25 Kasım 2011 Cuma

Yüksek Kültür ve Sanat Daireleri, Kapıcıları ve Ofis Eşyaları


Yüksek Kültür ve Sanat Daireleri, Kapıcıları ve Ofis Eşyaları




HALİL GÖKHAN


1.

Geçenlerde, hanidir almak istediğim, ama nedense duraksadığım bir aylık derginin yeni sayısını aldım. Derginin adı “Ba…”. İlgimi daha çok, sonradan bir müzik markette gördüğüm yabancı bir CD’nin kapağından yapılmış dergi kapağı çekmiş olmalı ki, CD kapağını gördüğümde gülümsemiş ve bir dergi için zaten çok fazla bir çalışma olduğunu düşündüğümü hatırlamıştım. Sözünü ettiğim CD olağanüstü bir çalışma değildi. Belli ki dergi, kapağı çok beğenmiş ve tekrarlamakta bir sakınca görmemişti. Aslında dergide bu kapak çalışması fena da durmuyordu.
Gelgelelim dergi naylon poşetinde 3-4 gün boyunca gezdi durdu çantamda. Tatilime ara verip İstanbul’a gelmiş ve hızlı bir iş hayatı diliminin içinde bocalayıp duruyordum.
En sonunda beklenen an, yani naylonun yırtılma anı geldi çattı. Dergiyi çıkardım, önce her zaman yaptığım gibi okumadan sayfalarını çevirdim. Yazı ve konu oranlarını anlayarak derginin türünü çıkarmaya çalıştım. İlkin kafamda bir müzik dergisi olduğu fikri uyandı. Bu fikre güvenmeksizin başlığını beğendiğim bir-iki yazıyı okumaya çabaladım. Künyeyi en başta okumuş olduğum için, oradaki isimlerin genellikle yabancı olması beni belirsiz bir heyecana zaten sürüklemişti. Bu bakımdan yazılara başlarken bende peşin bir beğenme arzusu zaten hâkimdi. Sayfa boş olsa bile, yani yazı olmasa bile okuduğumu beğenmeye hazırdım. Tamam belki sürprizler peşinde değildim, ama ne olursa olsun içinde yaşadığım dünya ve hayat için kafasına vurulan, bastırılmaya ve susturulmaya çalışılan kalemlerin yeryüzüne çıktığı ışık sızan bir delik arıyordum ve bulduğumu sanıyordum.
Derginin sonuna kadar bütün yazıları okumayı denedim.
Hiçbir yazı başlamıyordu. Sanki yazılmamışlardı. Bir dilleri vardı, Türkçe’ydi, artık çok rastladığımız üzere Osmanlı, Fars ve Arapça sözcük seçenekleri fazlaydı, kulağa hoş geldiği düşünülen bu seçenek arenası içinde başka yazarlarda olduğu gibi yazı en azından fonetik olarak akmalıydı, ama olmadı.
Yazı yoktu. Sadece matbaa hareketleri içinde ciltlenmiş 6-7 forma, dörtgen biçime yakın bir dergi parmaklarımın arasında kalakalmıştı.
Ait olmadığım bir yere girmiş olma hissi… Bu da tam açıklamıyordu yaşadığımı. Yazılı ve basılı bir nesne parmaklarımın arasından kayıp giderken, gelecekle ilgili bir soru işareti de kafamda yok oluyordu.
Hayal kırıklığı kavramı da açıklamıyordu yaşadığımı. Çünkü bir şey beklemiyordum. Bir serinlik, evet, belki…
Pencere kapanmış ve ortalığı çok rutubetli bir hava basmıştı. Nefes alamıyordum. O hep belirsiz olan gelecek artık yoktu sanki. Onu hissetmiyordum. Bu da artık beni sokağa bile çıkarmayacak yeni bir durumdu.
O güne kadar ben hep konuşmuş ve başkalarının beni dinlediğini sanmış olmalıydım. Onca şey yazmıştım ve başkalarının beni okuduğunu sanmıştım. Hatta yazar olduğumu hissetmemi sağlayacak kadar yaptığım sanat da içinde olmak üzere hep, miras olarak aldığıma inandığım, kesinlikle günlük konuşmadan arındırdığım, dilbilgisi ve sözdizimiyle biçim verdiğim, retorik ve prozodiyle beslediğim bir yazıya inanmıştım. Genel ve yaygın gazetecilik dilinin hâkim olarak kullanıldığı magazin dergilerinin sınırından da öteye pek gitmediğim için yaşadığım bu okuyamama deneyimini o an kavramam son derece zordu. Üstelik düşünme yetim de felç olmuş gibiydi. Belki de o güne kadar doğrusal okuma içinden muhalif ses ve düşünceleri algılamaya alışkın olduğumdan, okuyamadığım bir yazıyı anlayabilmem neredeyse imkânsızdı.
Tuzağa düşürülmüş gibi hissediyordum kendimi. Tuzağı kuranlar kesinlikle okuyamadığım yazıları yazanlar değillerdi, fakat onlara karşı bir acıma da belirmedi bende. Ya birileri onların yazabildikleri konusunda yalan söylemiş ya da başkaları onları okudukları konusunda dürüst davranmamıştı.

Şimdi, okuyamadığım metinlerden örnekler vermek, onları yargılamak içimden elbette gelmiyor, zira o şaşkınlık ve aptallık halini kaybetmek istemiyorum. Bu hal belki bundan sonra hiç geçmeyecek. Tıpkı üzerinde bir an bile olsa yedi rengi gösteren bir cam parçası gibi sarılıyorum bu hale ben. Durgunlukların, krizlerin, anomalilerin çağında bunu daha çok istiyorum. Hayal kırıklığı çağı bitti. Zevk çağı zaten bitmişti.
Bu okumama etkinliğimi teşhis edememenin verdiği rahatsızlıkla kıvranırken yaşadığımı daha çok hissetmemi sağlayan kültür bakterilerine selam olsun. Daha çok hastalık yaratmak zorunda bıraktı, büyüttüğünüz sağlık canavarı. Adını koyup gittiniz. Ve şimdi siz adını koymadan bile ben etkinliği zar zor anlatabildim iki sayfada. Sonrasında adını koymanın artık anlamı var mı? Anlayan anladı. Bu deneyimi yaşayanlar belki de artık hayal kırıklığına bile uğramadıklarının farkında değiller. Onlara sözüm yok.
Bütün bunlar günün birinde okumayı okumamaya çevirecek deneyimi, deyim yerindeyse çok önceden yaşamama neden oldu. Bu deneyimin erken doğumu, yazı etkinliğinin zamanımızda prematüre yazarlar ve ölüm sonrası okurlardan söz edebileceğimiz bir kültür potasının bahsinden söz açmamızı gerektiriyor gibi. Saray, sadece soytarıya ve gülme eylemine indirgenmiş sanki. Varlık koşulları ve nedenleri görmezden gelinmiş bir kültür düzeyinin günümüz “yazar”ları tarafından yağmalanması en basit deyimle masum bir fırlamalık mı? Yazı etkinliğini her türlü sosyal ve ahlaki “boyunduruk”tan soyutlayan yeni soytarı düzeni, kültür sarayının bandosunu da kurmaya başlamıştır kuşkusuz. Bu bandonun ağalarını babalarını yaygın basınımızın köşelerinde zaten çoktandır görmeye alıştık bile. “Harbi” jargonlardan taşan fazlalık kelimeler, neo-ironik üslupların, 9-8 ritmini aratmayan yazı denemelerinin usturasında tarihlerinde görmedikleri kıyımlara uğruyor hanidir. Bunların yanına en hızlı pop trenine yangından kaçar gibi eklenmiş, sürprizli de olsa kabul edilmiş “yeni google yazarları” da bindiriliyor.
Bilginin yaygınlaşmasını, ucuzlaması olarak algılayan tekboynuzlu atların manejinde kum ve talaşların arasında muhtemelen taze boklar da dumanlarıyla boy gösteriyor.

2.

Konuşur gibi yazmayı tarihimizde çok kalem denedi, ama yazdığı gibi konuşmayı becerebilenlerin olup olmadığı bir yana böyle bir denemeyi düşünmek bile akılları epeyi zorlar, bundan eminim. Artık saklamak istemiyorum, böyle birisini çok yakından tanıyorum. Bu işin nasıl başladığını sanırım o da bilmiyor, fakat bugün gördüğümüz onun yazdığı gibi konuştuğu üzerine bir tespitten daha da ötesi: Apaçık bir gerçek. Onun yazarken konuştuğunu sanıyorum, konuşurken de yazdığını. Onun bu imkânsız “diyalektiği”, okuma konusunda büyük şüpheler edinmeme yol açıyor ne zamandır. Kendime engel olamıyorum.
Onun okuma referanslarının görkemi hepimizi yıllardır büyüledi.
Onun konu yelpazesi, ansiklopedi kavramının tarihsel sınırlarını sürekli olarak zorladı.
Onun kendisini bir ansiklopedi içinde öldürmek istemesine hiçbirimiz karşı çıkamadık.
Ve en sonunda yazdığı gibi konuştuğu zamanlardan birinde gitmesini bekliyoruz.
O yazdığı gibi konuşmaya başladığında okuma, yani yazı saydamlaşıyor. Söz bulanıklaşınca onu okumaya başlıyoruz ve konuşma da saydamlaşıyor. Sözün ve yazının klasik sınırlarını kendine göre değiştirme çabası, bu sınırın ufuk çizgisi olduğunu göremeyecek kadar egometrop oluşu -bu terimi eminiz duymamıştır, ona armağan ediyoruz, bunu kullanmak çok hoşuna gider- bandoda onun da şef olarak yer almasını sağladı ve birçok soytarı yetiştirdi. En ahlaki eylemin kendine gülme olarak yer etmesini sağladı.
Ve onun tek gidiş bileti bir yazı şablonu olacak biliyoruz. Üzerinde sadece onun beylik edat, tümleç ve zamirlerinin yer aldığı; konu değiştikçe özne, yüklem ve nesnelerin sokulup çıkarılacağı bir otomatik yazı makinesi. Özdevinimsel yazı değil.
Bu biletin kesilmesinden sonra artık herkes yazardır.

3.

Ortada hiç marş yok ve bando çalmaya devam ediyor. Ama şef olup bitenlerin farkında, her şey kontrol altında ona göre.
İnternet’teki forumlar, yorumlar, bloglar, kişisel siteler… Okurların yazarlardan intikamı mı?
Belli ayrım ve sınırlar yüzünden okur tarafında kalmaya mecbur olanlar için bu intikam çok insani görünüyor, çünkü yazmak İnternet’e kadar otokratik ve bulanık bir eylem olarak okurların başında sallandı durdu, fethedilemeyen gizemler kalesine dönüştü. Gizem yazarı oluşturdu, yazıyı sakladı, retorik ve onun büyü imkânları da kaleyi yüzyıllarca korudu.
İnternet’i matbaanın icadından, hatta volumenden kodekse geçişten daha az önemli bir devinim -devrim değil- yapan şey, onun araçsal değil ağsal oluşudur. Bilginin roketle uzaya çıkışı gibi bir şey. Üçüncü boyutunu, yani gezi imkânını yakalayan bilgi de İnternet’te kendisini değil, kendisine erişilmeyi ucuzlaştırdı, çünkü onun nasıl ve nerede kullanılacağını bilmek hala en pahalı edimlerden birisi. Daha çok bilgiye erişim, gerçeğe en yakın yorum ve analiz demek, oysa son on yıldır kimse bunu yapmıyor. Çünkü herkes “pazar”da.
Okuldan, evden, camiden, devlet dairesinden, meclisten çıkan herkes bu pazarda buluştu.

4.

Marş bitti, bando paydos. Bu ne zaman olacak?
Herkes kendi başına çaldığı zaman. Düzen yoyosu bizi hep bandoyu toplamaya, ortak bildiğimiz düzenin içindeki eleman olarak ortak bir marşı çalmamızı çağırıyor.
Herkes, kendi bildiği gibi kendi başına düzensiz bir şekilde yazabilir mi?
Yazı her şeyden önce kutsal kitap demektir, kanun, senet, çek, loto kuponu, tahvil, bono, hesap cüzdanı, hesaplar, hesaplar, hesaplar…
Televizyon sesi ve görüntüyü yıllarca destekledi; tanıttı, övdü, kullandı ve şimdi İnternet kazanına attı. Müzik endüstrisi kendi ölümünü görüyor. Sinemanınki kapıda. İnternet erişim hızına bağlı her şey.
Yazı için henüz böyle bir tehlike yok.
Yazı her şeyden önce kutsal kitap demek, kanun, senet, çek, loto kuponu, tahvil, bono, hesap cüzdanı, hesaplar, hesaplar…

5.

Kaybolmaya yüz tutanlar: Kavramların ses, sanat ve fikir değerleri.

6.

Sonra: Yüksek sanat ve kültür daireleri, kapıcıları ve ofis eşyaları…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder