait sözleri, çizgi hakemi medya tarafından gözlendiğinde uzman, deyim yerindeyse arslanların arenasında halkın önüne atılır. Medya; kuralları gözleyen, onların doğru uygulamalarını bekleyen bir kuralsızdır. Yarın halkın yanına geçip halkı uzmanların önüne de atabilir.
Hakim ve hakem medyanın, uzmanın görüşlerinden anladığı ve anlaşılmasını istediği şeylerin özeti şu: "Erkeğin gördüğü psikolojik şiddet onu fiziksel şiddete yöneltiyor. Erkeğin fiziksel bakımdan üstün olması kadını mağdur gösteriyor..."
Nerden bakarsınız bakın, hele ki erkek tarafından bakın ne kadar doğru sözler. Tartışmaya bile gerek yok. Ama uzman, bir kriminolog değil. Fiziksel bakımdan üstünlükle, psikolojik şiddetin fiziksel şiddete dönüşmesi arasında doğru bağıntıları kurduğunu ve dikkatleri oraya doğru şekilde yönlendirdiğini nereden anlayacağız?
Yarın başka bir uzman kalkıp erkeğin gördüğü psikolojik şiddetin kökeninin sahip olduğu fiziksel üstünlük sebebiyle kadınların yaşadığı özsavunma mekanizması olduğunu söylerse ve tartışma psikolojik-fiziksel şiddet ekseninde kilitlenirse ne yapacağız?
Bir yanıyla ilginç olmaktan öte bu tespitler kriminel olayları, ölüm ve katliam gibi aile cinayetlerini açıklamakta yetersiz ve yersiz kalıyor. Karı-koca, sevgililer, partnerler arası tartışma ve durum çekişmelerinin had ve hudut tanımadan birtakım çizgileri aşarak kriminoloji alanına taşınabildikleri yönünde her türlü görüş keyfiyeti, bu dramları ne kadar hafife aldığımızı da gösteriyor.
Belki öncelikle şu soruya net bir cevap verip daha sonra cinsel kimliklerimizin hayatımızın ve bedenimizin neresinde durması gerektiğine karar verebiliriz:

"Erkek tokadı mı daha ağırdır kadın tokadı mı?"