25 Kasım 2011 Cuma

Borges ve oyunun kuralı


Borges ve oyunun kuralı

Halil Gökhan

“Her şey ötekinin, Borges’in başına gelir. Ben, Buenos Aires’te gezinirim, alışkanlıkla bir geçidin kemerini ya da bir avlunun demir parmaklığını seyretmek için oyalanırım; postadan Borges’in haberlerini alırım ve adını bir profesörler kurulunda ya da bir biyografi sözlüğünde görürüm. Kum saatlerini, yerküre haritalarını, 18. yüzyıl tipografisini, kahvenin tadını, Stevenson’ın düzyazısını severim; öteki de bu seçimleri benimle paylaşır, ama kasıntılıkla ve oyunculara yakışır bir şekilde. İlişkimizin hasımca olduğunu ileri sürmek abartılı olur; ben yaşıyorum ve yaşamaya bırakıyorum kendimi, Borges yazınını dokusun ve bu yazın beni geçerli kılsın diye.”
Edebiyatın psikolojisi ve sosyolojisi genellikle tarih içinde okur-yazar ya da yazar-yazar ilişkileri çerçevesinde gelişen bir dokuyu oluşturmaya çalıştılar hep. Okur-yazar ilişkilerinin her türlü pratik verilerini elde etmeye çalışan ve bundan yazar adına dersler ve ahlaklar manzumesi çıkarmaya çalışan çabaların yanı sıra, yazarın iç dünyasını, soyut yazı odasını ve odalarını bir imge olarak görüntülemeyi başaran ve ama tek boyutlu bir fotoğraftan öteye gitmeyen çalışmalar da oldu.
Yukarıya, Jorges Luis Borges’in “Borges ve Ben” adlı denemesinden alıntıladığımız bu parça, sanırım edebiyatçının üzerine yaklaşan metinsel kameranın görüntü elemanlarını daha değişken biçimlerde biraraya getirerek yeniden yorumlayacak bir “oyun kuralı”nın da habercisi...
Buenos Aires’te doğup İsviçre’de yetişmiş, çocukluğundan itibaren İngiliz edebiyatıyla haşır neşir olmuş, önce belediye kütüphanesinde asistan olarak ardından Buenos Aires milli kütüphanesinde müdürlük yapmış olan Borges bu denemede kendisini “Borges ve ben” olarak ikiye ayırırken aslında dünyayı da bir’e indirgiyor. Dünyayı, bir yazı dünyası da yaratarak bölen, üstelik özel hayatları kadar bu dünyayı çoğaltan yazar tipinin aksine ben’inden tek bir dünyada birleşmek uğruna ayrılan ama bunu bir hasımlıktan koparıp aksine ironik bir dostluğa büründüren bir yaklaşımdır bu. Belki de bir metafor denemesi olarak saptanabilecek bu “ben” yorumunun sahibi Jorge Luis Borges, bu bakımdan çağdaşları ve eleştirmenler tarafından Latin Amerikalı olarak kabul edilmiyordu; onlara göre Borges, Latin Amerika toprağına özgü o ruhu ve tutkuyu taşımıyor, dilsel akıcılıktan ve coşkudan uzak düşüyordu. Ayrıca fazlaca akılcıydı ve fazla dipnot kullanıyordu yazdıklarında.
1970 yılında yayınlanmış ve geçtiğimiz aylarda Türkçe’de de çıkan “Borges” adlı yapıtında E. Rodriguez Monegal(*), 50’li yıllarda zaman zaman açık saldırılara da dönüşen bu eleştirileri şöyle cevaplıyor:
“Oysa Avrupalı ve Latin Amerikalı eleştirmenler onu okumuş olsalardı Borges’in her şeyden önce kişisel bir bakış açısını ve kişisel bir mitolojiyi ifade ederek kullandığı bir dil yaratmış olduğunu göreceklerdi.”
Borges’in tekil dünyası ve yazısı, almış olduğu İngiliz ve Fransız eğitimlerinin etkilerine olduğu kadar yazarın popüler Arjantin dili üzerinde genç yaşta yaptığı çalışmalara ve ilk yazı denemelerinde kullandığı eski İspanyol klasiklerinin barok dilinden kaynaklanmaktadır.
Borges’i, Latin Amerika edebiyatında oynanan “fantastik gerçekçilik”, “latin ruhu ve coşkusu” oyunundan söküp alan etkiler onu Jungcu psikanalizin bulgularını kullanmak yoluyla metaforlara dayalı bir simgeler dizisi yaratmaya yönlendirmiştir. Bu simgelerden söz açacak olursak, başka ülke edebiyatlarında örneklerine pek rastlanmayan simgelerdir bunlar: Ayna, kaplan ve labirent gibi... Borges’in Kaplanları (**) kitabının yazarı Demir Özlü’ye göre “Borges metinlerinin büyülü simgeleridir labirent, labirentler. O metinleri anlamlı kılan simgelerdir. Ama biçimin oluşmasını sağlayan simgeler değil, bizzat anlatılan, sözcüğü kullanmaya cesaret edersek, bizzat metnin ‘özünü’ oluşturan simgeler. Öyle ki onda zamansal, sırf zaman olan görünmez labirentler de vardır. İnsanlar cılız varlıklarıyla, önceden belirlenmiş olarak ya da büsbütün rasgele, o labirentlerde buluşurlar. Garip kaderlerini yaşarlar.”
Peki, günümüzde genç yazarlar üzerinde büyük bir etkisi olan Borges’in bu büyüsü nereden geliyor? Sanırız son derece avangardlaştırdığı kendi kültürünün büyüsü değildir bu etkinin kaynağı... Ya da onun tekil mitolojisinde sıklıkla yer alan kaplan, labirent ve ayna gibi simgelerin çoğunu bolca kullanan beceriksiz taklitçiler ve tıpkıbasımcı yazarlar tarafından dünyada oluşturulan çalıntı Borges vitrininin iştah açıcılığı da olamaz... Öyleyse, kendini düzenli olarak “öteki Borges”e atfeden Buenos Aires Milli Kütüphanesi müdürü Jorge Luis Borges’in sırrı nedir?
Borges’in Victor Hugo, Dante ve Berkeley hakkında bildiklerinin birçok Avrupalıyı şaşırtacağını söyleyen Monegal, Borges’in bu çokkültürlü ortamını kendini evinde hissetme durumu olarak yorumlamaktadır. Ancak bir Arjantinlinin sahip olabileceği dünyasal bir imtiyazdır bu. Ama Borges için bu konum sadece bir başlangıç noktasıdır. Borges “Buenos Aires’ten hareket ederek hiçbir coğrafyaya ve tarihe ait olmayan, fakat kelimelere ve bütünüyle kendisinin olan bir yazınsal mitolojiye ait bir evrene doğru yola çıkar.”

(*) Borges, E. Rodriguez Monegal, Türkçesi: Şule Demirkol, Gendaş Kültür Şubat 2001
(**) Borges’in Kaplanları, Demir Özlü, YKY, Ekim 1997

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder