2.
Bahçede bir zeytin ağacı vardı. Ağacın altında geceden kalma bir masa. Meze tabakları, karaf ve şarap kadehleri hala masadaydı. Tozlanmıştı. Belli ki masanın üzerinden yoğun ve uzun bir gece geçmişti. Madame Hortense’ın oteliydi burası. Bir zamanlar yazar ve Zorba’ya misafirlik etmiş Girit adasının bir tepesindeki köydeydik Katia ile. Küçük bir otel yapımı için ordan iyi bir teklif almıştı. Beni de çağırmıştı Katia oraya.
“Sadece sadık birisine ihtiyacım var, nasıl biri olduğu ne iş yaptığı önemli değil,” demişti yerde meze paketlerini toplarken ve yüzüme bakarken.
Seçilmiş bir kişi edasıyla teklifi hemen kabul etmiştim.
Benden sadığını bulamayacağını ona özel nedenlerimle bir güzel anlatmıştım. Sadakat benim öteki adımdı. Ama genelde bu adı kullanmazdım toplum içinde.
Moskova-Atina uçağı bizi epeyi salladı. Atina’dan malzeme yüklü özel bir tekneyle Girit de üç saatimizi aldı.
Aleksi Zorba ve Kazancakis hayranı bir İngiliz vaktiyle Madame Hortense’ın otelini satın almış yıllar sonra da küçük bir otel inşaatı olarak restore etmeye kara vermişti. Katia’nın adı oldukça iyi biliniyordu mimarlık alanında.
Girit’te önce küçük bir otele yerleştik. Ustalar ve işçiler bir pansiyona ancak sığmışlardı. İlk başta onları kontrol eden bir koordinatör olacağımı sanmıştım, ama Katia yerleştiği otelde bir başka oda ayırtmıştı bana. Kısa süre önce bir mezeci çırağıyken, yere düşen paketleri toplarken yardım ettiğim ünlü mimar beni dünyanın en neşeli adasında bir çalışmaya davet etmişti. Sadık birisi, demişti; henüz bunu tam olarak anlatmamıştı.
Mayakovski kitabımı yanımda getirmiştim. Uçağın en sallantılı olduğu vakitte onun intihar ettiğinde yanında bulunan şiirini okuyordum tesadüf:
“Aşkın küçük sandalı / hayat ırmağının akıntısına / kafa tutabilir mi!” diyordu şair. Sevgilisi Veronika evlenme teklifini geri çevirmişti. Ben “Son Mektup”u okurken uçak da son sarsıntılarını yaşıyordu. Sonradan duru bir göl yüzeyine konmuşçasına sallantısızca Atina’ya indi.
İlk çalışma günü küçük keşiflerle geçti. Ben bir hamakta uzanmış Madame Hortense ile ilgili bir broşür okuyordum. 1950’lerde basılmış bu broşür otelin tanıtımı için kullanılmış, sonra da bir kenara atılmıştı. Duvarın ayrık taşları arasında bulduğum bu broşürü okurken bir yandan acı limonlardan yapılmış buzlu limonatamı -az da votka katılmıştı içine- yudumluyordum. Hafif esinti yüzümü yakıyordu. Katia beni görüyor ama hiçbir şey demiyordu. Tembel bir koca edasıyla, iklimin ve coğrafyanın eril kaderine kapılmış miskin miskin hamakta uyukluyordum.
İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Zaten Katia benden hiçbir şey istemiyordu. Hayatın ırmağının akıntısına kafa tutabilir miydi? Ben akıntının kendisiydim. Kıyıda durup el sallamaktan başka bir şey yapmıyordu. Kuzey’in buzlu havasının sonrasında Akdeniz beni fena çarpmıştı. İklimler arasında kalmak iki kadın arasında kalmaktan daha kötüydü.
Bu miskinlik Katia’ya da bulaşmış olacak ilk çalışma gününde erken paydos verdi işçilere. Aynı ağaçlara ikinci bir hamak kurdurarak “yanıma uzandı”. Bir puro yaktı. Güneş gözlüklerini temizledi.
Ardından otelin bekçisine zeytin ağacının altındaki masayı hazırlattı. Güneş ufka yaklaşıyordu.
Katia ile kumda uyuyoruz. Epeyi sirtaki oynadık uzo içtik. Yorgunluk çöktü, karanlık bastı ama yıldızlar güneş gibi aydınlatıyor kumsalı. Üstümüzde siyah-mavi bir atlas bizi dinlendiriyor. Girit’se bizi yakıyor.
Katia’ya dokunamamak. Bildiğim en hüzünlü şarkı bu.
Her kum tanesi kadar çok onun için beslediğim arzu.
Ağaçtan bir limon koparıp salataya sıkıyorum. “İskenderiye, Beyrut, İstanbul…” diyor Katia. “Daha buralarda da işlerimiz var.”
Miramar ve Aşiyan’da, Necip Mahfuz ve Tevfik Fikret’in hayatlarını yad ediyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder