23 Mayıs 2020 Cumartesi

50 Alıntıda Hayat Ağacım 4



16.

Elleri bakraca benzer
bir heykelini yapacak olsa bu dünyanın
en yorgun ve dayanıklı mermer

Sütleri oluk oluk kurumuş denize akar
Gemiler gidebilsin diye çocukluğumuza
Eğer bunu yapmak isteseydi anneler

Orda durmuş bana kızıyor besbelli
Babamın adasını çitlerle çevirirken yengeçlere karşı
Çimen yeşili gözlerinde bize verdiği hayatların buğusu

Hiç sönmeyecek bir ateş ama henüz yanmamış
Annem diyerek ona yaklaşmayı su içer gibi öğrenmişim

(Yaz, 2019)


17.

Bu gece bütün balkonlarda kendimi arıyorum. Bir adanın sahilinde, oradan çıkamamamın kıyılarında. Çok önceden o balkonda bana bir yer verilmiş gibi orada olmayı hep arıyorum. Balkondan sahneye yayılan bakışların bir adı var. Senin adlarından birisi…
Sen balkonun köşesinden sahnenin kıyısına kadar bakışlarımda yayılıyorsun. Dudaklarımız mesafeyi kısaltıyor, iki şehir arasındaki fırtınalı hasreti çoğaltıyor ve gelgit olarak yağıyor eve.
Bu gece bütün balkonlardan sana baksa doyamayacağım sana. İki şehrimi dünyanın bütün şehirlerine değişsem unutamayacağım kadar anıyla yüklüsün. Sana her döndüğümde aslında hiç gitmemiş olduğum hali, sözlerimize bağlı olduğum hali mi bulacağım? Başka bir hal için çıkıyorum balkona. O kadar yakın ki gözlerin. Işıldıyorlar. Bana hayatta kimse öyle bakmadı. Yakındalar. Öpüyorum. Sana dokunmuşum. Seni senden almışım. Sende çoğalıyor ve coşuyorum. Birçok deniz vardı seni aradığım. Bir tanesinde diz çökmüşüm ve ufka bakıyorum. Ufuktaki balkonda bir adam sevdiği kadına bakıyor. Onu ararken onu kendine âşık olarak buldu. Bir gece.
Bu gece birçok balkonda bir benzerim var. Seni düşündükçe hepsi bir şey arıyor sahnede.

18.

Ne okuduysam daha çok hiçbir şey bilmiyormuşum gibi geliyor
Bu açık duran kitapların alaylı göz uçları beni deli edecek
Kitaplık aralarından ve dosya raflarından bir küvöz gibi patlıyor
erken doğmuş yeni dünya ve seslere ilgim, bu böyle gitmeyecek
Bakıyorsam da er geç döneceğim demektir yalnız kadın evlerinden
Bir sofuluğa girer gibi satırbaşlarında, paragraflarda ve kitaplıkların
en yoğun olduğu mahallelerde adımlarım ayak izlerine gizli
Ayak izlerim mutlaka bir sırrın peşinde bulmak için yansıtan yüzü
Ve kefensiz kitabı ki o gün sıraya gireceğim
Arkamda dünyanın bütün ahmakları bir gram beyin için kuyruk etmişler
Bugünlerini: Yarın onlar için yine bugün.
Benimse hep borcum var ve bittiğinde bugün, diyeceğim
Ölüme sırtımı döndüğüm güne.

19.

OKURUMA SON MEKTUPLAR - Birinci Mektup

Dün gece uyumadan önce sana bu mektubu yazmaya karar verdim.
İlk ve son mektubum olacak. Sana daha önce “hiç yazmamıştım”. Bunu, senin için yazmadım olarak da anlayabilirsin. Bence bir sakınca yok. Hiçbir yargıdan korkmuyorum.
Şöyle sorabilirsin: “Benim için yazmıyorsan ben neden varım?”
Sen yoksun aslında. Deniz feneri için gemiler de yok. Ateş için tütün de. Aşk için beden de yok.
Hepimiz bazı eşyalara, tarz ve konulara bağımlıyız. Onların etrafında dönüp durmanın bir dili olarak konuşuyoruz kendi aramızda. Ama dediğim gibi bu sadece bir dil. Yazısı yok. Biz konuşurken tükürükle yazılıyor her şey.
Senin için sanat yapıyorum diyemem. Senin için yazıyorum da diyemem.
Sen benim oğlumsun, ama anneni hatırlamıyorum. Kızımsın, annen senden daha genç ve güzel. Öfkemsin, sana kızdıkça soğumayan kalbine tutunuyorum.
Sana ikiyüzlü dediler. Senin için sözde kahramanlar türettiler. Ama kurbanın sen olduğunu kimse söylemedi. Bunu söylemeye kimsenin dili varmadı.
Cesaret. Benim için cesaret olamadın. Seni belki bu yüzden sevemiyorum. Seni düşündükçe kırılan cesaretim yüzünden sana kızdım. 
Geri gelmeyen günlerim gibisin.

Artık uykum geldiğinde sana yazmaktan vazgeçmiştim, fakat bu sözlerin çoğu kafama dolmuştu bile. Nasıl olsa yazdığım pek çok şey gibi bunları da unutacaksın.
Şimdi sana yazmakla yazmak arasındaki farkı anlayabiliyorsun. Sen rüzgarsın ve rakibin olan eylem öznesi de taş. Sadece benim aklımda yaşayabiliyorsun. Taşlarla dolu aklımda.

20.

Daha uzak bir tepeye konmuş konuşuyorum. 
Şehirlerimizi ve kıyılarımızı birbirlerine benzemediği ortadayken bir gemi bütün denizleri ve limanları aynı yapıyor. Gemilerin ve tayfaların uğramadığı, her yere benzeyen ve her yer olmaya cüret eden yalnızlıklar koyu benim şunu anlamama yardım ediyor: 
Ey uzak koy! Gövdeni uzat bana ki alabileyim kokusunu deniz fenerlerinin. Kokuyla dönülüyor umutla gidilen yerlerden. Karanlık korkutuyor ölülerimizi. Ölüler, kadınlardan daha da çok bekliyor terkedenleri. Terkedenlerse, kokusuz, rüzgârda yönlerini kaybetmiş, nerden geldiklerini unutmuş ve ne olacağını hatırlamaya çalışırlarken ışıkla beslenen kaderlerine doğru kürek çekiyorlar.
Uzak koy! Ben de kürek çekiyorum. Damarlarıma asılıyorum. Yurdum nerede bu denizler arasında? Denizimi başkasına veren kaderimi başkasına versem. Başkası olsam. Denizler kadar boş baksam geçen güne, martının rüzgârına güvendiği kadar ülkeme dönmekten korkmasam. Bu ayaklarım, sanki ülkemden çok uzakta bacaklarımdan fışkırmış gibi. 
Deniz yüzüm, rüzgâr gövdem.
Tepe altımdan denize doğru kayıyor. Taşlar arasında kil topaklarla yazılmış kaderimi buluyorum kaderime doğru yuvarlanırken. İşgal ettiğim toprak az sonra ruhumu karşılayacak limanın dolgusu olacak ve sarsıntı biraz daha sonuma doğru ilerlerken denize daha yer olup olmadığını soruyorum.
Bütün hatırladıklarımla oraya geliyorum. Biber acısına uyanmış, aç ve susuz bir dil daha ne kadar dayanabilir?

(Halil Cibran ve Ben)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder