futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2018 Cuma

Tanrı öldü Yaşasın Futbol

Futbolun Yazısı

Diego-Pelé-Zinedine, bueno Pelé no se si me cae tan bien....

Yeşilin dinsel renklerden biri olması hiç de şaşırtıcı değil. Yeşil sahalardan havalanan tanrısal kanatlar moderniteyi de hiç de haksız çıkarmayacak kutsal bir çalımla “Boş kadere” doğru uzaklaşıyor.

Fado, fiesta, futbol... Franko öldü ve bu “f” mönüsü tarihe karıştı. Ama futbol, yani uykunun dansı hâlâ moda!.. Şiddet ve kolektif illüzyon histerisi tarihe karıştığında futbol da tarihe karışacak. Karışırsa...

Le Monde diplomatique'teki Manuel Vazquez Montalban'ın “Futbol, Yeni Bir Tanrı Arayışı” başlıklı yazısı, futbol sosyolojisi ve hatta antropolojisi bakımından hayli zengin ve uç noktalarda şaşırtıcı. Yazının temel boyutları özetle şu kavram ve içerik sınırlarında geziniyor:

Montalban'ın adını andığı bir antropologa göre siyasi idareciler başkalarının, yani piyasaların ka-rarlarını uygulamaya çalışır, ama bir kulüp başkanı karışıklığın sebebini ve kitlelerin gizli isteklerini bilir. Bu konu şimdiye kadar yalnızca dinlerin tekelindeydi. Bu tespitlerin ardından şöyle soruyor Montalban: “Acaba, büyük dinler ve siyaset tarafından boş bırakılan sembolik yeri futbolun işgal ettiği söylenebilir mi?” Bu soru gerçekten de irkiltici. Dinin ve siyasetin -buna zamanla kültürü de ekleyebiliriz bireşimsel olarak- boşalttığı yeri futbol simgesel olarak işgal etmiş olabilir mi? Bu simgeselliğin parçalarını ayıklayıp onlara tek tek bakacak olursak, futbolun din ve siyaset gibi birbirinin kodu olan, tarih ve zaman içinde birbirinin yerine geçerek yaşayan bir omurgasız yaratık ve onun klonunu görürüz.

Futbol topu ve antropolojisinin üzerine yapışmış olan “Latin” esintisi belli ki futbolun sıcak, güler-yüzlü ve esmer yüzünü oluşturuyor. Akdeniz kanlı-canlılığı, denizin tuzu, havalanan filelerin görkemli estetiği, topla çimenler üzerinde dripling yapan hızlı bacakların kapasite dansı, hipnoz ve kekeleme arasında gidip gelen hakem-şarlatan oyuncu kovalamacası, en ağır esrimeye teğet geçen muz ortaların, korner ve taç atışlarının kavisleri ve bütün stadları ayaklandıran cehennemi orgazm: Gol!!

Yeniyetme stadlarda ya da yeni stad düzenlemelerinde “gol”ü artık ışıklı panolarda da grafik olarak algılamaya zorlanıyoruz. Saatin (sürenin) geriye doğru dijital olarak sayışı -eski zamanların futbol maçlarındaki süre muammasının sonuna gelinmiştir artık- futbol sahasının onlarca kamera ve düzinelerce tele-objektifle küresel ve kolektif bir uzam transferine -sanal da olsa- maruz kalması futbolu değiştirmiyor ama algılamaları dönüştürüyor.

Montalban, bu binyılın sonunda, diktatörlükler zamanında toplumların afyonu diye nitelenen futbolun, demokrasilerin sert uyuşturucusuna dönüştüğünü haber verirken kitlelerin paradoksal yalnızlığına olduğu kadar küreselci toplumların proje yokluğuna cevap vermeye imkân verdiğini de ekliyor.

Küreselleşen futbolun krallığı olan FIFA, din ögesi ve mit arasında, bu üç merkez arasında bir üçgen kuran Montalban, burada krala ve tanrıya da yer ayırıyor:

“Ronaldo, FIFA tarafından futbol dinine inanmamız için yaratılmış bir efsanedir. Fakat tanrısız din yoktur. Ve futbol tanrısının yeri de Diego Maradona kendini mahvettiğinden beri de boş duruyor.”



31 Aralık 2017 Pazar

Kumdan Kalenin Kalecisi


Oğlu ile amcasının kumsalda kumdan kale yapmalarını gülümseyerek izlerken aklına iki kumdan tümsek geldi.
Çıplak çocuk ayaklarıyla inşa edilmiş, yaklaşık iki çocuk boyunda bir kalenin arada sık sık bozulacağı düşünülerek özensizce yapılmış bir arsa futbolu kalesiydi bu.
O bölge geçmişte genellikle bataklıktı. Deniz zamanla çekilince toprak hazırlıksız yakalanmış ve kendini tamamen kumlara teslim etmişti.
Ama bu arsa efsunlanmış gibiydi. Etrafında yıllar yılı gelişen onca inşaat ve turizm hareketine rağmen arsaya pek dokunulmamıştı. Ya devlete ait bir kamu arsası ya da varislerinin bile uğramadığı pek önemsenmeyen bir özel taşınmaz mülktü burası. Etrafı, ne bitişikteki Mocamp gibi telörgüyle çevrilmiş ne de karşı kalenin hemen arkasındaki pansiyon bahçesi duvarı gibi hürmetsizce yükseltilmemişti. Şurası kesindi ki belki de bu sayfiye kasabasının son futbol arsalarından birisi olmaya namzetti burası.
Ayakları çıplak olan çocuk iki kumdan direğin tam ortasına gelip hem kale genişliğini hem de direklerin yirmi santimi bile geçmeyen ama havaya doğru hayali olarak çekilmiş çizgilere yol açan kumul cüsselerini kontrol etti. Ne kramponu, spor ayakkabısı ne de eldivenleri vardı. Bu yaz sıcağında akşamın alacakaranlığına doğru havanın biraz serinlemesi ve meltemin bile esmesi onda bir kaleci kazağı kadar etki yaratacağı kesindi.
Derken beklediği oldu. Güneşin o akşam üzeri sanki daha erken batacak gibi acelesi vardı ve akşam meltemi de bunu onaylamak için esmeye başlamıştı.
Kumdan kalenin tam ortasındaki çocuk büyük ve gerçek bir kale hayal etti. Bir gün bu arsa sahaları yerini tribünlü çim sahalara -toprak bile olurdu- bırakacaktı. Futbolu çok seviyordu. Futbol olmasa arkadaşlarını bile göremeyecekti neredeyse; belki de hiç arkadaşı olmayacaktı. Özellikle yazları okul arkadaşları hepsi bir yerlere gider ortalıkta görünmezlerdi. Ama futbolun coşkusuyla tatil günlerinde vücutları ve ruhları kıpırtıyla kıvranan çocuklar nerden geldiği belli olmayan sevecen bir tanıdıklıkla, bütün çocukların gözlerinde aynı ışıltılara, yüzlerinde gülümsemelere yol açardı. Top kimindi, nereden gelirdi bilinmez. Top oynamak isteği olunca o mutlaka ortaya çıkardı. Ya aralarında para toplarlar ve bir bakkalın kapısını çalarlardı ya da okuldan bir arkadaşın yazlık bahçesinde unutulmuş bir meşin yuvarlağa eller tutkuyla uzanırdı.
Hayalindeki kalede yan ve üst direkler camdandı. En gözüpek şekilde direklere doğru gelen toplara uzanabilir, pamuk yumuşaklığındaki bu şeffaf kale bedenlerine kardeşçe dokunabilirdi. Hayal de olsa direkler ona cesaret vermenin dışında haksız durumlar yaratmaksızın kendi işlerini düzgünce yaparlardı. Çünkü onun direkleriydi onlar; onun dürüstlük ve hak anlayışının, doğruluk sevgisinin direkleri.
Gözü nedense sahanın içine kaydı. Havanın kararmaya başladığını fark etti. Çok parlak olmasa da birazdan yol lambaları kendiliğinden yanacaktı.
O gün havanın çok sıcak olacağını  biliyorlardı ve gece maçına karar kılmışlardı arkadaşlarıyla; ama nedense çocuk bunu unutmuş gibi kendini daha erken kum sahaya gelmeye ikna etmişti. Vakti vardı, üstelik yapacak başka hiçbir şeyi de yoktu.
Biraz daha soğuyan kale zeminindeki kum tabakası ayak parmaklarına daha serin geliyordu şimdi.
Kumu kazmaya başladı farkına varmadan. Kazdıkça serin ve nemli tabakaya ulaştı. Sonra elleriyle kale duvarları yapmaya başladı.
Az ileriden oğlunun sesi geliyordu:

-Baba, babacım. Bizim kalemiz bitti. Hadi seninle de bir kale yapalım...

8 Ekim 2012 Pazartesi

Alex de Zorba

Sadece kasanın başına geçtim

Futbolun ölümünün para olduğunu söyleyip duranlara, paranın öldürdüğü ilk şeyin futbol olmadığını söyleyerek söze başlayalım.
Bir süredir işlerim sebebiyle bu sanal "yalan" dünyaya dönemedim. Aslında hep burdaydım, sadece kasanın başına geçtim.
Kasa başında her şey daha yalandı ve gerçekti.
Sanal dünyaya sızmanız için gereken tek yalan söyleme gerekliliği, yalanlar artınca sanaldan yalana dönmeyi gerektiriyor.
Şimdi bunları yazarken parmak uçlarımda biriken antrenman fazlalığı ve maç eksikliği duyguları birbirine hiç karışmıyor. Hayatımda antrenman olan şeyleri hep öne aldım ve maç gününü ise hep erteledim. Bununla övünmedimse de kendimden bahsetmeden öleceğimi sanırken bu yalan dünya beni son anda ego pişmanlıklarından kurtardı ve kendimi okurummuş gibi de hissettiğim bu devranda çalakalem girişiyorum gündelik hayata...

Ben yokken bir ben yoktum yani

Ben buralarda yokken, öyle şeyler oldu ki, onları bilenlere, gören ve duyanlara onlardan bahsetmekle gerçekleşecek haberciliğe girişmemem onları unutmamı da gerektirmezdi. Ben yokken bir ben yoktu yani maaşallah. Bunda emeği olan herkesin allah cezasını versin, diyorum başka şey demiyorum. Herkes ve her şey üst üste geldi; gündem dev bir balona dönüşmenin ötesine geçince balon havalanamayarak bir zeplin edasıyla patladı.
Gerçek hayat patladığında ilk önce kelimeler düşer vitrinden. Söz kaybolur ve söyleyemezsiniz söylenmesi gerekeni. Buna ben daha çok sözün ele geçirilmesi diyorum. Geçici bir süre ya da kalıcı bir sağırlıkta...
İşte böyle bir şey oldu. Zorbaca ya da çelebice gerçek hayat elimizde patladı.
Geçtiğimiz yılı güzide bir futbol kulübümüzün şike davasıyla geçirmemiz sırasında, o kulübün taraftarları ve diğerlerinin elinde alından kelimeler serbest kalınca, yazı makinesinin işleme alışkanlığını yitirmesinden olacak futbol megafonunun ağzından yanlış kelimeler döküldü ve neticede sorumlu bulundu. Alexander de Souza.

Zorba bir taverna adı değildir

Her şey yunan olabilir, ama herkes Yunan olamaz. Taverna ahlakını tercih ederseniz adınız Zorba da olsa Aleksi Zorba ruhuna zerre yaklaşamazsınız, zira Zorba damıtılmıştan çok mayalı içkileri sever. Yunanlılar, yunan kültürünü günümüz turizmiyle birleştirip maliyetine satarken, Yunanlı Aleksi Zorba'nın çok ötesinden bile geçemezler. O halde ruh olarak Zorba, Akdeniz denen iç okyanusun her yerinde ve deminde gezer. Ona bir solukla bile ulaşmanız mümkündür. Aslen de tek yolu odur Zorba olmanın.
Alexander de Souza, aramızdan ayrılıyor. Sekiz yıl boyunca yunan tarzı tüketilirken bile Zorba ruhunu yaşayan bu büyük topçu, kader olarak da ona çok yaklaşmanın arefesinde, Alex de Zorba olup öldürülerek memleketine gönderiliyor.
Sarı-lacivert renklerin hakim olduğu bu cenazede ince yeşil bir kan sızıntısı var, ama ne yazık ki göze bile çarpmıyor.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Kürtaj ve Futbol

Yakar ve top

Küçükken okulda en çok yakartop oyununu severdim. Kızlarla en yakın olduğumuz oyun galiba o oyundu.
Hayatsa onlardan arındırıldığımız, onlarla aramıza kalın duvarların örüldüğü acımasız, adaletsiz bir oyunmuş, çok sonraları anladık bunu.
Az önce gene büyük bir laf ettim. Doğru ya da yanlış, yerinde söylemediğimiz sürece yanlış atmosferde kaybolan sözler mezarlığının müdavimiyiz; bazen en iyi bildiğimin de bu haritacılık olduğunu düşünüyorum.
Kızlar kaçıp duruyordu ve biz onları yakmaya çalışıyorduk. Gen ve hormonlarımızın masum dürtülerinin ayarlarıyla oynadığımız zamanlardı.
Kimse inanmayacak belki ama bizim takımın yanmayan son adamı hep ben olurdum, çünkü kurbanların arkasına saklanmayı iyi bilirdim ve karşı takımda da genellikle Berrin kalırdı. Tazı gibi koşan ve sincap gibi zıp zıp zıplayan bir kızdı Berrin.
Ve Berrin her zaman en iyi yaptığı şeyi yapar, en iyi nişanını alır ve topu kıçıma nişanlardı.
Hala Berrin'e bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yandığımı bilmiyorum. Bildiğim şey şu sadece: Bir tek ona aşık değildim.

Kürtaj ve futbol

Her ikisinin de en önemli ortak özellikleri önceden içlerine bir şey konulmasında yatıyor. Kürtajın kurtuluş macerası, futbolun gol tutkusuyla birleşince ortaya giriş-çıkış tüneli gibi, kafamızı sokmaktan ve çıkarmaktan bir türlü vazgeçemediğimiz o oyuk çıkıyor. Bu oyukta hem yalnız hem de galibiz. Yalnız olunca rakipler ve düşmanlar yok oluyorlar, gol atınca da doğumun tam tersi bir olgu gerçekleşiyor: Girenin çıkamaması durumu. Tabii ki gol öncesi ofsayt ya da faul yoksa.
Keşke sekste de benzer nizami kurallar olsaydı. Kuraldışılıkta goller sayılmasaydı. Seksteki tek kural biyoloji.
Seksi yönlendiren tek tehdit ise, bebek endişesi. Kadını doğurganlık jübilesine kadarki seyahatinde seks, bir partnerle uyum sorunuyken daha sonra zaten tedavülden kalkıyor.
Kürtaj ise bu seyahatte hep taca atılan top örneği, maçı durdurma ve sonra kalınan yerden hasarsız devam etme taktiği olarak karşımıza çıkıyor.

Ortaçağ'da çocukluk ve kadın var mıydı?

Şüphesiz yoktu. Tıpkı antik Yunan sitelerinde kadının soyu devam ettirme soyluluğunun bir bileşeni olması gibi Ortaçağ'da modern anlamıyla çocuk ve kadınlara rastlanmazdı. İnsanoğlu bebeklikten, yavruluktan sonra doğrudan yetişkinliğe terfi ettiriliyordu. Bu konudaki belirleyici başlangıç ise fertilite, yani doğurganlık ya da üretkenlikti.
Ortaçağ'ı şimdiki zaman kurallarına göre yargılayabilir miyiz?
Bunu yapmak bizi daha iyiye ve doğruya götürmez; aynı zamanda daha iyi ve doğru bir yere ilerlediğimizi inkar etmemize yol açar bu yargılama. Suçlar unutulmaz elbette, ama cezalar da geçmişe ilerleyemez.
20. yüzyılın ikinci yarısında kadın ve doğurmama haklarını elde eden dünyanın latif cinsi kadınlar için, gelecek daha açık ve güzel görünürken, kadraja giren siyah bulutlar gündoğumunu daha da belirginleştiriyor.
Doğada her şeyin bir vazifesi var.




3 Mayıs 2012 Perşembe

Belki de rakip bile değildik seninle

Bir fenerliye can simidi atma denemesi

Belki de kardeş sayılırdık seninle. Deniz fenerinin Almanya'da bir örgüt olduğunu biliyordum ben. Dünyanın bütün fenerlerindeki ışıklardan fenerlerin yol göstericiliğine kadar, yüzümü aydınlatan bu büyük anlam bir yana o örgüt bir yana dedim. Nedense sınırlarımıza giren her adalet çabasının, anlamsızca geri püskürtüldüğü yetmiyormuş gibi adındaki fenerden gelen eylem de sorgusuz sualsiz, hayatımızın hapishanelerden yönetilme boşunalığına saplanıp kaldı. Hapistekine sen bir kere soramadın "Abi bunlar doğru mu?" diye. Fırsat mı verdiler. Köprülere, meydanlara, bağdatlara, store'lara yolladılar yoldular seni. Sene başında en iyi futbolcularını kaybettin, onlardan kalan paraların aritmetiği yasaktı. Çünkü ant içmiştin. Ölmek var dönmek yoktu.
Nasıl oldu da göremedin bugünlere gelen yolu? Sana hem kızıyor hem de teessüf ediyorum. Üç yıldızdan, üstüste 4 şampiyonluğa, ordan en büyük stada... aslında her şey bir adamın rakip takım kompleksi ve korkusundan başka bir şey değildi. Sana da bu korkuyu "başkasının korkusu" olarak geçirdi ve sen öyle bildin.

Artık yeşermeyen sahalardan sen sorumlusun

Mağduriyet memleketimi nasıl teslim aldı biliyor musun? Önce kanun hükmünde kararnameyle mağduriyetin adı değiştirildi. Sonra bu hastalık sana da sıçradı. Bir senedir kendini mağdur sanıyorsun. Ve kalkıp adını andın bir de, o ruhla, Kuvay-ı Milliye'nin; Atatürk'ün bile. Kendini o isimsiz kahramanlarla kıyasladın. Ben asıl bunu anlamadım. Biz İngiliz miydik, Yunan mı, İtilaf mı? Hadi zaten Atatürk'ün takımı şudur budur diye diline dolamıştın, rekabeti sahada bırakmayan her yerde onu arayan bir kelle avcısı olarak. Unutma arkadaş, çoğu savaşı da sen başlattın. Hiç merak etmiyor musun Avrupa ve Anadolu neden şimdi birbirinden elli bin Boğaz daha uzakta? Neden yalnızsın?
Bu sene hep sen çaldın ve sahnede bütün rolleri, tekstleri ve replikleri sen oynadın. Ama bu yaptığın tiyatro oldu mu ya da tiyatro yapmak sana yakıştı mı, buna tarih karar verecek. Provalara bakılırsa Shakespeare kararı çoktan vermiş aslında. Yaptıklarına gerçekten inandın mı?

Fırsat kriz de demektir uzakdoğuda

Şimdi kalkmış, son güne kadar, daha cenazeler kaldırılmadan bakıyorum da başarı kovalar oldun birdenbire. Herkesi o ya da bu şekilde ben mağdurum ben mağdurum diyerek kendine benzettin yıl boyu. Hep sana acımamızı sağladın. Yılın her gün her haftasonu her maç öncesi sonrası seni konuştuk, parlattık, kurtardık. Nasıl da unuttuk bak sen de gayet güzel bir başarı adayıymışsın. Ama sana yakışmayan şu oldu. Hiçbir zaman göğsünü gere gere ortalığa çıkamadın. Hep ezik hep başı önde, yerine gelince kaplan gibi -arslan gibi değil- yırtıcı.
Son terennümün de takımının ele geçirilmeye çalışıldığı üzerine.
Hani yirmibeş milyonduk eski kardeşim? Hani en çoktuk. Ve korktuk, korktun korkulmaması gerekenden. Kendinden. Sana benzemekten, senin ona benzememenden korkan adamdan.
Şimdi hepimiz birden o keyif için geldiğimiz, yakartop sıcaklığıyla maçlar, ligler çevirdiğimiz mesire yerinin bir uçurum kıyısına da komşu olduğunu öğrenirken oraya yuvarlanıyoruz aynı zamanda. Farkında mısın?
Yazık ettin bize kardeşim.
Uçurumdan düşerken gözlerime bile bakamıyorsun. Farkında mısın?