Nedim Gürsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nedim Gürsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2019 Salı

Güzel Paris

I.

Paris kimindir?

“Türk Edebiyatında Paris” bu soruya bir yanıt arama çabasının ortasında durmamasına karşın, kendi varlık nedeninden ötürü yanıtlardan biri konumuna geliyor: Çoğul Paris. Paris çok değil, çoğuldur. Bir şehir bazen içinde birden çok şehir barındırır. Şehir-kent ayrımının uçlarında durulduğunda, bir şehrin mekân boyutu dendiğinde kent adını aldığı; insanlarına (özellikle de kadınlarına) ve yaşama kültürüne girildiğinde şehir adına yerleştiği söylenecektir. Bu ayrımdan hareketle Türk Edebiyatı’nın ilk gözağrısı, yabancı şehri ve kenti Paris’tir. Paris, edebiyatımız için öykülerin, yazıların yazıldığı çatı odaları, üniversite kitaplıkları ve yazarlığın rüşdünün kendisi demektir. Yıllardır sadece bir sözcükten ibaret olan Paris Nedim Gürsel’in dilinde gerçek yüksekliğine çıkar:

“Güzel Paris... Yalnızca bir başkent gibi değil, yabancı bir kadın gövdesi gibi hâlâ keşfedilmeyi bekleyen...”

*

Bir Türk ve bir Fransız yazarın Paris yazılarını bir araya getirme çabasının Türkçe ayağı elinizdeki kitapta toplandı. Birçok fotoğraf ve resmi barındıran bu kitaba rağmen, sanki Türkçe yazının yükü, fotoğrafların -belki de Paris turizminin sıradanlaştırdığı görüntüler yüzünden- Paris için taşıdığı düşünsel yükten daha fazla çekicilik taşıyor bana göre; görüntülerin Paris’i sanki sadece Türkçe yazıyla “taşınıyor”. Paris’in her bakımdan birçok yazı(n)sal imgede taşındığını; üstelik birçok imgenin de metaforlar yardımıyla Paris’i yüklendiğini unutmuyorum.

Paris’in üzerine çevrilmiş bir yazarlar turizmi olduğu, bu turizmden geride, büyük oranda edebiyatın kapsamına giren bir yapıt toplamı bulunduğu apayrı bir gerçek. Bunun ötesinde Paris’i, edebiyatın ve düşünsel kıvraklığın izin verdiği ölçülerde keşfetmek, yazarlık serüveninin kentlere dönük yüzünde önemli bir dönemeç.

*

Mimarların, şehir planlamacılarının, belediyecilerin, postacıların ve memurların Paris’inde ortak yönler, daha doğrusu ortak ve anonim bir Paris bulmak üç aşağı beş yukarı mümkün. Ancak Türk yazarlarının Paris’i yapıların, çizimlerin, hizmetlerin, mektup adreslerinin ve mesailerin çok ötesinde bir yerde… Türk Edebiyatı’nın Paris’i, “tesadüflerden başıbozuk güncelere, adına Abbas da denilen Paris yolcusundan Paris sevdasına akan toprak seyrelmesine” uzanan bir çizgide değişmenin, farklılaşmanın ve çoğulluğun mekanı… Yirmisekiz Mehmet Çelebi’den Enis Batur’a kadar kendi manzaramıza Batı’dan bakmayı öğrenmeyi ve bu karışık düzeyde nostalji öğretimini de içeren bir şehir Paris. İlhan Berk’e “yalnız Paris’te kendinizi unutursunuz, oralı oluverirsiniz” dedirten o dişi şehir, Ahmet Haşim’de o bilinen ‘delaleti’ ortaya çıkarıyor. Seyahatin bir yalnızlık mektebi olduğu öğretiyi, “Paris Tesadüfleri”nde Ahmet Hamdi Tanpınar’a yazdırıyor Paris. Tanpınar’a göre, Paris’te kendi manzaramız ilgi ve dikkat çekici. Gerçek ise şu: “Edebiyatımızın bugünkü manzarası, merkezi bilinmeyen bir vilayet manzarasıdır.” Paris, ayrı bir yazarlar coğrafyasının dönemsel bir başkenti.

Türk yazarının Tanzimat’tan Cumhuriyet dönemine kadarki bozbulanık Paris serüveni de, kendini bir başka kentte yeniden bulma ile, sözcüklerle bir kentin yeniden inşası arasında bir yerde açıklanabilir. Paris’in ağır ve yüksek edebiyat zevklerinden, çilelerinden bir an için sıyrılmak üzere son sözü yine de Enis Batur söylemektedir:

“Bu şehir kadar hiçbir kadın heyecan vermedi bana.”


II.

Paris ile ilişkilerin ilk ayağı diplomatiktir. Osmanlı elçileri 18. yüzyılda Paris’i keşfetmişler ve Frankların başkentiyle geniş bağlar kurarak mimari, ticari ve teknik zenginliklerden, yeniliklerden yararlanmışlardır. Gerçekte, Doğu’nun en büyük Müslüman imparatorluğunun temsilcilerinin asıl amaçları Gâvurların bilimsel üstünlüğünün sırrını öğrenmek ve hükümdara askeri, idari ve eğitimsel reform önerileri sunmaktır ki bunun için 1839 Tanzimat fermanını beklemek gerekecektir.

Öte yandan Parisliler de bu vesileyle Türkleri ilk kez görme fırsatını bulmuş olurlar. 1720 yılında basında çıkan yazılardan ya da kimi mektuplaşmalardan öğrenildiği kadarıyla, birkaç asır önce Viyana kapılarında durdurulmuş olan asırlık düşman Müslümanlar, ya da Akdeniz muharebelerinin savaşçıları artık birer gezgine dönmüşlerdir. Garip bir değişimdir bu...

İbrahim Şinasi’den bu yana birbirleri ardına düzenli bir ritimle Paris’e giden yazarlar gerçekte turistlerden söz etmemişlerdir. Kültürün yerinden oynatılamaz başkentinin “ikonlarının” altını çizmek için gitmişlerdir oraya.

Paris bütün erdemlerle bezenmiştir; öğrencilere ya da asker kaçaklarına, modernliğin bütün teminatlarını sunar. Memlekete dönüşte hepsinin de yanında bir Fransız modeli mevcuttur.

*

Ahmet Hamdi Tanpınar, 6 Nisan 1953 günü Adalet Cimcoz’a mektup yazarken henüz başına geleceklerden haberi yoktur. Tıpkı onun gibi Paris’e gelen Türk yazarların çoğunda Paris üzerine bir saptamalar ve izlenimler çevrimi mevcuttur. Bu çevrim kendini keşif boyunca seyahatin hakikatine erişmekle sonuçlanır: Huzursuzluk ve bıkkınlık, küçük rahatsızlıklar ve kızgınlık.

Olumsuz bir gelenekten söz edilecek olursa, bu geleneğin tam da ortasında Ahmet Haşim’in portresinin durduğu söylenebilir. Fransız edebiyatını yakından tanıyan bir yazar olarak 1928’de Paris’i ziyaret eden Haşim, yazılarında erken-varoluşçu bir vizyon ortaya koyarken klişelere kaptırmaz kendini. Yeterince ölçülü bir biçim altında iki savaş arasındaki Fransa’nın kötü cinlerini sergiler, yerleşik yabancının Fransa saplantısının ve Yahudi düşmanlığının tırmanışını ifşa eder. Ama hepsi bu değildir.

Karamsar Haşim, Paris’in çevre mahallelerinde ya da Jardin des Plantes’da, en koyu mürekkebin içine batırılmış düşüncelerinin eksiksiz bir metaforunu bulur.
Rainer Maria Rilke’yi andırmasa da bu yolcunun başkalarına benzemeyen gezileri Malte Laurids Brigge’ninkilere benzer. Böylelikle Haşim, kendini Paris sıkıntısına kaptıran birçok Türk yazarına da yol açmış olur.

1950’lerden sonra başka büyük melankolikler bayrağı teslim alırlar. Ziyaret ve buluşmalarla dolu programına rağmen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın seyahatten seyahate ilgisinin zayıfladığı görülür. 1953 yılında üç günlüğüne Paris’e gelen ve memleket hasretine dayanamayan Sait Faik için de aynı durum geçerlidir: Paris’in otelleri, bulvarları ve restoranları Burgaz adasının sakinlerinin ve Karaköy börekçilerinin yerini tutamaz. Ne var ki durum İlhan Berk için daha derinlerde seyretmektedir. 1964 yılındaki birkaç aylık ziyaret sırasında tuttuğu günlükte şair, Paris’i açıkça reddettiği bir çöl geçişini yansıtmaktadır bize. Ilhan Berk şehrin yeni ve karanlık bir portresini çizerken, kısmen de olsa bir kadının varlığını yansıtır; ne var ki o da kendisi gibi yabancıdır bu büyük ve işgal edilmiş Babil şehrinde... Ona göre Paris bir yalnızlıktır. Zaten Lautréamont ve Sade’dan esinlenmiş bir gezgin şairden ne beklenebilir ki?

*

Günün birinde herkes yurduna dönecektir nasıl olsa; işte tam da bu yüzden Paris büyük bir nostalji anlamına gelir. Memlekete dönüşte, Beyoğlu’daki bir tavernada, büyük bir otelin barında ya da Beyazıt meydanına yakın bir kahvede çay yudumlarken dinleyenlerin hevesini kırmadan konuşmaya şöyle başlanabilir: “Ben Paris’teyken...” Bu sırada dinleyenler bilir ki konuşmacı hayallere dalmıştır. Kimse ondan gerçekleri anlatmasını beklemez; sözkonusu olan daha çok Frengistan’a girişi sağlayan bir bismillah’tır. Bu ritüel sırasında Doğu ve Batı’nın en büyük geçiş yerlerinden birisi oluşur, ki yazarların çoğu buradan düzenli olarak geçeceklerdir...

Zira Paris, artık tek model değilse bile, yazarların en çok sözünü ettiği şehir olarak kalır; ne var ki 1980’lerden sonra ortaya çıkan belirgin bir kendini beğenmişlik genç yazarların Paris yorumlarının ortaya çıkmasını engelleyecektir.

Yazılar, notlar, özel ya da gazetelere yazılmış mektuplar Nedim Gürsel’e kadar birbirini izler. Gürsel’in 1985’te yayınlanan Yerel Kültürlerden Evrensele adlı kitabı son tarihsel noktayı koyacaktır. En sonunda esin perisinin suyu çekilmiştir.
Ama sonuç olarak turistik bir Paris’i yorumlamayı reddeden yazarlar da vardır: Ferit Edgü ve Tahsin Yücel gibi; ki bu yazarlar elinizdeki kitap için ilk kez Paris üzerine yorumlarını dile getirdiler, klişelerden sakınarak. Acaba onlar için tehlike, adı çok anılan bu şehrin söylen ya da kartpostal olarak yinelenmesi midir? Onların Paris’i tüm bunların berisindedir.

*

Yine de 70’li yıllar boyunca eğer siyasal çekicilik, yani özgürlüklerin Fransa’sı karşısında büyülenme, üstün gelse de (Attilâ İlhan ya da Özdemir İnce’de olduğu gibi) artık tek ölçüt değildir.

Özgürlük ne güzeldir! Geleneksel yerini çoktan terketmiş olsa bile... Bu yüzden büyük siyasal sorunların ötesinde, Paris’in bu anlamdaki yıkılışı kimi yazarlara esin vermeyi sürdürecektir: Örneğin Ataol Behramoğlu, “Paris söyleninin ölümü” üzerine en iyi metinleri vermiştir. Enis Batur ölçülü bir lirizmi seçerek 20. yüzyıl başının büyük şiirine ulaşmak için geçmişin labirentlerinde gezintiye çıkmıştır. Düşlerdeki Paris’in bu çöküş süreci aklın Fransa’sındaki yoğunluk azalmasını çok iyi açıklamaktadır.

*

Nedim Gürsel 70’lerin başlarından bu yana Paris’te oturuyor. O artık bir ziyaretçi değil bir yerleşik. Kesintisiz bir şekilde Paris’te yaşayan ve yavaş yavaş Parisli olan ilk Türk yazarıdır. Onun için Paris için artık platonik olmanın uzağındadır: Seine’in kıvrımları, şehrin parkları duygusallığın yeni bir haritasını oluşturmaktadır ve Türk romancısı bu kadınsı figürü baştan çıkarmaktan başka hemen hemen hiçbir şeyle uğraşmaz.

Hôtel du désir’de, anlatıcının genç sevgilisi Pınar’da Türkiye’yi yeniden buluruz: Bu, çağdaş, melez, Strasbourg Saint-Denis semtinde yaşanan ve anlatıcı kafasını karıştıran bir Türkiye’dir. Anlatıcının dünyanın yeni bir coğrafyasını tanıdığı bu mahallede birbirinden üç bin beş yüz kilometre uzakta iki ülke aynı anda belirli noktalarda iletişim kurmaktadır.

Örneğin Prado pasajı. Ve ardından İlhan Berk’in “yalnız Paris’te kendinizi unutursunuz, oralı oluverirsiniz” cümlesi doğrulanır. Bu söz aynı zamanda bütün Fransız, İspanyol, İrlandalı ya da Türk yazarlar için doğrudur.


Halil Gökhan, Timour Muhidine
Nisan 2000, Istanbul-Paris

22 Mayıs 2019 Çarşamba

İstanbul'un Büyük Yalnızlığı


Nedim Gürsel’in Büyük Yalnızlığı

Hiçbir başlangıç alıntısı, süslü söz ya da uvertüre gereksinim duymadan, kafanda sadece yalnızlıkla başlayan bir metin kurabilir misin? Bunu az sonra, Nedim Gürsel’in “Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik” adlı kitabı için bir yazı kaleme almaya çalışırken deneyebilir misin?

İyice boşalttın kafanı. Bunu özellikle yaptın. Nasılsa konuyu biliyorsun. Derinleşmene, afili sözler bulmana, basit analizlerini sofistike hale getirmene hiç gerek yok. Zira, bu yazar zaten senin dilinin en büyük ve çağdaş yazarlarından. Hele ki 20 yaşından beri sözcüğün tek anlamıyla “sürgün”. Bunu, sürgün sözcüğünü birçok uzak yakın anlama yayarak psikanalitik bağlamını zayıflatmadan; kuramsal, ama kaçınılmaz Dönüş’ünü erteleme tehlikesini de göze alarak nasıl yapacaksın?

Konunun senin için basitliği bunu daha da zorlaştırıyor görünürde. Çünkü belki de sensin, emrivaki alkışların, faydacı sahne ışıklarının gerisindeki gölgelerin haritasını çok iyi tanıyan edebiyat coğrafyacısı. Herkes ondan bir şey istiyor gibi görünmemek zahmetine bile katlanmıyor; zira imrenilen bir narsisizme sahip yazardan asıl istedikleri şey teatral bir rol yansıması; öteleri tanımak için onun uzakları gören seyrüsefer dürbününden dünyayı görmek anlamak, onun “seyir defter”lerini okumadan hem de. Henüz ülkesinden pek de çıkmadan anglofoni histerileri içindeki bir Türk yazarına Nobel verildiğinde, Nedim Gürsel’in sürgünlüğünün hiç anlaşılmamış olduğunu hissettin. Bağlamı biraz kasacak olursak, Nedim Gürsel kendi seçimiyle yanına sadece dilini alıp giderek, sadece o dille edebiyat yapmanın Nobel’ini almalıydı diye çoğu kez düşündün. Ödüller verilmez, alınırdı çünkü. O sene edebiyatı bunun için tümden bırakmayı düşündün. Her şey, ama her şey kirlenmişti ve sen son beyazlığa doğru kaçmıştın ve o beyazlık da ilk gri vurgunu yediğini hissettin. Ama artık yapılacak bir şey yoktu. Aynı hafta, serbest çalıştığın Türk yayıncılarının editör masalarında çoğunun bile fark etmediği bir harici dosya başvurusu patlamasını fark ettin. O ilk lümpenliğin, ilk sahte özgüvenin ve post-niteliksizliğin edebiyata gerçekten sızmasına tanık oldun. Bu acı gözlem hâlâ sürüyor.

Nedim Gürsel’in Büyük Yalnızlığı. Yazarın Sait Faik kitabına vermesi gereken adı gerçekte buydu diye düşünüyorsun. Grenoble’da ya da Paris’te, Burgazada ya da Beyoğlu’nda Sait Faik, Nedim Gürsel için sadece bir akademik kaynak mı? Böyle düşünmüyorsun. Nedim’in Sait ağabeyinin tam olarak izinden gitmediği çok açık. O Paris’i seçti. Yani karşı-bohemi. Yine bohem olan, ama onun diğer yüzü olan bu bohemde Paris’i seçmiş olan tüm dünya yazarlarının gölgelerinin ve yansımalarının arasında Nedim Gürsel’i Türk edebiyatının en özgün yazarlarından biri kılansa bir Türk yazarının peşine ta Paris’lerde düşmesidir çoğunlukla. Gerçekteyse Nedim Gürsel’in arada bir, çoğumuza göre sıklıkla döndüğü İstanbul ya da Türkiye değil, Sait Faik’in bir zamanlar yaşamış olduğu şehirdir. Onu aramaya devam etmesi, belki de beklemesidir. Yazar, Sait ağabeyin öldüğüne, o yıl üç yaşında olmasına rağmen inanamamaktadır. Bir yazar eserlerini bu kadar canlı yazamaz, ama Sait bunu başarmıştır; Nedim de başarabilir, hatta daha da öteye götürebilir: Birçok Grenoble birçok Paris birçok İstanbul ve Konstantinopolis.

Yazınsal bağlamların ötesinde Sait Faik’i yalnızlık yaratmamıştır belki, ama yazar Nedim Gürsel’i edebiyatın görkemli yalnızlığının yarattığı kesindir.

Sait Faik’in Büyük Yalnızlığı

Yayımlanışının üzerinden çok zaman geçmese de Nedim Gürsel’in son kitabı Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik’in aslında hiç de yeni olmadığını, ama son derece kalıcı ve içeriğinin çok ötesinde olduğunu her şeyden önce belirtmeliyim.

Bu kitabı okurken, sanki içindeki en güncel ve uzun olan yazının, ilk başta kitap biçimiyle düşünülmüş bir metin olarak başlandığını düşündüm nedense, ki bu da dikkatli Nedim Gürsel okurunun da gözünden kaçmayacaktır.

Bu duyguya, ünlü bir edebiyat portrecisinin Sabahattin Ali kitabında da rastlamıştım. Nice edebiyatçı ve sanatçıların tam portrelerini yazan bu kalemin, konu Sabahattin Ali olunca kalemini susturduğunu düşünmeme yol açmıştı bu son derece öznel duygu. Nedim Gürsel için bu şiddette bir hayıflanma yaşamadım açıkçası, zira Sait Faik ile Sabahattin Ali’yi yaşam ve yazı ekseninde karşılaştırınca benzer özellikler bulmamız güç gibi geliyor şu an bana, her iki yazarın da çağdaş olmalarına karşın izledikleri yazınsal yolculukların farklılıkları düşününce.

“Eğer” ile başlayan bir kurgu ve olasılıklarının tuzağına düşmemek için bu bahsi şimdilik kapatıp kitaba geçiyorum. Evet, Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik her bakımdan, sadece Türk edebiyatı bakımından değil, şu günlerde Türkiye nüfusunun %20’sini, vergisinin de yaklaşık yarısını karşılayan İstanbul kentinin, üçte biri dolaylı, kalanınsa dolaysız biçimde yorumlandığı sosyolojik ve tarihsel özellikler barındıran bir kitap. Herhangi bir tarihçi, şehirci, nüfusbilimci ya da siyasetçi, İstanbul’u bu denli yakın, berrak ve birçok sosyo-kültürel açımlamalara okuru gebe bırakan bir içerik zenginliğinde anlatamazdı.

İstanbul; verilerin, bilgilerin ve tüm analizlerin çok uzağındadır bize göre. Ancak kültürel bir uzlaşıyla, hatta daha çok yazınsal yaklaşımlarla İstanbul’u görebilir ve hissedebiliriz. Nedim Gürsel’in Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik kitabı ise deyim yerindeyse bu görüşlerimiz için adeta, yazarının kişisel kültür ve edebiyat geçmişinin en yüksek değişkenlerini ve bunların aktarımını bakımından cuk oturan bir yapıttır. “Haritada bir nokta” eğer Sait Faik’in bizzat kendisiyse, Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik bu haritanın ta kendisidir, yani o bir İstanbul haritasıdır; ölçeklerini geçmiş, zaman ve uzamın belirlediği.

Kitabın asıl kahramanlarından birisi yalnızlık kavramıdır, öte yandan.

Rus şair Samuel Marshak, 20. yüzyıl başında, Londra’ya ilk geldiğinde, yeteri kadar İngilizce bilmediği için rastladığı ilk kişiye saatin kaç olduğunu şöyle sorar: “What is time?” Yani zaman nedir? Aldığı yanıt ise, “Bu felsefi bir sorudur, bana niye soruyorsunuz?” olmuştur.

Aynı soruyu bu kez Nedim Gürsel’in yanlışlık yapmadan, bilinçli olarak İstanbul’a sorduğunu düşünüyorum: Bu soruda olasılıkla özne olarak zaman yerine Sait Faik geçmiştir, yani büyük İstanbul yalnızlığının en görkemli, sessiz tanığı ve öznesi.